SEN HANAMIZA GELENDE
Baş örtüsünü doğru
dürüst örtmediği bahanesiyle göz altına alınan ve karakolda darp edilip,
hastanede ölen İranlı kızın anısına ithaf edildi. Babasının ağıtı ve
konuşmaları İran Azerilerinin lehçesiyle yazmaya çalıştım.
“A benim yahşi gızım,
has gızım. Karanfil kokar saf gızım, Sen bu gece bizde gal. Ardında tutam saf
gızım. Men gıyamam bakam yüzüne, solar diye koklamam goncayı bile, lâkin resmi
caniler katleder de kurbanları, cübbeli cahiller şeriata uygun bulur onları. O
kitap ki vaad ederken cenneti niceye, mim kor taksiratına kişinin, sual olunur
ince inceye…"
“Ve lâkin Halhali’ye[1] günahkâr, günahkâra bir bahane
lazım, yüzcazın çıkarsa örtüden, başından gayarsa sof gızım.
Hükmün evvelden keserler, suçsuzsa cennettedir yeri derler, işte budur onların
adaleti, oyy oy…”
“Anasına diyerem ki, ey
baht-ı gara sultanım, ağlama sen, yağsa yağmur, sel seli götürse bile, bi-bahtın
tarlasına gatresi düşmezmiş, bizim alnımızdaki kara yazıysa eger, bahtın siyahı
hiç silinmezmiş oyy oy…”
“Ayağa galk menim iki
gözüm, diyerem. Oy menim gızım şeref verecek bu fakirhanaya, ey hane
halgı kıyama durun, o eve gelende. Yörüdükte hanamıza nur yağacak,
yürüdükte O, her yer gülistan olacak."
“Sen de ağlama artık ey
gadın o bizim gızımız, amma mazlumun sesidir duyulacak. Saçları bayrak oldu,
başlarda taşınacak. Bilesin, umuttur bu biçare İran halgına. Bir ümitdir, kim
bilir, belki de daha ödenecek bedeli var, akacak kanı, verilecek canı var bu
vatanın. Bu ne menem bir acı, ne dinmeyecek bir sızı ya Rab mene sen yardım
et. Oyy oy…”
“İşte diyerem men
gızıma, gorkarım akkor galacak galbimde senin şahadetin, sönmez yüz tutsa da
bağrımdaki hınç ve nefretim, Ya Rab, kahret O gözelime gıyan elleri. İki
cihanda çırağ olsun kendileri, lakin acım dinmez ve bilirem yetmez bu ataşa bu
su, işte derim budur bunun doğrusu. Affet bi-günahım seni böle bir dünyaya
davat eden bizleri, sen affet. Sen miskin, sen masum lakin sen velût, şimdi de
bu zalim cihane bir umut."
"Vallahi biz dahi
bi-haberdik bu riyakârlardan, devirir iken Şah-ı zalimi birlikte.
O şeytan-ı azam kuvveti alanda eline, ihanet nedir gösterdi bu
millete. Binlerce bi-günah sallandı vinç halkasında gerçek sanarak bu
hürriyeti. Lakin beşer bu, siler yaralı hafızadan her illeti, belleg unutur
gider de hatırlamaz o kıyameti. Oyy ki ne oy…”
“Men özüm insana insan
demem, almazsa nasibin haktan, sevgiden, acımadan börtü büceğe ve bu suya, bu
toprağa, ibret almadan ehl-i tabiattan. Silerim onu bellegimden, kim ola
ki o ister imam, ister softa ya da kahraman. Değil mi ki girer yarın sinesine
toprağın, o ki yerdeki karıncaya bile verecek hesabın, bu böyle biline.”
“Amma ve lâkin bir
istirhamım olur yüce rabbimden, öte dünyada insanı sual edeceksin, inanıram ve
lâkin bu cihanda sormazsan vaki olanın hesabını, açık kalır o meneviş gözleri
ve de baki dünya hevesi, bi-günahımın. Ve bu dünyadaki hesap korkusu, elbette
yeis olur düşer içine insanın, böyle ola ki caydıra muhtemel kelb[2]leri, kelb diyerem lâkin hicap duyaram köpeke
etmeye hakaretten. Lakin belki durdura zalim kalpleri, mani ola eziyete kula,
zulüm etmekten sab-i sübyana, dula. Zalim kader diyerem lâkin onu da yazan
sensin alnımıza kal-u belada[3]. Silip yeniden yazsan şol masumların kaderini
n’olur? İzi mi kalır alnımızda yoksa haksızlık mı dır o zalimlerin
yazgısına? ”
“Men de insanam bilirem
ki insan müsveddelerinden daha kalpsiz canli bulunmaz bu dünyada. Mene
menden yakın olan ulu Allahım ki öyle olduğuna şüphesiz inanıram, iman etmişem,
amma haddimi aşarak derim ki gızımın canını alana gadar darp eden bu canilere
neden mani olmaz, bu kalpsizlerin neden ellerini gırmaz, daş eylemezsen? Bu
zulüm akıllarına düştüğünde bu düşünce silinmez mi yüreglerinden? İnanır ve
bilirim ki senin her şeye yeter gücün, gaderi ve yazgıyı sen yazersen.
