PEYAMİ
O
yaz başı emekli olmuştu. Artık yapmayı planladığı işleri için bolca zamanı
vardı. Bunların başında kızının eğitimi geliyordu. Ders programında eksikliğini
gördüğü pek çok yaşamsal bilgiyi ona aktarmaya koyulacaktı. Okulunda verilen
eğitim-öğretimin yetersiz olduğuna inandığı eğitim yönünü desteklemeye
çalışacaktı. Yılların yorgunluğu, kızı için yaptığı bu planların heyecanıyla
azalmış gibiydi.
Ailecek, şirin bir kıyı kasabasının
yakınındaki yazlık evlerine gittiler. Eşi ve üniversite sınavlarına hazırlanan
oğlu birkaç günlerini onlarla birlikte geçirip döndüler. Eşi ve oğluyla
birlikte olamamak ne kadar canını sıkıyorsa, kızıyla baş başa uzun bir tatil
geçireceğini bilmek de o denli mutlu ediyordu onu.
Sabahları
uyku mahmurluklarını denizde yüzerek atıyorlar, kahvaltıdan sonra sahilde ya da
yazlıklarının hemen arkasındaki ormanda yürüyüşe çıkıyorlardı. Akıllarına gelen
her konuda sohbet ediyor, fotoğraf çekiyor, kovalamaca oynuyorlardı. Sıcak
bastırırken eve döndüklerinde; bahçe masa-larının üzeri, toplamaktan kendilerini
alamadıkları doğal güzelliklerle dolup taşıyordu: Denizyıldızları, denizatları,
midye kabukları, şeytan minareleri, kabukları denizde soyulmuş dallar ve kökler,
renk renk çakıl taşları, kozalaklar, çeşit çeşit kuru otlar, ağaç mantarları…
Yemek ve dinlenmeden sonra, topladıkları
doğa harikalarının temizliğine
geçiyorlar ve onları nasıl değerlendirebilecekleri konusunda fikir
geliştiriyorlar-dı. Bu malzemelerle o yaz neler üretmediler ki: Duvar panoları,
aplikler, heykel-cikler, resim çerçeveleri…
Kızında gelişmesini istediği konuların
başında doğa ve çevre bilinci geli-yordu. El uğraşlarının kızının sanat
yeteneğini geliştireceğini ve özgüvenini artıracağını düşünüyordu. Kızı da
gördüklerinden, öğrendiklerinden ve ürettikle-rinden dolayı çok mutluydu.
Kızını mutsuz eden tek şey, temizledikten sonra ku-ruması için güneşe serdiği
denizatları ve denizyıldızlarının, gizlice beslediği kedilerce alınıp götürülmesiydi.
Kızı bu duruma çok kızınca, “Ben onları bu kadar besleyeyim…” diye başladığı
yakınmayı, “… bu kadar seveyim, sen onların yaptığına bak baba!” diye
tamamlıyordu. Kendisinin, “Kedilerde mülki-yet duygusu olmadığı için,
başkalarına ait şeyleri…” diye başladığı yorumuna hemen karşı çıkıyor, “Yaa,
sen öyle zannet baba, önündeki yiyeceği almaya kalk da, gör bakalım neler
olacağını!” diyordu. Belli ki bu konuda tatsız bir deneyimi olmuştu kızının.
Ama yine de kedileri doyurmaktan geri kalmıyordu. Akşamları mangal başında
onlara rahat vermeseler de, kızının kedileri beslemesine göz yumuyordu. Bu
durum, hiç değilse, Bosnalı savaş açlarını, Afrikalı sömürge açlarını ve
Türkiyeli deprem açlarını doyuracağım diye; televizyonun içini ekmek
kırıntılarıyla doldurup, onu çalışamaz hale getirmesinden daha iyiydi. Bozulan
televizyonu götürdüğü tamir servisi çalışanları, televizyonun arka kapağını
açınca gördükleri manzaradan o denli etkilenmişlerdi ki, televizyonun başında
kızıyla birlikte hatıra fotoğrafı çektirmişler, bir kopyasını da kızına
vermişlerdi.
