ODTÜ MİMARLIK
NOTLARI
“Yolboyu”,
Yeni İnsan Yayınları, Temmuz 2019, İstanbul kitabımdan alıntıdır.
2.
Yeni Yerleşke
Okulumuzun yeni yerleşkesindeki küçük
mimarlık amfisi, koromuzun konserini izlemeye gelenlerle doluydu. Bu orada
düzenlenen ilk etkinlikti. Oldukça kalabalık sayılabilecek topluluğun coşkulu
şarkıları salon dışına da taşıyordu.
At
ovada toz kaldırır. Rüzgar gibi hep saldırır
Sal
sürüyü düz ovaya. Dağ başını sor nerede.
Yol
yorgunu kal derede.
Dağ
serindir. Çay derindir.
Bülent Arel yönetimindeki Madrigal Korosunun çoğunu biz
mimarlık öğrencileri oluşturuyorduk. Koronun herhalde tek nota bilmeyen üyesi
bendim. Nuri, Mehmet, Okan ve Cemal baslar arasında; ben ise Cengiz, Günhan,
Demokan ve Durkan’la birlikte tenorlar arasındaydık. Kırım Tatarlarının
öyküsünden bir Rus besteci tarafından uyarlanan ezginin “al atını” diye
başlayan birinci dizesini açık saçık sözlerle değiştiren Okan’ın hemen
arkamdaki sesi neyse ki ne önümüzdeki Alto ve Sopranolar ne de izleyiciler
tarafından duyulmuyordu.
Okulun hala bir sürü eksiği olduğu yeni yerinde, ilk tamamlanan mimarlık binası bünyesinde hemen kullanıma giren bu toplantı salonuyla yanı başındaki küçük müzeye öncelik verilmiş olması geleceğe dönük bilinçli bir kültürel seçimdi. Müze, okul arazisi içindeki Yalıncak Köyüne yakın biri Tunç çağı, diğeri Galat dönemi kalıntısı iki yerleşim yerinden çıkarılmış toprak ve metal eşyalara ev sahipliği yapıyordu. Ankara Kalesinde de harçları bulunan bu Kelt topluluğunun Roma döneminde Britanya’nın Atlantik kıyılarından, önce Balkanlara, sonra Bizans İstanbul’unun Galata’sına ve oradan da Ankara Çorum ve Yozgat dolaylarına gelerek buraları Frig’lerle paylaşacak olması tarihin en şaşırtıcı öykülerinden biri olmalı. Yaptıkları binalar ve kullandıkları eşyalar dışında genetik kalıntılar da belgelenebilir olsaydı, bize kim bilir neler anlatırdı.
Bozkırın Çağrısı
![]() |
Ağaç Dikme Törenleri Bütün Okulun katıldığı bir yardımlaşma örneği |
Kuruluş Süreci ve Öğrenim Bir Arada
Mimarlık, ilk yerleşik yapı olduğu için
okulun kalbinin attığı yerdi. Kendi
bölümleri yapılana kadar bize konuk olan bol kız öğrencili İdari ve Beşeri
İlimler öğrencilerinden yakınmak için de hiçbir nedenimiz yoktu. Mühendislik
bir süre daha yerleşkenin üst taraflarındaki yeni barakalarında devam edecekti.
Projeyi yarışmayla kazanan Mimar Behruz Çinici, üniversiteyi “sosyal
bir topluluk” olarak niteleyen ODTÜ’nün kurucularından ve ilk
yöneticilerinden biri olan Thomas Godfrey’in belirlediği “akışkan ve esnek
bir yapı” hedefi doğrultusunda, dünyada çok az mimara tanınan
özgürlüklerle, dar arsa sınırları, katı imar yasaları, rant kaygısı, parasal
kısıtlar veya mülk sahibinin huysuzlukları gibi hiçbir sorunla karşılaşmadan
rahat çalışabiliyordu.
Yapının kabuğu ve taşıyıcı elemanları, Türkiye’de daha önce örneği olmayan boz renkli,
sıvasız, çıplak betondu. Beraberinde kullanılan beyaz beton briketler,
çıplak tuğla ve cilalı sert ağaçlar da bu malzemelerin en
katıksız kullanım örnekleriydi.