Tevekkülle boyun eğerim, asi olmam amma ödenecek bir borç bir diyet varsa o
benim diyetim olmalıydı, gızımdan ne istedin?” dedi ama bir sızı düştü içine
aniden. Kalbine batan bir acıyla, pişman olup düşündüklerinden secdeden
kaldırdı kan ter içindeki başını."
Hızla ayağa kalkmaya
davrandıysa da seccadeden kalkamadı Adam. İradesiyle, zayıflayan kasları
arasında kalan bacakları, itaat edemiyordu onun bu isteğine. Doğrulur gibi oldu
bir ara, O anda kıvrılan dizleri taşıyamadı kaba bedenini, yere boylu boyunca
yıkıldı anlayamadan n’olduğunu. Yarı aralık gözlerinin içini, seccadedeki
dokunmuş karman çorman renklerden koyu kırmızı doldururken, burnunu yaktı
halının ağırlaşmış gül yağı kokusu. Hafiften ve inceden tekrar başladı
ağlamaya. Ağlamaktan kızarmış gözlerinden akıp gelen ve burnun ucundan damlayan
son göz yaşını elinin tersiyle sildi. Karamsar düşünceler bastı yeniden,
çocukluğunda seyrettiği mutfakta yanan kazanın altında can çekişen odunların
alevi geldi aklına, tam o sırada çökmekte olan bir obruğun içine yuvarlanırken
gördü kendini. Yarı aralık gözleri korku ve dehşetle açıldı. Ve kırmızının
tonlarıyla kızaran alevlerin yılan dillerini açık seçik görebildi. O zaman
benliğinin ne kadar katı, ne kadar nadan, inancının ise ne derece naif ve
kırılgan olduğu gerçeği aklına dank etti. Düştüğü yerden zorlukla doğrularak
oturmaya çalıştı bir süre. Bacakları diz çökmekten karıncalanmıştı. Nice zaman
sonra toparlandı. Hemen ellerini havaya açıp tövbe etmeye başladı.
“Tövbe estağfurullah,
tövbe estağfurullah tövbe estağfurullah ya rab[4], ya kerim[5], ya rahim[6], ya rahman[7], ya settar[8], ya cabbar[9], merhamet eyle mene ve soyumdan gelenlere”
diye yüksek sesle söylendi. Kim söylerdi bunu böyle yüksek sesle? Rahmetli
babası, aklında öyle kalmıştı. Annesi, zavallı, dua ederken daha ziyade
mırıldanırdı, usulca kimselere duyurmadan. O yüce Varlık’la onun arasındaki
konuşmaydı özel mi özel. O nasıl olsa duyardı. Bazen yüksek sesle söylendiği de
olurdu. Odada bulunan birisinin dikkatini çekmek ve ne istediğini elindeki
tespihiyle göstererek konuşmadan anlatmak isterdi. “Odanın kapısını kapat!
Burda soba yanıyor” veya “Yemeğin altını kapat! Yanmasın!” ya da “Kapı
çalınıyor, biriniz gidin bakın, hadi!” demek isterdi kadıncağız. Adam bunları
düşünürken polisler içeri girdiler.
***
Bu baskınla evde bulunan
bütün kişileri itirazlarına aldırmadan topladılar. Karısını, karısının
ablasını, iki çocuklarını, Adamın küçük biraderini ve onun karısını ve üç
yaşındaki oğlunu ayrı ayrı minibüslere doldurdular. Ne için tevkif
olunduklarını bilmeden Merkezi Karakolda nezarete atıldılar.. Adam kumandana
nedenini sorduğunda, “Yakalama ve tutuklama emrin var. Ne yaptını bene mi
sorarsın? Müddeiumumi seni ister tez elden, birader” diye sırıtarak cevap
verdi.