Öyle
sanıyordu ki, hatta sanmaktan öte biliyordu ki; kızının bu yardım-severlik,
paylaşımcılık huyu kendi ninesinden kızına hoş bir kalıttı. Küçükken çoğu
tatillerini yanında geçirdiği ninesi, akşamüstleri sokağı gören penceresinin
önündeki sedire oturur; sokaktan geçenleri izler, aç olduğunu hissettiği kişiyi
camı tıklatarak çağırırdı. Arka bahçeye bakan mutfağa geçip siniyi hazırlamaya
koyulan ninesine yardım ederken, iki konuyu düşünmeye dalardı: Ninesi yoldan
geçen yabancının aç olabileceğini nasıl anlıyordu, yiyecek dolu siniyi önüne
koyduğunda hiç tanımadığı adamın tavrı ne olacaktı? O bunları düşünürken,
ninesi hazırladığı siniyi eline tutuşturur ve tembihlerdi: “Siniyi bırak,
bahçeye geç, boşalınca getirirsin.” Daha elinde siniyle merdivenlerden inerken,
yaban-cının tavırlarından ninesinin seçiminde yine hiç yanılmadığını anlar;
adamın teşekkürlerini ve dualarını biran önce ninesine iletmek için
sabırsızlanırdı.
Kızının gurur duyduğu paylaşımcılığına bir
diyeceği yoktu. Onunla anlaşa-madığı tek konu, evde hayvan beslemek
istemesiydi. Kedilerin tüy döktüğünü, köpeklerin koltuk yüzlerini yolduğunu,
kuşların ortalığı batırdığını ne kadar an-latsa fayda etmiyordu. Bu konu
açıldığında kızı, “Peki ya balık, balık ne yapar? Sakın etrafa su sıçratır
deme, çünkü inanmam!” diye tepki gösterirdi. Ya evde bakacağı hayvan ölürse, bu
durumu küçücük yüreğine nasıl kabul ettirebi-lecekti? Gerçi televizyon kanallarındaki
ve gazetelerdeki pervasız ölüm haber-leri ve manzaralarıyla büyüyordu artık
çocuklar, ancak yakınındaki bir ölüm olayı onda farklı tepkiler yaratabilirdi.
Yoksa bu konuda gereğinden fazla mı duygusal davranıyordu?
Bir öğleden sonra kızı, taşlığa bakan
odasındaki yatağına, o da asma yap-raklarının gölgelediği taşlıktaki sedire
uzanmış, kitap okuyorlardı. Ansızın kızı-
nın sesiyle irkildi:
- Baba
koş! Limon ağacının yaprağı kımıldıyor!
- Olabilir kızım, yaprak büyüyordur… gibi bir yanıt verdiyse de, kızı;
- Baba
lütfen çabuk gel, bu başka bir şey! diye bağırdı.
Gerçekten saksıdaki limon ağacının
dallarından birinin yaprağı kımıldıyor-du. Yaklaştı, ince ve kıvrık bir
yapraktan ayırt edilemeyecek bir böcekti bu.
- Aaa,
kızım bu bir peygamberdevesi!
- Baba
bunun neresi deve?
- Hiçbir
yeri, böceğin adı bu işte.
- Bu bir
böcek mi yani? Hiç bu kadar uzun böcek görmemiştim.
İşaretparmağı uzunluğunda, limon yaprağı
renginde, bedenine oranla küçük kafalı bir şeydi. O gün, gece yatana dek kızı
bu böcekle ilgilendi:
- Başını
oynatıyor baba!
-
Kollarında dikenleri var, biliyor musun?
- Başı
da, gözleri de tıpkı uzaylılara benziyor baba!
- Bu
gece odamda uyuyabilir mi baba?
Bu
gidişle kızı peygamberdevesini sahiplenecekti, bir şeyler yapmalıydı:
- Kızım, onun da kendisine ait bir yeri
olabilir, artık gönderelim bence, di-yerek arkasına hafifçe dokundu.
Peygamberdevesi önce başını
çevirip arkasına baktı, sonra uzun kanatlarını iki yana açarak pencereden
süzülüp karanlıkta kayboldu.
- Ne yaptın baba! Hiç değilse bu gece bizde kalsaydı.
- Gideceğini bilemedim kızım, dedi,
keşke dokunmasaydım…
Ertesi sabah kızının bağırtısıyla uyandı:
- Koş baba koş, bak kim geldi! Hem de penceremi
açar açmaz, beni bekli-
yormuş dışarıda.
Kızı peygamberdevesinin geri gelmesine çok
sevinmişti.
- Baba bu ne yiyor biliyor musun?
- Ne yiyor?
- İnanmayacaksın ama, sinek yiyor.
- Haydi canım!
