Sen Hanamıza Gelende / Sadık

 


 SEN HANAMIZA GELENDE

Baş örtüsünü doğru dürüst örtmediği bahanesiyle göz altına alınan ve karakolda darp edilip, hastanede ölen İranlı kızın anısına ithaf edildi.  Babasının ağıtı ve konuşmaları İran Azerilerinin lehçesiyle yazmaya çalıştım.


 “Bugünü iple çekirdim. Günlerden Car-ı şembe, haftanın dördüncü günü ola. Bugün Adli Tıp’dan vereceklerini söylediler bene gızımın cansız bedenini. Allah razı ola onlardan. Söylemesi zor hem de çok zor. Allah vermişti onu, Allah aldı yanına dersem, bilirem ki softaları sevindirirem. “Her nasıl olursa olsun, bu onun gaderidir, gader mutlak tecelli ider, dersem eger, özümü inkâr idip, öz canım incitirem. Katlettiler gızımı sebepsiz buna gader denir mi?” Adam halı seccadenin üstünde secde ederken seccadeyi tanıdı. Bunu kızı on, on iki yaşlarındayken kendi başına tezgahta dokumuştu. Onu hatırladı. Gözleri doldu,  başı secdede mırıldanarak ölenin arkasından içten gelen bir ağıta başladı.

“A benim yahşi gızım, has gızım. Karanfil kokar saf gızım, Sen bu gece bizde gal. Ardında tutam saf gızım. Men gıyamam bakam yüzüne, solar diye koklamam goncayı bile, lâkin resmi caniler katleder de kurbanları, cübbeli cahiller şeriata uygun bulur onları. O kitap ki vaad ederken cenneti niceye, mim kor taksiratına kişinin, sual olunur ince inceye…"

“Ve lâkin Halhali’ye[1] günahkâr, günahkâra bir bahane lazım,   yüzcazın çıkarsa örtüden,  başından gayarsa sof gızım. Hükmün evvelden keserler, suçsuzsa cennettedir yeri derler, işte budur onların adaleti, oyy oy…”

“Anasına diyerem ki, ey baht-ı gara sultanım, ağlama sen, yağsa yağmur, sel seli götürse bile, bi-bahtın tarlasına gatresi düşmezmiş, bizim alnımızdaki kara yazıysa eger, bahtın siyahı hiç silinmezmiş oyy oy…”

“Ayağa galk menim iki gözüm, diyerem. Oy menim gızım şeref verecek bu fakirhanaya, ey hane halgı kıyama durun, o eve gelende. Yörüdükte  hanamıza nur yağacak, yürüdükte O, her yer gülistan olacak."

“Sen de ağlama artık ey gadın o bizim gızımız, amma mazlumun sesidir duyulacak. Saçları bayrak oldu, başlarda taşınacak. Bilesin, umuttur bu biçare İran halgına. Bir ümitdir, kim bilir, belki de daha ödenecek bedeli var, akacak kanı, verilecek canı var bu vatanın. Bu ne menem bir acı, ne dinmeyecek bir sızı ya Rab mene sen yardım et. Oyy oy…”

“İşte diyerem men gızıma, gorkarım akkor galacak galbimde senin şahadetin, sönmez yüz tutsa da bağrımdaki hınç ve nefretim, Ya Rab, kahret O gözelime gıyan elleri. İki cihanda çırağ olsun kendileri, lakin acım dinmez ve bilirem yetmez bu ataşa bu su, işte derim budur bunun doğrusu. Affet bi-günahım seni böle bir dünyaya davat eden bizleri, sen affet. Sen miskin, sen masum lakin sen velût, şimdi de bu zalim cihane bir umut." 

"Vallahi biz dahi bi-haberdik bu riyakârlardan, devirir iken Şah-ı zalimi birlikte. O şeytan-ı azam kuvveti alanda eline, ihanet nedir gösterdi bu millete. Binlerce bi-günah sallandı vinç halkasında gerçek sanarak bu hürriyeti. Lakin beşer bu, siler yaralı hafızadan her illeti, belleg unutur gider de hatırlamaz o kıyameti. Oyy ki ne oy…”

“Men özüm insana insan demem, almazsa nasibin haktan, sevgiden, acımadan börtü büceğe ve bu suya, bu toprağa, ibret almadan ehl-i tabiattan. Silerim onu bellegimden,  kim ola ki o ister imam, ister softa ya da kahraman. Değil mi ki girer yarın sinesine toprağın, o ki yerdeki karıncaya bile verecek hesabın, bu böyle biline.”

