Ubeydullah / Puna Pamir Endem


                               Ubeydullah 




          Ubeydullah’ı 1989 yılının Haziran sonunda tanıdım. O, o güne kadar yakından tanıdığım kırsal yaşamdan gelmiş ikinci Kürt kökenli insandı. “Acaba neden bana sürekli yağ çeker gibi davranıyor?” diye düşünmeme yol açan aşırı saygılı hali ve sürekli gülümseyerek konuşurken kayık gibi yayılmış ağzı hemen dikkatimi çekmişti. Adını sorduğumda “Ubeydullah” diye cevaplamıştı ama birkaç gün ara ile “Senin adın neydi?” diye sürekli sormam gerekmişti, çünkü Ubeydullah’ın aslında Beytullah olması gerektiğini düşünüyor, konuşmasını iyi anlayamadığımı sanıyordum.  

         Kırsal kesimden gelmiş ve yine Kürt kökenli olan Raşit efendiyi ise 1978 yılında tanıdığımda da Kürt kökenlilerin davranışlarını Anadolu’daki diğer köylülerden farklı sanmam gibi, onların o güne kadar duymuş olduğumdan farklı adları olduğuna da ilk kez Ubeydullah ismiyle karşılaşıyordum. Zaten Kürtler hakkında nereden detaylı ve doğru bilgim olabilirdi ki? O tarihlerde basında Kürt kelimesi pek geçmediği gibi, sadece iki kanaldan yayın yapan devlet televizyonunda Kürtçe isimler de telaffuz edilmiyor, Kürtlerle veya Güney Doğu sorunlarıyla pek ilgilenilmiyordu. Büyük şehirlerde yaşayan çoğunluğun aklına, Kürt vatandaşlarımızın nerelerde yaşadığı, nasıl geçindiği, ne yiyip içtiği, ne düşündüğü, nasıl konuştuğu gibi konularda biraz bilgi sahibi olmamız gerektiği gelmezdi. Kısacası -hele 80’li yıllar öncesinde- Kürtlerin varlığı, sadece tarihi konuları işleyen kitaplarda “Kürt İsyanı”ndan bahsedilirken hatırlanıyordu. Bizim evde ise, babamın yüzbaşılığı sırasında Kürt isyanını bastırmak için doğuda bulunduğu, hatta bazı sorunları Kürt reislerle diyalog kurarak kan dökmeden çözebildiği anlatılırdı. Yani  benim bilgim bile Kürtler hakkında çok sınırlıydı. 

        Ubeydullah, inşaatı bitmek üzere olan bir apartmanın bekçisiydi. Bittiğinde bizim de bir dairesine taşınacağımız bu apartman bir site içindeydi. Sitenin genelinde inşaat sürerken, biten dairelere yeni sahipleri bir bir taşınıyordu. Boş dairelerde hırsızlık olmasın diye her binanın bir bekçisi vardı. (Mesela inşaatta çalışan işçiler banyolara takılmış armatürleri çalıp dışarıda satabilirdi.) Yeni bir eve taşınacağımız için pek keyifleniyordum; sık sık gidip bir yandan eksik var mı diye banyoları, mutfağı gözden geçiriyor, diğer yandan da odaları ölçüp, eşyaları nasıl yerleştireceğimi tasarlıyordum. Apartmanın daha sokak kapısından girerken, nasıl olur da geldiğimi duyardı bilmiyorum, güler yüzüyle Ubeydullah hemen karşıma çıkar, sonra işim bitene kadar yanımdan hiç ayrılmazdı. Yanımdayken mutlaka anlatacak bir şeyler bulur, aynı zamanda bana yardımcı olurdu. Ya metrenin ucundan tutar, benimle odaları ölçer, ya da iyi kapanmayan bir dolap kapağının ayarlanması için koşup bir marangoz getirirdi. Biran önce taşınmak istediğimi söylediğim için, apartmanda ilk takılan panjurların benim daireninki olmasını organize eder, parke cilasının önce benim daireden başlamasını sağlardı. Doğrusu eve diğer apartman sakinlerinden önce taşınmamız biraz da Ubeydullah’ın sayesinde olmuştu.  

           O sene yaz çok sıcak geçiyordu. Bizim ev en üst kattaydı; çatıdaki kiremitler güneşten kızınca içerisi fırın gibi olmuştu. O sıcakta evin temizliğini Ubeydullah halletmiş, eşyalar altı kat merdivenden yukarı taşınırken, neredeyse sıcaktan fenalık geçiren taşıyıcıları iyi motive edemediğim anlarda, yapılması gereken işleri kendisi üstlenmişti. Cahil ve genç bir köy çocuğuna göre (22 yaşındaydı) olağanüstü sorumluluk ve inisiyatif sahibiydi. 