Arsanın rahatlığıyla uyumlu plan, ortadaki bir iki katlı toplanma ve dağılma alanından başlayarak birbirine eklemlenmiş cepler ve avlularla her yöne açılıyordu. Binanın ısıtma projesini yapan tesisat mühendislerinin hiç hoşuna gitmeyecek olsa da, bu çok girintili çıkıntılı yapının içinde ve dışındaki her köşe bucak, kullanıcılarıyla buluştukça okulun yaşam kültüründe kendi özel yerini alıyordu. Bir çeşme ve havuzun yanından geçerek küçük Mimarlık Oditoryumu ve ODTÜ müzesini Fakülteye bağlayan saçaklı yol aynı zamanda, üniversitenin her türlü hava koşullarına açık taş kaplamalı ana dolaşım arterine de açılıyordu. Buraya bağlanan diğer yapıların da birbirinden bağımsız tasarımlanmasına izin veren bu yaya yolu, belki de, ODTÜ’de yaşanan canlılığın bir başka nedeniydi. Mimarlık fakülte binasının tasarımına egemen bir planlı dağınıklık anlayışı, bir sırt üzerine özgürce yerleştirilen üniversitenin geneline de yansıtılmış gibiydi.
![]() |
ODTÜ’nün bizim ilk yıllarımızdaki Havadan Görünümü |
Ne Kadar Mimarlık, Ne kadar Mühendislik
3. sınıfla
birlikte dersler, biraz daha genişleyip çeşitlenmişti. O dönemde Mimarlar ve
İnşaat Mühendisleri birbirinin yerini doldurabilir meslekler olarak algılandığı
için statik dersleri de önemini koruyordu. Mimar ve mühendis bulunmayan küçük
il ve ilçe belediyelerinde tekniker veya fen memurları müdür olarak
atanabiliyor; bulunan yerlerde de mühendisler mimari; mimarlar da statik
projeler yaparak imzalayabiliyordu. Yapının hangi yüklerle karşı karşıya
kalacağı ve buna direnen taşıyıcı unsurların nasıl gerilimler üstleneceği
konusu mimari tasarımın en önemli başlıklarından ve kavramsal olarak benim de
en sevdiğim konulardan olduğu halde, bir kirişin veya kolonun kesit alanını
hesaplamada kullanmak üzere ezberlenecek formüllerle aram hiç iyi değildi…..
….. Talas ve Tarsus’taki özgür eğitim
ortamında kendi seçtiğim konularla bana dayatılanlar arasında ciddi bir çelişki
yaşamadığım için kendimi, bir şekilde mimarlık için bütünüyle gereksiz saydığım
bu dersleri bir kenara bırakarak asıl önemli saydığım diğerlerine yüklenme
özgürlüğüne sahip olduğuma inandırmış olmalıyım. Ne yazık ki bunun
bedelini son sınıfta, aynı dersin bir başka hocası olan Metin Berkman’ın aptal
formülleriyle bir yıl daha fazladan oyalanarak ödemek zorunda kalmıştım.
Barınma da Başlı Başına bir Sorundu
ODTÜ’nün ilk yerleşkesi döneminde Bülten Sokaktaki öğrenci yurdunda 8 kişilik ranzalı odalarda iyi kötü idare ederken ve oradan kimse bizi kovalamadığı halde, Tamer ve Özcan’la ortak bir ev kiralamaya karar vermiştik. İlk kiraladığımız yer, Gazi Osman Paşa’nın biraz yukarılarında bir albaya ait tek katlı bağımsız bir evdi…… Ankara kışını kalorifersiz, sobasız ve perdesiz bir evde geçirmenin ne anlama geleceğini yaşayarak görecektik. Yeni yerleşkeye taşındıktan sonraki ikinci evimiz Dikmen Vadisinin yukarılarında, Rus Büyükelçilik Rezidansının arkalarında bir yerdeki kömür tozu renkli bir apartman katıydı. ..... Buzdolabının yokluğunda evde pirinç, makarna, patates, soğan, çay ve şeker gibi şeyler bulunur; yağ gerektiğinde alınırdı. Temel protein kaynağımız yumurtaydı. Dışarıda yemediğimiz günlerde bir veya iki gün önceden kalan pilav veya makarnaları soğanla yağda kavurup üzerine yumurta kırdığınızda şaşırtıcı lezzetler ortaya çıkabiliyordu…… Bütün bu derbederliğin ortasında aklımda ve gönlümde, bana yepyeni düşünce kapıları açan Modern Mimarinin ustalarına da yer açmam gerekiyordu.
