ANKARA MAGAZINE DERGİSİNİN NİSAN 2009 TARİHLİ SAYISINDA
YAYINLANDI.
bir zamanlar
ODTÜ’DE UYKUSUZ GECELER. . . .
Fakültede, çizim masamın önünde, tabureye tünemişim.
Dakikalardır gri renkli fon kağıdının üzerine kopyaladığım kurşun kalem
çizgilere boş gözlerle bakıyorum. Ne yapmam gerekliydi? Anımsamıyorum! Komşu
masada çalışan Taner (1) sesleniyor: “Amca (2) hadi bir iki saat kestiriver,
durumun çok kötü değil, rahat rahat yetiştirirsin!” ODTÜ Mimarlık Fakültesinin
üçüncü sınıfındayım. İkinci yarıyılın ikinci ve son projesini çiziyorum.
Teslime bir gün kalmış. Son gece. Ertesi gün 17.00 da proje hocamız Orhan
Özgüner (Sevgili Kel Orhan) başyapıtlarımızı (!) toplayacak. Çizimlerim
tamamlanmış, bir tek maketim kalmış, Eğimli araziyi oluşturacak kartonları üst
üste yapıştırmışım, projelerini çizdiğim değişik kütlelerin maketlerini beyaz
kartondan yapmışım. Trafik ve yaya yollarını önümdeki şu gri fon kağıdına
kopyalamışım. Yolları kesip arazinin üzerine yapıştıracağım, kütleleri
yerlerine koyacağım, süpürge otundan ürettiğim ağaçları da makete iliştirdikten
sonra işim bitiyor. Gerçekten dinlenmiş bir kafayla üç dört saatlik işim
kalmış, önümüzde yirmi saate yakın zaman var, ama ben bunun bilincinde değilim,
beynim çalışmıyor. Dördüncü gecedir uyumuyorum. Bir tek ikinci gecenin
ortasında, atölyedeki boş masalardan birinin üzerinde sırtüstü, gözlerimi
kırpmadan tavana bakarak, yarım saat kadar dinlenmiştim. Sırtım, kollarım,
belim, kalçam ve bacaklarım müthiş ağrıyor. Çalışma tempom çok yavaşlamış.
Gönyeyi sol elime, falçatayı sağ elime alıyorum. Projenin yollarını oymaya
çabalıyorum, yollar fena gitmiyor da, her kütlenin önünde beşer milim boyutunda
L oluşturacak otoparkları çıkartırken oldukça zorlanıyorum, gözlerim dalıyor,
çizilmemiş otoparkları da yolun iki yanına eklemişim, fark ettikten sonra
söylenerek onları kesip atıyorum, saatler geçiyor, yollar tükenmiyor. Güneşin
ilk ışıkları atölyenin penceresinden girdikten sonra yolların kesimi anca
bitiyor. Elime alıp, kaldırıp bakıyorum. Dantel gibi kesmişim. Şimdi iş, arazi
maketine yolları düzgün ve temiz bir biçimde yapıştırmak. İki masa öteden
Gündoğdu (3) sesleniyor. “Gözün aydın, işi bayağı kolayladın Amca!, hadi gel
biraz hava alalım!” Dışarının serinliği iyi geliyor. Birer sigara
tellendiriyoruz. Bir de kantin açılsa da çay falan içsek. En centilmenimiz
Turhan (4) sınıfın kızlarını toparlamış, evlerine götürüyor. Okul henüz
TBMM’nin arkasında. Günümüzdeki ODTÜ yerleşkesine (kampüsüne) taşınmaya bir yıl
var. Kızlar iki üç saat uyuyup geri gelecekler, evleri yakın, bizimki ta
İskitlerde. Ben gidemem, hem taksi o saatte çok para yazar, hem de dönüşüm
öğleni bulur.
Beş, on dakika sonra masalarımızın başına geliyoruz. Komşu
atölyedeki ikinci sınıftan ses çıkmıyor. Onların teslimi bir gün önceydi.
Çalışmalarını verip gittiler, evlerinde ya da yurtlarında bir güzel
uyuyorlardır. Jürileri bugün. Oysa üst kattaki dörtlerden klasik müzik
melodileri sızıyor. Biz akşam teslim edeceğiz. Jüri Pazartesi günü. Araya hafta
sonu giriyor. Jüriye biraz daha dinlenmiş olarak çıkabileceğim. Yavaş tempoyla,
özenle, yolları kestiğim fon kağıdının arkasına yapıştırıcıyı sürüyorum.