          Sonbahara doğru, apartmanda henüz tümüyle oturulmadığı ve sitede de inşaat sürdüğü için Ubeydullah’ın bekçilik görevi de sürüyor, ben de giderek onu daha yakından tanıyordum. Günde bir iki kez gelip bizden su istiyordu, ayrıca her akşamüzeri ona çay veriyorduk. Mutfaktaki masaya oturup çay içerken ben de karşısına oturur, ona sorular sorar, ailesini, köydeki yaşantısını öğrenmeye çalışırdım.  

         Van’ın sapa bir köyünde doğmuştu. İstanbul’a bir yıl önce gelene kadar, tüm dünyası, tüm geçmişi Van’daki o köydü. İlkokulu bitirmişti ama çok az okuma yazması vardı. Yani, tüm öğrencilerin tek sınıfta okuduğu, kilometrelerce ötede olan ve kışları kar kalınlığı yüzünden gidilemeyen bir ilkokulu bitiren diğer köy çocukları kadar okuma yazma biliyordu. İstanbul’a ilk geldiğinde inşaat işçisi olarak çalışmaya başlamıştı. Sonra ciğerlerinden hastalanmış, sigortalı çalıştığı için 20 gün hastaneye yatırılmış, hastaneden çıkarken verilen rapora, inşaat işçiliğinden daha hafif bir işte çalışması iyi olur diye yazıldığı için aynı inşaat şirketinde bekçilik yapmaya başlamıştı. Hastalığının adını söyleyemediği (veya söylemediği) için, aklıma Anadolu’da erkeklerin çoğunlukla ağır işlerden kaçtığı, hayatlarını kahvede oturarak geçirdiği gelir, Ubeydullah’ın da eziyetsiz bir işe atlamak için hastalığını bahane ettiğini düşünürdüm. Ama bu kısmı beni ilgilendirmiyordu aslında. Beni ilgilendiren köydeki yaşantısıydı. Van gölü çevresini biraz bildiğim için özellikle onun köyünün nerede ve nasıl olduğunu anlamaya çalışıyordum. Köy yaşantısını anlatmasını istediğimde, her zaman, nedense utana sıkıla anlatırdı. Tabii bu arada annesi hariç ailesindeki diğer kadınlardan hiç söz etmezdi. Hayvancılık yaparak geçiniyorlardı. Aslında o günlerde hayvancılık yapmak çok zorlaşmıştı. Kendi yetiştirdikleri koyunların maliyeti,  sınırdan kaçak giren koyunlardan o kadar yüksek oluyordu ki, kaçak hayvanların fiyatıyla rekabet edemedikleri için ellerindeki koyunları çok zor besleyebiliyorlar ve karlı fiyatla satamıyorlardı. Belki de yakında tek gelir kaynakları olan hayvancılıktan vazgeçmek zorunda kalacaklardı. Ama o zaman neyle geçineceklerdi?  Yörelerinde iklim ve bitki örtüsü koyun yetiştirmenin dışında başka şey üretip para kazanmaya uygun değildi. Yüz yıllardır yapabildikleri şey yazları koyunları otlatmak ve kış için yaz boyunca ot biçip istiflemekti. Kışları kar bastırdığında, evler kar altına gömülür, yollar kapanır, kasaba ve şehirle bağlantıları kopar, evden sadece hayvanları yemlemek için çıkılırdı. Yine de erkekler bir yolunu bulup kahveye gidip orada topluca televizyon seyreder -kadınlara televizyon kesinlikle yasaktı, bu yüzden evlere televizyon alınmıyordu- ve ne kadar kar olursa olsun mutlaka camiye giderlerdi. 110 yaşında olan büyük büyük babası bile Cuma günleri camiye namaz kılmaya gitmeyi aksatmazdı. 

           110 yaşında hala camiye kadar yürüyerek giden, camide diz çökerek namaz kılabilen bir insan, televizyon haberciliği açısından mutlaka görüntülenmesi, röportaj yapılması gereken bir kişiydi benim için. Yani bir “haber”di. Ubeydullah’a bu fikrimi söylemiştim ama dedesinin hiç Türkçe bilmediğini öğrenmem üzerine bu projeyi gerçekleştirememiştim. Ubeydullah aynen şöyle demişti:

         “Dedem hiç Türkçe bilmez, gavur icadı diye televizyon da seyretmez. Karşısına televizyon kamerası ile gelirseniz, hemen tüfeğine sarılır.”

