Ayaklarını sürüye sürüye / Okan Üstünkök

 


 

 

 

      

 

 


 AYAKLARINI SÜRÜYE SÜRÜYE YÜRÜYEN ADAM

                                                                                        Üstünkök  Bristol 3/22

 

 

 


Adam ayaklarını sürüye sürüye yürüyordu çünkü ayakkabıları ayağına iki, hatta belki üç numara büyüktü.  Selimiye mahallesinden çocukluk arkadaşı İsmet o ayakkabıları  Mihrimah Camiinden çalmış, ona vermişti. Almazdı ama "almazsan ölümü gör" demişti arkadaşı, kıramamıştı.  Ayağına uymasa da, çalıntı olduğu anlaşılır diye korksa da  giyiyordu. Başka doğru dürüst ayakkabısı yoktu, hem de kim bilir ne zamandan beri.                                              


İsmet ve kardeşi Hikmet de kendisi gibi işsizdiler. Daha doğrusu onların "işi" camilerden ayakkabı çalmaktı.  Her Cuma namaz bitmeden az önce birlikte semt camilerinden birine gelir, kendi ayakkabılarını rafa koyar,  sanki herkesten erken çıkmış da gidiyormuş gibi son cemaat mahallindeki sekiye otururlardı.  Etrafı gözetleyerek "çaktırmadan" her biri raflardan birkaç çift ayakkabı alır,  birini giyer,  diğerlerini kol yenlerine ya da ceplerine saklayıp  cemaat dağılmadan "toz  olurlardı".   Ertesi Cuma aynı şeyi  başka camide yaparlardı. Yürüttüklerini biriktirip ayda bir kez tümünü Dilsiz Saffet’in "Lostra Salonu"nda elden geçirtir,  gider Mafyacı Malik’e çiftini üç beş liradan verirlerdi.  Ne yapıyor,  nasıl beceriyorsa, Malik tüm işin asıl plancısı,  asıl pazarlamacısı,  asıl kazananıydı.  İsmet geçen yıl "gel ‘lan sen de bizim işi yap, pişman olmazsın.  Memlekette camiden çok ne var?  Her köşede bir tane. Bizim gitmediklerimize sen gidersin" demişti. "Olur mu be! Ya yakalanırsam ?"  "Merak etme, merak etme. Her hafta başka camiye gidersin, yakalanmazsın. Biz yakalanıyor muyuz?  Üstelik, yakalansan da dert değil, ‘aaa, pardon,  şaşırmışım, bunları kendi ayakkaplarım sandım’ dersin, tamam.  En kötüsü ne olur?  Alt tarafı Altıyol karakolunun bodrumunda komiser Hüsam’dan bir iki cop yersin ayağının tabanına, sonra salarlar, hepsi bu.  Polis senle benle mi uğraşacak? Adamların işi başlarından aşkın."


İki kardeş onu  bir "zenaat sahibi" yapmaya niyetlenmişler ama o razı olmamıştı.  İşsiz ve aç bile  olsa  onuru ve  kırmızı çizgileri vardı onun. Hırsızlık yapmazdı, bir.  Ölür de  dilenmezdi, iki.

 

Ayaklarını sürüye sürüye yürümesinin tek nedeni ayakkabılar değildi.  Her iki ayağının bileği de doğuştan kütük gibiydi, hareketsizdi. O  nedenle  askerlik yoklamasında  "engellidir"  raporu verilmiş, "çürüğe" çıkmıştı. Öyle olduğu halde engelli kontenjanı olan yerlere yaptığı iş başvurularının hiçbirinden bir şey çıkmamıştı, çıkmıyordu. Engelli kotası duyuruları ya palavraydı, ya da kendisi gibi garipler değil, torpilliler işe alınıyordu. Sonuç ortadaydı,  iş bulamıyordu işte. Bir ara gitti, Mafya Malik’in kağıt toplayıcılar ordusuna katıldı ama  arkası bisikletli kağıt toplama arabasını  o ayaklarla kullanamadığı için elle ittirdiği arabayla yeterince  kağıt toplayamamıştı. Bisikletli olanlar  her yere ondan önce ulaşıp ne varsa alıyorlardı.  Bir hafta sonra  Malik çağırdı.  "Bak oğlum,  bana günde en az otuz kilo kağıt getirmezsen olmaz.  Burası kuralları olan ciddi bir iş yeri,  Kızılay değil" dedi.  Her türlü yolsuzluğu, haksızlığı yapan, hırsızın, uğursuzun daniskası olan Mafya Malik  "burası kuralları olan ciddi bir iş yeri" diyordu, öyle mi?  Gülsün mü, ağlasın mı bilememişti. Kağıt toplama arabasını Malik’in "ciddi iş yeri"nin önüne bıraktı, gitti.