“Amma ve lâkin bir istirhamım olur yüce rabbimden, öte dünyada insanı sual edeceksin, inanıram ve lâkin bu cihanda sormazsan vaki olanın hesabını, açık kalır o meneviş gözleri ve de baki dünya hevesi, bi-günahımın. Ve bu dünyadaki hesap korkusu, elbette yeis olur düşer içine insanın, böyle ola ki caydıra muhtemel kelb[2]leri, kelb diyerem lâkin hicap duyaram köpeke etmeye hakaretten. Lakin belki durdura zalim kalpleri, mani ola eziyete kula, zulüm etmekten sab-i sübyana, dula. Zalim kader diyerem lâkin onu da yazan sensin alnımıza kal-u belada[3]. Silip yeniden yazsan şol masumların kaderini n’olur? İzi mi kalır alnımızda yoksa  haksızlık mı dır o zalimlerin yazgısına? ”

“Men de insanam bilirem ki insan müsveddelerinden daha kalpsiz canli bulunmaz bu dünyada. Mene  menden yakın olan ulu Allahım ki öyle olduğuna şüphesiz inanıram, iman etmişem, amma haddimi aşarak derim ki gızımın canını alana gadar darp eden bu canilere neden mani olmaz, bu kalpsizlerin neden ellerini gırmaz, daş eylemezsen? Bu zulüm akıllarına düştüğünde bu düşünce silinmez mi yüreglerinden? İnanır ve bilirim ki senin her şeye yeter gücün, gaderi ve yazgıyı sen yazersen. Tevekkülle boyun eğerim, asi olmam amma ödenecek bir borç bir diyet varsa o benim diyetim olmalıydı, gızımdan ne istedin?” dedi ama bir sızı düştü içine aniden. Kalbine batan bir acıyla, pişman olup düşündüklerinden secdeden kaldırdı kan ter içindeki başını."   

Hızla ayağa kalkmaya davrandıysa da seccadeden kalkamadı Adam. İradesiyle, zayıflayan kasları arasında kalan bacakları, itaat edemiyordu onun bu isteğine. Doğrulur gibi oldu bir ara, O anda kıvrılan dizleri taşıyamadı kaba bedenini, yere boylu boyunca yıkıldı anlayamadan n’olduğunu. Yarı aralık gözlerinin içini, seccadedeki dokunmuş karman çorman renklerden koyu kırmızı doldururken, burnunu yaktı halının ağırlaşmış gül yağı kokusu.  Hafiften ve inceden tekrar başladı ağlamaya. Ağlamaktan kızarmış gözlerinden akıp gelen ve burnun ucundan damlayan son göz yaşını elinin tersiyle sildi. Karamsar düşünceler bastı yeniden, çocukluğunda seyrettiği mutfakta yanan kazanın altında can çekişen odunların alevi geldi aklına, tam o sırada çökmekte olan bir obruğun içine yuvarlanırken gördü kendini. Yarı aralık gözleri korku ve dehşetle açıldı. Ve kırmızının tonlarıyla kızaran alevlerin yılan dillerini açık seçik görebildi. O zaman benliğinin ne kadar katı, ne kadar nadan, inancının ise ne derece naif ve kırılgan olduğu gerçeği aklına dank etti. Düştüğü yerden zorlukla doğrularak oturmaya çalıştı bir süre. Bacakları diz çökmekten karıncalanmıştı. Nice zaman sonra toparlandı. Hemen ellerini havaya açıp tövbe etmeye başladı.

“Tövbe estağfurullah, tövbe estağfurullah tövbe estağfurullah ya rab[4],  ya kerim[5], ya rahim[6], ya rahman[7], ya settar[8], ya cabbar[9], merhamet eyle mene ve soyumdan gelenlere” diye yüksek sesle söylendi. Kim söylerdi bunu böyle yüksek sesle? Rahmetli babası, aklında öyle kalmıştı. Annesi, zavallı, dua ederken daha ziyade mırıldanırdı, usulca kimselere duyurmadan. O yüce Varlık’la onun arasındaki konuşmaydı özel mi özel. O nasıl olsa duyardı. Bazen yüksek sesle söylendiği de olurdu. Odada bulunan birisinin dikkatini çekmek ve ne istediğini elindeki tespihiyle göstererek konuşmadan anlatmak isterdi. “Odanın kapısını kapat! Burda soba yanıyor” veya “Yemeğin altını kapat! Yanmasın!” ya da “Kapı çalınıyor, biriniz gidin bakın, hadi!” demek isterdi kadıncağız. Adam bunları düşünürken polisler içeri girdiler.

 

 

***

 

Bu baskınla evde bulunan bütün kişileri itirazlarına aldırmadan topladılar. Karısını, karısının ablasını, iki çocuklarını, Adamın küçük biraderini ve onun karısını ve üç yaşındaki oğlunu ayrı ayrı minibüslere doldurdular. Ne için tevkif olunduklarını bilmeden Merkezi Karakolda nezarete atıldılar.. Adam kumandana nedenini sorduğunda, “Yakalama ve tutuklama emrin var. Ne yaptını bene mi sorarsın? Müddeiumumi seni ister tez elden, birader” diye sırıtarak cevap verdi.