          110 yaşında olduğunu söylediği dedesi gerçekten 110 yaşında mıydı, bilemiyordum, onlar öyle sanabilirlerdi. Nüfus kayıtlarını görmeden bundan kimse emin olamazdı ama karlar altına gömülmüş köylerinde erkeklerin her gün camiye gittiğine emindim çünkü bu anlattıkları, yıllar önce tanıdığım ilk Kürt kökenli köy insanı olan Raşit efendiyi çağrıştırıyordu bana; o da hangi şart altında olursa olsun mutlaka namazını kılar, hele Cumaları camiye mutlaka giderdi. 

          O sırada TRT İstanbul Televizyonu’nun Ortaköy’deki inşaatının kontrol teşkilatında çalışıyordum. Raşit efendi, şantiyenin yönetim binasında odacıydı.  Kontrol teşkilatını oluşturan biz dört kişi, şantiye şefiyle aynı binayı paylaşıyorduk. Ortadan girilen bu barakamsı tek katlı binada sağ taraf şantiye şefinin, sol taraf kontrol teşkilatınındı. Kontrol teşkilatının şefi Ankara’daydı, arada bir gelirdi. İstanbul’daki bizim sürekli teşkilat üç kız, bir erkekten oluştuğu için bizi, o yılların televizyondaki popüler dizisiyle özdeşleştirirler ve “Charlie’nin Melekleri” derlerdi. Teşkilattaki erkek arkadaşımızın lakabı da dizide olduğu gibi Bosley olmuştu. Tabii “melek” olmak çok hoşumuza gidiyordu, ne de olsa “Charlie’nin Melekleri” güzel kızlardı.  

         Raşit efendi aslında şantiye şefinin adamıydı ama bize de şantiye şefine verdiği hizmetin aynını veriyordu. Havalar soğuduğunda Raşit efendi sabahları bizden önce şantiyeye gelir, her iki taraftaki odalarda sobaları yakar, odalar arasında kalan buz gibi küçük mutfakta çayı demler, bazen de sobanın üstünde, uzun sürede piştiği için lezzetine doyum olmayan Türk kahvesi yapardı. Mutfağın yanında tuvalet ve girişinde lavabo vardı. Raşit efendiyi günde bir iki kez, pantolonunu dizlerine, kollarını dirseklerine kadar sıvamış lavabonun başında, dualar mırıldanarak buz gibi suyla aptes alırken görürdük. Ben ne zaman ona bu durumda rastlasam “Raşit efendi, üşüteceksin, hasta olacaksın” derdim, o da dua mırıltılarını sürdürürken bana ters ters bakardı. Dindar bir insanın aptesine karışmak olacak şey miydi? Sonra o, her gün öğle yemeği tatilinde, Ortaköy’de doğru yokuşu iner, namaza gider, sonra yazın sıcakta, kışın soğukta veya yağmur altında yoluşu tırmanır, (o zamanlar otobüs geçmiyordu o yollardan) şantiye binasına bizlere öğle yemeği sonrası kahvelerimizi hazırlamaya gelirdi. Eğer bir sebeple herhangi bir öğle paydosunda namaza gitmesine şantiye şefi izin vermemişse, birkaç gün surat asardı. Cuma günleri ise, Ankara’dan “büyük şef” gelmiş olsa bile Raşit efendi, işini kaybetmeyi göze alır, mutlaka namaza giderdi. 

          Bazen namaz için yola çıkmadan “Raşit efendi, namazda bizim için de dua et” derdik. Hiç riyakar bir adam değildi, bir kez olsun “Peki sizin için de dua ederim” demezdi. Bize ters ters bakar, anlayamadığımız bir şeyler mırıldanırdı. Zaten Raşit efendinin Türkçe kelime dağarcığı çok sınırlıydı. Çok az sayıda kelime ile konuşurduk. Ancak bir defasında, yine “bizim için de dua et” dediğimizde, “Ben sizin için nasıl dua edeyim?” dediğini net olarak duyabilmiştim. Etek boyu kısacık, başı açık, yüzü makyajlı kadınlar için dua edilmezdi tabii ki. Biz onun gözünde iflah olmaz günahkarlardık. 