Bu tavır Adamı
kaygılandırdı, kendisi için değil ama yanındaki aile fertleri ve genç çocuklar
için endişelendi. Bu kadarı fazlaydı. Karakol Komutanıyla görüşmek istediğini
söyledi ama komutan şimdi meşgul olduğunu uygun zamanda görüşebileceği haberini
gönderdi. Adam haberi getiren memura, evladının cesedini morgdan almaya
gideceğini ve ölüye son insanlık görevlerini yapacaklarını büyük bir
sakinlikle anlattıysa da komutan önce savcıyla görüşmesi
gerektiğini söyledi. Bundan sonra Adamın bütün itiraz ve yalvarmaları
sonuçsuz kaldı. Akşamüstüne doğru saat üçten sonra, savcı geldi dediler ve üst
kata götürdüler. Savcı Adamla görüşmek için Bakanlıktaki gösterişli
bürosundan kalkıp taa bu karakola kadar gelmişti. Bir sivil polis memuru onu
bodrum kattaki nezarethaneden elleri kelepçeli şekilde yukarıya çıkarırken
Adamın aile fertleri de orada bekleşiyorlardı. Adam Biraderine, oğluna ve
kızına Adli Tıp Morguna giderek kardeşlerinin cesedini teslim almaya
çalışmalarını tembih etti.
“Benim buradan çıkmam
geç olur galiba, ben sizin peşinizden yetişirim inşallah. Ama meni evde
beklen, men de onu görür, gül yanağından öperem” diye ağlamaklı bir sesle
tembih etti. Sivil polis memuru “Başınız sağ olsun” dedikten sonra yürümesi
için kolundan hafifçe çekti. Merdivenlerden diğer memurların kanıksamış
bakışları arasında ikinci kata tırmandılar. O sırada kulaklarına binanın
yakınlarında toplanan kalabalıktan yükselen sesler geliyordu. Evet,
kalabalıkların protesto sesleri yükseliyor ve giderek yakınlaşıyordu ama Adam
dikkatini buna veremiyordu. Aklı adli tıp morgunda yatan kızındaydı. Polis
memuru onu ite kaka karakol komutanının bitişiğindeki odaya soktu.
Odada arkası kapıya
dönük pencereden dışarıyı seyreden siyah cübbeli başı sarıklı bir adam ayakta
duruyordu. Orta yerde büyükçe bir masa ve iki tarafında iki sandalye ile
tavandan sarkan floresan armatür dışında başka eşya yoktu odada. Polis ile
birlikte içeri girdiklerinde penceredeki adam istifini bozmadı. Adamcağız
ürkerek savcının neden kendisini aldırdığını, merak ediyordu. Dönmesini
bekledi, bekledi, ve bekledi. Dakikalar saatler gibi uzun geliyordu ona. Galiba
karakola yaklaşmakta olan protestocuları seyrediyor diye tahmin yürüttü.
Neden sonra Savcı yüzünü
Adama döndü ve başındaki sarığı sonra da kenarları simle süslü siyah cübbesini
düzeltti. Savcı orta yaşlı, kara yağız bir adamdı, kara kaşları altında kara
parlak cam gibi gözleri vardı. Yakışıklı sayılırdı. Çenesini çeviren ince siyah
sakalı kendine sinema artisti çekiciliği veriyordu. Adam biraz dikkatle bakınca
yüzünü birine benzetti ve biraz daha düşününce sonunda onu tanıdı. Bu
delikanlının ailesi yıllar önce Adamın gençken oturduğu evin sokağında üç ev
uzağındaydılar. Sokak, kaldırımları olmayan, her yeri toz toprakla kaplı, ve
bir otomobil geçse toz bulutları yükselen ve üstleri başları toz içindeki
çocukların neşeyle oyun oynadıkları bir yerdi. Sokağın tek otomobili bu ailenin
evinde, süslü demir parmaklıklı bahçe duvarının arkasında dururdu. Aile
başka bir şehirden taşınmıştı. Sokaktakilerin bu yeni aile hakkında fazla
bilgileri hiçbir zaman olamadı. Aşırı tutucu ve soğuk bir aileydiler.
Yabancılara uzak ve komşularına karşı mesafeliydiler. Ailenin reisi, babaları, bazen molla görünümünde, cübbe, şalvar ve sarığıyla, bazen da beyaz gömlek koyu
renk kravat ve lacivert renkli takım elbise, altında da Church pabuçlarıyla
sokağa çıkardı. Emrinde daimi görevli bir şoförünün kullandığı
otomobilleriyle gelip giderlerdi. Nereye gider, nerde çalışır? Kimse bilmezdi.
Babanın galiba iki karısı ile altı çocuğu vardı ve aile bazen nadir de olsa
mürebbiyeleriyle birlikte çarşıya çıkarlardı yayan olarak Bir de
ailenin reisinin İngiliz ve her iki karısının İranlı olduğu bir başka
rivayetti..