 

Bir süre trafik ışıklarında boğaz tokluğuna ıslak mendil paketi, sevgililer gününde çiçek, yaz sıcağında soğuk su falan sattı.  Sonra kentlere doluşan savaş sığınmacıları o işlere el koyunca  o kapı da kapandı. ‘’Ekonomi  tıkırında’’  deniyordu ama öyle diyenler ya tuzu kuruda, işi tıkırında ya da iktidarda  olanlardı.  Onun gibiler  hesaba katılmıyordu, sayılmıyordu, sayılmazdı.  

 

Annesinin gülü solduğunda daha beş yaşındaydı. Annem nerede diye sordu. Gitti dediler. Çocuk aklıyla nereye gittiğini anlamadı. Doğrusu çok da özlemedi. Babası elinden geldiği kadar  annelik de yaptı ona ama sadece dört-beş yıl. Sonra o da genç yaşta öldü, gitti. Ne okumak söz konusuydu ondan sonra, ne çıraklık. Oradan oraya savrulan kuru  yaprak gibi bir hayattı yaşadığı. Şans, talih, kader, kısmet, alınyazısı.  Ne dersen de. 

     Bazı şeyler olmayınca olmuyordu, hepsi buydu.

 

Ayaklarını sürüye sürüye simitçi fırınının önünden geçiyordu o gün.  Kan kardeşi Mümtaz  fırından çıktı, yolunu kesti. "Bana uğramadan nereye gidiyon ‘lan ruhsuz? Burada çalıştığımı bilmiyon mu?" "Senden daha iyi ruhsuz mu olur ‘lan Mümtaz? Nassın canımın içi?"  Kucaklaştılar. Kan kardeşinin fırında çalıştığını biliyordu elbet ama  tonla  sıkıntısı varken oturup onunla sohbet etmenin ne yeriydi, ne de zamanı. Ayrıca fırın işi yoğundu.  Mümtaz’ı  çalışmasından alıkoymak da olmazdı. "Kardeş be, ben başka zaman geleyim, bu saatte senin işin vardır"  diyecek oldu.  Mümtaz bırakmadı. "Yok, fırını yeni ateşledik,  daha ısınmadı, vaktim var.  Gel de iki satır konuşalım" diye kolundan çekti. İçeri girdiler.  Mümtaz  sözü dolaştırmadan konuyu açtı. "Beribak," dedi, "sen ne zamandır doğru dürüst  iş bulamadın, biliyorum.  Bizim simitleri satan oğlanlardan  birinin anneciği bizlere ömür olmuş. Çocuk bir hafta önce  işi bıraktı. Bak, tepsisi kenarda duruyor. Biz  sabah akşam günde iki kez simit çıkarıyoruz. Bir  satıcı daha arıyoruz.  Al sana iş."  Ayağa gelen kısmet diye buna denirdi. Doğrusu ya,  hiç naz edecek durumda değildi.  Direnmedi. Odun depoladıkları  arka bahçede fırıncı Ramazan  "cuvara" tüttürüyordu.  Yanına  gittiler. On dakikada anlaştılar, iki saat sonra taptaze  akşam simitleri tepsiye, tepsi de kafasına  yerleştirildi. Bir işi vardı artık. Tepsi sehpası kolunda, ayaklarını sürüye sürüye ama hevesle, umutla  Kuşdili’ne  doğru  yola çıktı.


"Haydeee akşam simidi geldi, sıcak sıcak, yok mu simit isteyen?"