Kargadan Mimar Olur mu?
Fransızcadaki karga sözünden yola çıkarak kendine yakıştırdığı Le Corbusier takma adı ve bazı eserlerinde imza yerine kullandığı karga çizimiyle tanınan Charles-Edouart Jeanneret’in bir heykeltıraş duyarlığıyla kalıplara döktüğü brüt betonarme ile yaşadığı aşk ilgi çekiciydi. Doğal ortamda sergilenen birer heykel olarak gördüğü yapılarını kolonlar üzerinde yükselterek altından topoğrafyanın özgürce akıp gitmesine olanak tanıyordu.
Kübizmin içinden çıkardığı yeni bir arınma akımıyla karmaşadan uzak dingin bir ortam, matematiksel bir
saflık ve her yerde her zaman geçerli endüstriyel bir güzellik
aramaktaydı. Bu açıdan onun Marsilya’daki Toplu Yaşam Apartmanı
örneğindeki:
“Ev,
içinde yaşanan bir makinadır!”
sözünü de, 2. Dünya Savaşı sonrası bütün
Avrupa’da ortaya çıkan konut açığı ve çağdaş yaşamın gereklerine uygun bir
iskan arayışına bağlamak gerekiyordu. Mimarlık ancak kültür, dönem ve
coğrafya bağlamında anlaşılabilirdi.
![]() |
Unité d’habitation, Corbusier’in Marsilya apartmanları |
![]() |
Kedi ve Çaydanlıklı Kadın
Corbusier’in bir Purist (arınmacı) Tablosu. Mimarlık ve şehirciliğinin yanı sıra Resim, heykel, desen baskı ve mineleme gibi sanatları da güzellik arayışında bir laboratuvar olarak kullanmıştır. |
Önden arkaya dümdüz taranmış saçlarıyla o
günlerde herkesin okuduğu çizgi roman karakteri sihirbaz Mandrake’ye
benzeyen Aptullah Bey, kusursuz Yale İngilizcesiyle derste, mimarlığın
ortam koşullarından bağımsız ele alınamayacağını vurgulamak için eski Mısır’ı
örnek gösterirken:
“Yaz ve kış farkı çok az olduğu için iklimlerin; ölüm bir son olarak kabul edilmediği için yaşamın ve dağlık ve tepelik hiçbir yer olmadığı için de topoğrafyanın sürekli olduğu bir yer ve zamanda imparatorluğun gücünü vurgulamak için piramitlerden daha uygun bir yapı olabilir miydi?” diye soruyordu.
Corbusier için betonarme ne ise, aynı düşünce ve sanat akımlarından beslenen Mies van Der Rohe için çelik ve cam oydu. Günümüzdeki giydirme cepheli gökdelenlerin atası sayılabilecek yapılarında, antik Yunan tapınaklarının incelikli uyumunu, sadelik ve ağırbaşlılıkla kullandığı metal elemanlarla elde etmeye çalışmıştı. Asıl başyapıtı;
“Az
çoktur” ve “Tanrı ayrıntıda gizlidir”
düşüncelerini en iyi yansıtan Farnsworth
Eviydi. 1945 te inşa edilen, çatı, döşeme ve giriş düzlemleri ince
çelik kolonlarla taşındığı için havada yüzüyormuş gibi görünen, banyo ve
tuvalet dışında dört bir yanı saydam bu küçük ev, herkes için uygun bir
konut sayılmasa da devrimci bir tasarımdı. İçinde başkaca bir duvar ve kapı
barındırmayan bu yaşam alanı, giderek onun uzay kirişlerle daha geniş
açıklıklar yaratarak tasarımladığı “her koşula uyarlanabilen esnek” mekan
anlayışının da başlangıcıydı.