Bu tavır Adamı kaygılandırdı, kendisi için değil ama yanındaki aile fertleri ve genç çocuklar için endişelendi. Bu kadarı fazlaydı. Karakol Komutanıyla görüşmek istediğini söyledi ama komutan şimdi meşgul olduğunu uygun zamanda görüşebileceği haberini gönderdi.  Adam haberi getiren memura, evladının cesedini morgdan almaya gideceğini ve  ölüye son insanlık görevlerini yapacaklarını büyük bir sakinlikle   anlattıysa da komutan önce savcıyla görüşmesi gerektiğini söyledi.  Bundan sonra Adamın bütün itiraz ve yalvarmaları sonuçsuz kaldı. Akşamüstüne doğru saat üçten sonra, savcı geldi dediler ve üst kata götürdüler.  Savcı Adamla görüşmek için Bakanlıktaki gösterişli bürosundan kalkıp taa bu karakola kadar gelmişti. Bir sivil polis memuru onu bodrum kattaki nezarethaneden elleri kelepçeli şekilde yukarıya çıkarırken Adamın aile fertleri de orada bekleşiyorlardı. Adam Biraderine, oğluna ve kızına Adli Tıp Morguna giderek kardeşlerinin cesedini teslim almaya çalışmalarını tembih etti.

“Benim buradan çıkmam geç olur galiba, ben sizin peşinizden yetişirim inşallah. Ama  meni evde beklen, men de onu görür, gül yanağından öperem” diye ağlamaklı bir sesle tembih etti. Sivil polis memuru “Başınız sağ olsun” dedikten sonra yürümesi için kolundan hafifçe çekti. Merdivenlerden diğer memurların kanıksamış bakışları arasında ikinci kata tırmandılar. O sırada  kulaklarına binanın yakınlarında toplanan kalabalıktan yükselen sesler geliyordu. Evet, kalabalıkların protesto sesleri yükseliyor ve giderek yakınlaşıyordu ama Adam dikkatini buna veremiyordu. Aklı adli tıp morgunda yatan kızındaydı. Polis memuru onu ite kaka karakol komutanının bitişiğindeki odaya soktu.

Odada arkası kapıya dönük pencereden dışarıyı seyreden siyah cübbeli başı sarıklı bir adam ayakta duruyordu. Orta yerde büyükçe bir masa ve iki tarafında iki sandalye ile tavandan sarkan floresan armatür dışında başka eşya yoktu odada. Polis ile birlikte içeri girdiklerinde penceredeki adam istifini bozmadı.  Adamcağız ürkerek savcının neden kendisini aldırdığını, merak ediyordu. Dönmesini bekledi, bekledi, ve bekledi. Dakikalar saatler gibi uzun geliyordu ona. Galiba karakola yaklaşmakta olan protestocuları seyrediyor diye tahmin yürüttü.

Neden sonra Savcı yüzünü Adama döndü ve başındaki sarığı sonra da kenarları simle süslü siyah cübbesini düzeltti. Savcı orta yaşlı, kara yağız bir adamdı, kara kaşları altında kara parlak cam gibi gözleri vardı. Yakışıklı sayılırdı. Çenesini çeviren ince siyah sakalı kendine sinema artisti çekiciliği veriyordu. Adam biraz dikkatle bakınca yüzünü birine benzetti ve biraz daha düşününce sonunda  onu tanıdı. Bu delikanlının ailesi yıllar önce Adamın gençken oturduğu evin sokağında üç ev uzağındaydılar. Sokak, kaldırımları olmayan, her yeri toz toprakla kaplı, ve bir otomobil geçse toz bulutları yükselen ve üstleri başları toz içindeki çocukların neşeyle oyun oynadıkları bir yerdi. Sokağın tek otomobili bu ailenin evinde, süslü demir parmaklıklı bahçe duvarının  arkasında dururdu. Aile başka bir şehirden taşınmıştı.  Sokaktakilerin bu yeni aile hakkında fazla bilgileri hiçbir zaman olamadı. Aşırı tutucu ve soğuk bir aileydiler. Yabancılara uzak ve komşularına karşı mesafeliydiler. Ailenin reisi, babaları, bazen molla görünümünde, cübbe, şalvar ve sarığıyla, bazen da beyaz gömlek koyu renk kravat ve lacivert renkli takım elbise, altında da Church pabuçlarıyla sokağa çıkardı.  Emrinde daimi görevli bir şoförünün kullandığı otomobilleriyle gelip giderlerdi. Nereye gider, nerde çalışır? Kimse bilmezdi. Babanın galiba iki karısı ile altı çocuğu vardı ve aile bazen nadir de olsa mürebbiyeleriyle birlikte çarşıya çıkarlardı yayan olarak   Bir de ailenin reisinin İngiliz ve her iki karısının İranlı  olduğu bir başka rivayetti..

