Başlamadan Bitti / Okan Üstünkök

 

 


 

             

  




             

                                   

BAŞLAMADAN  BİTTİ

       

         Bristol Mayıs 2020                 

       

Şiir sevmediğim halde  şiir(imsi şeyler)  yazmama şaşan  can dostum  Mete Turan içindir.  Sevgiyle .      

                                                         

 

1954 yılında ben ilkokul öğrencisiydim. Dördüncü sınıf.  Adım Kazım.

Biz okuldayken kimi sözcüklerdeki A ve İ harflerinin üstüne   "^"şapka konurdu. O uygulamaya göre adımın  Kâzım yazılması lazım. Yoksa okunuşu  “kazma”dan, ya da  ne bileyim, "mezar kazımı işi" derkenki  "kazım" dan farksız  olur. Şapka dediğim o inceltme, düzeltme işareti artık galiba yok ama biz Kâzım’ı falan şapkalı yazalım,  mezar kazıyor gibi, kazma gibi Kazım olmayalım, neme lâzım.  

 

Adımın Kâzım Karabekir’den esinlendiğini sanabilirsiniz ama öyle değil. Annem babam Nâzım Hikmet’le kafiyeli  olsun diye adımı Kâzım koymuşlar. Yani Nâzım- Kâzım. Nâzım’ın adını da şapkalı yazmak lâzım yoksa kısa ve kalın ‘A’ sesiyle yazılırsa şairin adı,  şiir anlamındaki "nazım" sözcüğünden ayırt edilmez, değil mi? Ya da, "anneannem benim çok ‘nazım’ı çeker" diyorsunuz  gibi olur. Şapka giymekte de, bazı harflerde şapka kullanmakta da  yarar var. Beğendiğimiz bir şey olur, saygı duyduğumuz bir kişiyle rastlaşırsak şapkamız varsa çıkartırız. Doğru bir davranış,  bir inceliktir. İnceltilmesi gereken harfleri belirtmek için şapka takmak da herhalde aynı derecede doğru ve yararlı olur. O bakımdan yani. Neyse...

. 