Şimdi gördüğü bu adam o
babanın oğlu olmalıydı. Bu çocuğun yani savcının soğuk ve sert mizaçlı bir
çocukluğu olmuştu. Sokağa çıkar, oyunlara katılmaz ama oynayanları uzun uzun
seyrederdi. Bazan da çocuklar eksik takımlarını tamamlamak için onu ısrarla
oyuna çağırırlardı. Çocuk ve ailesi bu sokakta iki, iki buçuk sene oturdular
savcı lise çağına geldiğinde buradan taşındılar.
Odanın içindeki
sessizlik giderek ağırlaşmış adeta pelteleşmiş gibi üzerine çökmüştü Adamın.
Dışarıda kalabalıkların rejimi protesto bağrışları arasında “Katil polis”
sözleri siren seslerine ve arada sırada patlayan gaz tüfeklerine karışıyor,
odanın içine kadar geliyordu ama Adam her şeye karşı ilgisiz, içine kapanmış
bir haldeyken bu ses ve gürültüleri duymuyordu bile. Genç adam başındaki
sarığı çıkarıp, yavaş harekelerle düzelterek tekrar başına koydu. Bu hareketleriyle
sanki sarığına ve cüppesine Adamın dikkatini çekmek istiyordu. Adamın dikkatini
cüppenin altından görünen İngiliz modeli ayakkabıları çekti, “Şimdi
eminim, bu o ailenin çocuğu” dedi içinden. Savcı işaret etti, polis memuru
dışarı çıktı.
Savcı Adama dikkatlice
bakarak, “O kızın babası sen misin?” diye aniden sordu. Adam sesini çıkarmadan
başını yere eğdi. İlk seans böyle başladı, dedi içinden. Savcı alçak sesle
“Başınız sağ olsun” dedi. Adam savcıya bakmadan ve sesini yükseltmeden
başını salladı “Siz sağ olun” diye cevapladı ve gelecek soruları tedirginlikle
beklemeye başladı.
“Bu zavallı kız çocukken
böyle değildi, benim hatırladığım” dedi sandalyeye otururken Savcı. Adam bu
sözler üzerine, “saçmaladı, o vakit men özüm çağa idim. Beni ve çocuklarımı
takip mi ettirmiş olabiler mi acaba?” diye bir kuşku düştü içine. Sözlerinde
samimi olup olmadığını, bir an açılıp açılmamayı düşündü ama sesini
çıkarmadı. Savcı eliyle karşısındaki sandalyeyi işaret ederek, “Oturun” diye
adeta emretti..
“Siz ve çocuklarınız
muhafazakâr ve itaatkâr diye aklımda kalmış. Kızlarınızın sokakta oynarken bile
hatırlarım, başlarında tülbentleri olurdu değil mi? Hafızam çok iyidir.” diye
konuşmasına devam etti. “Şeytan aldatmasın, Huda muhafaza buyursun, İslam
Cumhuriyetimiz sağlam ve muhafazakâr temeller fevkinde inşaa edilmiş ve
Allah'ın yardımıyla arşa doğru yükselmişken iç ve dış düşman ajanlarının
kışkırttığı dışarıdaki güruhun bu davranışına ne denir? Madden ve manen
yaptıkları şeriata aykırı hıyanet-i vataniyyedir. Siz ne dersiniz?”
Adam konuşulanların
nerelerden geçerek bu hıyanet-i vatan noktasına geldiğini anlayamamıştı. Kafası
karışmıştı. Oysa aklı ailenin geri kalanlarındaydı. Şimdi ne yapıyorlar? Onları
da sorgulayacaklar mı? Neden sorgulasınlar ki? Ne suçları olabilir?
“Haklısınız, kafaları karışık, şımarık aile çocukları olmalı bunlar. Bir ölü
gızın na'şından medet bekliyeler” deyiverdi. Savcı yüzüne dikkatle baktı, baktı
ve sonra köstekli cep saatini çıkarıp bir göz attı. “Yarın devam ederiz” dedi
ve çantasını da alıp kapıdan çıkarken Adam onu durdurmak istedi, peşinden
hareketlendi. Dışarıdaki polis memuru onu kapı önünde sertçe durdurdu.
“Efendim sizden bir
istirhamım vardır” Savcı yapmacık bir merakla döndü. “Derim ki mene bir
gün izin veresen, gızımın törenin yapmağı mümkünüdür. Müsaade edersiz?” Savcı
Adama ciddi bir bakış attı. Döndü tekrar odaya girdi.