Bu ustaların üçüncüsü ve bana göre en büyüğü olan Frank Lloyd Wright, bir doğa tutkunu ve kendi tanımladığı “organik mimarlığın” efendisiydi. Diğerlerinden farklı olarak:
“Biçim ve
işlev bir ve aynı şeydir”
diyen Wright, ne kişisel ne de ortak
herhangi yapı sistematiğiyle bağdaştırılamadığı ve kendini hiç tekrarlamadığı
için taklit edilmekten kurtulabilmiş; hep özgün kalabilmiştir. Bir
çağlayanın üzerinde bir ağaç gibi tutunan Kauffman Evi ile Arizona
çölünde bir kaktüse benzeyen atölye ev karışımı Talesin West gibi
yapıları:
“Doğa
buraya bir şey koymak isteseydi o herhalde böyle yapardı”
dedirtecek kadar doğru ve çarpıcı olduğu
için hep tartışılan:
“Mimar doğulur mu, yoksa olunur mu?” sorusuna da bir cevaptı.
![]() |
Taliesin West, Frank Lloyd Wright’ın Çöldeki Ev + Stüdyo Binasından iç ve dış görünüm.
Tarzları farklı olsa da bence, İspanyol Mimar Antoni Gaudi’nin ayrıntılardaki hakkını bir kenarda saklı tutarak, birçokları tarafından “Dünya’nın gelmiş geçmiş en büyüğü” olarak da nitelendirilen Wright’ın Bozkır Evlerine, bir ağacın dalları gibi yana uzanan konsollar ve Osmanlıdaki gibi yayvan ve derin saçaklar damgasını vurmuştu. Bu yapılarda evin merkezi ateş ve bacaydı. Evin derinliklerine ilerledikçe ocağın önünde doğru iyice daralan mekan ve alçalan tavan, ilkel insanın mağaralarda bulduğu “ana rahmine dönüş” özlemine de göndermeler taşıyordu.
Amerikan mitolojisindeki yalnız ve güçlü insan kavramının en büyük imlerinden biri olarak da öne çıkan Wright, Amerikan kapitalizminin ahlaki altyapısını oluşturmayı hedefleyen Ayn Rand’in kendi adlandırdığı “objektivizm” felsefesini anlatan “Öyle bir Pınar ki” isimli birinci romanının kahramanı Howard Roark için de esin kaynağı olmuştu. Az konuşan, sözünü tekrarlamayan ve kimsenin etkisinde kalmayan Roark, iş bulamadığında taş ocaklarında çalışabilmekte; sırf düşünceleri yaşam bulsun diye kendi adının yer almayacağını kabul ederek başka mimarlar için çizdiği proje tamamlandığında da baştan koşul olarak öne sürdüğü:
“Hiçbir yerinde hiçbir nedenle en ufak bir değişiklik yapılmayacaktır” sözü tutulmadığı için inşaatı dinamitle havaya uçurabilen birisiydi.
Öğrencilik yıllarımızda okuduğumuz bu roman ve başrolünde Gary Cooper’ın oynadığı film, biraz abartılı da olsa meslek onuru konusunda verdiği örnekle bizi derinden etkilemişti. Ancak Rus asıllı bir kadın yazar olan Ayn Rand’in hedefi bunun da ötesindeydi. Nietzsche’nin üstün insan kavramından yola çıkarak ama Amerikan Anayasasıyla da çatışmayan yeni açılımlarıyla, başta Hristiyanlık olmak üzere bütün dinlerce kutsanan özveri kavramını ve yönetim biçimi olarak diktatörlüğü aynı şiddetle yerden yere vuruyor; seçkinci bireysellikle ona gönüllü bağlılığı yüceltiyordu. O zamanlarda tam anlamamış olsam da Sadi’nin Tarsus’taki bir kitap özetinden Rand’in, “Umursamayan Dünya” diye de çevrilebilecek bir başka romanının kahramanı John Galt:
“Kimse
uğruna yaşamayacağım ve kimsenin benim uğruma yaşamasına izin vermeyeceğim”
diye yemin ediyordu.