Şimdi gördüğü bu adam o babanın oğlu olmalıydı. Bu çocuğun yani savcının soğuk ve sert mizaçlı bir çocukluğu olmuştu. Sokağa çıkar, oyunlara katılmaz ama oynayanları uzun uzun seyrederdi. Bazan da çocuklar eksik takımlarını tamamlamak için onu ısrarla oyuna çağırırlardı.  Çocuk ve ailesi bu sokakta iki, iki buçuk  sene oturdular savcı lise çağına geldiğinde buradan taşındılar.

Odanın içindeki sessizlik giderek ağırlaşmış adeta pelteleşmiş gibi üzerine çökmüştü Adamın. Dışarıda kalabalıkların rejimi protesto bağrışları arasında “Katil polis” sözleri siren seslerine ve arada sırada patlayan gaz tüfeklerine karışıyor, odanın içine kadar geliyordu ama Adam her şeye karşı ilgisiz, içine kapanmış bir haldeyken  bu ses ve gürültüleri duymuyordu bile. Genç adam başındaki sarığı çıkarıp, yavaş harekelerle düzelterek tekrar başına koydu. Bu hareketleriyle sanki sarığına ve cüppesine Adamın dikkatini çekmek istiyordu. Adamın dikkatini cüppenin altından görünen İngiliz  modeli ayakkabıları çekti, “Şimdi eminim, bu o ailenin çocuğu” dedi içinden. Savcı işaret etti, polis memuru dışarı çıktı.

Savcı Adama dikkatlice bakarak, “O kızın babası sen misin?” diye aniden sordu. Adam sesini çıkarmadan başını yere eğdi. İlk seans böyle başladı, dedi içinden. Savcı alçak sesle “Başınız sağ olsun” dedi.  Adam savcıya bakmadan ve sesini yükseltmeden başını salladı “Siz sağ olun” diye cevapladı ve gelecek soruları tedirginlikle beklemeye başladı.

“Bu zavallı kız çocukken böyle değildi, benim hatırladığım” dedi sandalyeye otururken Savcı. Adam bu sözler üzerine, “saçmaladı, o vakit men özüm çağa idim. Beni ve çocuklarımı takip mi ettirmiş olabiler mi acaba?” diye bir kuşku düştü içine. Sözlerinde samimi olup olmadığını, bir an  açılıp açılmamayı düşündü ama sesini çıkarmadı. Savcı eliyle karşısındaki sandalyeyi işaret ederek, “Oturun” diye adeta emretti..

“Siz ve çocuklarınız muhafazakâr ve itaatkâr diye aklımda kalmış. Kızlarınızın sokakta oynarken bile hatırlarım, başlarında tülbentleri olurdu değil mi? Hafızam çok iyidir.” diye konuşmasına devam etti. “Şeytan aldatmasın, Huda muhafaza buyursun, İslam Cumhuriyetimiz sağlam ve muhafazakâr temeller fevkinde  inşaa edilmiş ve Allah'ın yardımıyla arşa doğru  yükselmişken iç ve dış düşman ajanlarının kışkırttığı dışarıdaki güruhun bu davranışına ne denir? Madden ve manen yaptıkları şeriata aykırı hıyanet-i vataniyyedir. Siz ne dersiniz?”

Adam konuşulanların nerelerden geçerek bu hıyanet-i vatan noktasına geldiğini anlayamamıştı. Kafası karışmıştı. Oysa aklı ailenin geri kalanlarındaydı. Şimdi ne yapıyorlar? Onları da sorgulayacaklar mı? Neden sorgulasınlar ki? Ne suçları olabilir? “Haklısınız, kafaları karışık, şımarık aile çocukları olmalı bunlar. Bir ölü gızın na'şından medet bekliyeler” deyiverdi. Savcı yüzüne dikkatle baktı, baktı ve sonra köstekli cep saatini çıkarıp bir göz attı. “Yarın devam ederiz” dedi ve çantasını da alıp kapıdan çıkarken Adam onu durdurmak istedi, peşinden hareketlendi. Dışarıdaki polis memuru onu kapı önünde sertçe durdurdu.

“Efendim sizden bir istirhamım vardır” Savcı yapmacık bir merakla döndü.  “Derim ki mene bir gün izin veresen, gızımın törenin yapmağı mümkünüdür. Müsaade edersiz?” Savcı Adama ciddi bir bakış attı. Döndü tekrar odaya girdi.