“Bakın, kızınız isyana
kalkıştı. Tevkif edildiğinde kanunsuz bir yürüyüşün içindeymiş. İfade sırasında
kendi höcresini ifşa etmiş, isimler vermiş ve.. ha bu arada sizin adınız da
var. Zabıtlar var altı imzalı. İstihbarattan aldığım rapor bu. Adam heyecanla
patladı. “Ne, ne, ne? Hem de altı imzalı he mi? Savcı beg biz onu en son
yoğun bakımda camdan gördükte her iki elin parmakları sargılı ve alçıda idi. Hekim
dedi ki, her iki elinin parmaklarında kırık ve kafatasında çatlak var dediler.
O nasıl kalem tuta, nasıl imza ede begim?” diye itiraz etti.
Savcı “Doktor görülen
gerçeği söylemiş, ama yanlış kişiye”, diye düşündü. “Ben kızınızın ölümünün bir
kaza olabileceğine inanıyorum. Sizin sorgulamanızı İstihbarat bürosu yapmak
ister ama siz benle işbirliği yaparsanız, o zaman bu dosyanız Muhaberata
gitmez.” Adam çaresiz başını eğdi.
Adamı alıp tekrar
nezarete götürdüler. Orada ailenin geri kalanını göremedi, hepsinin savcının
emriyle serbest bırakılmış olduğunu öğrendi. O saatten itibaren onun için uzun
ve ıstırap dolu bir gece başlıyordu. Kendini tahta sıranın üstüne boş bir çuval
gibi bıraktı. Olaylar onun yaşındaki birinin hızının çok üstünde ve baş
döndürücüydü. Ailesinin bütün kaderi beş gün önce kızlarının tevkifiyle
değişmiş, iki gün önceki ölümüyle tam bir krize dönmüştü. Masum kızının açılan
baş örtüsü bahanesi ile gözaltına alınması ve karakolda darp edilerek
ölümü, zavallı ailenin hayatını değiştirmişti. Zavallı kızın son
anlarında düzmece tutanağı imzalamayı reddettiği için gördüğü
şiddet, eziyet sonucunda kafatasında çatlak, parmaklarında kırıkların nasıl
olabileceği gözünde canlandığı zaman Adam çaresizlikten çılgına dönüyor
kapatıldığı hücrede nâralar atıyordu. Adamın gözünde olması muhtemel İngiliz
ajanı savcının da bu itirafların alınması sırasında orada olduğu ihtimali
geldi. İşkence sırasında kurbanı seyretmek ona da zevk vermiş midir? Bu
sadistçe zevk içindeyken belki de soruları da o sormuş olabilir. Bunları
düşünmek Adam çıldırma raddelerine getiriyordu. Onunla sorgu odasında yalnız
kaldığında üstüne atlayıp boğazını sıkıp öldürebilir miyim diye kendini
yokladı. Bu deli düşünce kalbinin olağandışı çarpmasına neden oldu.
Cesareti vardı ama gücü var mıydı acaba? Altmış bir yaşındaki bir insan için
oldukça riskli görünüyordu. Polis içeri girmeden önce sadece bir dakikada
insanın gırtlağını sıkarak öldürmek mümkün müydü?
Polisler için onun
kızı bir rejim karşıtı örgüt üyesiydi, ellerinde bir delil olmasa da Ahlak
polisleri ısrarcıydılar. O kız rejimi değiştirmek isteyen bir vatan haini ve
terörist olmalıydı. Ellerinde herhangi bir delil olmadan da şüphe üzerine de
kimler tutuklanmış ve hükümsüz kaç yıl içeride yatırılarak kişiler yasalara
uygun şekilde cezalandırılmış diye karamsar gelgitlere başlamıştı. Hücresinde
yürüyor üç adımda parmaklık, ondan ötesi yok. Bodrumun rutubetten boyaları
kabarmış koridor duvarı yanyana dizili hücreleri birleştiren koridor hepsi bu…
“Cabbar kızım menim, hayatının beharında
terk-i dünya ettin. Belli asi idin, hem de inat. Ahh gızım bu memleketi
sen mi yoksa bu zalimler mi terbiye edecek? Aklına pederim gorkuyo
gelmesin. Men özüm her hangi şeye hamısına da kanım aksa dehi kavi dururam. Ve
lâkin gözümde yaş tükenir oldu ama bitmedi, ortalığı göremez olmuşam, ışık var,
sıfat yoğ Men senin atanam, seni gorumam farz ve lâkin yapamadım”
demesiyle gözlerinde yeni yaşlar belirdi. Bu küçücük hücrede kendini bırakmak
istemiyordu. Talihsiz bir aile olmuşlardı.