 

Gözünü açtığında  aydınlık mı aydınlık bir odada yatıyordu. Kapı açıldı, baş hastabakıcı olduğunu sonradan öğrendiği anaç bir abla geldi yatağın yanına.

"Şu suyu iç bakayım, iyi gelir" dedi. Suyu rahat içebilsin diye kadın yastığını  yukarı kaldırınca doğruldu, etrafına bakındı. "Hastane mi burası?"  diye sordu, şaşkın şaşkın.  "Ne o? Benzetemedin mi?"  dedi kadın, yarı şaka, yarı ciddi.  "Neden buradayım ?"   "Neden olacak? Cuma günü simitlerle fırından çıkmışsın da  stadın orada  köprüden dereye   düşmüşsün ya,  hatırlamıyor  musun?"   "Hadi ya! Aaaa! Peki simitler ?"  "Derenin suyu hepsini almış götürmüştür. Balıklarla martılara ziyafet. Meyli Meyhane çalışanları düştüğünü  görmüş, polisi haberlemişler.  Onlar seni  baygın bulup getirdiler. Otur kalk meyhanecilerle  polislere şükret. Onlar olmasaydı ohhooo,  kim bilir ne olmuştun."

 

Küçükken bir gün babasıyla Şile’deki fenere, babasının askerlik arkadaşı fenerciyi görmeye gitmişlerdi. Fenerin olduğu tepenin aşağısı korkunç bir uçurumdu. Aşağıdaki sivri sivri kayalara, kayalarda köpüren azgın dalgalara bakarken kendinden geçmişti. Kuş olup oradan havalanmak gelmişti içinden.  Fenerci amca  ‘’aman oğlum, kenara çok yaklaşma, başın döner, ayağın takılır,  aşağıyı bir boylarsan,  parçan kalmaz, ona göre’’ diye kolundan tutup geri çekmişti. O uçurum hiç aklından çıkmadı, hep rüyalarına girdi.  Ne zaman yüksekçe bir yerden geçse hep kuş gibi uçup  kendini aşağı salıveresi gelirdi..

 

Hafta sonunda taburcu ettiler.  Torba içinde getirdikleri giysileri kurumuştu. Ayakkabıları da. Ne var ki ayağa kalkınca başı döndü.  Kolay kolay yürüyemeyecekti ama hastanede de kalamazdı. Ana kapıya kadar güçlükle geldi, sokağa çıktı. Daha fazla gidemedi. İlk bulduğu duvar dibine çöktü, kaldı.

 

Kendini topladığında güneş alçalmıştı.  Ayağa kalkınca gördü ki kaldırımdan geçenler  önüne irili ufaklı paralar bırakmıştı. İnsanlar  acımış, yardım etmek istemiş olmalıydılar. Utançtan içi ezildi ama olan olmuş, en önemsediği kırmızı çizgi aşılmış, dilenci sanılmıştı.   Ölse daha iyiydi.

 

Ne yapacağını, nereye gideceğini  bilmeden,  ayaklarını sürüye sürüye bir kaç adım yürüdü.  Sonra durdu.  Kararlı bir şekilde geri döndü. Yerdeki paraları topladı. Saymadı ama  az değildi, yeterdi. Ana caddeye çıktı,  dolmuşa bindi.  Şile’ye giden 139  numaralı otobüsün baş durağında indi.  Ayaklarını sürüye sürüye otobüse geldi. Basamakları çıkarken  zorlandığını gören aksi suratlı sürücü  "birader, gaziysen kartını göster,  gazi değilsen bedava yok, ona göre" dedi, sert sert. Cebindeki paraları çıkardı. Sürücüye "ücreti neyse al buradan" dedi, "fenere gelince beni haberle."  Sürücü bilet parasını aldı, kutuya attı. O da her zamanki gibi ayaklarını sürüye sürüye arkaya yürüdü, oturdu.