Zamkları taşırmamaya dikkat ederek arazi maketinin üzerine iliştirip yavaş
yavaş üstten sıvazlıyorum. Çok az bir bölümde yapıştırıcı taşıyor, olsun, zararı
yok, oraya bir ağaç dikiverir, oluşan lekeyi saklarım. Dört kütleyi arazi
maketini yaparken oluşturduğum çukurlara yerleştiriyorum. Ağaçlarımı diktikten
sonra, saat yedi buçuk gibi maketim bitiyor. Taner “Amca bana bırak, ben
projeni teslim ederim, git evine uyu!” diyor. Anlaşılan görünümüm hiç iç açıcı
değil. Okulda akşama kadar kalıp derslere girmeyi yeğliyorum. Tüm sınıf okulda
çizmiyoruz. Evlerinde çizenler de var. İşte Oya (5), kıpkırmızı gözlerle adeta
sallanarak geliyor. Çizimleri ve maketi elinde. Maketinin az bir işi kalmış,
okulda tamamlayacakmış.
Dokuz buçuktaki “City Planning” (kent planlama) dersinin
pek müşterisi yok. Beş altı kişi kolçaklı iskemlelere ilişmişiz. Dersin hocası
Sevgili Gönül Tankut halimize acıyarak bakıyor. Işıkları söndürerek saydam
eşliğinde ders anlatmaya başlıyor. Sınıf karanlığa bürününce üzerime bir
ağırlık çöküyor ve gözlerim kapanıyor. Dersten hiçbir şey anımsamıyorum. Tek
aklımda kalan Rahmetli Gönül Hocanın “Haydi sınıf! Uyanalım!” diye bağırarak
kürsüye birkaç kez yumruk atması. Anlaşılan dersi izleyen yok, tümümüz uykuya
yatmışız. Her darbede gözlerim açılıyor, bir an perdedeki saydamı görüyorum ve
anında yine dalıyorum. Sevgili hocamız dersi fazla uzatmıyor. “Haydi
projelerinizin başına dönün!” diyerek bizleri azat ediyor.
Dersin ardından kantinde iki bardak çay içiyorum. Çok iyi
geliyor. Ne de olsa demli çay. Poşet çayların yurdumuzu istila etmesine yıllar
var. Coca Cola bile yok. Mis gibi gazozlar içiyoruz. Sınıfa dönüyorum. Ayakta
duracak halim yok. Projelerini tamamlamakta olan arkadaşlara ağır tempoda,
elimden geldiğince yardım etmeye çabalıyorum.
Orhan Hoca 15.00 gibi geliyor, sınıfta şöyle bir dolaşıp
yapılanlara bakıyor. Bu saatten sonra projelerde değişiklik olanaksız.
Bitenleri topluyor ve beni daha da eziyet çekmekten kurtarıyor. Okulun önündeki
otobüs durağında çok beklemiyorum. İlk gelen Ayrancı – Ulus otobüsüne
biniyorum. Arka sahanlıkta, ayakta duruyorum. Her sarsıntıda düşebilirim. Gücüm
kalmamış. Yukarıya sıkıca tutunmaya çabalıyorum. Bu, ayakta uyumama engel
oluyor. Bir de uyusaydım çevredekiler her halde beni esrarkeş falan sanırlardı.
Ulus’ta ağabeyimin dükkanına uğruyorum. Yüzüme bakıyor ve “Hemen bir taksiye
binip eve gidiyorsun! paran var mı?” diyor. Yanıtımı beklemeden cebime bir beş
lira tıkıştırıyor, sırtımı sıvazlayıp dükkanın kapısını aralıyor. Sonradan
aktardığına göre, beni görünce çok korkmuş. Yüzüm koyu yeşille koyu sarı arası
bir renge bürünmüş. Gözlerim kan çanağı. Sakalım bir karış olmuş. Üstelik
tekeler gibi kokuyormuşum. Çok doğal, çünkü dört gece, beş gün bırakın yüzümü,
ellerimi yıkadığımı anımsamıyorum. Aynı çamaşırları, aynı giysileri, aynı
çorapları taşıyorum. Ayaklarım şiştiğinden ayakkabılarımın bağcıkları çözük.
Terleyip, terleyip terimi üzerimde soğutmuşum. Bol miktarda tüketilen, sınıfın
ortak markası Birinci sigarasının tüm kokusu üzerime sinmiş.
