Yarım Simit /Okan Üstünkök

 

 

 

YARIM   SİMİT

 (ÖLÜMLÜ  DÜNYA ÖYKÜLERİ  2)


sorma bana kimim

nerden geldim buraya

gözlerimdeki kırmızı bulutlar

hangi günlerden, sorma

 Turgay Fişekçi                                                                                                                                                  

 Bu yazılışı Şubat 2021 Bristol

 

 

‘’Geberemedin gitti kör olasıca, seni doğuracağıma taş doğursaymışım keşke,  pis köpek! ’’ 

Hiç bir zaman kabul edemediği sudan  nedenlerle her seferinde bu saldırıyla  başlayan  acımasız, aşağılayıcı dayaklara daha fazla katlanamadı, oniki yaşındayken evden kaçtı. Yanına aldığı birikmiş bayram paralarının çoğunu izi bulunmasın diye akıl edebildiği en dolambaçlı aktarmalara harcayıp iyiden iyiye  sapa bir kasabaya attı kendini. İlk gece otobüs terminalinde  sabahladıktan sonra ne olur ne olmaz diye  zaten kısıtlı olan  parasının geri kalanını   harcamadan   sanayi çarşısına gitti. Uydurduğu yarısı yalan  ‘’babam yok, eve ben bakıyorum’’  duygu sömürüsünü yutmuş gibi yapan  kaportacının yanına çırak girdi. Boğaz tokluğuna çalıştığı  teneke damlı, havasız, kışın buz,  yazın fırın dükkanın zehirli kokularını soluya soluya pazar dışında her gün her  angaryaya koşuldu, itildi kakıldı   ama eve dönmesin de ne olursa olsundu. 

‘’Boş durma, dükkânın önünü süpür’’.  

‘’Koş bir uzun Maltepe al gel’’,

‘’Müşteriye bir  demli çay koy’’.  

‘’Krikoyu kaldırsana ‘lan salak.

Kaportacı Ramiz Usta aksiydi, tersti, sertti ama daha görür görmez dayak yüzünden evden  kaçtığını onun yüzünden anlamıştı. İkide birde  bağırıp çağırdıysa da, her fırsatta azarladıysa da hep sahip çıktı. Hiç çaktırmadan, yıllarca.

Öğle yemeği  Sanayici Nezihe Abla aşevindeki  tencerelerde ne vardıysa (çoğunlukla kuru-pilav, ya da mevsim sebzesi, yanında turşu),  akşamınki ise köşedeki bakkaldan çeyrek ekmek ve helvaydı;  iki günde  bir de Ramiz ustanın ‘’al ‘lan, şunu ye de durduk yerde zehirlenip başıma iş açma’’ diye verdiği yoğurt. Tek değişiklik  haftalığı alınca pazar günleri Şehir Sinemasının koltuklarında  sanayi çarşısı çıraklarını assolistliğe,  artistliğe, varsıllığa özendiren pembe bulutlu, iyimser umutlu yeşilçam ürünlerinin iki saatlik mutluluğu ve   akşama doğru  dükkâna dönmeden karpit lambası ışığında yenen  tükürük köftesiydi.

Üç kuruşluk ek ücret için değil, geceleri yatacak yeri olsun diye daha ilk günden dükkânın gece bekçiliğini de üstlenmişti.  Akıllılık etmişti aslında.  Ne yapacaktı ki başka? O yaşta otele almazlardı. Sokakta kalacak değildi ya. Dükkânın arka tarafında yer vardı. Ustanın üstüpüyle doldurup oraya yerleştirdiği partal minderde uyumaya ister istemez alıştı alışmasına, hiç yoktan iyiydi, ama ısıtmasız dükkânda hangi zemherideyse göğsüne yerleşen hırıltı bir türlü geçmedi, kaldı. Doğduğunda  her nasılsa nüfusa bir kaç yaş büyük yazdırılmış olması bir bakıma işine geldi, sanayiden kurtulurum ümidiyle  erken erken askerlik yoklamasına gitti. Ancak hastanede ciğerlerinin zayıflığı, kanındaki bilmemnenin eksikliği, boyunun kısalığı, üstüne üstlük gözlerinin de bozukluğu gibi bir yığın nedenle çürüğe çıkardılar. Çürük ha? Nasıl olurdu? Dükkâna döndüğünde kendini tutmasa ağlayacaktı.  Ustası ‘’git ‘lan, üzüldüğün şeye bak, durduk yerde askerlikten yırttın, iki sene kazandın işte, sanki askere gidecen de ne olacak, salak !’’ dediyse de  yararı olmadı. Gazyağlı paçavralar, pasta cilâ ve boya tenekeleri, boş tiner şişeleri, pis takım çantaları arasındaki üzgün, bezgin, kırgın yaşantısı kalfa olunca da zerre değişmeden sürdü gitti. 