 

Günün o saatinde otobüste hepi topu  yedi-sekiz yolcu vardı.  Herkes kendi halindeydi. Kimse kimseyle ilgilenmiyordu. Orta yaşlı bir kadın elinde şişlerle yün örüyordu. Çenesi sarkık, yarı açık ağzı dişsiz bir ihtiyar başını cama dayamış, uyukluyordu.  Bir genç kız kitabına dalmıştı. Arkasındaki koltukta oturan dalgın bakışlı delikanlı da mutlaka  kafasında ya o kız ya da başka bir kız hakkında hayaller kuruyordur diye düşündü. Sonra yol boyunca başka bir şey düşünmemek için gözlerini kapattı.

 

Sürücünün sigaradan kartlaşmış sesi duyuldu. "Feneeer. İnecek var mıydı?"   "Var!"

Ayaklarını sürüye sürüye kapıya  geldi, indi. Otobüs, arkasında pis kokulu bir duman bırakarak gitti. Hava kararmıştı. Ortalıkta kimseler yoktu. Fenerin ışığı çakıyordu. Ayaklarını sürüye sürüye uçurumun kıyısına kadar geldi.


Tertemiz  Karadeniz havasını içine çekti, rahatladı.  "Ohhh" dedi,  "nihayet..."

 

                  

Ertesi sabah  Fener altındaki kayalıklardan olta sallayanlar kıyıda bir erkek cesedi buldular. Buranın yabancısı olmalıydı. Geceleyin karanlıkta Fener önünde  ne işi vardıysa  uçurumun kıyısına geldiğini herhalde  farketmemiş, yardan aşağı düşmüştü. Kazaydı,  besbelli.

 

                                                           

                                                     ***

---------------------------

Notlar

*   ANKARA (AA) - Başkentte 9 ayrı camiden ayakkabı çaldığı belirlenen şüpheli suçüstü yakalandı. Değişik suçlardan çok sayıda kaydı bulunduğu tespit edilen İ. Y.'nin  farklı camilerden çaldığı ayakkabıları ikinci el olarak sattığı belirlendi.                                     (Gazetelerden. 16 Şubat 2018)

*  Şile Feneri:İşile FeneriLE FENERİ
İstanbul'un Anadolu yakasındaki turistik ilçesi Şile'de, boğazın kritik bir noktasındadır. 1859 yılında Fransızlara ait Fenerler İdaresi tarafından yapıldı. 19 metre boyuyla Türkiye'nin en büyük feneridir. Deniz seviyesinden 60 m yüksekliktedir.                                                                    16 Ağustos 2017 günü Fener uçurumunun dibinde bir ceset bulundu.

https://www.star.com.tr/guncel/istanbul-silede-denizden-ceset-cikti-haber-1246483/

 

  




























BİR ÖYKÜYE  ÜÇ FARKLI  SON

Blog okurlarına açıklama:

Blogun yazarlarından üçü, aralarında anlaştılar.  Birinin yazdığı öyküye farklı  ‘’son’’lar  önerdiler. 

Söz konusu öykü  Ayaklarını Sürüye Sürüye Yürüyen Adam.

 

Okuyanlar hatırlayacaklardır, öykü özgün haliyle şöyle bitiyordu:



Sürücünün sigaradan kartlaşmış sesi duyuldu. "Feneeer. İnecek var mıydı?"   "Var!"

Ayaklarını sürüye sürüye kapıya  geldi, indi. Otobüs, arkasında pis kokulu bir duman bırakarak gitti. Hava kararmıştı. Ortalıkta kimseler yoktu. Fenerin ışığı çakıyordu. Ayaklarını sürüye sürüye uçurumun kıyısına kadar geldi. 

Tertemiz  Karadeniz havasını içine çekti, rahatladı.  "Ohhh" dedi,  "nihayet..."

                

Ertesi sabah  Fener altındaki kayalıklardan olta sallayanlar kıyıda bir erkek cesedi buldular. Buranın yabancısı olmalıydı. Geceleyin karanlıkta Fener önünde  ne işi vardıysa  uçurumun kıyısına geldiğini herhalde  farketmemiş, yardan aşağı düşmüştü. Kazaydı,  besbelli. 