1979 da İslami
Cumhuriyet kurulurken ağabeyi hava kuvvetlerinde görevli bir kaç yıllık
genç bir pilottu. O zamanlar Adam da uçmaya ve askeri üniformaya çok
heveslenmiş ama okulu kazanamamış, o da Ticaret Okuluna başlamıştı. Şahın
Ak devrimine karşı beş altı ay önce başlayan kanlı olayları, SAVAK’ın siyasi
cinayetlerini gayet iyi hatırlıyordu, Liberaller, solcular ve dinciler Şahı
devirip monarşiyi ortadan kaldırıp, İran İslam Cumhuriyetini kurmuşlardı.
O günler karanlık ve kargaşa içinde herşey karmakarışık
iken özellikle devletin temel yapısı baş aşağı edilmişti.
Adam sıkıntıyla sağa
sola dönerken, rüyasında lisedeki arkadaşlarıyla katıldıkları protesto yürüyüşü
sırasında yanındaki arkadaşının şakağından vurularak olduğu yerde sıçrayıp yere
yuvarlandığı gözünde canlandı. O zamana kadar böyle bir şey
görmediği için hayret ve şaşkınlıkla üç beş saniye olduğu yerde donup
kaldığını gördü. Kulağına gelen patlamalardan panik içindeki insanlarla
beraber bir yerlere doğru koştuğunu caddedeki bir metal çöp kutusunun arkasındaki
üç, beş kişinin arasına sıkıştığını ve oradan on beş, yirmi metre geride orta
yerde yatan arkadaşının yarasından akan kanın asfaltın üstünde yayılırken
istemsiz şekilde titremesini seyrettiğini üzüntüyle hatırlıyordu. Kanlı
olayların devamı sırasında Şah ve ailesiyle beraber bazı ileri gelenlerin
yurtdışına kaçtığını duyduklarında birçok şehirde bayram kutlamaları
yapıldığını, bin dokuz yüz yetmiş dokuz yılının Şubat ayının başında
Ayetullah’ın Fransa’dan geldiği sırada uçağını bayrak ve flamalarla karşılamaya
gittiğini ve orada çılgın kalabalıkla beraber “çok yaşa Homeyni” ve
tekbirlerle, yayan yapıldak havaalanından şehre kadar yürüdüğünü dün gibi
hatırlıyordu. Adamın kendisi ve mensup olduğu ailesi laik ve liberal görüşleri
olan okumuş ve eğitimli bir aileden geliyordu. Anne ve babası ilkokul
öğretmeniydiler. Adam, her şeyin alt üst olduğu o günlerde, şimdi
kendisini sorgulayan savcının ailesinin de onlarla aynı mahalle ve sokakta
yaşamakta olduğunu anımsadı.
“O da o günlerde on
yaşlarındaydı.”
Bu olaylardan ve
yeni devletin kurulmasından kısa bir zaman sonra bu olağandışı aile geldikleri
gibi kaybolup gittiler. O ay içinde Mollalar on bir Nisan’da
İran İslam Cumhuriyeti’ni ilan ettiler Devamında solcular ve laik görüşlü liberalleri
kovalama ve avlama faslı başlamıştı. Devrime katılmayan veya karşı çıkanlar
İslami Devrim mahkemeleri Reisi Halhali tarafından delilsiz ve savunma
hakkı tanınmadan rejim karşıtı denerek idam cezasına çarptırıldılar. Eski
Hükûmetin Ordunun ve Akademik kadroların ileri gelenleri infaz edildiler.
Geçmişi anlatan hatırlatan her eser ve her olgu ortadan kaldırılırken
okullardaki eğitimi değiştirdiler. Böylece geçmiş sadece yaşayanların
anılarında kaldı. Onlar da zaman içinde bu hayattan çekildiler. Sonra, Irak’la
tam on sene süren bir savaş başlatıldı. Bizim kahramanımızda bu zaman da üç
sene cephede bulundu, sonunda yaralanarak ve çolak kollarıyla eve döndü.
Böylece bu on sene içinde de Cumhuriyet’in kuruluşunda rol almış gençliği de bu
savaşta erittiler.
***
Devrimin yaşandığı günlerdeydi.
Babası, pilot olan ağabeyinin arkadaşlarıyla beraber tutuklandığını
öğrenmiş ve eve haber vermişti. Hapishanedeyken bir sefer babasıyla birlikte
onu ziyarete gitmişler. “O gün son görüşmemiz olabileceğini hiç birimiz
tahmin edemedik” diyordu Adam. “Ağbeyim ertesi gün mahkemeye çıkcem” dedi.