“Bakın, kızınız isyana kalkıştı. Tevkif edildiğinde kanunsuz bir yürüyüşün içindeymiş. İfade sırasında kendi höcresini ifşa etmiş, isimler vermiş ve.. ha bu arada sizin adınız da var. Zabıtlar var altı imzalı. İstihbarattan aldığım rapor bu. Adam heyecanla patladı. “Ne, ne, ne? Hem de altı imzalı  he mi? Savcı beg biz onu en son yoğun bakımda camdan gördükte her iki elin parmakları sargılı ve alçıda idi. Hekim dedi ki, her iki elinin parmaklarında kırık ve kafatasında çatlak var dediler. O nasıl kalem tuta, nasıl imza ede begim?” diye itiraz etti.

Savcı “Doktor görülen gerçeği söylemiş, ama yanlış kişiye”, diye düşündü. “Ben kızınızın ölümünün bir kaza olabileceğine inanıyorum. Sizin sorgulamanızı İstihbarat bürosu yapmak ister ama siz benle işbirliği yaparsanız, o zaman  bu dosyanız Muhaberata gitmez.” Adam çaresiz başını eğdi.

Adamı alıp tekrar nezarete götürdüler. Orada ailenin geri kalanını göremedi, hepsinin savcının emriyle serbest bırakılmış olduğunu öğrendi. O saatten itibaren onun için uzun ve ıstırap dolu bir gece başlıyordu. Kendini tahta sıranın üstüne boş bir çuval gibi bıraktı. Olaylar onun yaşındaki birinin hızının çok üstünde ve baş döndürücüydü. Ailesinin bütün kaderi beş gün önce kızlarının tevkifiyle değişmiş, iki gün önceki ölümüyle tam bir krize dönmüştü. Masum kızının açılan baş örtüsü bahanesi ile gözaltına alınması ve  karakolda darp edilerek ölümü, zavallı ailenin hayatını değiştirmişti. Zavallı kızın son anlarında  düzmece tutanağı imzalamayı reddettiği için  gördüğü şiddet, eziyet sonucunda kafatasında çatlak, parmaklarında kırıkların nasıl olabileceği gözünde canlandığı zaman Adam çaresizlikten çılgına dönüyor kapatıldığı hücrede nâralar atıyordu. Adamın gözünde olması muhtemel İngiliz ajanı savcının da bu itirafların alınması sırasında orada olduğu ihtimali geldi. İşkence sırasında kurbanı seyretmek ona da zevk vermiş midir? Bu sadistçe zevk  içindeyken belki de soruları da o sormuş olabilir. Bunları düşünmek Adam çıldırma raddelerine getiriyordu. Onunla sorgu odasında yalnız kaldığında üstüne atlayıp boğazını sıkıp öldürebilir miyim diye kendini yokladı. Bu deli düşünce kalbinin olağandışı  çarpmasına neden oldu. Cesareti vardı ama gücü var mıydı acaba? Altmış bir yaşındaki bir insan için oldukça riskli görünüyordu. Polis içeri girmeden önce sadece bir dakikada insanın gırtlağını sıkarak öldürmek mümkün müydü?

 Polisler için onun kızı bir rejim karşıtı örgüt üyesiydi, ellerinde bir delil olmasa da Ahlak polisleri ısrarcıydılar. O kız rejimi değiştirmek isteyen bir vatan haini ve terörist olmalıydı. Ellerinde herhangi bir delil olmadan da şüphe üzerine de kimler tutuklanmış ve hükümsüz kaç yıl içeride yatırılarak kişiler yasalara uygun şekilde cezalandırılmış diye karamsar gelgitlere başlamıştı. Hücresinde yürüyor üç adımda parmaklık, ondan ötesi yok. Bodrumun rutubetten boyaları kabarmış koridor duvarı yanyana dizili hücreleri birleştiren koridor hepsi bu…

“Cabbar kızım menim, hayatının beharında terk-i dünya ettin. Belli  asi idin, hem de inat. Ahh gızım bu memleketi sen mi yoksa bu zalimler mi terbiye edecek? Aklına pederim gorkuyo  gelmesin. Men özüm her hangi şeye hamısına da kanım aksa dehi kavi dururam. Ve lâkin gözümde yaş tükenir oldu ama bitmedi, ortalığı göremez olmuşam, ışık var, sıfat yoğ  Men senin atanam, seni gorumam farz ve lâkin yapamadım” demesiyle gözlerinde yeni yaşlar belirdi. Bu küçücük hücrede kendini bırakmak istemiyordu. Talihsiz bir aile olmuşlardı.

