ODTÜ Mimarlık Notları - 2 / Yücel Akyürek

 

ODTÜ MİMARLIK NOTLARI

 

                    “Yolboyu”, Yeni İnsan Yayınları, Temmuz 2019, İstanbul kitabımdan alıntıdır.

 

       2. Yeni Yerleşke

 

Okulumuzun yeni yerleşkesindeki küçük mimarlık amfisi, koromuzun konserini izlemeye gelenlerle doluydu. Bu orada düzenlenen ilk etkinlikti. Oldukça kalabalık sayılabilecek topluluğun coşkulu şarkıları salon dışına da taşıyordu. 

               At ovada toz kaldırır. Rüzgar gibi hep saldırır

               Sal sürüyü düz ovaya.  Dağ başını sor nerede. 

               Yol yorgunu kal derede.

               Dağ serindir. Çay derindir. 

Bülent Arel yönetimindeki Madrigal Korosunun çoğunu biz mimarlık öğrencileri oluşturuyorduk. Koronun herhalde tek nota bilmeyen üyesi bendim. Nuri, Mehmet, Okan ve Cemal baslar arasında; ben ise Cengiz, Günhan, Demokan ve Durkan’la birlikte tenorlar arasındaydık. Kırım Tatarlarının öyküsünden bir Rus besteci tarafından uyarlanan ezginin “al atını” diye başlayan birinci dizesini açık saçık sözlerle değiştiren Okan’ın hemen arkamdaki sesi neyse ki ne önümüzdeki Alto ve Sopranolar ne de izleyiciler tarafından duyulmuyordu.

Okulun hala bir sürü eksiği olduğu yeni yerinde, ilk tamamlanan mimarlık binası bünyesinde hemen kullanıma giren bu toplantı salonuyla yanı başındaki küçük müzeye öncelik verilmiş olması geleceğe dönük bilinçli bir kültürel seçimdi. Müze, okul arazisi içindeki Yalıncak Köyüne yakın biri Tunç çağı, diğeri Galat dönemi kalıntısı iki yerleşim yerinden çıkarılmış toprak ve metal eşyalara ev sahipliği yapıyordu. Ankara Kalesinde de harçları bulunan bu Kelt topluluğunun Roma döneminde Britanya’nın Atlantik kıyılarından, önce Balkanlara, sonra Bizans İstanbul’unun Galata’sına ve oradan da Ankara Çorum ve Yozgat dolaylarına gelerek buraları Frig’lerle paylaşacak olması tarihin en şaşırtıcı öykülerinden biri olmalı. Yaptıkları binalar ve kullandıkları eşyalar dışında genetik kalıntılar da belgelenebilir olsaydı, bize kim bilir neler anlatırdı.  

                    

                Bozkırın Çağrısı

 Ağaç dikme törenleri öteden beri, kendimi gizemli bir şekilde yakın hissettiğim Anadolu bozkırının meydan okuyan çağrısına bir yanıt gibiydi. Birimizin elinde süzgeçli sulama kovası; öbürümüzün elinde bir bel ve bir diğerimizin el arabası içinde taşıdığı çam fideleriyle üçer kişilik ekipler halinde, her seferinde en az 30-40’ar adet ağaç dikmiş olmalıyız. Öğrencilik yıllarımda her yıl birer veya ikişer karış büyüyen ve toprağa ancak uçuk yeşil bir renk katabilen fideler, rektörümüz Kemal Kurdaş’ın da olağanüstü çabalarıyla yıllar içinde iyice kök salarak, aynen ODTÜ’nün kendisi gibi şaşırtıcı bir hızla büyüdü ve yemyeşil bir ormana dönüştü. Ne zaman yolum oralara düşse, ana girişteki Bilim Ağacını çevreleyen ulu çamlara bakıp, bunlarda benim de emeğim var diye içimden gizli bir sevinç duyarım.