Dönelim 1954 yılına. Mevsim güz. Okuldayız. Sabahın ilk dersi okuma. Sınıfın kapısı açıldı, bir adam geldi. Lâcivert takım elbiseli, ciddî  biri. Öğretmenimiz Mücellâ Hanım tanıştırdı. "Çocuklar, Müfettiş Lâtif Bey". Müfettiş ne demektir, ne iş yapar  kısaca anlattı. Öğretmenin açıklaması bitti. Lâcivertli Lâtif tıss. Hiç konuşmadan öğrencileri tek tek süzüyor. Yahu bize böyle inceden inceye bakacaksın da ne olacak? Hepimizde aynı gri keten önlük, aynı  beyaz plâstik yaka var. Üniforma gibi. Neden dersen, kimimiz varsılız, kimimiz değil. Herkesin giysisi kendine göre. Tek tip önlük işte bu farklılıklar  belli olmasın, ilişkiler bundan olumsuz etkilenmesin diye. Saçlar da öyle. Kızların saçları kısa, belki  tepede bir kurdele.  Oğlanların kafaları kabak,  asker traşı gibi değilse bile taş çatlasa beş numara. Lâtif bey öğrencilere bakıp duruyor. Vakit geçsin diye oyalanıyor mu adam, nedir? Öğretmenimiz dersen yanında neredeyse hazırolda durmuş ama o da benim gibi "lâcileri çekip müfettiş olmuş da sanki padişah olmuş, kelek, kendini bir şey sanıyor. Çocuklara dakikalardır bakıyor da bakıyor. Neden? Yapacak başka bir şey düşünemiyor uyuz da ondan" diye geçiriyor aklından, besbelli. Yüzünden ayna gibi şırakkadanak  okunuyor düşündükleri. Hiç poker oynayamaz bu bizim öğretmen. Eline iyi kâğıt mı kötü kâğıt mı gelmiş, yüzünden anında anlaşılır.  Bizler  bakalım Lâtif efendi ne yapacak diye öyle sessiz sessiz beklerken  adam birden  sağ kolunu gerdi. İşaret parmağını âdeta "İlk hedefiniz Akdeniz, ileri!"  edâsıyla bana doğru uzatarak ağzından top patlaması gibi çıkan bir sesle  "sen!" dedi. Sonra biraz sert kaçtığını fark ettiği için mi, her nedense, sesini yumuşatıp bu sefer de cilveli cilâlı,  şıngır mıngır, her hecesi başka notadan "söyle bakiim yavrucuğum, bu ders ne dersi?" diye sordu. Hilâfsız hepimiz o an içimizden "ne biçim iş ‘lan bu?" demişizdir, eminim. İnsan sınıfa gelmeden önce dersin ne olduğunu öğrenmez mi yahu? Tamam, sınıf kapısında dersleri yazan tabelâ yok, anladık, ama meselâ  öğretmene sorsun, değil mi? Hayır, zallazort herif illâ bir öğrenciye soracak. Koca sınıfta başkası yokmuş gibi de bula bula beni buldu,  piyango o gün  bana çıktı.  Canımız gibi sevdiğimiz,  aramızdaki takma adı "lâtilôkum" olan  dünya tatlısı Mücellâ öğretmenimiz bu kel alâka soruyu duyunca gözlerini tavana dikmekten başka bir şey yapamadı kadıncağız. Adam müfettiş.  Sınıfa gelmiş.  Bir soru sormuş. Ne olursa olsun yanıtlayacağım elbet, sonra belki sevgili öğretmenimiz zor durumda kalır.  Hemen kalktım, herifin sorusuna karşı o anda nasıl, neden olduğunu bilmeden  "önlükler keten dokuma, dersimiz okuma"  deyiverdim, iyi mi?  Müfettiş Lâtif hıyarı  bunun üzerine daha da yumuşadı,  yüzünde  gülücük gülleri bile açtı.  "Sorumu çok güzel yanıtladın. Söyle bakiim nedir senin adın?"  diye sordu.  Yavşak herif konuşmuyor da  sanki hicazkâr şarkı okuyor. "Kâzım" dedim, asık suratla, sert sert. Adamı sevmedim ya, belli ediyorum. Zırtapoz belki bilmez, anlamaz diye de açıkladım: "Nâzım’la kafiyeli olsun diye öyle koymuşlar. Nâzım Hikmet yani..". Müfettiş olacak herif  "tabii yaaa!" dedi,  iyice ağzı kulaklarında. "Tahmin etmiştim zaten. Nâzım ve Kâzım. Yavrum Kâzım, ben bu işten iyi anlarım, çok yetenekli olduğun yüzünden okunuyor. ‘Önlükler keten dokuma, dersimiz okuma’ demenden belli. En büyük şair Nâzımdır,  sen de Nâzım gibi büyük bir şair olacaksın evlâdım Kâzım. Bravo sana!"  Vay canına! Müfettiş Lâtif Beyefendi için kötü şeyler düşünmüştüm ama hiç de öyle değilmiş be!  Baksana bir bakışta bende şair ruhu gördü. Helâl olsun!  İnsan boşuna müfettiş olmuyor demek. Bir bildiği var ki  bende cevher buldu.  Zaten gerçekten ben öyle olmasam patadanak "keten dokuma, dersimiz okuma"  gibi bu kadar harika, bu kadar  şiirsel bir şey döktürebilir miydim? Adam  -pardon sayın müfettiş Lâtif Bey-  ne kadar haklı, nasıl da gördü değil mi? Onda da aynı cevherden var, besbelli.  "En büyük Nâzım, sen de şair ol Kâzım" demesi bende yepyeni bir ufuk açtı. Ruhumu ateşledi, hiç şakası yok.  Evet, evet, evet! O an karar  verdim, büyük harfle Sayın ve büyük harfle Müthiş Müfettiş Lâtif Bey’in  - hayır hayır, Lâtif Beyefendi’nin-  dediğini yapacaktım, yapmalıydım. Bendeki bu kalite, bu deha, bu olağanüstü yetenek boşa gitmemeliydi. Dünya tarihindeki  en büyük şairlerden biri olacaktım. Benim yolum, kaderim, alınyazım buydu. Beni hiçbir şey bundan alıkoyamazdı. Bu kadar. Nokta.