1979 da İslami Cumhuriyet kurulurken ağabeyi hava kuvvetlerinde görevli bir kaç  yıllık genç bir pilottu. O zamanlar Adam da uçmaya ve askeri üniformaya çok heveslenmiş ama okulu kazanamamış, o da Ticaret Okuluna başlamıştı.  Şahın Ak devrimine karşı beş altı ay önce başlayan kanlı olayları, SAVAK’ın siyasi cinayetlerini gayet iyi hatırlıyordu, Liberaller, solcular ve dinciler Şahı devirip  monarşiyi ortadan kaldırıp, İran İslam Cumhuriyetini kurmuşlardı. O günler  karanlık  ve kargaşa içinde   herşey karmakarışık iken özellikle devletin temel yapısı baş aşağı edilmişti.

Adam sıkıntıyla sağa sola dönerken, rüyasında lisedeki arkadaşlarıyla katıldıkları protesto yürüyüşü sırasında yanındaki arkadaşının şakağından vurularak olduğu yerde sıçrayıp yere yuvarlandığı gözünde canlandı.  O zamana kadar böyle bir şey  görmediği için hayret ve şaşkınlıkla üç beş saniye olduğu yerde donup kaldığını gördü.  Kulağına gelen patlamalardan panik içindeki insanlarla beraber bir yerlere doğru koştuğunu caddedeki bir metal çöp kutusunun arkasındaki üç, beş kişinin arasına sıkıştığını ve oradan on beş, yirmi metre geride orta yerde yatan arkadaşının yarasından akan kanın asfaltın üstünde yayılırken istemsiz şekilde titremesini seyrettiğini üzüntüyle hatırlıyordu.  Kanlı olayların devamı sırasında Şah ve ailesiyle beraber bazı ileri gelenlerin yurtdışına kaçtığını duyduklarında birçok şehirde bayram kutlamaları yapıldığını, bin dokuz yüz yetmiş dokuz yılının Şubat ayının başında Ayetullah’ın Fransa’dan geldiği sırada uçağını bayrak ve flamalarla karşılamaya gittiğini ve orada çılgın kalabalıkla beraber “çok yaşa Homeyni” ve tekbirlerle, yayan yapıldak havaalanından şehre kadar yürüdüğünü dün gibi hatırlıyordu. Adamın kendisi ve mensup olduğu ailesi laik ve liberal görüşleri olan okumuş ve eğitimli bir aileden geliyordu. Anne ve babası  ilkokul öğretmeniydiler. Adam, her şeyin alt üst olduğu  o günlerde, şimdi kendisini sorgulayan savcının ailesinin de onlarla aynı mahalle ve sokakta yaşamakta olduğunu anımsadı.

“O da o günlerde on yaşlarındaydı.”

 Bu olaylardan ve yeni devletin kurulmasından kısa bir zaman sonra bu olağandışı aile geldikleri gibi kaybolup  gittiler. O  ay içinde  Mollalar on bir Nisan’da İran İslam Cumhuriyeti’ni ilan ettiler Devamında solcular ve laik görüşlü liberalleri kovalama ve avlama faslı başlamıştı. Devrime katılmayan veya karşı çıkanlar İslami Devrim mahkemeleri Reisi  Halhali tarafından delilsiz ve savunma hakkı tanınmadan rejim karşıtı denerek idam cezasına çarptırıldılar. Eski Hükûmetin Ordunun ve Akademik kadroların ileri gelenleri  infaz edildiler. Geçmişi anlatan hatırlatan her eser ve her olgu ortadan kaldırılırken okullardaki eğitimi değiştirdiler. Böylece geçmiş sadece yaşayanların anılarında kaldı. Onlar da zaman içinde bu hayattan çekildiler.  Sonra, Irak’la tam on sene süren bir savaş başlatıldı. Bizim kahramanımızda bu zaman da üç sene cephede bulundu,  sonunda yaralanarak ve çolak kollarıyla eve döndü. Böylece bu on sene içinde de Cumhuriyet’in kuruluşunda rol almış gençliği de bu savaşta erittiler.

***

Devrimin yaşandığı günlerdeydi.  Babası, pilot olan ağabeyinin arkadaşlarıyla beraber   tutuklandığını öğrenmiş ve eve haber vermişti. Hapishanedeyken bir sefer babasıyla birlikte onu ziyarete gitmişler. “O gün son görüşmemiz  olabileceğini hiç birimiz tahmin edemedik” diyordu Adam. “Ağbeyim ertesi gün mahkemeye çıkcem” dedi. “Ben” dedi, “Devrim mücadeleleri  sırasında istibdatı kaldırıp yerine hürriyeti getirmek için vazifemi yaptım. Bütün İran gençliği gibi. Ama bunlar, hürriyet yerine islami şeriatı getirdiler. Beni ve arkadaşlarımı rejime ihanetten mahkeme edeceklermiş” Ama hapisten kurtulma ihtimalinin olmayacağını tahmin ettiğini  söyledi, acı acı gülerken:

 “Bana hakkını helâl et baba. Annemin de ellerinden öperim. Hakkını helâl etsin. Bu hapishanede bir gün bile kalmaya dayanamam. Ben ölürsem cesedimi yakın ve  küllerimi gökyüzüne salınız, sizden isteğim bu. Bu heriflerin uzanamayacağı ve kirletemeyecekleri tek yer göklerdir.” Büyük bir üzüntü içinde çıktık geldik.