                      

                     Ağaç Dikme Törenleri 

   Bütün Okulun katıldığı bir yardımlaşma örneği


                                    

                  

                         Kuruluş Süreci ve Öğrenim Bir Arada

 

Mimarlık, ilk yerleşik yapı olduğu için okulun kalbinin attığı yerdi. Kendi bölümleri yapılana kadar bize konuk olan bol kız öğrencili İdari ve Beşeri İlimler öğrencilerinden yakınmak için de hiçbir nedenimiz yoktu. Mühendislik bir süre daha yerleşkenin üst taraflarındaki yeni barakalarında devam edecekti. Projeyi yarışmayla kazanan Mimar Behruz Çinici, üniversiteyi “sosyal bir topluluk” olarak niteleyen ODTÜ’nün kurucularından ve ilk yöneticilerinden biri olan Thomas Godfrey’in belirlediği “akışkan ve esnek bir yapı” hedefi doğrultusunda, dünyada çok az mimara tanınan özgürlüklerle, dar arsa sınırları, katı imar yasaları, rant kaygısı, parasal kısıtlar veya mülk sahibinin huysuzlukları gibi hiçbir sorunla karşılaşmadan rahat çalışabiliyordu. 

Yapının kabuğu ve taşıyıcı elemanları, Türkiye’de daha önce örneği olmayan boz renkli, sıvasız, çıplak betondu. Beraberinde kullanılan beyaz beton briketler, çıplak tuğla ve cilalı sert ağaçlar da bu malzemelerin en katıksız kullanım örnekleriydi.

Arsanın rahatlığıyla uyumlu plan, ortadaki bir iki katlı toplanma ve dağılma alanından başlayarak birbirine eklemlenmiş cepler ve avlularla her yöne açılıyordu. Binanın ısıtma projesini yapan tesisat mühendislerinin hiç hoşuna gitmeyecek olsa da, bu çok girintili çıkıntılı yapının içinde ve dışındaki her köşe bucak, kullanıcılarıyla buluştukça okulun yaşam kültüründe kendi özel yerini alıyordu. Bir çeşme ve havuzun yanından geçerek küçük Mimarlık Oditoryumu ve ODTÜ müzesini Fakülteye bağlayan saçaklı yol aynı zamanda, üniversitenin her türlü hava koşullarına açık taş kaplamalı ana dolaşım arterine de açılıyordu. Buraya bağlanan diğer yapıların da birbirinden bağımsız tasarımlanmasına izin veren bu yaya yolu, belki de, ODTÜ’de yaşanan canlılığın bir başka nedeniydi. Mimarlık fakülte binasının tasarımına egemen bir planlı dağınıklık anlayışı, bir sırt üzerine özgürce yerleştirilen üniversitenin geneline de yansıtılmış gibiydi. 

                 

ODTÜ’nün bizim ilk yıllarımızdaki Havadan Görünümü
                                                      İlk yapılan Mimarlık binası önce                

 

               Ne Kadar Mimarlık, Ne kadar Mühendislik 

3. sınıfla birlikte dersler, biraz daha genişleyip çeşitlenmişti. O dönemde Mimarlar ve İnşaat Mühendisleri birbirinin yerini doldurabilir meslekler olarak algılandığı için statik dersleri de önemini koruyordu. Mimar ve mühendis bulunmayan küçük il ve ilçe belediyelerinde tekniker veya fen memurları müdür olarak atanabiliyor; bulunan yerlerde de mühendisler mimari; mimarlar da statik projeler yaparak imzalayabiliyordu. Yapının hangi yüklerle karşı karşıya kalacağı ve buna direnen taşıyıcı unsurların nasıl gerilimler üstleneceği konusu mimari tasarımın en önemli başlıklarından ve kavramsal olarak benim de en sevdiğim konulardan olduğu halde, bir kirişin veya kolonun kesit alanını hesaplamada kullanmak üzere ezberlenecek formüllerle aram hiç iyi değildi…..

….. Talas ve Tarsus’taki özgür eğitim ortamında kendi seçtiğim konularla bana dayatılanlar arasında ciddi bir çelişki yaşamadığım için kendimi, bir şekilde mimarlık için bütünüyle gereksiz saydığım bu dersleri bir kenara bırakarak asıl önemli saydığım diğerlerine yüklenme özgürlüğüne sahip olduğuma inandırmış olmalıyım.  Ne yazık ki bunun bedelini son sınıfta, aynı dersin bir başka hocası olan Metin Berkman’ın aptal formülleriyle bir yıl daha fazladan oyalanarak ödemek zorunda kalmıştım.