“Ben” dedi, “Devrim mücadeleleri sırasında istibdatı kaldırıp yerine
hürriyeti getirmek için vazifemi yaptım. Bütün İran gençliği gibi. Ama bunlar,
hürriyet yerine islami şeriatı getirdiler. Beni ve arkadaşlarımı rejime
ihanetten mahkeme edeceklermiş” Ama hapisten kurtulma ihtimalinin olmayacağını
tahmin ettiğini söyledi, acı acı gülerken:
“Bana hakkını
helâl et baba. Annemin de ellerinden öperim. Hakkını helâl etsin. Bu
hapishanede bir gün bile kalmaya dayanamam. Ben ölürsem cesedimi yakın ve
küllerimi gökyüzüne salınız, sizden isteğim bu. Bu heriflerin
uzanamayacağı ve kirletemeyecekleri tek yer göklerdir.” Büyük bir üzüntü içinde
çıktık geldik.
Daha sonra babamın bize
anlattığına göre,
“Gerçekten de dediği
çıkmış, gittiğimiz günden iki gün sonra…”
Adam o gün ağabeyinin
gözlerinde gördüğü kederli ifadeyi hiçbir zaman unutamamış, şimdi bile
bugün gibi hatırlıyordu. Bu genç adam askeri üsteki silah ve mühimmat
depolarını kapılarını açıp isyancılara silah dağıtan pilotlar gurubunun içinde
çalışmış biriyken, devrim karşıtı iddiasıyla idam cezası verilerek o ve
arkadaşlarının temin ettiği silahlarla öldürülürdü. İşte burası trajedi..
Adam hücrede oturduğu oturakta
gecenin o ıssız saatinde, gözleri yarı aralık dinlenmeye çalışırken kendi
durumunu, yazgısını anlamaya çalışıyordu. "Gaderim neydi benim?"
“Ölen kızımın na'şını
almaya hazırlandığım sırada neden cenazenin başında değil
de buradayım? Hiçbir kanunsuz işe kalkışmadığım halde bu hücrede işim
ne? Keşke daha önce ölseydim de bu günleri yaşamasaydım, olur muydu?
Ya kızımın başını duvara çarparak öldüren aşağılık herif, kader yazgısında
kendi aslen iyi de, ekmek parası için kötü adam rolünü mü oynuyordu?
Onun ailesi varsa, karısı, çocukları babalarının yaptığı işi biliyor
muydu? Ya annesi, babası? Ona bu vazifeyi verenlerin bu cinayette
hiç mi hiç mesuliyetleri yoktu?
Gızım ise ne uğruna
öldürülmüş olduğu belli değil, bedeni henüz morg da duruyor. Saçını,
başını göstermek günah ise, o günah gızımındır, başkalarının nesine? Cennete de
Cehenneme de kimse kimsenin yerine giremez. Yoksa girer mi? Eğer
Allah mahzurlu bulsaydı saçı, kadınları da erkekleri de kılsız, tüysüz ve
saçsız yaratamaz mıydı? Adam cevabı olmayan sorular yumağı içindeydi, ama bu
yumakta tek bir uç ve tek bir sonuç yoktu. En önemlisi ortada denge yok,
adalet yoktu. Hele İlahi Adaletin hiç olmadığına karar vermişti.. Mazlumların
feryadı arş-ı alaya yükselirken kendilerini Tanrı sanan megalomanlar, Tanrının
gözü önünde bu dünyayı idare ediyorlar diye kararını verdi. "Ya hiç
yok ya da gözleri yok..."
Yan hücrelerde kimse var
mıydı hatırlayamıyordu. Yerinden doğruldu parmaklıklara doğru gitti, gitti
demek yanlış idi zaten oturakla parmaklık iç içeydi. Havaya doğru başını
kaldırıp içindeki ah’ı önce hücreye sonra bütün dünyaya olanca gücüyle gönderdi
ki bu sese dayanılır gibi değildi.
“Ahh, ahh Yücelerden
yücesen, kimse bilmez nicesen, yerde ararken gökte gezen ya rab, menim
derdimden ne bilirsen? Ağabeyinin hayali dalgalanıp, yok
olurken Adamın kızının hayali önünde belirdi ellerini uzatmış onu çağırıyordu.
“Gel” diyordu
Adama, “Gel de beni al.” Adam ona sarılmaya çalıştı ama kolları boşa
düştü. Ne oluyordu?