        Genellikle şantiyedeki işçiler, bizlerle konuşmak, memleketlerini anlatmak için can atarlardı. Onların patronu olan bizlerle sohbet (eksik etek de olsak) çok önemliydi onlar için. İnşaat işinden anlamak onların gözünde sadece erkek işiydi ve sanırım erkek işini kontrol eden, iyi olup olmadığını denetleyen bizlere özellikle bu yüzden farklı saygıları vardı. Raşit efendi ise herkesten daha saygılı ama daha mesafeliydi. Ne bizimle ilgili bir şeyi merak eder, ne de kendi hayatıyla ilgili bir şey anlatmak isterdi. O sadece itaat etmek ve görevini yerine getirmek için aramızdaydı. Sanırım o zamanlar altmış yaşında kadardı ve o yaşına kadar mutlaka köyünde ona hizmet etmişlerdi. Şimdi bu köy erkeğinin kadınlara kahve pişirmesi, onların “getir, götür” isteklerini yapması, sobaları yakması, sabahları tuvaletleri, odaları temizlemesi, kolayca içine sindireceği bir durum değildi. Ama hayat şartları onu da büyük şehre savurmuştu, şimdi sessizce bunlara katlanmalıydı çünkü para kazanıyordu. Parayı veren mutlak ağa idi onun gözünde; kadın olsa da… Ama kadından ağa olması da kim bilir nasıl ağırına gidiyordu, bu yüzden hiç konuşmuyor, hiç şikayet etmiyor, hiç sevinmiyor, üzüntüsü varsa hiç belli etmiyordu. Ne zaman İstanbul’a gelmişti, geride bıraktığı hayatı nasıldı, (oğlunun yakında Ortaköy’de Dereboyu’nda bir gecekonduda kaldığını şantiye şefinden duymuştuk) burada mutlu muydu, evde kaç kişiydiler, ne düşünürdü, İstanbul gibi büyük bir şehirde yaşamak onun için nasıl bir histi, tümüyle köyüne döneceği günü hayal ediyor muydu, memleketini ne kadar özlüyordu, hiçbir zaman bilemedik. 

        Bir yıl böyle geçti. Bir sonraki sene bir yaz günü öğle saatinde Raşit efendinin camiye gitmemiş olduğunu gördüm. Bu şaşırtıcı bir durumdu. Nedenini sorduğumda, “Başım ağrıyor, boynumu kıpırdatamıyorum” dedi. Hemen ona, yanımda her zaman taşıdığım ağrı kesicilerden verdim. Aynı gün akşamüzeri, her zamanki saatte Raşit efendinin aptes de almadığını fark ettik. Raşit efendi birden bire hastalanmıştı. 

       Daha sonraki günlerde de baş ağrısı geçmedi. İşe geliyordu, hatta Cuma günü büyük bir gayretle öğle namazına da gitti ama görünüşü berbattı, çektiği ağrı yüzünden hareketleri yavaşlamıştı. Ona sürekli ağrı kesiciler verdik ama pek fayda etmedi. Bir iki gün sonra Raşit efendi hastaneye gitmek için şantiye şefinden sevk kağıdı aldı. 

      Sonraki iki gün görmedik Raşit efendiyi. Geldiği günde ise o kadar kötü görünüyordu ki, başka bir insan gelmiş gibiydi; bir insanın iki gün içinde bu kadar değişmesini aklımız almamıştı. Baş ağrısı geçmemişti, yüzü yemyeşildi, üstelik şimdi de aşırı miktarda midesi ağrıyor ve bulanıyordu. İlk defa şikayet etmek ihtiyacındaydı; doktorun verdiği ilaçları içtiğinden beri sürekli kustuğunu söyledi. “Yarın ilaçlarını getir de doktor nasıl ilaçlar vermiş bir bakalım” dedik. İlaçlar zaten yanındaymış, bize üç kutu uzattı. Hemen prospektüslerini çıkartıp okumaya başladık, İki ilaç, ağızdan alınan ilaçlardı, ağrı kesici ve tansiyon ilacı, üçüncü ilaç kutusunda ise yine bir ağrı kesici vardı ama bunlar makattan kullanılan, prospektüsünde, “makattan iterek rektuma yerleştirin” yazan, açık ortamda erimesin diye tek tek üzeri plastikle kaplanmış fitillerdi. Raşit efendi fitil kutusunu elimde tuttuğumu görünce, “İşte bunları yuttukça midem kötü oldu” dedi.

      “Bunları yutuyor musun?” diye sordum.

       “Evet bunları günde iki defa yutuyorum.” Kutuların üzerine eczacı da   tükenmez kalemle iri harflerle “2 defa makattan” diye yazmıştı. Türkçesi zaten çok az olan Raşit efendinin makat kelimesini anlaması tabii ki beklenemezdi. Ama ya doktorun, ya da eczacının, makatın neresi olduğunu anlatması gerekmez miydi Raşit efendiye?  Evinde de kutunun üzerinde yazan “makattan” sözcüğünün ne demek olduğunu anlayacak kimse yoktu anlaşılan. O arada aklıma Raşit efendinin bu fitilleri, üzerindeki plastikleri soymadan yutmuş olabileceği ihtimali de geldi. Sordum, gerçekten öyle yapmıştı. İki gündür günde iki defa üzeri plastik kaplı kocaman fitilleri yuttukça mide ağrısından, mide bulantısından kıvranmış ama ne kendisinin, ne de evinde kim varsa onların aklına bunun yutulmayacak ve kullanırken önceden üzerinin soyulması gereken bir fitil olduğu gelmemişti. Çünkü muhtemelen hiç biri okumayı bilmiyordu. Bilse bile hiç biri makat kelimesinden bir şey anlamıyordu.