 

                   Barınma da Başlı Başına bir Sorundu 

ODTÜ’nün ilk yerleşkesi döneminde Bülten Sokaktaki öğrenci yurdunda 8 kişilik ranzalı odalarda iyi kötü idare ederken ve oradan kimse bizi kovalamadığı halde, Tamer ve Özcan’la ortak bir ev kiralamaya karar vermiştik. İlk kiraladığımız yer, Gazi Osman Paşa’nın biraz yukarılarında bir albaya ait tek katlı bağımsız bir evdi…… Ankara kışını kalorifersiz, sobasız ve perdesiz bir evde geçirmenin ne anlama geleceğini yaşayarak görecektik. Yeni yerleşkeye taşındıktan sonraki ikinci evimiz Dikmen Vadisinin yukarılarında, Rus Büyükelçilik Rezidansının arkalarında bir yerdeki kömür tozu renkli bir apartman katıydı. ..... Buzdolabının yokluğunda evde pirinç, makarna, patates, soğan, çay ve şeker gibi şeyler bulunur; yağ gerektiğinde alınırdı. Temel protein kaynağımız yumurtaydı. Dışarıda yemediğimiz günlerde bir veya iki gün önceden kalan pilav veya makarnaları soğanla yağda kavurup üzerine yumurta kırdığınızda şaşırtıcı lezzetler ortaya çıkabiliyordu…… Bütün bu derbederliğin ortasında aklımda ve gönlümde, bana yepyeni düşünce kapıları açan Modern Mimarinin ustalarına da yer açmam gerekiyordu. 

 




                    Kargadan Mimar Olur mu?                        

Fransızcadaki karga sözünden yola çıkarak kendine yakıştırdığı Le Corbusier takma adı ve bazı eserlerinde imza yerine kullandığı karga çizimiyle tanınan Charles-Edouart Jeanneret’in bir heykeltıraş duyarlığıyla kalıplara döktüğü brüt betonarme ile yaşadığı aşk ilgi çekiciydi.  Doğal ortamda sergilenen birer heykel olarak gördüğü yapılarını kolonlar üzerinde yükselterek altından topoğrafyanın özgürce akıp gitmesine olanak tanıyordu. 

Kübizmin içinden çıkardığı yeni bir arınma akımıyla karmaşadan uzak dingin bir ortam, matematiksel bir saflık ve her yerde her zaman geçerli endüstriyel bir güzellik aramaktaydı. Bu açıdan onun Marsilya’daki Toplu Yaşam Apartmanı örneğindeki:    

     “Ev, içinde yaşanan bir makinadır!

sözünü de, 2. Dünya Savaşı sonrası bütün Avrupa’da ortaya çıkan konut açığı ve çağdaş yaşamın gereklerine uygun bir iskan arayışına bağlamak gerekiyordu. Mimarlık ancak kültür, dönem ve coğrafya bağlamında anlaşılabilirdi. 

  

 

Unité d’habitation,  Corbusier’in Marsilya apartmanları


                                                            Kedi ve Çaydanlıklı Kadın

     Corbusier’in bir Purist (arınmacı) Tablosu. Mimarlık ve şehirciliğinin yanı sıra Resim, heykel, desen

           baskı ve mineleme gibi sanatları da güzellik arayışında bir laboratuvar olarak kullanmıştır.

 

Önden arkaya dümdüz taranmış saçlarıyla o günlerde herkesin okuduğu çizgi roman karakteri sihirbaz Mandrake’ye benzeyen Aptullah Bey, kusursuz Yale İngilizcesiyle derste, mimarlığın ortam koşullarından bağımsız ele alınamayacağını vurgulamak için eski Mısır’ı örnek gösterirken: 

     “Yaz ve kış farkı çok az olduğu için iklimlerin; ölüm bir son olarak kabul edilmediği için yaşamın ve dağlık ve tepelik hiçbir yer olmadığı için de topoğrafyanın sürekli olduğu bir yer ve zamanda imparatorluğun gücünü vurgulamak için piramitlerden daha uygun bir yapı olabilir miydi?” diye soruyordu. 

Corbusier için betonarme ne ise, aynı düşünce ve sanat akımlarından beslenen Mies van Der Rohe için çelik ve cam oydu. Günümüzdeki giydirme cepheli gökdelenlerin atası sayılabilecek yapılarında, antik Yunan tapınaklarının incelikli uyumunu, sadelik ve ağırbaşlılıkla kullandığı metal elemanlarla elde etmeye çalışmıştı. Asıl başyapıtı;

     “Az çoktur” ve “Tanrı ayrıntıda gizlidir” 

düşüncelerini en iyi yansıtan Farnsworth Eviydi. 1945 te inşa edilen, çatı, döşeme ve giriş düzlemleri ince çelik kolonlarla taşındığı için havada yüzüyormuş gibi görünen, banyo ve tuvalet dışında dört bir yanı saydam bu küçük ev, herkes için uygun bir konut sayılmasa da devrimci bir tasarımdı. İçinde başkaca bir duvar ve kapı barındırmayan bu yaşam alanı, giderek onun uzay kirişlerle daha geniş açıklıklar yaratarak tasarımladığı “her koşula uyarlanabilen esnek” mekan anlayışının da başlangıcıydı.         