Hin-i Hacet Otobüsü
Proje dönemlerinin sonlarına doğru birbirimizden güç almak için toplandığımız yer yine fakülte binasındaki stüdyomuzdu. Dıştan bakanlara “dalga geçiyormuş” gibi görünen eskizlerimizi her zaman ve her yerde sigara kartonları ve küçük kağıtlar üzerinde bile çalışabilirken evde benim, doğru dürüst bir masa üstü çalışma düzenim yoktu. Bu nedenle benim durumumda olanlarla birlikte stüdyo, herkesten çok bizim evimiz gibiydi. Kış ortasında okul, sabaha kadar ısıtma kararını alınca biraz rahatlamış; sabahlama tekniklerimiz daha da gelişmişti. Biz masaların üzerinde, ters çevrilmiş çekmeceleri yastık yaparak bir iki saat uyurken Akın, çizim tahtasının altındaki demir ayaklara battaniyeden bir hamak kurmayı başarmıştı. Akın’ın yaratıcı çözümleri bununla da bitmiyordu. Sabaha karşı arkasına iple bağladığı çekmecelerle de sırt ağrılarına bir çözüm bulmuştu. 100cmx70cm paftaların uzak ucunda, hele paftaya dokunmadan “konsol çalışarak” bir şeyler çizmek, belimizi ve sırtımızı çok zorluyordu.
Gündüz saatlerinde şehre gidip gelen dönüşümlü otobüs seferlerinin yanı sıra vardiyalı işçiler ve öğrenciler için bir de gece yarısı servisi vardı. Adını kendi aramızda, “başka çare kalmadığında” anlamına gelen:
“Hin-i Hacet
Otobüsü”
koymuştuk. Proje teslimine yakın
tarihlerde, sabahlamayacağımız günlede bu gece yarısı otobüsünün en düzenli
kullanıcısı bizlerdik. Aklımda yanlış kalmadıysa, açık ten ve göz rengine
sahip çocuk yüzlü Konyalı sürücüsü, dökük saçlarını her zaman bir fötr şapkayla
örter ve otobüsü yaz kış bazen terlikle, bazen de yalınayak kullanırdı.
Kaloriferi olmayan otobüsünü, içine kurduğu ve bacasını tavanından çıkardığı bir
odun sobasıyla ısıtıyordu.
Kışkırtıcı
Eğitim
Birinci sınıftan sonra bizden ayrılarak o günkü adıyla Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne geçen Nejat’ın anlattıkları ve zaten her yerde eleştirilen “arkada çanta taşıyan asistanlar” görüntüsü, büyük bir kurumsal birikim ve değerli hocalar söz konusu olsa da bize yabancıydı. Fransa’daki “Beaux Arts” anlayışının “usta-çırak” modelini uygulayan Akademide projeler, “kürsü” hocasına “tashih” için sunuluyor ve üstat onu kırmızı kalemle düzeltiyordu. Kimin geçip kimin kalacağına hoca karar veriyordu.
Bizde araştırma, orada ise ustadan çırağa
aktarılan bilgiler ve deneyim ön plandaydı. Bizde
konular genel başlıklar altında incelenip gerisi öğrencinin araştırarak
öğrenmesine bırakılırken onlardaki, genel içinde çok küçük bir bölüm oluşturan
“Merdiven” dersi beni çok şaşırtmıştı. Galiba, İTÜ Mimarlıkta da işler
böyle yürüyordu.
Barakalarda Bir Jüri Toplantısı
Düzenli görüş alışverişiyle projeleri
ilerletmenin jüri aşamasını yarı yarıya garantiye almak demek olduğunu çok iyi
bildiğim halde, ben işi zorlaştırıyordum. Projelerimi gelişme aşamasında kimse
görmüyor; jüride tahtaya asıldığında da herkes için sürpriz oluyordu. Bunun
nedenlerini mantıklı bir biçimde açıklayabilmek ise o kadar kolay
değildi.