***

FARKLI  SON  1

Puna Endem                                                   

İstanbul,  7 Mart 2022


........Sürücünün sigaradan kartlaşmış sesi duyuldu. ‘’Feneeer. İnecek var mıydı?’’                  "Var!"                                                                                                                    

Ayaklarını sürüye sürüye kapıya geldi, indi. Otobüs, arkasında pis kokulu bir duman bırakarak gitti. Hava kararmıştı. Ortalıkta kimseler yoktu. Fenerin ışığı çakıyordu.      

Karnı acıkmıştı.  Fenerin hemen yakınındaki apartmanların altında bir bakkal dükkanı gördü. “Aç karnına fenere gidilmez ki” diye mırıldanarak o tarafa yürüdü. Bakkal, yaklaştığını görünce, kapatmaya hazırlandığı dükkan kapısını yeniden açtı, bir yandan da adamın zor yürüyüşüne baktı. “Hayırlı akşamlar” dedi ve dükkanın içine geçmesi için kenara çekildi. Bakkalın bu hareketi, giysileri gibi gönlü de  paramparça olan adamın içine bir sıcaklık duygusu yaydı. Bakkal, o saatte neden Fenere geldiğini sordu.  Adam da çocukluğunda babasıyla geldiği feneri bir daha görmek istediği için geldiğini söyledi. Bakkal, “Gündüz gelseydin daha çok şey görürdün” dedi. Cebindeki paranın yetmemesinden korkarak, kurumaya yüz tutmuş bir ekmek, biraz zeytin, küçük kutu ayran, bir kutu da üçgen peynir aldı. Bakkal aldıklarını poşete koyup uzatırken, bir de gazete uzattı. “Satılmayanları yarın sabah dağıtıcıya geri veriyoruz, al bir gaste, ya okursun, ya da üstünde yersin” dedi. 

Adam elinde yiyecek poşeti ve gazete, ayaklarını sürüye sürüye fenerin yanına uçurumun kıyısına kadar geldi.  Tertemiz Karadeniz havasını içine çekti, rahatladı. “Ohhh” dedi, “nihayet...” 

Uçurumun kenarından eğilip deniz kenarına kadar kıvrılarak aşağı inen basamaklara baktı. “Aşağı inmek için bu kadar basamağa ne gerek var ki” dedi, hafifçe gülümseyerek. Yere oturdu, gazeteyi yanına serdi, üstüne yiyeceklerini koydu, günün son ışıklarının da solmakta olduğu ufka ve fenerin çakarına baktı. Babası orada yanındaymış, kendisi de çocukmuş gibi hissetti bir an. Babasıyla geldiği gün fenercinin söylediği “Kenara çok yaklaşma aşağı düşersin” sözü zihninde gidip geliyor, kopardığı ekmeği çiğnerken “daha ne kadar aşağı düşebilirim ki” diye düşünüyordu.     

Kopardığı ekmeğe üçgen peyniri de katık etmek için uzandığı sırada 17 Ağustos 2017 tarihli gazetede gözüne Şile kelimeleri çarptı. Zihnini anılardan koparıp alacakaranlıkta gazetedeki haberi okudu. Tam da kendisinin yanında olduğu Şile Fenerinin altındaki uçurumda bir gün önce bir ceset bulunmuştu. Haberin fotoğrafı da vardı. Cansız bir beden sudan çıkarılıyordu. Tıpatıp kendininki gibi siyah üstüne desenli tişörtü sıyrılmış, başı kendisine benzeyen ölü adamın beli açığa çıkmıştı.  “Yoksa bu ben miyim” dedi dehşet içinde resme bakarken. Bir insan geleceğini bir gazete haberinde bu kadar net görebilir miydi? 

Orada, fenerin ve yıldızların ışığı altında o güne kadarki tüm yaşantısını bir kez daha yaşadı o gece. Şimdi ya bir sonraki gün bir gazetede haber olacaktı, ya da acı dolu hayatını sürdürmek için yoluna devam edecekti. 

Gün ışırken, kalktı, gazeteyi itinayla katlayıp poşete arta kalan yiyeceklerin yanına koydu, cebindeki parayı saydı, ayaklarını sürüye sürüye ana yola doğru yürüdü. Kendisini İstanbul’a götürecek otobüsü beklemeye başladı.