        Raşit efendiye biz üç kız makat kelimesinin ne anlama geldiğini anlatamazdık. Onun gibi bir köy adamına bunu ancak bir erkek anlatmalıydı. Biz odadan çıktık, Bozley, uygun kelimeler bulup makatın neresi olduğunu anlattı ve Raşit efendi, iyice kusup midesindeki plastiklerin bir kısmını çıkarttıktan sonra ilaçlarını doğru kullanmaya başladı. 

         Ancak fayda etmedi bu ilaçlar, daha sonraları geçmeyen ağrıları yüzünden Raşit efendi birkaç defa daha hastaneye gittikten sonra lenf kanseri olduğu anlaşıldı. Boynunda büyüyen urun ameliyat edilmesine karar verildiği zaman Raşit efendi, hastaneye yatmadan önce bize veda etmeye geldi. Boynunu kıpırdatamıyordu, zayıflamış, güneşten mi, yoksa doğuştan mı olduğunu anlayamadığım esmer derisi kırış kırış olmuştu. “Korkma Raşit efendi, ameliyatı atlatacaksın, iyileşeceksin, biz sana dua edeceğiz” dedik.  Her zamanki bizi umutsuz vaka olarak gören bakışlarıyla baktı ve eminim ki içinden “Sizin dualarınıza kalmışsam zaten işim bitik” dedi bize.

 

       Birkaç ay sonra Raşit efendinin ölüm haberi geldi. Ameliyatından sonra yanına gidememiştik, cenazesine gitmeyi isterdik. Öldüğünü duyduğumuzda çoktan köyünde defnedilmişti.  Demek ki köyünde en azından ölüsüne değer veren akrabaları vardı. 

      Ubeydullah’ın ise tüm akrabaları memleketindeydi. İstanbul’a kendisiyle birlikte köyünden başka insanlar gelmişti ama ailesinden buraya gelen bir tek kendisiydi. Çeşitli sorular sorarak ev içi yaşantılarını, özellikle ortamlarında kadının yerini öğrenmeye çalışıyordum. Söylediklerini net olarak anlamak çok zordu, çünkü açıkça anlatmaya çekiniyordu. Bir gün annesinin, evlendiğinden bu yana dedesinin yanında bir tek kelime bile konuşmamış olduğunu söyledi. Kadınlar evdeki erkeklerin önünde konuşamazdı. Bu kadar katı örf ve adetlerin olduğu bir ortamı, büyük şehir hayatında farklı yaşantıları gören Ubeydullah artık doğru bulmuyor ama bunların değiştirmesinin de imkansız olduğunu söylüyordu. Evlerindeki yaşlı erkeğin sözünden kimse çıkamaz, kadın veya erkek olsun, onun rızası dışında kendi başına bir karar alamaz, bir eylemde bulunamazdı. Bunun üzerine onu teselliye çalışırdım, “Siz çocuklarınızı farklı yetiştirirseniz, bu örf ve adetler de yavaş yavaş değişir, ama bunların değişmesinin daha doğru olduğuna önce siz yaştakilerin inanması gerekir” derdim. Bana bunun asla olmayacağını söyleyen bakışlarla bakar, başını evet anlamında sallar, ne yazık ki umut verici bir cevap veremezdi. 

         Üniversitede okuduğum yıllarda eğitim amaçlı olarak her dönem Anadolu’nun farklı bölgelerindeki şehir dokularını ve sosyal yapıyı incelemeye gider, sonra bir şehir planı yapardık. Sosyal yapı mekansal gelişmeyi, mekânsal gelişme sosyal yapıyı etkilediği için bazen doğrudan,  bazen dolaylı sosyal yapıyı iyice incelerdik. O yıllarda Anadolu kadınının, kasabalarda ve hatta pek çok şehirde bile geleneklerin baskısı ve eğitimsizlik yüzünden batıdaki şehir kadınlarından ne kadar farklı olduğunu gördükçe 20’li yaşlardaki gençler olarak her seferinde kültür şoku yaşardık. Bazı yerlerde kadınlara konuşmak değil düşünmek bile yasaktı. Çünkü düşünen insan düşündüğünü eninde sonunda söylemek de isteyebilirdi. O zaman öncelikle kadının düşünmesine engel olmak gerekiyordu. Düşünmenin yerini geleneklerin standartlaştırdığı cümleler ve davranış kalıpları almıştı. Düşünme alışkanlığında olmayan kadınlar, acı çekse de, kaderine küsüyor, hayatlarında herhangi bir değişiklik yapacak kararı veremiyordu. Mesela kendisine zulmeden bir insanı hayatından uzaklaştırmak için ne yapacağını düşünmesi o kadar zordu ki, o insanı öldürmek, başka bir çözüm düşünmekten daha kolay oluyordu. Yani kadınlar çaresizlikten öldürüyor, ama çoğunlukla kuralları dışlamışlarsa öldürülüyordu.                                       