Evde annem durumumu görünce doğru banyoya koşturuyor,
termosifonu tutuşturuyor. “Yıkanmadan yatmak yok, seni bu kılıkla eve aldığıma
şükret!” diyor. Annemin sözlerini kavrayan kim? Yatağımın üzerine, battaniyeyi
bile açmadan, olduğum gibi yığılıyorum. Ve film kopuyor. Gerisini
anımsamıyorum. Ertesi gün oldukça dinlenmiş olarak uyanıyorum. Saate bakıyorum,
7.30 u gösteriyor. “Eh bir on dört saat falan uyumuşum! İyi ki jüri bu gün değil!”
diye düşünüyorum. Yattığım gibi, battaniyenin üzerinde, bir kalıp sızmışım.
Üzerimi falan değiştiren olmamış. Banyoda hala sıcak su var. Duşun altında
yarım saat kadar kalıyorum, ilk başlarda üzerimden katran renginde bir su
akıyor, gittikçe açılarak durulaşıyor. İyice mahmurlaşıyorum. Temizlenmiş,
paklanmış, sakal tıraşımı da olmuş bir durumda sofraya oturuyorum. Annem önüme
bir tabak tarhana çorbası sürüyor. “Anacığım iyi düşünmüş, okulda içim dışım
çay oldu, şimdi bu çorba ne güzel gider! Diyorum. Çorba bir çırpıda bitiyor.
Ardından bir tabak salçalı köfte geliyor. “Ne yani sabah, sabah bana köfte mi
yedireceksin? o kadar besinsiz kalmadım!” diyorum. “Oğlum hangi sabah? akşam
oldu, yirmi dört saatten fazla uyudun, istersen çay da demlerim!” diyor. O
zaman dank ediyor. Haziranın başı olduğundan uyandığımda ve yemek yerken hava
hala aydınlık. Ben uykuda ne kadar kaldığımı bilemiyorum. İyi ki jüri Pazartesi
günü imiş, yoksa bir de onu kaçıracaktım.
İşte öğrencilik ve meslek yaşantımızın çoğunluğu, bu biçimde
uykudan fedakarlık ederek geçiyor. Hele o üçüncü sınıftaki öğrencilik
günlerimiz yok mu? Uykuyu resmen haftada altı geceye indirgemişiz. Bir gece
mutlaka herhangi bir dersin çizimi için sabahlıyoruz. En fasa fiso dersimiz
“mechanical equipment”ın (sıhhi tesisat) son ödevini bitirmek için bile
atölyeye yollanırken halimize gülüyoruz. Sabahlamak mimarlık mesleğinin
raconunda var. Birinci sınıf öğrenciliğimiz evresinde bile sabahlamak için
sabırsızlıkla bekliyoruz. Üst sınıf öğrencilerini gördükçe açıkça bir gece hiç
uyumadan çalışabilmeye özeniyoruz. Günümüzün öğrencileri çok şanslılar.
Bilgisayar icat oldu, mertlik bozuldu. Bizim elle üç dört günde
bitirebildiğimiz çalışmayı onlar bir gecede tamamlayabiliyorlar. Ancak
tasarımların niteliği o düzeyde azalıyor. Genç kuşaklarla zaman zaman yaptığım
sohbetlerde “Bizler öğrenci, hatta deneyimli mimar iken, projelerimizi trilin,
grafos gibi ilkel araçlar kullanarak çizerdik, rapidograf bile henüz icat
edilmemişti. Siz benim yaşımda ve pozisyonumda olduğunuzda kendi
öğrencilerinize ne diyeceksiniz? çok merak ediyorum, Yoksa siz de bundan kırk
küsur yıl sonra çizimlerinizi bilgisayar gibi ilkel bir araçla mı çizdiğinizden
söz edeceksiniz!” diyorum.
Mimar olmaya neden ve nasıl karar veriyorum? Liseli
yıllarımda teknik bir eğitim alacağım belli oluyor. Güzel sanatlara, özellikle
müzik, resim ve yazına düşkünlüğüm var. Bütün bu sevdiğim dallar mimarlıkta
buluşuyor gibime geliyor. Üstüne üstlük lise son sınıftaki geometri hocam
Sevgili Mösyö Yomtov Garti “tasarı geometri” problemlerini bir çırpıda
çözdüğümü görünce bana “Yoksa mimar mı olacaksın?” gibi bir söz ediyor.