***
Aynı saatlerde Adamın
evinde de adeta bir matem havası vardı. Akşamüstü Adli Tıp morgunun önünde
bekleyen ve bu bayraklaşan kızımızı gösteriyle gömmek isteyen sınıf
arkadaşlarıyla okul temsilcileri ve Adamın çocuklarıyla, erkek kardeşi
içeriden bir türlü cevap alamayınca, birkaç öğrenci camı çerçeveyi kırar,
cesedi vermek istemeyen polis yine müdahalede bulunur, bu sefer de polis
kazanır. Kapıda sırada bekleyen kızın amcasına orada çalışan tanıdık bir
sağlık memuru, otopsi yapıldıktan sonra kahraman genç kızımızın bir gün önce
gariban mezarlığında toprağa verildiğini söyler. İkna için oğlan kardeşinin
telefonuna internet üzerinden Otopsi kayıtlarının yazılı olduğu tadat
defterindeki o sayfanın resmini çekerek gönderir. Kayıtlı tutanakta kimlik
bilgileri ile ceset üzerinde otopsinin bir gün önce saat 15: 00 da bitirildiği
raporunun hazırlanıp dosyasının Polis Müdürlüğüne teslim edildiği ve ilk yetmiş
iki saat içinde yakınları bulunmazsa kimsesizler mezarlığına
defnedilebileceğine müsaade edildiği yazılıydı.
Altta bir tasdik kutucuğu,
içinde İmza mühür vs. ve yanında başka bir kutucuk. İçinde gömü kaydı
yazılıydı. Buna göre cesedin aynı gün polis gözetiminde gömüldüğüne dair bir
kayıt girilmiş. İmza mühür vs. işlem bitirilmişti.
Sadık Mercangöz
/Artur Burhaniye 19 Ekim 2022
[1] Sadık Halhali; İslami Devrim Mahkemeleri
Reisi. Aynı anda hem savcı hem hakim hem de jüri olarak
görev aldığı Devrim Mahkemeleri'nde devrimden sonra 2 yıl içinde aralarında
yüzlerce diplomat, akademisyen ve siyasetçinin de olduğu binlerce kişiyi
(1999'da yazdığı anılarında da itiraf ettiği gibi, sadece 1979 yılında 2000
kişi) karşı devrimcilik suçlamasıyla idam etmiş,..
[2] Kelb: Aşağılayıcı anlamda köpek, it.
[3] Kal-u bela: Dünyanın yaratılmasından
önce ruhların toplandığı Allaha söz verilen meydan.
[4] Rab: Tanrı, rabbi, Tanrı adamı.
[5] Kerim: İyi ahlaklı
[6] Rahim: Bağışlayıcı
[7] Rahman: Şefkatli
[8] Settar: Günahları örten
[9] Cabbar: Kuvvet ve kudret sahibi
Bu yazı bir kaç gün önce Orfeyus Arafta Blog’una yüklendiğinde yazdığım yorumu buraya aynen kopyalıyorum. Yorumda sözü edilen Ukrayna savaşını konulu öykülerinden yalnızca biri bu Blog’da yer alıyor (Elveda Mariupol). Diğerleri Orfeyus Arafta’da izlenebilir. İzlenmeli.
YanıtlaSil‘’’Mercangöz’ün arenada boğa olup kamyon sırtında sürüklendiğini anlatmasına; akvaryumdan gözlemlerine; Eymirli Yusufçuk’luğuna; yazlıkta terkedilmişliğin acısını bize acı acı duyurmasına alışıkız. Yazdıkları her türlü takdiri hak eder. Ne var ki, tam ‘’son ürettiği Ukrayna konumlu savaş öykülerinde dantel dantel işlediği üzüntülerin artık kimse üstüne çıkamaz’’ derken yine Sadık, yine yüreğimizi kanatıyor. Bu kez zalim ve zorba bir bağnazlığın kendi toplumuna çektirdiklerini, içi kan ağlayan bir babanın ağzından, hem de yörenin dilimize kattığı aksan ve deyişlerle dile getirerek.
Dünyada ne dertler çekiliyor, ne ızdıraplar yaşanıyor da biz, içinde olmayanlar, bilmiyoruz. Bilsek de, olsa olsa ‘’vah vah’’ deyip geçiyoruz. Kendi sıkıntımız bizim için daha önemli. O nedenle ‘’ateş düştüğü yeri yakar’’ deriz. Kendinin olmayan yangınları kendininmiş gibi içinde duymak kolay değil, tamam, ama bunları edebiyat çiçekleriyle okurun önüne bırakmak az yazarın becerebildiği bir ustalıktır aslında. Sadık işte o yazarlardan. Zaman zaman -hatta sık sık- unuttuğumuz ‘’insanlığımızı’’ anımsatıyor bize ve örnekliyor. Yazarken o acıları kendininmiş gibi bire bir yaşıyordur, hiç kuşkum yok.
Kaygılarıyla, yüreğiyle, duygularıyla iyi ki var Sadık. Çok yaşasın bu uygar adam.’’’
OÜ