        O yıllarda pek çok köye henüz elektrik ulaşmamıştı. Türkiye’de televizyon yayını da yoktu; sadece pilli radyosu olanın dünya ile bağlantısı vardı. Yani Anadolu’nun çoğu köyü dünyaya kapalıydı ve sanki yüz yıllar öncesinde yaşanıyor gibiydi. Daha sonraki yıllarda elektriksiz köy neredeyse kalmayıp televizyon da yaygınlaşınca, televizyondan farklı hayatlar izleyen köy kadınlarının er geç değişeceğini sanırdım. Ama Ubeydullah’ı dinlerken, erkeklerin, kadınların dünyadan haberdar olmaması için onlara televizyon seyretmeyi yasakladığını, hatta televizyonda konuşulanları anlamasınlar diye Türkçe öğrenmelerine engel olduklarını, yani bazen de sırf bu sebepten okula yollanmadıklarını duyuyordum. Ubeydullah’a,

      “Sizin gibi büyük şehir görmüş gençler de kız kardeşlerinizin, karılarınızın televizyon seyretmesine karşı mısınız?” diye sorduğumda,

      “Biz değiliz ama büyükler istemezse, biz bir şey söyleyemeyiz” derdi ve    

sadece televizyon seyretme konusunda değil, herhangi bir konuda da büyüklere itiraz edilemeyeceğini, onların yanında fikir yürütemeyeceğini sözlerine eklerdi.

      “Bu durum bir tek sizin ailenizde mi böyle?” diye sorduğum zaman, bildiği tüm komşu köylerde de gençlerin kendisinden farklı davranamayacağını anlatırdı. Yani aile büyüğü olan erkeğin rızası olmadan hiçbir genç, fikrini söyleyemez, herhangi bir eyleme geçemezdi. Kızların ise zaten hiçbir konuda fikri olamazdı.

 

       Kışa girerken bizim apartmanın tüm dairelerine sahipleri taşındı, bekçilik yapacak boş daire kalmadığı için Ubeydullah kışı geçirmek üzere köyüne gitti. Gitmeden önce yeni yeni alevlenmekte olan PKK eylemlerine uzak durmasının çok önemli olduğunu söyleyerek, bana bunlara karışmayacağına söz vermesini istedim. O da söz verdi. 

       Ubeydullah bir kış günü köyünden bana telefon edip hatırımı sordu. Vefalı çıkmasına doğrusu sevinmiştim. Bana demek ki önem veriyordu, belki de bu yüzden nasihatlerimi de tutacaktı. Kim bilir?

        Daha sonraki bir ilkbahar günü, tam da çay içme saatinde onu karşımda buldum. Elinde bir naylon torba, her zamanki geniş gülümsemesi ile kapını önünde duruyor, içeri davet edilmeyi bekliyordu. Yine mutfak masası başına oturunca, bizim sitede yeni yapımı başlayan bir binada yine bekçilik yapacağını söyledi. O yıl koyunculuk daha da kötü gitmişti. Kaçak koyunlar, yetiştirdikleri koyunlara göre tam yarı fiyata satılmıştı. Ubeydullah İstanbul’a gelmek istememişti ama mecbur olmuştu. Eve para götürmesi lazımdı.

         O gün birbirini uzun zamandır tanıyan insanların rahatlığı ile benimle konuştuğunu fark ettim. Bir süre sonra elindeki torbayı bana uzattı, “Anneme hep senden söz ederim, bunları sana yolladı” dedi. Torbanın içinde yünden el örgüsü üç çift çorap, üç çift eldiven vardı. Beyaz zemin üzerinde kilim desenleriyle örülmüş eldivenlerin her bir parmağının ucundan püsküller sarkıyordu. Hayatımda gördüğüm en sevimli eldivenlerdi. Çorapların üzerindeki desenler ise olağan üstü güzeldi. Anadolu insanının geleneksek eli açıklığı ile oğullarına gösterdiğim yakınlığa teşekkür ifadesi olan bu hediye, el emeği, göz nuruydu ve çok anlamlıydı. Ubeydullah’a para vermek istedim, almadı, paraya ihtiyacı vardı ama artık biz onunla arkadaş olmuştuk, o bu hediyeleri satmak için değil, şehirli arkadaşını mutlu etmek için getirmişti.