- Gerçekten! Tam önünde bir sinek uçuyordu, dikenli kollarını bir uzatıp
çekti, iki kanadından birden yakaladı sineği. Bu müthiş bir avcı! Bak nasıl
yiyor, asfaltları delen makine gibi sallıyor başını, inanılmaz!
- Gerçekten çok ilginç bir böcekmiş bu.
- Bak, bak, sineği yedi bitirdi, ama
kanatlarını yemiyor. Şimdi kollarını te-
mizliyor bak. Babacığım ben buna
böcek demek istemiyorum, ona bir ad koya-
lım, ne olur.
- Onun adı var ya kızım, peygamberdevesi.
- I-ıh, o ad hem çok uzun, hem de
acayip. Ayrıca o ad onun cinsine veril-miş, kendi adı değil ki.
Korktuğu başına gelmiş, kızı böceği sahiplenmeye başlamıştı bile. Ad
koymanın ardından, “Ne olur bizimle kalsın” gelecekti.
-
Bak ne diyeceğim, ona bir ad koymadan önce istersen hakkında biraz bil-gi
edinelim, ne dersin?
O gün, kasabadaki halk kütüphanesine gidip araştırma yaptılar.
- Eveet, peygamber, peygamberağacı,
peygamberarpası, peygamberbalığı, peygamberçiçeği, hah buldum işte,
peygamberdevesi!
- Baba, peygamberin ne kadar çok hayvanı ve
bitkisi varmış böyle!
- Bak, burada yazdığına göre “peyam/peygam”,
“haber getiren, haberci” demekmiş.
- Yani bizimki bana bir haber mi getirdi
şimdi?
- Kim bilir, belki de. Bakalım şimdi; oynak
başlı ve iri gözlüymüş, etçilmiş, avını gözetler, ancak kendisini belli
etmezmiş…
- Evet, bu bizimki işte.
- …uçan böcekleri ve bazı küçük hayvanları yakalayarak yer, büyük ka-natlarını
kullanarak uçar, güneşli yerleri sever…
- Benim odamı bu yüzden çok seviyor işte.
- Bak daha neler varmış; peygamberdikeni,
peygamberkabuğu, peygamber-kılıcı, peygamberkuşu, peygamberöküzü…
- Ben öküz filan istemem, benim devem
var. Haydi, ona bir ad bulalım.
Kütüphane dönüşü, kızının
peygamberdevesi için adlar ürettiler. Sonunda, ikisinin de hoşuna giden bir
tanesinde karar kıldılar: Peyami. Artık evlerinde bir Peyami’dir gidiyordu;
Peyami aşağı, Peyami yukarı. Ad koyduktan sonra, kızı hemen annesine telefon
etmiş, ona uzun uzun Peyami’den söz etmişti.
Bir akşam yan komşularına geçmişlerdi.
Sohbet uzayınca, kızı huzursuz-lanmaya ve “Haydi baba gidelim” demeye
başlamıştı. Komşularının;
- Ne güzel oturuyoruz yavrum, evde
bekleyeniniz mi var? demesi üzerine, kızı;
- Evet, Peyami bekler, dedi.
- Peyami mi, o da kim? demeleri üzerine,
- Bir akrabamız, diye yanıtladı.
Kızı peygamberdevesini sahiplenmekle
kalmamış, artık onu ev halkından birisi olarak kabullenmişti. Peyami’nin neden
onlarla yaşamayı yeğlediğini de anlamışlardı. Bu sıcak iklim böceği, havalar
serinleyince geceleri dışarıda üşü-müş, sonunda evlerinde sıcak bir ortam
bulmuştu. Ayrıca dışarıda yiyecek bul-makta zorlanmış olmalıydı. Evlerindeki
sineklerin hepsini yiyip tüketince, onun için sinek yakalamaya başladılar.
Yakaladıkları sinekleri pencere kanadına bıra-kıyorlar, Peyami ise bir yolunu bulup
avlıyor, afiyetle yiyordu. Önceleri sinek-lerden çok sıkılan ve “Tanrı bu
sinekleri neden yaratmış, bilmem ki!” diye yakı-nan kızı, artık bu sorusunun
hiç değilse bir yanıtını öğrenmişti. Peyami’den başka şeyler de öğrenmişti:
Gereksinimi ölçüsünde tüketmeyi, her yemekten sonra temizlenmeyi, zamanlamanın ve
atik davranmanın önemini...