***


FARKLI   SON   2 


Sadık Mercangöz 

Ankara, Bağlıca 7 Mart 2022



Sürücünün sigaradan kartlaşmış sesi duyuldu. "Feneeer. İnecek var mıydı?"   "Var!"

Ayaklarını sürüye sürüye kapıya  geldi, indi. Otobüs, arkasında pis kokulu bir duman bırakarak gitti. Hava kararmıştı. Ortalıkta kimseler yoktu. Fenerin ışığı çakıyordu. Ayaklarını sürüye sürüye uçurumun kıyısına kadar geldi. 


Tertemiz  Karadeniz havasını içine çekti, rahatladı.  "Ohhh" dedi,  "nihayet..."


Ayaklarını sürüye sürüye kenara biraz daha yaklaştı Adam.  Nasıl olsa babasının asker arkadaşı fenerci amca çok yaklaşırsa kolundan tutup kenardan uzaklaştırır diye aklında kalmış, halsiz, mecalsiz orada öyle durdu. Temiz deniz havası ciğerlerine dolunca ürperip tüyleri diken diken oldu. Hava kararmaya yüz tutmuşken fenerin kilometrelerce uzağa vuran ışığını takip etmeye çalıştı bir süre. Çok uzaklarda kara Karadeniz üstünde demirlemiş boğazdan geçiş için sıra bekleyen gemilerin parlamaya başlayan ışıkları rahatlıkla seçilebiliyordu. Kıpır kıpır ışıklar, kıpır kıpır Karadeniz. Gemilerden biri karaya oldukça yakındı, öyle ki birçok ayrıntısını, güverte üstündeki manikaları, bordodaki lomboz ve kirden grileşmiş kamara kapılarını seçebiliyordu. O sarımtırak ışıkların altında hareket eden, küpeşteye yaslanıp, sigarasını tüttürerek kararan denizi ya da özlemle ufku seyreden insancıkları da görüyordu.. Adamın bir hasreti yoktu, sevgilisi, sevgisi de yoktu. Üzerindeki lime lime olmuş kıyafetleriyle hastanenin kağıt terlikleri dışında sahiden de üstünde başka bir şeyi yoktu. Suya düştüğünde İsmet'in verdiği pabuçları ve fırından simitleri koyup verdikleri tepsi de emanet simitlerle beraber yok olmuştu.  Hastanedeyken olayın nasıl olduğunu o köprüden nasıl olup da uçtuğunu defalarca hatırlamaya çalıştı. Hatırladıkça kahroldu, kendine kızdı, talihsizliğine lanet okudu. Kendini olduğu yere inleyerek bıraktı. 

O gemi hâlâ oradaydı. İstemese de seyretmeye devam ediyordu. Sigara içen tayfa ve diğerleri şimdi ortalarda görünmüyorlardı. Biraz sonra yemek kampanası çaldığında gemi çoktan boşalmış güverteleriyle, hafif hafif sallanan terkedilmiş bir gemi görüntüsü veriyordu. 

“Gözlerim eyi, em de çok eyi. Benim sadece ayaklarım işte, porbilemli” diye mırıldandı. Bir an için heveslendi. “Beni de tayfa deyi gemide işe alırlar mı? Er işi yaparım be yav!”  “Beceremezsin” dedi içinden. Kendi sorusunu kendi cevapladı. “N’etsinler te seni be?” dedi, kırgın bir sesle. Hastanedeki kahvaltıdan beri midesine bir şey girmemişti, açlığı artık başına vuruyordu. Gemiye doğru bağırdı, “beni de alın geminize. Er işi yaparım be”. Rüzgârın uğultusundan kendi sesini duyamadı bile. 


Çok yakından birinin seslendiğini duyar gibi oldu. Tepenin aşağısında karanlıklar içinden kayalara çarpan dalgaların uğultusuna rağmen onu işitebiliyordu.


“Te bilir misin be, çook ünceleri bu topraklarda yaşar Trakyalı bi kızan varmış. Adı Orfeyus.” Babasının sesiydi bu. Adam karanlıkta etrafına bakındı, kimselerin olmaması doğaldı, kimseyi göremedi.

“Te bilirsin unu dimi, sana anlattırdıydım unu?” 