Mahallemizdeki ve lisemizden mezun olanlar arasındaki üniversite öğrencilerini
izliyorum. Siyasal Bilgiler ya da Hukuk Fakültelerinde okuyanlar yılsonu sınavlarına
çalışabilmek amacıyla saçlarını kökten kazıtıyorlar, bu yüzden sokağa
çıkamadıklarından (o yıllarda dazlak kafa modası yok) en az bir ay boyunca
sayfalarca satırları ezberliyorlar. Oysa Güzel Sanatlar Akademisinde (günümüzde
Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okuyan, Çardak Sokaktan Erol Ağabeyin ders
çalışma yöntemi hiç te öyle değil. Ara sıra Beşiktaş’ta kaldığı pansiyona
ziyaretine gidiyorum. Sırtında eşofmanı, masasına yapıştırdığı resim kağıdı ya
da aydınger üzerine çini mürekkebi ve/veya renkli kalemlerle şekiller çiziyor,
aynı anda pikabından gelen güzel nameler eşliğinde, artık o anda evinde ne
varsa, şarabı, çayı ya da kahveyi yudumluyor. “Oturup resimler çiziyorsun ve
sınıfını geçiyorsun, ne güzel eğitim bu!” dediğimde “Üstelik ileride bunlar
için bana dünyanın parasını ödeyecekler!” diye yanıtlıyor.
Birinci sınıfta pek öyle uzun çalışacak durumumuz olmuyor.
İkinci sınıf ve proje dersiyle birlikte bitmeyen geceler başlıyor. İlk
sınıftaki basit çizim ödevlerini evimizdeki oldukça düzgün yüzeyi olan yemek
masasının üzerinde yapabiliyorum. Küçük boyutlu kağıt ya da kartonlar üzerinde
çalıştığımızdan, onları yemek vaktinde masadan sökmek, yemek olayı bittikten
sonra, yeniden saydam bant kullanarak masaya yapıştırmak çok güç değil. Gece
yarısına doğru da en gaddar çizim ödevini bitirip olağan uykumu uyuyorum.
İkinci sınıfla birlikte geniş çizim masasına gereksinim
başlıyor. Gerçi ağabeyimin mimar arkadaşı Ertuğrul Ağabeyin (Özakdemir) evinde
kullanmadığı planş (çizim tahtası) bizim eve geliyor ama, öğrencilerin bir
bölümü ile okuldaki atölyenin gizemli ortamında çalışmak daha akılcı.
Birbirimize yardım da ediyoruz. Örneğin Taner benim maketimin çatısını yaparken
ben de Cem’in (6) projesine serbest elle yazı yazıyorum. Özellikle ön ve ana
jüriler öncesi çizimlerimizin ve maketlerimizin üretilmesi günleri ve geceleri
alıyor. Söz konusu günler son dersten sonra Kızılay’da birkaç tur atıp
havalanıyoruz. Ardından Piknikten sandviçlerimizi, Köroğlu Bakkaliyesinden
gazozlarımızı, zaman zaman şaraplarımızı alıp okula dönüyoruz. Tranzistörlü
radyomuz, plakçalarımız, kırk beş ve otuz üç devirli plaklarımız da hazır
oluyor. İlk birkaç gece saat üçlere, dörtlere kadar çalıştıktan sonra boş çizim
masalarının üzerine doğrudan yatıyor, başımızın altına bir çanta uyduruyor,
üzerimize de paltomuzu örtüyoruz. Sağlıklı bir uyuma türü değil. Sabaha doğru
uyandığımızda altımızdaki sert çizim tahtası yüzünden sırtımız ve belimiz
ağrılar içinde kalmış, boynumuz tutulmuş oluyor. Bu arada üst sınıflarda
rahatına düşkün, şişme yataklı, battaniyeli öğrenciler de var. Jüri öncesi son
gece mutlaka sabaha dek uyumadan çalışmak gerekiyor. Zaman zaman son gece
öncesi de sabahlamamız zorunlu oluyor. Benim rekorum başta anlattığım dört
gecelik uykusuzluk, ama orada ana neden projenin bitirilmesinin zorlanması
değil ikinci uykusuz geceden sonra beynimin durması ve sağlıklı düşünememem.
Neyse ki serde gençlik var. Yirmili yaşlarımızın başındayız, bir iki saat
dinlenmeden sonra bile bedenimiz kendini toparlıyor.