       O gün Ubeydullah köyüne bizden telefon da etmek istedi. Telefonu çevirirken de,

       “Bizimkiler biliyorsun Türkçe bilmez, Kürtçe konuşursam darılmazsın değil mi?” diye sordu. Konuşması bitince,

       “Ben okula gittim, Türkçe öğrendim, sonra biraz babama öğrettim, anam hiç Türkçe bilmez, kadınların hepsi sadece Kürtçe konuşur, şimdi köydeki erkekler televizyon seyrettikçe Türkçe öğrenmeye başlamışlar.”

       İşte bu yeni bir haberdi. Yaşasın televizyon.

       O yaz boyunca bize her gelişinde artık yavaş yavaş kız kardeşlerinin de olduğunu itiraf etmeye başlamıştı. Bir yıl önce anlattıklarını dinleyince sanki köylerinde sadece erkekler yaşıyor gibiydi. Bu sefer kadınların varlığından bahsetmekten utanmıyordu. Kız kardeş bile olsa bir kadından söz etmenin onlar için ya günah, ya da ayıp olduğunu tahmin edebiliyordum artık. (Çünkü kadın, cinselliği çağrıştırıyordu.) Ben bu arada bıkmadan her konuşmamızda, köye döndüğünde şehirden çağdaş düşünceleri de beraberinde götürmesinin önemini anlatmaya çalışıyordum.

      “Köye döndüğünde sen öncü ol, düşünceleri değiştirmek için şunu yap, bunu söyle” diye akıl verdikçe, hürmette kusur etmeden ve cidden üzgün bir surat takınarak bunun mümkün olamayacağını, büyüklerin sözünden çıkmayacağını söylüyordu. Ben ise vazgeçmeden,

       “Allah geçinden versin ama bari büyüklerin bu dünyada olmayacağı zaman geldiğinde adetleri değiştirmeye çalış. Bak kendine, büyük şehirde, şehirli gibi giyiniyorsun, benimle oturup çay içiyorsun, şehirli gibi davranıyorsun, neden burada yaptığınla köyde yaptığın farklı olsun ki? Köyde hiç olmazsa kadınlara büyükler olmadığında televizyon seyrettirin, yeni şeyler öğrensinler, dünyadan haberleri olsun” diyordum.  Olur, der gibi başını sallar, ama cevap vermezdi. Bu konuda çok üstelediğim zaman “Büyüklerin yanında bize söz düşmez” diyerek yine beni sustururdu. 

         Bir gün geldiğinde yine köye telefon etmek istedi ve yine Kürtçe konuştu. Sonra telefonu kapattığında başını önüne eğip, yüzünde mahcup bir ifade ile,

       “Bir çocuğum olmuş” dedi. Şaşırmıştım, evlendiğini söylememişti.

       “Ne zaman, evlendin, neden bana söylemedin, Allah mutlu etsin” dedikten sonra sordum, “Bebek kız mı olmuş, erkek mi?” 

       Utançtan iyice kızarmış esmer yüzünü eğerek bakışlarını kaçırdı ve neden sonra,

       “Sormadım, bizde ayıptır sormak” dedi. Benim ise bu işi aklım almıyordu. Ben, bu kadar mı köy adetlerini bilmiyordum, ne demekti “ayıp”? İnsan doğan çocuğunun ne olduğunu sormaz mıydı?

      “Bizde bazı şeyler hiç sorulmaz, hiç söylenmez. Anam dedemin yanında hiç konuşmadı, benim hanım da babamın yanında konuşmaz. Ben de buradan çocuğu soramam. Sorduğumu duyarsa babam kızar. Gittiğimde görürüm ne olduğunu.”                            

       O gün Ubeydullah gittikten sonra, çocuğu erkek olsaydı zaten hemen müjdelerlerdi diye düşündüm. Daha sonraları, tutucu ortamlarda çocuktan bahsetmenin cinselliği çağrıştırması yüzünden ayıp olduğunu da hatırlayacaktım. Doğudaki örf ve adetlerin sadece kurbanı genç kadınlar değildi, genç erkeklerdi de. Onlar da, evdeki daha büyük yaştaki erkeklerin birer oyuncağıydı. 

         Güney Doğuda terör şiddetlenmeye başlamıştı ama henüz Van çevresinde pek bir olay duyulmamıştı. Ubeydullah’a samimiyetimize güvenip,

        “Sizin oralarda halkın çoğu Kürt, çatışma olur mu sence?” diye sormuştum.