Adam hatırlıyordu bu olayı. Babası ölmeden bir sene ya da daha önceydi, Kuşdili çayırına geniş bir panayır kurulmuştu. Baba oğul orada getir götür işlerine yardım etmeye iki buçuk liraya ilaveten öğlen yemeğine kapılanmışlardı. Adamın annesinin ölümünden sonra babası hem annelik hem babalık yaparken ilkokuldan alınmış, babayla beraber bir boya sandığı omuzunda gezdiği zamanlardı. Karı koca cambazlar vardı, sonra soytarılar ve beş cüceler vs. ayrıca keman, klarnet, cümbüşten oluşan, bir Roman orkestrası, kurulmuş çadırda fasıl yaparlarken biraz sonra cümbüşçünün on üç, on dört yaşlarındaki kızları göbek havasına kalkarlardı. Çocuk yaşadığı o günleri, daha sonraları işsiz güçsüz gezdiği zamanlarda hayatındaki en güzel zamanlar olarak hatırlardı. O zaman sahne arkasından izlediği çalgıcıların her türlü müziği ve çeşitli çalgı aletlerini ustalıkla çalmalarının sırrını merak ettiğinde sormuş, babası ona Orfeyus’dan bahsetmiş idi.


“Ben dedemden duydum be. Buna uzan derlermiş u vakitler. Trakyalı uzan Orfeyus. Em çalar, em sülermiş be. Ama ne çalmak ne sülemek! Tabiatta kulağı ulan er canlı mest olur onun arkası sıra kuyruk olur giderlermiş. Te şimdi bu çalgıcılar var ya bunlar, onun soyundan gelir derler. Episi Trakyalıdır be. Atta sen bile yarı Trakyalısındır. Asil familyadan… Sen de bunların kıralını çalarsın be olum.” 


O gün babasının ricasıyla eline darbuka verdiler, konsere çıkardılar. İkinci parçadan sonra sahneden indirdiler, “Bu kopilin çok çalışması lazım çok” dediler. İlk ve son oldu bu Trakyalı için.


“Şimdi ne sülersin bunu?” dedi Adam karanlıkta görmediği babasına. “Asil familyadanım ama hâlâ çüpten çıkarırım rızgımı.” 


“Adi ulen, bırakmadın iç olmazsa ilkokulu bitireydim. Okumayı bile bulaşıkçılıkta söktüm. Okula gitmek istiyom diye ne palaska dayak yedim be.  Alamadıın yevmiyelerin acısını benden çıkardın.” Adam oturduğu yerden ayağa kalktı, kendi kendine konuşuyor, adeta karşısındaki görünmez biriyle kavga ediyordu. “Er palaska vuruşunda sen benim, yaşama sevincimi kırdın baba. İç bir şeyciği beceremez oldum. Daha sonra, çok sonra neden senin yanından kaçmadım diye kendime çok kızdım, lanet okudum” diye boşluğa bağırdı. Rüzgâr üstündeki lime lime olmuş giysilerini havalandırmış bir bayrak gibi dalgalandırıyordu. Sesini aldı uzaklara savurdu. Karanlığa alışkın gözlerle babasını sesinin geldiği yöne döndü, baktı, ama kimse yoktu. “Senin er zamanki alin bu baba. Sıkışınca tüyersin” .


Adam ayaklarını sürüye sürüye uca doğru yürüdü. Karanlıkta, tam önünde, leylek gibi, flamingoya benzer ama kanatları çok daha büyük, gözleri ateş rengi kocaman bir kuş belirdi. “Bu rüyalarımda gördüğüm Ateş kuşu. Te selam be ya” dedi, Adam gülümseyerek. Ateş kuşu havada dalgalanır ya da dans eder gibi süzülüp, gelip Adamın bütün ufkuna kapattı. Adam Ateş kuşunun bir işaretiyle kendini karanlığın içine bıraktı.


“Uçuyorum işte!” diye heyecanla bağırdı. Ateş kuşu bütün ihtişamıyla önde, Adam belki hayatında ilk defa sağlam insanlar gibi hızla hareket edip onu kovalayarak arka arkaya süzülüp gittiler. 