Tatilin sonuna gelmişlerdi. Havalar oldukça
serinlemiş, Peyami’ye verecek sinek bulmaları zorlaşmıştı. Onlar da, evdeki
sosis ve salamları incecik kıyarak, kürdanlara takıp Peyami’ye uzatıyorlardı.
Peyami ise, bunları yemek için her defasında sallamalarını bekliyor, hareketi
görünce hemen yakalayıp yiyordu.
-
Peyami kesinlikle uzaylıdır baba; baksana şu iri gözlerine, sivri çenesine.
Çizgi filmlerdeki uzaylılardan hiç farkı yok. Üçgen kafalım benim!
- Kızım biz de uzaylı sayılırız.
Dünyamız uzayda değil mi?
- Ama biz burada doğduk. O mutlaka
uzaydan gelmiştir. Hiç bize benziyor mu? Kim bilir hangi yıldızdan uçup geldi
buraya?
O, kızının düş gücünü zayıflatmamak
için;
- Kim bilir? diye yanıtlıyordu.
- Onun geldiği yıldıza gitmeyi çok
isterdim baba…
- Belki büyüyünce gidebilirsin.
- Ne güzel olur. Hem Peyami oraları
gezdirir bana. Değil mi Peyamiciğim, bir tanem benim!
Kızı, yaptığı Peyami resimleriyle
donattı odasını. Uçan Peyami, av bekle-yen Peyami, karnını doyuran Peyami…
- Baba, Peyami artık beni tanıyor
biliyor musun?
- Öyle mi kızım, nasıl anladın?
- Ben ne zaman yanına yaklaşsam, hemen
başını çevirip bana bakıyor. Ah,
bir de konuşabilse…
- Bu gidişle sen onu konuşturacaksın
kızım.
- Bana ne haberler getirdin uzaydan
söyle bakalım, küçük şey…
O
sabah her günkünden erken kalkmıştı. Akşamüstü eşi ve oğlu gelecek, ailecek birkaç
gün geçirecekler, sonra hep birlikte geri döneceklerdi. Peyami de onlarla
gidecekti besbelli, şöyle içini gösteren güzel bir kutu bulması gerekirdi.
Kahvaltıyı hazırlayıp, kızını uyandırmak üzere odasına gitti. Tam perdeyi
açacakken, gördüğü manzara üzerine kızını uyandırmaktan vazgeçti: Peyami limon
ağacının dibinde cansız yatıyordu…
Yavaşça odadan çıktı. Kızına ne
demeliydi? “Odanı havalandırmak için pencereyi açmamla, Peyami pırr diye…” Yok,
bu hoş olmazdı. O zaman kızı, Peyami’nin de beslediği kediler gibi vefasız
olduğunu düşünüp üzülecekti. Üzülmesin diye “Eee, hayvanlar böyledir işte
kızım, bak atasözü bile var: ‘Besle kargayı, oysun gözünü’ derler” demeye
kalksa, “Peyami karga değildi bir kere, o benim arkadaşımdı!” demeyecek miydi?
Sonra da “Ya dedenin atına ne diye-ceksin bakalım? Deden vurulduğunda, atının
onun öldüğü yerde günlerce bir şey yiyip içmeden gözyaşı döktüğünü sen
anlatmamış mıydın bana? Sonra da üzüntüsünden ölmemiş miydi zavallı at?”
Kızına
hayvan sevgisi aşılamak için ona bu aile dramını anlatmış olduğuna pişman oldu.
Yapacak bir şey yoktu, kızı ölümle tanışacaktı. Hem kendisi o yaşlarda iken kan
davası denen ilkel hesaplaşma yüzünden sevgili dedesini yitirmemiş miydi? Eninde
sonunda kızı ölümle tanışacaktı. Sessizce odadan çıktı.
- Baba, babacığım koş çabuk! Peyami,
Peyami ölmüş!
Kızı saatlerce hıçkıra hıçkıra ağladı.
Kızı ağladıkça, o da kendisini tuta-mıyor, gözleri sulanıyor, boğazı
düğümleniyordu. Peyami’yi limon ağacının dibine gömmeye karar verdiler. Ancak
kızı, annesine ve abisine ölü de olsa Peyami’yi göstermek istediği için gömme
işini akşama ertelediler.
Akşamüstü eşi ve oğlu geldiğinde; annesi,
kızını kızarmış yüzü ve şişmiş gözleriyle görünce çok şaşırdı:
- Ne oldu, birine bir şey mi oldu yoksa?