Bu ustaların üçüncüsü ve bana göre en büyüğü olan Frank Lloyd Wright, bir doğa tutkunu ve kendi tanımladığı “organik mimarlığın” efendisiydi. Diğerlerinden farklı olarak:

     “Biçim ve işlev bir ve aynı şeydir

diyen Wright, ne kişisel ne de ortak herhangi yapı sistematiğiyle bağdaştırılamadığı ve kendini hiç tekrarlamadığı için taklit edilmekten kurtulabilmiş; hep özgün kalabilmiştir. Bir çağlayanın üzerinde bir ağaç gibi tutunan Kauffman Evi ile Arizona çölünde bir kaktüse benzeyen atölye ev karışımı Talesin West gibi yapıları:

     “Doğa buraya bir şey koymak isteseydi o herhalde böyle yapardı

dedirtecek kadar doğru ve çarpıcı olduğu için hep tartışılan:

     “Mimar doğulur mu, yoksa olunur mu?”    sorusuna da bir cevaptı.

 


     




                                   


Taliesin West, Frank Lloyd Wright’ın Çöldeki Ev + Stüdyo Binasından iç ve dış görünüm.  


Tarzları farklı olsa da bence, İspanyol Mimar Antoni Gaudinin ayrıntılardaki hakkını bir kenarda saklı tutarak, birçokları tarafından “Dünya’nın gelmiş geçmiş en büyüğü” olarak da nitelendirilen Wright’ın Bozkır Evlerine, bir ağacın dalları gibi yana uzanan konsollar ve Osmanlıdaki gibi yayvan ve derin saçaklar damgasını vurmuştu. Bu yapılarda evin merkezi ateş ve bacaydı. Evin derinliklerine ilerledikçe ocağın önünde doğru iyice daralan mekan ve alçalan tavan,  ilkel insanın mağaralarda bulduğu “ana rahmine dönüş” özlemine de göndermeler taşıyordu. 

Amerikan mitolojisindeki yalnız ve güçlü insan kavramının en büyük imlerinden biri olarak da öne çıkan Wright, Amerikan kapitalizminin ahlaki altyapısını oluşturmayı hedefleyen Ayn Randin kendi adlandırdığı “objektivizm” felsefesini anlatan “Öyle bir Pınar ki” isimli birinci romanının kahramanı Howard Roark için de esin kaynağı olmuştu. Az konuşan, sözünü tekrarlamayan ve kimsenin etkisinde kalmayan Roark, iş bulamadığında taş ocaklarında çalışabilmekte; sırf düşünceleri yaşam bulsun diye kendi adının yer almayacağını kabul ederek başka mimarlar için çizdiği proje tamamlandığında da baştan koşul olarak öne sürdüğü:

      “Hiçbir yerinde hiçbir nedenle en ufak bir değişiklik yapılmayacaktır” sözü tutulmadığı için inşaatı dinamitle havaya uçurabilen birisiydi. 

Öğrencilik yıllarımızda okuduğumuz bu roman ve başrolünde Gary Cooper’ın oynadığı film, biraz abartılı da olsa meslek onuru konusunda verdiği örnekle bizi derinden etkilemişti. Ancak Rus asıllı bir kadın yazar olan Ayn Rand’in hedefi bunun da ötesindeydi. Nietzsche’nin üstün insan kavramından yola çıkarak ama Amerikan Anayasasıyla da çatışmayan yeni açılımlarıyla, başta Hristiyanlık olmak üzere bütün dinlerce kutsanan özveri kavramını ve yönetim biçimi olarak diktatörlüğü aynı şiddetle yerden yere vuruyor; seçkinci bireysellikle ona gönüllü bağlılığı yüceltiyordu. O zamanlarda tam anlamamış olsam da Sadi’nin Tarsus’taki bir kitap özetinden Rand’in, “Umursamayan Dünya” diye de çevrilebilecek bir başka romanının kahramanı John Galt:

     “Kimse uğruna yaşamayacağım ve kimsenin benim uğruma yaşamasına izin vermeyeceğim

diye yemin ediyordu.  