Daha sonra babamın bize anlattığına göre,

“Gerçekten de dediği çıkmış, gittiğimiz günden iki gün sonra…”

Adam o gün ağabeyinin gözlerinde gördüğü kederli ifadeyi hiçbir zaman unutamamış, şimdi bile  bugün gibi hatırlıyordu. Bu genç adam askeri üsteki silah ve mühimmat depolarını kapılarını açıp isyancılara silah dağıtan pilotlar gurubunun içinde çalışmış biriyken, devrim karşıtı iddiasıyla idam cezası verilerek o ve arkadaşlarının temin ettiği silahlarla öldürülürdü. İşte burası trajedi.. 

Adam hücrede oturduğu oturakta gecenin o ıssız saatinde, gözleri yarı aralık dinlenmeye çalışırken kendi durumunu, yazgısını anlamaya çalışıyordu. "Gaderim neydi benim?"

“Ölen kızımın na'şını almaya hazırlandığım sırada neden cenazenin başında değil de buradayım? Hiçbir kanunsuz işe kalkışmadığım halde bu hücrede işim ne? Keşke daha önce ölseydim de bu günleri yaşamasaydım, olur muydu? Ya kızımın başını duvara çarparak öldüren aşağılık herif, kader yazgısında kendi aslen iyi de, ekmek parası için kötü adam rolünü mü oynuyordu? Onun ailesi varsa, karısı, çocukları babalarının yaptığı işi biliyor muydu? Ya annesi, babası?  Ona bu vazifeyi verenlerin bu cinayette hiç mi hiç mesuliyetleri yoktu?

 

    Gızım ise ne uğruna öldürülmüş olduğu belli değil, bedeni henüz morg da duruyor. Saçını, başını göstermek günah ise, o günah gızımındır, başkalarının nesine? Cennete de Cehenneme de kimse kimsenin   yerine giremez. Yoksa girer mi? Eğer Allah mahzurlu bulsaydı saçı, kadınları da erkekleri de kılsız, tüysüz ve saçsız yaratamaz mıydı? Adam cevabı olmayan sorular yumağı içindeydi, ama bu yumakta tek bir uç ve tek  bir sonuç yoktu. En önemlisi ortada denge yok, adalet yoktu. Hele İlahi Adaletin hiç olmadığına karar vermişti.. Mazlumların feryadı arş-ı alaya yükselirken kendilerini Tanrı sanan megalomanlar, Tanrının gözü önünde  bu dünyayı idare ediyorlar diye kararını verdi. "Ya hiç yok ya da gözleri yok..."

Yan hücrelerde kimse var mıydı hatırlayamıyordu. Yerinden doğruldu parmaklıklara doğru gitti, gitti demek yanlış idi zaten oturakla parmaklık iç içeydi. Havaya doğru başını kaldırıp içindeki ah’ı önce hücreye sonra bütün dünyaya olanca gücüyle gönderdi ki bu sese dayanılır gibi değildi.

“Ahh, ahh Yücelerden yücesen, kimse bilmez nicesen, yerde ararken gökte gezen ya rab, menim derdimden ne bilirsen?    Ağabeyinin hayali dalgalanıp, yok olurken Adamın kızının hayali önünde belirdi ellerini uzatmış onu çağırıyordu.

 “Gel” diyordu Adama, “Gel de beni al.” Adam ona sarılmaya çalıştı ama kolları boşa düştü.  Ne oluyordu?

***

Aynı saatlerde Adamın evinde de adeta bir matem havası vardı. Akşamüstü Adli Tıp morgunun önünde bekleyen ve bu bayraklaşan kızımızı gösteriyle gömmek isteyen sınıf arkadaşlarıyla okul temsilcileri ve Adamın çocuklarıyla, erkek kardeşi  içeriden bir türlü cevap alamayınca, birkaç öğrenci camı çerçeveyi kırar, cesedi vermek istemeyen polis yine müdahalede bulunur, bu sefer de polis kazanır. Kapıda sırada bekleyen kızın amcasına orada çalışan  tanıdık bir sağlık memuru, otopsi  yapıldıktan sonra kahraman genç kızımızın bir gün önce gariban mezarlığında toprağa verildiğini söyler. İkna için oğlan kardeşinin telefonuna internet üzerinden Otopsi kayıtlarının yazılı olduğu tadat defterindeki o sayfanın resmini çekerek gönderir. Kayıtlı tutanakta kimlik bilgileri ile ceset üzerinde otopsinin bir gün önce saat 15: 00 da bitirildiği raporunun hazırlanıp dosyasının Polis Müdürlüğüne teslim edildiği ve ilk yetmiş iki saat içinde yakınları bulunmazsa  kimsesizler mezarlığına defnedilebileceğine müsaade edildiği yazılıydı.