 

Eve gelirken kendi kendime "oğlum  Kâzım, senin şu Nâzımı daha iyi tanıman lâzım" dedim. Akşam yemekten sonra  bizimkiler radyo önüne geçip haberleri dinlerken ben misafir odasına geçtim, dolaptaki Meydan Lârus’un  N cildini raftan indirdim. Naftalin, Namık Kemal, Nane, Napolyon, Narenciye, Nasreddin Hoca... Hah! İşte Nâzım. Nâzım Hikmet.  Şairin soyadı Ran diye  geçiyor. Bak sen, soyadı varmış, bilmiyordum. Kendi kendime "Ran ne demek ‘lan ?"  diye sorarken fark ettim ki soruyu bile kafiyeli, şiirsel bir ifadeyle dillendirmişim. İşte sana yetenek. Valla billâ çok büyük bir şair olmak için doğmuşum arkadaş. Hissediyorum bunu ve hazırım.


Ertesi gün okuldan çıktıktan sonra eve gelmeden Kitaplığa uğradım. Şaire dair  (ifadeye bakar mısınız ? "Şaire dair". O bile kafiyeli! Ruhum şair, ruhum!) bir iki şey buldum, okudum.  Birinde Ran soyadının nereden geldiği anlatılıyor. Efendim,  Nâzım Hikmet solcu mu neyse işte öyle bir şey olduğu için soyadı kırmızı renkle ilişkili olsun ama çok da belli olmasın istemiş. Nar kırmızı olur ya, "hah! buldum!" demiş. "Nar. Tersinden okursan Ran. Soyadım Ran olsun."  Bu biraz uyduruk gibi geldi bana ama olur mu olur. Uzun lâfın kısası, demek ki şairsen  anlamlı bir soyadın olması lâzım. Oysa benim soyadım öyle değil. Ünlü şair olunca değiştirmek için hazırda  bulunsun diye başladım başka soyadı düşünmeye. Nâzım tutmuş Nar sözcüğünü çevirip Ran yapmış. Ben ne yapsam, ne yapsam? En sevdiğim meyva şeftali. Tersinden okursam  İlâtfeş olur. I-ıh.  Kiraz, erik, üzüm... Hiçbiri olmaz. Başka bir şey bulmalı, ama ne?  O yıl ben mandolin çalmaya başlamıştım. Fena da çalmıyordum. Nilodnam olsa? Hiç anlamı yok. Arkadaşım Atilâ pompalı mızıka çalıyor. Mandolin olmazsa bari mızıka olsun.  Mızıka. Tersinden okursan  Akızım. Kâzım Akızım. Evet, işte! Fevkalâde oldu!  Söyler misiniz, bir şair için bundan daha iyi bir ad olabilir mi? Kâzım Akızım. Nâzım’ınki bile böyle şiirsel miirsel değil.  İşin en önemli tarafını çözmüştüm. Bundan sonrası kolaydı. O akşam rahat uyudum.

 

Okuduklarıma göre  Nâzım  ilk şiirini benim yaşımdayken, ilkokul dördüncü sınıfta yazmış. Mahallede yangın çıkmış. Çok etkilenmiş. Oturmuş yangına şiir yazmış.                            