 

                    Hin-i Hacet Otobüsü

Proje dönemlerinin sonlarına doğru birbirimizden güç almak için toplandığımız yer yine fakülte binasındaki stüdyomuzdu. Dıştan bakanlara “dalga geçiyormuş” gibi görünen eskizlerimizi her zaman ve her yerde sigara kartonları ve küçük kağıtlar üzerinde bile çalışabilirken evde benim, doğru dürüst bir masa üstü çalışma düzenim yoktu. Bu nedenle benim durumumda olanlarla birlikte stüdyo, herkesten çok bizim evimiz gibiydi. Kış ortasında okul, sabaha kadar ısıtma kararını alınca biraz rahatlamış; sabahlama tekniklerimiz daha da gelişmişti. Biz masaların üzerinde, ters çevrilmiş çekmeceleri yastık yaparak bir iki saat uyurken Akın, çizim tahtasının altındaki demir ayaklara battaniyeden bir hamak kurmayı başarmıştı. Akın’ın yaratıcı çözümleri bununla da bitmiyordu. Sabaha karşı arkasına iple bağladığı çekmecelerle de sırt ağrılarına bir çözüm bulmuştu. 100cmx70cm paftaların uzak ucunda, hele paftaya dokunmadan “konsol çalışarak” bir şeyler çizmek, belimizi ve sırtımızı çok zorluyordu.  

Gündüz saatlerinde şehre gidip gelen dönüşümlü otobüs seferlerinin yanı sıra vardiyalı işçiler ve öğrenciler için bir de gece yarısı servisi vardı. Adını kendi aramızda, “başka çare kalmadığında” anlamına gelen: 

     “Hin-i Hacet Otobüsü” 

koymuştuk. Proje teslimine yakın tarihlerde, sabahlamayacağımız günlede bu gece yarısı otobüsünün en düzenli kullanıcısı bizlerdik. Aklımda yanlış kalmadıysa, açık ten ve göz rengine sahip çocuk yüzlü Konyalı sürücüsü, dökük saçlarını her zaman bir fötr şapkayla örter ve otobüsü yaz kış bazen terlikle, bazen de yalınayak kullanırdı. Kaloriferi olmayan otobüsünü, içine kurduğu ve bacasını tavanından çıkardığı bir odun sobasıyla ısıtıyordu. 

 

                    Kışkırtıcı Eğitim

Birinci sınıftan sonra bizden ayrılarak o günkü adıyla Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne geçen Nejat’ın anlattıkları ve zaten her yerde eleştirilen “arkada çanta taşıyan asistanlar” görüntüsü, büyük bir kurumsal birikim ve değerli hocalar söz konusu olsa da bize yabancıydı. Fransa’daki “Beaux Arts” anlayışının “usta-çırakmodelini uygulayan Akademide projeler, “kürsü” hocasına “tashih” için sunuluyor ve üstat onu kırmızı kalemle düzeltiyordu. Kimin geçip kimin kalacağına hoca karar veriyordu. 

Bizde araştırma, orada ise ustadan çırağa aktarılan bilgiler ve deneyim ön plandaydı. Bizde konular genel başlıklar altında incelenip gerisi öğrencinin araştırarak öğrenmesine bırakılırken onlardaki, genel içinde çok küçük bir bölüm oluşturan “Merdiven” dersi beni çok şaşırtmıştı. Galiba, İTÜ Mimarlıkta da işler böyle yürüyordu.  

 Sonradan bütün okullara yayılacak bizdeki jüri sisteminde izlenecek yol, tasarım ödevi olarak verilmiş nikah salonu, meydan tiyatrosu, toplu konut, kütüphane ve müze gibi akla gelebilecek dönem projelerini sınıf hocalarımızın danışmanlığında ilerleterek jüri önüne çıkarmaktı. Öneri veya eleştirilere uyup uymama ve jüri önünde projeyi doğrudan savunma hakkı öğrencinindi. Sınıf hocaları jüride etkili olsa da A, B, C, D ve F notunu sonuçta jüri belirliyordu. “A” en uygun projenin; “F” ise geçemeyecek kadar yetersiz projenin notuydu.