- Peyami anneciğim, Peyami öldü!
Annesinin;
- Şu peygamberdevesi mi? diye
sormasıyla, kızı;
- Bir kere deve değildi o! diye
ağlayarak odasına kapandı.
Akşam yemeğinde kızı, Peyami’nin öyküsünü
annesine ve abisine baştan sona anlattı. O, abisiyle Peyami’yi limon ağacının
dibine nasıl gömdüklerini anlatırken, diğerleri uyuklamamak için kendilerini
zor tutuyorlardı.
***
Ertesi yıl yazlıklarına gittiklerinde,
oradan ayrılırken taşlığa çıkarttıkları limon ağacının ilk meyvesini verdiğini
gördüler. Çok sevindikleri bu olayı,
- Bak kızım, Peyami evrim geçirip limon
oluyor, diye yorumlayarak onu güldürmeye çalıştı.
Kızı ise gayet ciddi;
- Hayır baba, yanılıyorsun. O düpedüz bir
peygamberdevesiydi, benim sev-gimle evrim geçirip Peyami olmuştu, diye
yanıtladı.
O günden sonra kızı, evde hayvan
besleme isteğini hiç dile getirmedi.
***
Yıllar
içinde kızı bir üniversite öğrencisi oldu. Yatağının başucunda, bir yurtdışı
gezisinden ona hediye getirdiği büyük bir peygamberdevesi resmi asılı. Bir
Rönesans ressamının çizdiği; dönmüş, izleyenlere bakan bir peygamber-devesi bu.
Resmin altında Lâtince adı olan ‘Mantis
religosa’ yazıyor. Bu yazının hemen altında ise kızının ilkokul harfleriyle
‘Seni seviyorum PEYAMİ’ yazısı yer alıyor.
Kızının Peyami’ye duyduğu sevgi aklına
geldikçe, zaman zaman “Ya kızım karşısına çıkan Peyami adındaki biriyle
evlenmeye kalkarsa?” diye düşün-mekten kendisini alamıyor. Bazen de “Ya
evlenmek için uzaylıların gelmesini beklerse?” diye endişelendiği oluyor…
Çok güzel, ellerinize düşlerinize sağlık <3
YanıtlaSilSayın Unknown, sizin de ağzınıza sağlık.
SilBu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSilNe güzel öykü, Selçuk, paylaştığın için sağol. Benim bildiğim Selçuk bu olayı kızıyla aynen yaşamıştır. Yanılıyor muyum ?
YanıtlaSilBu arada Peyami'nin neden ölmüş olacağına ilişkin yarı-ansiklopedik bir bilgi buldum. Şöyle:
Dişi Peygamberdevesi erkeğini çiftleşme sırasında yiyebilir. Ama erkek böcekler kafası veya bacakları yense bile çiftleşmekten vazgeçmezler ve çiftleşmeye devam ederler, aşk meşk uğruna ölür giderlermiş. Bu tutku insanlarda da var. TSM ve diğer müziklere epey yansımış. Bir kaç örnek:
Ben derdime hiç çare bulmam
Aşkın beni öldürse de yılmam (Arif Sami Toker, Mahur)
Öldürse de aşkın beni senden yine geçmem (Sultan Vahdettin, Sûzidilâra)
Dünyaya değişmem seni en tatlı emelsin
Öldürse de aşkın beni bir ömre bedelsin (Muzaffer İlker, Nihavend)
Aşkın beni öldürse de hiç yılmam efendim (Hayati Günyeli, Kürdili Hicazkâr)
Seni sevmek bir günahsa, bin günah olsun
Aşkın beni öldürse de canın sağolsun (Selâmi Şahin, Pop)
Başka ürünlerini de bekleyeceğim / bekleyeceğiz Selçuk...
Okan Ü
Sevgili Okan ağabeyim, ben değil ama bir tanıdığım bu olayı kızı ile yaşamış ve bana birkaç cümle ile anlatmıştı. Bir zamanlar peygamberdevesi besleyen biri olarak ilgimi çekti ve olayı hafızama kaydettim. Günü geldi, zenginleşti, öykü oldu. Gelelim aşk meşk konusuna: şarkılardan yaptığın demet çok hoş, yıllar önce aşk acısını tatmış biri olarak, bu olayın tek taraflı bir delilik hali olduğuna eminim. Belki zavallı Peyami bu tutkusunun esiri olmuştur, kim bilir?
Sil