Her şeyi tartışmaya açan ve “üstat kültünü” reddeden okul ikliminden kendime göre sonuçlar çıkarmıştım. Özgün ve bağımsız olacaktım! Bizim toplumumuzda bugün bile hala hoşgörüyle karşılanan tarih ve eser taklitçiliği, yaratıcılığı da öldüren önemli bir değer ve bir ahlak sorunuydu. Bir diğer neden de yaptığım işi tam olarak olgunlaştırmadan hiç kimseye göstermek istemeyişimdi. Yine kendime göre:
“Değer
yaratan düşüncenin kendisidir; sunum sıradan bir işlemdir”
anlamına gelen, dilerseniz ukalaca, bir seçim daha
yapmıştım.
Tasarıma orantısız büyüklükte zaman harcıyor; çizime ve makete yeterli zaman bırakmıyordum. Jürilerde yorgunluk ve uykusuzluk; çizimlerde de eksikler oluyordu.
“İyinin
en büyük düşmanı en iyidir.”
deyimini, öğrenciliğin alçakgönüllü
konumunu ve deneyim eksikliğini hiç aklıma getirmeden haddimi
bilmezlikle aradığım, galiba kusursuzluktu. Sigara tüketimi ise bu aşamada günde 3 pakete
çıkmıştı.
Farklı Düşünme Özgürlüğü
Bu kışkırtıcı eğitime herkesin tepkisi aynı değildi. Kimi yol yakınken okul veya bölüm değiştirmişti. Konulara üç aşağı beş yukarı benim gibi bakan, ama belirli aralıklarla kritik almayı da ihmal etmeyen ve daha uygun koşullarda çalışabilenlerden bazıları da sorunsuz ilerlerken ben, iki dönemden bir yıl kaybetmiştim. Buna, özellikle ilk çıktığımız evlerde yaşadığımız zorlukların payını da katmak gerekir. Geri kalan çoğunluk ise daha alçakgönüllü hedeflerle hiç dikkat çekmeden ve sene kaybetmeden sınıfları atlayan; eksiksiz ve neredeyse profesyonel çizimleriyle panoları donatan uyumlu ve “çalışkan” öğrencilerdi.
Yaşça bizden büyük olan Erdal’ın yaklaşımı biraz farklıydı. Matematiğin tek sonuçlu kesin yanıtlarına alışkın olan düşünce yapısına göre olup bitenler kendi sözleriyle biraz da:
“idrardan
ruh tahliliydi.”
Açıkça dile getirmemiş olsa da benim
anladığıma göre yaratıcılık ve yenilik arayışı, öğrenmenin önüne geçmemeli,
usta çırak ilişkileri dışlanmamalı ve insan:
“Amerika’yı
baştan keşfetmek zorunda kalmamalıydı.”
Güvenli bir liman gibi göründüğü için epey taraftarı olan bu düşünce tarzının da okulun özgürlük ortamında kendine göre bir yeri vardı...
ODTÜ Mezunu İlk Öğretim Üyeleri
O günlerde Mimarlık Bölüm Başkanımız olan
Orhan Özgüner, tok bir ses ve kesin bir kararlılıkla Ziya için söylediği:
“Arkadaşınız
mimariyi seviyor!”
sözünü, aslında kendisi de hakkedecek
biçimde titiz ve tutkuluydu. Doruk Pamir, Kemal Aran, Yıldırım Yavuz ve
Ahmet Gülgönen ODTÜ’nün ilk dönem mezunlarındandı. Doruk Pamir hariç
Çoğunluk ODTÜ’den sonra Pennsylvania’da Modern Mimarinin ikinci kuşak en büyük
ustalarından biri olan Louis Kahn’ın da öğrencileri olmuştu. Orhan
Özgüner de onun öğrencilerinden biriydi. Aptullah Bey ODTÜ’den ayrılıp Robert
Akademisini Boğaziçi Üniversitesine dönüştürecek kurucu Rektör olmak üzere
İstanbul’a gittiği ilk yılında, Rumeli Hisardaki evinde tez danışmanlığımı
sürdürürken bir ara bana, ODTÜ’nün sınavsız bir döneminde başarıyla seçilen bu
öğrencilerinden kıvanç duyduğunu söylemişti.