 

Yangın                                                                                                                   

Yanıyor.. yanıyor.. müthiş tarakeler
Çekiyor ağuşuna o adüvü beşer

Valdesiz pedersiz kalmış masumlar
Semaya kalkmış istimdat eden eller

Valdeler, haneler, yetimler

 

Haa, demek ki neymiş? Şiir yazacaksan duygulu, duyarlı olacakmışsın, bunu şiirine aktaracakmışsın ve de erken yaşta başlayacakmışsın.  Onun üzerine

ben de konu bulmak için hemen çevreme duygulu duygulu bakar oldum. Bir gün okuldan gelirken manavın önünde kasalar içinde sonbahar meyvalarını gördüm. Ayva, portakal, nar... Renk renk duruyorlar.  "İşte budur" dedim. Eve gelir gelmez masaya oturdum, çok ama çok duygulu duyarlı müthiş bir şiir yazdım. Şöyle:


Mevsim sonbahar

Havada döner durur kuşlar

Manavda meyvalar var

Ayva sarıdır kırmızıdır nar

Kasalarda sıra sıra  dururlar

 

Akşam şiirimi babama okudum. "Bir dakika" dedi. "Buna benzer bir şiir zaten var galiba".  "Olamaz baba" dedim. "Bugün okuldan gelince yazdım."  Babam kalktı, raftan bir kitap indirdi. Üstünde Otuz Beş Yaş yazıyor. Yazarı Cahit Sıtkı Tarancı diye biri. Kapağını açtı. Sayfaları çevirdi, çevirdi, sonra "işte burada!"  diyerek kitabı bana uzattı. Açtığı sayfada gerçekten de Otuz Beş Yaş diye bir şiir var. Bir nefeste okudum. Hoppala! Sondan bir önceki kıta neredeyse aynen benimki gibi, iyi mi? Aaa!

 

Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!
Her yıl biraz daha benimsediğim
Ne dönüp duruyor havada kuşlar?
Nerden çıktı bu cenaze? Ölen kim?
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar?

 

Yahu, ne iştir? Adamın biri tıpkı benim gibi ayva sarı nar kırmızı yazmış. Hem de benden önce.  Kitap 1946 tarihli. Pişti olmuşum, haberim yok. Tüh! İçim burkuldu. Küs küs oturdum bir kenara. Babam yanıma geldi. "Bak oğlum Kâzım. Üzülmemen lâzım" diye başladı. "Hayatta böyle şeyler  olur. Sen de güzel bir şiir yazmışsın,  Tarancı da. Bu rastlantı senin de iyi bir şair olacağını  gösterir. Aferin. Durmak yok, yola  devam."   Aslan babam benim!  Bizim müthiş Müfettiş Beyefendiden sonra babacığım da cevherimi gördü ya, güvenim geri geldi, hatta  pekişti. Ertesi gün okuldan gelince oturdum masaya hemen bir şiir daha yazdım.  Cevher varsa iş kolay. Dizeler şelâle gibi akı akıveriyor. Kafiye tutsun, yeter.

 

Memleketimden insan manzaraları bunlar

Haydarpaşa’dan posta treni kalkar mı kalkar

İçinde  yolcular  yolcular  yolcular

Köylü  işçi memur ve jandarmalar

Lokomotifte de makinistler var

 

İşten gelince  babama gösterdim. Okur okumaz durgunlaştı babam. Gitti, dolaptan başka bir kitap aldı. "Gel yanıma otur Kâzım" dedi. Şiirimin ne kadar harikulâde olduğunu gördü, "yeteneğin benim gözlerimi yaşartıyor, seninle iftihar ediyorum" diyecekti,  biliyordum.  Duyguluydu. Lâfa nasıl başlasın, bilemiyordu. Derin bir nefes aldı. "Bak oğlum’’ dedi, sakin sakin. "Dünkü ayva sarı nar kırmızı şiirin neyse ne ama bu sefer olmadı. Sana şiir yaz dedikse kimseyi kopyala demedik. Bak, bu Nâzım Hikmet’in baş yapıtı. Adı ne, okur musun?’’ Baktım. Kitabın adı ne olsa beğenirsiniz? Memleketimden İnsan Manzaraları!  Aaa! Ulan bu da nereden çıktı böyle? Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Yahu ben ne yazsam zaten yazılmış. Şaşkın, bezgin, ağzım açık kalakaldım. Gözlerim karardı. Boğazım düğümlendi. Şiir, şair,  Nâzım, Kâzım, Akızım hepsi  yerin dibine batsındı.  Hasstir dedim.  Gittim  yattım.  Bitti.