Gene böyle bir jüri öncesi sabahlamaktayız. Bu kez projeler
akşamüzeri değil, sabah dokuzda toplanacak. Yediye doğru Gündoğdu bana dönüp
“Amca! ben köşedeki taburenin üzerinde bir süre kestireceğim. Yarım saat sonra
beni uyandırıver!” diyor. Çizimlerinin durumu kritikleşmiş. O yarım saat onun
için çok önemli ama yapabilecek bir şey yok. Pili tükenmiş. Birlikte
masalarımızdan kalkıyoruz. Köşeye doğru yollanıyoruz. Tabureye oturuyor ve
başını duvara dayıyor. Anında içi geçiyor. On saniye oluyor olmuyor, omzunu
dürtüyorum: “Kalk Gündoğdu, yarım saat doldu!” diyorum. Uyanıyor. Tatlı tatlı
geriniyor: “Oh! Çok iyi geldi, sizlere de öneririm, bir yarım saat uyuyun!”
Masasının başına çöküyor ve son hızla çiziktirmeyi sürdürüyor. Çok zeki bir
çocuk ama uyumadan önce açılmasına yarım saat kalan kantinin uyandıktan sonra
da neden yarım saat sonra açıldığının sırrını bir türlü çözemiyor. Saatine
bakıyor “Şu kantin de amma geç açılıyor!” diye söyleniyor. Jüriye çıkıp
ikimizin de geçerli not almamızdan sonra o sabah kendisini anca on saniye uyuttuğumu
söylüyorum. Boynuma sarılıyor, yanaklarımdan öpüyor “Sağ ol be Amca! Hayatımı
kurtarmışın!” diyor.
Proje tesliminden sonra eve gidip gündüz uykuya yatarsam
gecenin bir vakti uykumu almış olarak uyanıyorum, ardından sabaha dek uyku
tutmuyor. Bu yüzden akşama dek vakit doldurmayı kararlaştırıyoruz.
Ulus Sinemasında Brigitte Bardot’nun “Babette Harbe
Gidiyor” filmi oynuyor. Taner, Cem ve Cengiz’le (7) Öğlene doğru Kızılaya
iniyoruz. Rumeli İşkembecisinde bol sarımsaklı işkembe çorbasına yumuluyoruz.
14.00 seansı için sinemaya giriyoruz. Filmin başlangıç saatini yanlış
biliyormuşuz. 14.15 imiş. Oturduğumuz koltuklarda kaykılıyoruz. Salonun tüm
ışıkları yandığı halde ikişer ikişer kafa kafaya verip fosur fosur uyuyoruz.
Çevreden bizlere kötü gözlerle baktıklarını duyumsuyorum. Haklılar da. Gündüz
gündüz sinemaya gelip sızan adamlar tekin olabilirler mi? Film başlıyor. Neyse
ki jenerik bayağı gürültülü. Gümbür gümbür bir savaş müziği çalıyor. Ancak
başlangıç bölümünü, onu da yarım yamalak izleyebiliyorum, ardından yine içim
geçiyor. Koltuk üzerinde uyuklamaktansa, eve gider yatağımda adam gibi uyurum.
Yanımda sızmış Cengiz’i dürtüyorum: “Haydi bana eyvallah!” Beni duymuyor bile.
Sinemadan çıkıyorum. Evimizin yolunu tutuyorum
Aralık 2008 – Mart 2009
(1) Taner Alev. Sınıf arkadaşım. Günümüzde ENKA Moskova
şantiyeleri sorumlusu.
(2) Amca. ODTÜlü yıllardaki takma adım.
(3) Gündoğdu Gencer. Sınıf arkadaşım. 1972 de Avustralya’ya göçtü, mesleği
orada uyguluyor.
(4) Turhan Boro. Sınıf arkadaşım. İzmir’de serbest büro sahibi.
(5) Oya Uras. Sınıfın kızlarından. Yetmişli yıllarda İngiltere’ye yerleşti,
orada mimarlık yapıyor.
(6) Cem Akdamar. Sınıf arkadaşım. Günümüzde Yeditepe Üniversitesinde öğretim
görevlisi.
(7) Cengiz Onaran. Sınıf arkadaşım. İzmir’de serbest büro sahibi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuz okunduktan sonra yayınlanır. Yorumunuzun altına ad ve soyadınızı yazınız, Kimliği belirsiz yorumlar yayınlanmaz.