Ertesi sabah Fenerin aşağısında kayalarda bulunan ceset, çok muhtemeldir ki ayaklarını sürüye, sürüye yürüyen Adamın cesedi değildi.   Çünkü Onun buradan uçarak uzaklaştığını gören en azından bir tanık vardı, Adamın babasının askerlik arkadaşı olan Fenerin bekçisi.


***


  



4 yorum:

  1. Hayatımız tanımadığımız insanların acılarına üzülerek geçiyor.
    İnsanların acılarını duyduğumuzda, gördüğümüzde üzülüyoruz ama zamanla bu üzüntüler daha az can yakıyor. Oysa yazılarak belgelendi mi her okuyuşta, tanımasak bile o insanların acılarını yeni baştan yaşıyoruz.
    Bu yürek sızlatan öyküyü de okuyunca “insanların bilmediğimiz acıları için daha ne kadar üzülmeyi sürdürmeliyiz" sorusu belirdi zihnimde ve “Ayaklarını sürüye sürüye yürüyen adam” öyküsü de okura bir umut ışığı bırakarak bitebilir diye düşündüm; farklı bir son yazmak istedim. Duygusallığım affola.
    Puna Pamir Endem

    YanıtlaSil
  2. Başkalarının acılarına ne kadar üzüldüğümüzün, ne süreyle üzüldüğümüzün belli bir standardı herhalde yok.

    Sakat ayak bileklerine üzüldüğüm genç adam kırk yıl önce mahallenin sütçüsüydü. Trafik Hastanesi’nin o zamanki başhekimi dostum Rıdvan Hoca (Ege) “bu sakatlığının çaresi yok evladım” deyince sütçü dışarda dert yanmıştı: ‘’Böyle de yaşanmaz ki be Hocam, bazan kendimi bir otobüsün falan altına atasım geliyor’’. Onun üzüntüsü kırk yıl bende kaldı, sonunda öyküye dönüştü. ‘’Şu Ölümlü Dünya’’ dizisindeki öyküler işte öyle ortaya çıktı, çıkıyor, çıkacak.

    Üzüntüler paylaşılınca hafifler derler ya, o dizi okununca, bana dert olan üzüntüleri paylaşıyormuşum gibi geliyor. Diğer yazdıklarım çoğunlukla laylaylom mizah. Üzüntüleri yok etmeye yaramıyor, biraz bastırıyor. O kadar.

    Bu duyguları ‘’onikiden’’ anladığı ve yazdığı alternatif sonla bana açıklama fırsatı verdiği için Puna Endem sağolsun. OÜ

    YanıtlaSil
  3. Blog Okurlarına bir ek not:
    Adı geçen ‘’Şu Ölümlü Dünya Öyküleri’’ dizisi öykülerinin dördüne Blog’da daha önce yer verildi. Bunlar:
    1. Kalplerimiz Bir Olsun
    2. Yarım Simit
    3. Kuzineli Oda 4
    4. Ambar Görevlisi Solaçık Fehmi (ya da Necmi)
    O bakımdan, ‘’Ayaklarını Sürüye Sürüye Yürüyen Adam’’ aslında dizinin beşinci öyküsü oluyor ama arada bir de numaralanmamış ‘’Dört Kol Pişti’’ öyküsü var.
    Onun özgünü şiirimsi olduğu için onu diziye eklememiştim ama aynı ‘’üzüntü kaynaklı’’ yazılardandır. OÜ

    YanıtlaSil
  4. Bu okuyucular için de ilginç bir deneme oldu. Umarız tekrar edilir.
    Teşekkürler,
    Ç Akat

    YanıtlaSil

Yorumunuz okunduktan sonra yayınlanır. Yorumunuzun altına ad ve soyadınızı yazınız, Kimliği belirsiz yorumlar yayınlanmaz.

ÖNE ÇIKAN YAYIN

And They Died / Gün Gencer

  AND THEY DIED (THE ROAD TO GALLIPOLI) (ÇANAKKALE SAVAŞINA GİDEN YOL) A TRAGEDY IN THREE ACTS  (A Docu-drama with music written in memory o...