Şair olmak için doğmuştum ama şiir yaşamım o gün sona erdi. Bir daha yazmadım.

Dünya en büyük şairlerinden birini ben daha ilkokul dörtteyken işte böyle yitirdi.

İnsanlık adına üzgünüm.

                                                    ***






 

               



6 yorum:

  1. Kendini şair sananlarla ince bir alayı ve dünyanın esprisini barındıran bu yazıyı sık sık okuyacağım ve okumaya doyamayacağım, çünkü benim de berbat şiirlerim vardır. Hele ilk okulda yazdığım şiirler aklıma geldikçe daha çok gülüyorum. Müthiş keyifli bir yazı. Eline, aklına sağlık. Puna

    YanıtlaSil
  2. Sağol Puna,
    Gerek Kâzım, gerekse de daha önceki Carullah ve Afedersiniz Kısmet öyküleri alay amaçlı değil aslında. Benim bu öykülerde mizahla naçizane vurgulamaya çalıştığım şey biz insanların bazı huylarımız, davranışlarımız falan. Carullah kendimizi dev aynasında görmemizin örneğiydi, Afedersiniz Kısmet ise beleşçiliğimizin, parazitlik eğilimlerimizin, anlaşılmaz, onulmaz, ve küstahlığa varan açgözlülüğümüzün.
    Kâzım öyküsünde bu kez şunlar var: bir kısım insanlardaki temelsiz bir bilgiçlik ve peşin hüküm serbestliği (dördüncü sınıf öğrencisinin Müfettiş hakkındaki aşağılayıcı ön değerlendirmesi gibi), sonra da ucuz mu ucuz bir övgüyle durduk yerde kibirlenip Carullah gibi kendini bir şey sanıvermenin ne kadar çocuksu, ham, olgunluktan uzak ve zararlı olduğu.
    ‘’El yumruğu yemeyen kendi yumruğunu balyoz zanneder’’ denir ya, öyküde Kâzım da öyle sanmanın sonucunda erken bir düş kırıklığı yaşıyor ama yine de ders almayıp sonrası için kendisine çeki düzen vereceğine ‘’insanlık adına üzülüyor’’. Kimimiz de öyleyiz işte. Yapacak bir şey yok.
    Bunları eklememe fırsat verdin. Bir daha sağol.

    YanıtlaSil
  3. Okan çok haklısın açıklama (ekleme) yapmakta; çünkü benim "ince alay" demem yanlış olmuş. Büyük zarafetle yaptığın açıklamayı okuyunca "ince mizah" demiş olmam gerektiğini ortaya çıktı.
    Ekleme için de, ana yazının kendisi için de çok teşekkürler. Puna

    YanıtlaSil
  4. İnce, zarif ve duygusal. Ellerinize sağlık... Sadık

    YanıtlaSil
  5. Sevgili K.A. pardon O.Ü. mizahi öykünü büyük bir keyifle okudum. Zor zamanlarda mizah gerçekten bir ilaç oluyor. Düşüncene ve ellerine sağlık, sevgilerimle.c

    Hilmi Berk

    YanıtlaSil
  6. Hocam mizah yazıyor ama sırf komik olsun diye değil. Mesajı var. Sınıfta ve stüdyoda da öyleydi zaten.

    YanıtlaSil

Yorumunuz okunduktan sonra yayınlanır. Yorumunuzun altına ad ve soyadınızı yazınız, Kimliği belirsiz yorumlar yayınlanmaz.

ÖNE ÇIKAN YAYIN

And They Died / Gün Gencer

  AND THEY DIED (THE ROAD TO GALLIPOLI) (ÇANAKKALE SAVAŞINA GİDEN YOL) A TRAGEDY IN THREE ACTS  (A Docu-drama with music written in memory o...