 

                                                Barakalarda Bir Jüri Toplantısı 


Düzenli görüş alışverişiyle projeleri ilerletmenin jüri aşamasını yarı yarıya garantiye almak demek olduğunu çok iyi bildiğim halde, ben işi zorlaştırıyordum. Projelerimi gelişme aşamasında kimse görmüyor; jüride tahtaya asıldığında da herkes için sürpriz oluyordu. Bunun nedenlerini mantıklı bir biçimde açıklayabilmek ise o kadar kolay değildi. 

Her şeyi tartışmaya açan ve “üstat kültünü” reddeden okul ikliminden kendime göre sonuçlar çıkarmıştım. Özgün ve bağımsız olacaktım! Bizim toplumumuzda bugün bile hala hoşgörüyle karşılanan tarih ve eser taklitçiliği, yaratıcılığı da öldüren önemli bir değer ve bir ahlak sorunuydu. Bir diğer neden de yaptığım işi tam olarak olgunlaştırmadan hiç kimseye göstermek istemeyişimdi. Yine kendime göre: 

       “Değer yaratan düşüncenin kendisidir; sunum sıradan bir işlemdir

anlamına gelen, dilerseniz ukalaca, bir seçim daha yapmıştım. 

Tasarıma orantısız büyüklükte zaman harcıyor; çizime ve makete yeterli zaman bırakmıyordum. Jürilerde yorgunluk ve uykusuzluk; çizimlerde de eksikler oluyordu. 

       “İyinin en büyük düşmanı en iyidir.” 

deyimini, öğrenciliğin alçakgönüllü konumunu ve deneyim eksikliğini hiç aklıma getirmeden haddimi bilmezlikle aradığım, galiba kusursuzluktu. Sigara tüketimi ise bu aşamada günde 3 pakete çıkmıştı.

 

                    Farklı Düşünme Özgürlüğü

Bu kışkırtıcı eğitime herkesin tepkisi aynı değildi. Kimi yol yakınken okul veya bölüm değiştirmişti. Konulara üç aşağı beş yukarı benim gibi bakan, ama belirli aralıklarla kritik almayı da ihmal etmeyen ve daha uygun koşullarda çalışabilenlerden bazıları da sorunsuz ilerlerken ben, iki dönemden bir yıl kaybetmiştim. Buna, özellikle ilk çıktığımız evlerde yaşadığımız zorlukların payını da katmak gerekir. Geri kalan çoğunluk ise daha alçakgönüllü hedeflerle hiç dikkat çekmeden ve sene kaybetmeden sınıfları atlayan;  eksiksiz ve neredeyse profesyonel çizimleriyle panoları donatan uyumlu ve “çalışkan” öğrencilerdi. 

Yaşça bizden büyük olan Erdal’ın yaklaşımı biraz farklıydı. Matematiğin tek sonuçlu kesin yanıtlarına alışkın olan düşünce yapısına göre olup bitenler kendi sözleriyle biraz da:

       “idrardan ruh tahliliydi.”

Açıkça dile getirmemiş olsa da benim anladığıma göre yaratıcılık ve yenilik arayışı, öğrenmenin önüne geçmemeli, usta çırak ilişkileri dışlanmamalı ve insan: 

       “Amerika’yı baştan keşfetmek zorunda kalmamalıydı.”  

Güvenli bir liman gibi göründüğü için epey taraftarı olan bu düşünce tarzının da okulun özgürlük ortamında kendine göre bir yeri vardı...


                    ODTÜ Mezunu İlk Öğretim Üyeleri 

O günlerde Mimarlık Bölüm Başkanımız olan Orhan Özgüner, tok bir ses ve kesin bir kararlılıkla Ziya için söylediği: 

    “Arkadaşınız mimariyi seviyor!” 

sözünü, aslında kendisi de hakkedecek biçimde titiz ve tutkuluydu. Doruk Pamir, Kemal Aran, Yıldırım Yavuz ve Ahmet Gülgönen ODTÜ’nün ilk dönem mezunlarındandı. Doruk Pamir hariç Çoğunluk ODTÜ’den sonra Pennsylvania’da Modern Mimarinin ikinci kuşak en büyük ustalarından biri olan Louis Kahn’ın da öğrencileri olmuştu. Orhan Özgüner de onun öğrencilerinden biriydi. Aptullah Bey ODTÜ’den ayrılıp Robert Akademisini Boğaziçi Üniversitesine dönüştürecek kurucu Rektör olmak üzere İstanbul’a gittiği ilk yılında, Rumeli Hisardaki evinde tez danışmanlığımı sürdürürken bir ara bana, ODTÜ’nün sınavsız bir döneminde başarıyla seçilen bu öğrencilerinden kıvanç duyduğunu söylemişti. 