Işık ve karanlığı çok büyük bir ustalıkla kullanan ve yüzlerce yıllık tarihi binaların görkemini yapılarına en başından kazandıran, eski Rusya, yeni Estonya doğumlu bu ustanın Musevi; soyadının da Kahn oluşu bende hep Macar Yahudisi Arthur Koestler’in 13. Kabile kitabından esinlenen kurgusal varsayımlar yaratmıştır. Koestler, bütün Doğu Avrupa Yahudiliğinin Volga boylarındaki Türk Hazar İmparatorluğu kaynaklı olduğunu öne sürmektedir.
Toplumcu Düşünce
Toplumcu Grubun seçimleri kazanması, 1961 Anayasasının getirdiği özgürlüklerle kitapçı vitrinlerinde yavaş yavaş Marks, Lenin ve diğer sosyalist düşünürlerin kitaplarının görülmesiyle aynı döneme rastlıyordu. Nazım yeniden hatırlanıyordu. Toplumların ilerlemesini sağlayan itici güç üstün bireylerle sıradan insanlar arasındaki çelişkide değil, emek - sermaye arasındaki sınıf çatışmasında yatıyordu. Bütün insanlık tarihi boyunca:
“Geçerli
olan insan algısıdır. Maddesel dünya bir yanılsamadır”
görüşünü ve dolayısıyla da inancı yücelten
idealist düşünceyle:
“Madde,
insan algısından bağımsız vardır ve var olacaktır. Düşünce ve bilinç, maddenin
türevidir”
görüşünü savunan maddeci bilimsel
düşünce birbiriyle çelişmiş ve toplumların yazgısını belirlemişti.
Bilimsel doğrulamanın temelini oluşturan diyalektik mantık da yaşamın her evresinde geçerli yeni bir düşünme yöntemi öneriyordu. Bir sav, karşıtıyla yarıştığında bir sonuç doğuruyor; bu sonuç sürekli döngünün bir sonraki aşamasında yeni sava dönüşerek bu sefer kendi karşıtıyla yepyeni bir sonuç üretiyordu. Her şey, içinde kendi karşıtını da barındırıyordu. Sevinç hüzünle; yengi yenilgiyle; kahramanlık korkaklıkla; aydınlık da karanlıkla vardı. Gerçek, zaman ve çevre koşullarıyla birlikte evrim geçiriyordu. Bunlardan bağımsız mutlak bir gerçek yoktu.
Türk solu Türkiye İşçi Partisi çevresinde ilk defa örgütlenip yurtseverlik, tam bağımsızlık ve emeğin egemenliği kapsamında görüşler yavaş yavaş çeşitlenirken, en öncelikli konu yine laiklikti. Menderes hükümetlerinden sonra Adalet Partisinin de din satıcılarına ödün veren tutumu kaygı yaratıyordu. O günkü Yargıtay Başsavcısı İmran Öktem’in Voltaire’den alıntıladığı:
“ Tanrı’yı da
insan yaratmıştır”
sözü büyük olaylara neden olmuştu. Ankara Sanat Tiyatrosunda sahneye konan oyunlar;
tarihteki başkaldırılardan güne uyarlanmış halk türküleri ve daha sonraları da
Cem Karaca, Selda Bağcan ve Esin Afşar gibi pop/rock şarkıcıların parçaları o
günlerde solun yumuşak sesiydi.
Bu dönemin politik ve sosyal merkezi Bakanlıklar önündeki Atatürk Bulvarının karşı kaldırımıydı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuz okunduktan sonra yayınlanır. Yorumunuzun altına ad ve soyadınızı yazınız, Kimliği belirsiz yorumlar yayınlanmaz.