        “Bizde şimdi bir şey yok ama bilinmez ki” diye kısaca cevaplamıştı. Ben üstelemiştim,

        “Sana gelip, hadi bize katıl derlerse ne yaparsın?” Kuru bir sesle, yine bakışlarını kaçırarak,

        “Bize kimse bir şey söylemez, büyükler bu işlere karar verir” demişti, onu son gördüğüm gün.

         Demek ki sadece gençler kandırılmıyordu. Veya bizim kandırıldığını sandığımız gençler, aslında aile büyüklerinden emir alıyordu. Evlerdeki büyükler, terörü, para kazanmanın bir yolu gibi görürlerse, gençlerin eline tüfekleri bizzat veriyor olabilir miydi? Tabi ki olurdu. Çünkü yaşam şartları onları aç bırakıyordu. Ben ne kadar “Sakın bu olaylara karışma, başın belaya girer” desem de ve Ubeydullah buna canı gönülden inansa da, babası veya başka bir aile büyüğü, satamadıkları koyunlarının yerine alacakları para karşılığında Ubeydullah’a “Hadi silah başına” dediğinde, söz dinlemeye eli mahkumdu. Büyüklere göre, gençler gidip birkaç kurşun sıkarsa, köyde kalanların kolayca karnı doyacaktı. Dünyadaki gelişmelerden habersiz yaşayan köy insanına göre ne kötülük vardı ki bunda? Ubeydullah da, pek çok Kürt genci gibi neden çarpışacağını tam olarak idrak etmeden ve geleneklerin baskısıyla düşünmeyi kendisine yasaklayarak dağa çıkacaktı; tıpkı pek çok kadının gelenekler yüzünden yüzyıllardır düşünme yeteneklerini yok etmeyi seçtiği gibi.

Bir daha Ubeydullah’tan hiç haber almadım. Yaşıyor olsaydı mutlaka beni arardı.   

2 yorum:

  1. Aşağıdaki satırları daha önce yazarla email ortamında paylaşmıştım.Yorum olarak yazmasam içim rahat etmeyecek. Biraz gecikmiş de olsa Blog ortamında da bulunsun:

    Öncelikle, yazarın eline sağlık. Bu anı-öyküler onun özel ''genre''ın sayılır dersem herhalde yanlış olmaz ama çok değişik şeyler de yazdığı için olsa olsa haksız bir ''yelpaze daraltması'' olur.

    Ubeydullah oldukça dokunaklı. Ama Raşit Efendi'nin paragrafları -bütün komikimsi dokunuşlara rağmen- insanın içini sızlatır cinsten. İnsan kimleri tanıyor yaşam boyunca değil mi?
    Her ne kadar TR'nin etnik mozayığındaki renklerden bazıları (benim bildiğim kadarıyla Van yöresi dahil) daha açık fikirli vs diye bilinirse de (belki de ben Ege kırsalıyla çok daha yakından tanışık olduğum için bana öyle geliyordur) örf adet uygulaması yer yer (Ubeydullah'ın köyü örneği gibi) gerçekten onun dediği kadar kısıtlayıcı olabilir, orası da öyle tabii. Istanbul'un apartman bekçiliği ortamında Ubeydullah'ın köydeki baskının etkisinden şıp diye kurtuluvermesi o açıdan ilginç bir sosyolojik vaka bile sayılır aslında. Ne büyük bir değişim: adeta bir metamorfoz ya da önemli bir uyum yapabilme esnekliği. Çok ilginç. Çok yaşa PPE.


    YanıtlaSil
  2. Puna, bu belgesel çok derin ve alabildiğine duygusal... Bazı insanlar halkı içinde yaşayarak ancak anlayabilir ama sen çok uzaklardan anlatıldığı kadarıyla bile halkın içine yerleşmiş, aralarında dolaşmışsın. Kadın sorununun, esasta en uçta bozuk yerde çözülmesi gerektiği bu kadar net anlatılabilir.. Çok iyi bir gözlemcisin...

    Mehmet Hamuroğu

    YanıtlaSil

Yorumunuz okunduktan sonra yayınlanır. Yorumunuzun altına ad ve soyadınızı yazınız, Kimliği belirsiz yorumlar yayınlanmaz.

ÖNE ÇIKAN YAYIN

And They Died / Gün Gencer

  AND THEY DIED (THE ROAD TO GALLIPOLI) (ÇANAKKALE SAVAŞINA GİDEN YOL) A TRAGEDY IN THREE ACTS  (A Docu-drama with music written in memory o...