Işık ve karanlığı çok büyük bir ustalıkla kullanan ve yüzlerce yıllık tarihi binaların görkemini yapılarına en başından kazandıran, eski Rusya, yeni Estonya doğumlu bu ustanın Musevi; soyadının da Kahn oluşu bende hep Macar Yahudisi Arthur Koestler’in 13. Kabile kitabından esinlenen kurgusal varsayımlar yaratmıştır.  Koestler, bütün Doğu Avrupa Yahudiliğinin Volga boylarındaki Türk Hazar İmparatorluğu kaynaklı olduğunu öne sürmektedir. 

 

                    Toplumcu Düşünce

Toplumcu Grubun seçimleri kazanması, 1961 Anayasasının getirdiği özgürlüklerle kitapçı vitrinlerinde yavaş yavaş Marks, Lenin ve diğer sosyalist düşünürlerin kitaplarının görülmesiyle aynı döneme rastlıyordu. Nazım yeniden hatırlanıyordu. Toplumların ilerlemesini sağlayan itici güç üstün bireylerle sıradan insanlar arasındaki çelişkide değil, emek - sermaye arasındaki sınıf çatışmasında yatıyordu. Bütün insanlık tarihi boyunca:

     “Geçerli olan insan algısıdır. Maddesel dünya bir yanılsamadır” 

görüşünü ve dolayısıyla da inancı yücelten idealist düşünceyle:

     “Madde, insan algısından bağımsız vardır ve var olacaktır. Düşünce ve bilinç, maddenin türevidir”

görüşünü savunan maddeci bilimsel düşünce birbiriyle çelişmiş ve toplumların yazgısını belirlemişti. 

Bilimsel doğrulamanın temelini oluşturan diyalektik mantık da yaşamın her evresinde geçerli yeni bir düşünme yöntemi öneriyordu. Bir sav, karşıtıyla yarıştığında bir sonuç doğuruyor; bu sonuç sürekli döngünün bir sonraki aşamasında yeni sava dönüşerek bu sefer kendi karşıtıyla yepyeni bir sonuç üretiyordu. Her şey, içinde kendi karşıtını da barındırıyordu. Sevinç hüzünle; yengi yenilgiyle; kahramanlık korkaklıkla; aydınlık da karanlıkla vardı. Gerçek, zaman ve çevre koşullarıyla birlikte evrim geçiriyordu. Bunlardan bağımsız mutlak bir gerçek yoktu.

Türk solu Türkiye İşçi Partisi çevresinde ilk defa örgütlenip yurtseverlik, tam bağımsızlık ve emeğin egemenliği kapsamında görüşler yavaş yavaş çeşitlenirken, en öncelikli konu yine laiklikti. Menderes hükümetlerinden sonra Adalet Partisinin de din satıcılarına ödün veren tutumu kaygı yaratıyordu. O günkü Yargıtay Başsavcısı İmran Öktem’in Voltaire’den alıntıladığı

    “ Tanrı’yı da insan yaratmıştır

sözü büyük olaylara neden olmuştu. Ankara Sanat Tiyatrosunda sahneye konan oyunlar; tarihteki başkaldırılardan güne uyarlanmış halk türküleri ve daha sonraları da Cem Karaca, Selda Bağcan ve Esin Afşar gibi pop/rock şarkıcıların parçaları o günlerde solun yumuşak sesiydi.      

Bu dönemin politik ve sosyal merkezi Bakanlıklar önündeki Atatürk Bulvarının karşı kaldırımıydı. 




 


 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuz okunduktan sonra yayınlanır. Yorumunuzun altına ad ve soyadınızı yazınız, Kimliği belirsiz yorumlar yayınlanmaz.

ÖNE ÇIKAN YAYIN

And They Died / Gün Gencer

  AND THEY DIED (THE ROAD TO GALLIPOLI) (ÇANAKKALE SAVAŞINA GİDEN YOL) A TRAGEDY IN THREE ACTS  (A Docu-drama with music written in memory o...