Altta bir tasdik kutucuğu, içinde İmza mühür vs. ve yanında başka bir kutucuk. İçinde gömü kaydı yazılıydı. Buna göre cesedin aynı gün polis gözetiminde gömüldüğüne dair bir kayıt girilmiş. İmza mühür vs. işlem bitirilmişti.

Sadık Mercangöz  /Artur Burhaniye  19 Ekim 2022

 


[1] Sadık Halhali; İslami Devrim Mahkemeleri Reisi.  Aynı anda hem savcı hem hakim hem de jüri olarak görev aldığı Devrim Mahkemeleri'nde devrimden sonra 2 yıl içinde aralarında yüzlerce diplomat, akademisyen ve siyasetçinin de olduğu binlerce kişiyi (1999'da yazdığı anılarında da itiraf ettiği gibi, sadece 1979 yılında 2000 kişi) karşı devrimcilik suçlamasıyla idam etmiş,..

[2] Kelb: Aşağılayıcı anlamda köpek, it.

[3] Kal-u bela: Dünyanın yaratılmasından önce ruhların toplandığı Allaha söz verilen meydan.

[4] Rab: Tanrı, rabbi, Tanrı adamı.

[5] Kerim: İyi ahlaklı

[6] Rahim: Bağışlayıcı

[7] Rahman: Şefkatli

[8] Settar:  Günahları örten

[9] Cabbar: Kuvvet ve kudret sahibi

 

1 yorum:

  1. Bu yazı bir kaç gün önce Orfeyus Arafta Blog’una yüklendiğinde yazdığım yorumu buraya aynen kopyalıyorum. Yorumda sözü edilen Ukrayna savaşını konulu öykülerinden yalnızca biri bu Blog’da yer alıyor (Elveda Mariupol). Diğerleri Orfeyus Arafta’da izlenebilir. İzlenmeli.
    ‘’’Mercangöz’ün arenada boğa olup kamyon sırtında sürüklendiğini anlatmasına; akvaryumdan gözlemlerine; Eymirli Yusufçuk’luğuna; yazlıkta terkedilmişliğin acısını bize acı acı duyurmasına alışıkız. Yazdıkları her türlü takdiri hak eder. Ne var ki, tam ‘’son ürettiği Ukrayna konumlu savaş öykülerinde dantel dantel işlediği üzüntülerin artık kimse üstüne çıkamaz’’ derken yine Sadık, yine yüreğimizi kanatıyor. Bu kez zalim ve zorba bir bağnazlığın kendi toplumuna çektirdiklerini, içi kan ağlayan bir babanın ağzından, hem de yörenin dilimize kattığı aksan ve deyişlerle dile getirerek.
    Dünyada ne dertler çekiliyor, ne ızdıraplar yaşanıyor da biz, içinde olmayanlar, bilmiyoruz. Bilsek de, olsa olsa ‘’vah vah’’ deyip geçiyoruz. Kendi sıkıntımız bizim için daha önemli. O nedenle ‘’ateş düştüğü yeri yakar’’ deriz. Kendinin olmayan yangınları kendininmiş gibi içinde duymak kolay değil, tamam, ama bunları edebiyat çiçekleriyle okurun önüne bırakmak az yazarın becerebildiği bir ustalıktır aslında. Sadık işte o yazarlardan. Zaman zaman -hatta sık sık- unuttuğumuz ‘’insanlığımızı’’ anımsatıyor bize ve örnekliyor. Yazarken o acıları kendininmiş gibi bire bir yaşıyordur, hiç kuşkum yok.
    Kaygılarıyla, yüreğiyle, duygularıyla iyi ki var Sadık. Çok yaşasın bu uygar adam.’’’

    YanıtlaSil

Yorumunuz okunduktan sonra yayınlanır. Yorumunuzun altına ad ve soyadınızı yazınız, Kimliği belirsiz yorumlar yayınlanmaz.

ÖNE ÇIKAN YAYIN

And They Died / Gün Gencer

  AND THEY DIED (THE ROAD TO GALLIPOLI) (ÇANAKKALE SAVAŞINA GİDEN YOL) A TRAGEDY IN THREE ACTS  (A Docu-drama with music written in memory o...