Bir gün hiç hesapta yokken dükkâna eli çantalı biri geldi,  varlığını bile bilmediği bir üvey dayının öldüğü haberini getirdi. Adamın dediğine göre dayı da kendi gibi küçük yaşta aileye küsüp gitmişti. Çoluğu çocuğu yoktu, hiç olmamıştı. Yakın bir kentteki evini, kiraya verdiği dükkandan gelen geliri ve başka nesi varsa tümünü  tanımadığı,  görmediği kaportacı kalfası üvey yeğenine bırakmıştı.  ‘Beni nereden biliyormuş, nasıl bulmuş’  diye meraklanıp sorduğunda ustası o hiç eksilmeyen aksiliğiyle  ‘’ne farkeder ‘lan, kurcalama, bak ne güzel işte durduk yerde hayatın kurtuldu, ömür boyu buralarda sürüneceğine genç yaşta rahata kavuşacan, daha ne istiyon, belanı mı, defol şurdan da sinirimi bozma, salak!’’   deyince önüne sürülen kağıtları imzaladı. Ertesi gün eli çantalıyla birlikte gidip işlemleri yaptılar, evin ve dükkanın  tapusunu aldı,  döndü. Bir kaç gün sonra usta  ‘’hadi bakalım, sallanma  da git artık’’ deyince davrandı.  Kıvır zıvır ne eşyası varsa  fermuarı bozuk çantasına tıktı. Yıllardır salt çalıştığı değil, ne olursa olsun gene de aynı zamanda ev bildiği yerden ayrılmak sandığı kadar zor olmadı da ustasına veda için elini öperken içinden geldi, adama ilk kez sarıldı. Yanına çocukken gelmiş, sığınmış, delikanlılığa dek ekmeğini yemişti. Tanımadığı, varlığını bile bilmediği dayıyı kim bilir kaç yıl önce bulup adamın ölmesine yakın her şeyi ayarlayanın Kaportacı  Ramiz usta olduğunu hiç bilmedi, bilemezdi…

Önceki gelişinde evin yerini öğrenmişti. Açtı, girdi. O gece evden kaçtığından beri ilk kez yaylı somyada uyudu. Sabah kalkınca hazırlandı, eli çantalıyla buluşup gitti, dükkanın kiracısıyla tanıştı, birikmiş kiraları aldı, çantalıya komisyonunu verdi, ucuz bir çorbacı buldu, falan…

Evde pek eşya var sayılmazdı. Olanlar da eski püsküydü ama ne önemi vardı ?  Hem dükkân köşesinde  uyumak zorunda değildi artık, hem de ‘içinde at koştur’ denilen türden koca koca iki odadaki yüklükler, dolaplar, çekmeceler, duvar diplerine sıralanmış kutular,  somyanın altı, mutfak rafları tepeleme kitap doluydu. Dayı yıllar yılı kitap almış, okumuş, biriktirmişti anlaşılan. Orta birdeki Türkçe öğretmeni Raci Tüğen’in sınıfı götürdüğü kent kitaplığı Kitapsaray’a ilk gittiğinden beri belleğinden hiç çıkmayan o yoğun, o benzersiz, o doyamadığı kitap kokusu vardı evde. Sevinçle, hazla işe koyuldu. Kitapları elden geçirmeye başladı. Okşaya okşaya tozlarını aldı. Evin bir odası ona yetecekti. Öbürüne kitapları yaydı. Konularına göre ayırdı. Evden kaçtığında virgüllemek zorunda kaldığı kitap tutkusunun şimdi açığa çıkıveren  açlığıyla okumaya başladı. Oburca okudu, günlerce okudu, sabah akşam okudu, bazan çorbacıya bile gitmeden okudu da okudu.

Bir keresinde şafak sökerken o hala okuyordu. Bilen bilir, uykusuz geceleri izleyen gündoğumunda insan bazan yalnız saati değil mevsimi de şaşırır.  Ona da öyle oldu. Birden sanki dışarda kar yağıyormuş gibi geldi. Oysa aslında son yazın güzel,  gün doğumunda maviyken giderek pembeleşip sonra sarı sarı ışıldamaya başlayan alaca sabahlarından biriydi. Pencereyi açtı. Serin, tertemiz havayı içine çekti. Birden denizliğe kuşlar üşüştü. Ürktü. Kovalayacaktı, ustası aklına geldi. Burada olsa   ‘’git ‘lan, naapıyon salak, kovalama, dayın alıştırmıştır onları, yoksa durduk yerde ne diye gelsinler pencereye, acık yem ver,  zaten insanlarla aran yok, bari kuşları kaçırtma’’   derdi.    Gerçekten de  pencereye alışık olmalıydı kuşlar, korkmuyorlardı. Tersine, ‘‘hani bize her zaman verdiklerin’’ dercesine arsız arsız bakıyorlardı, önce bir gözle, sonra başlarını yana yatırıp ötekiyle. Bıraksa içeri girecek, istediklerine istedikleri kadar, istedikleri gibi el koyacaklardı sanki. Koştu, köşedeki fırından iki simit aldı. Doğrayıp denizliğe dizdiği simit parçaları hepsine yetecekken bir lokma için canhıraş bağırtılı yalancı kavgaları  tıpkı insanların yersiz, gereksiz hırgürleri gibiydi ama kuşlar hiç olmazsa küsüşmüyorlardı. Sevdi kuşları. Kitaplar kadar sevdi. Evi sevdi. Yaşamında ilk kez yaşamayı sevdi. Evet, ustanın dediği gibi rahata ermişti işte.  Sonunda her şey ne güzel oluvermişti birden.. Ohhhhh…

O kış kar erken geldi.  Lâpa lâpa yağdı da yağdı. Her sabah gelen, simitle beslediği kuşlar pencereye uğramaz oldular. Bir gün, iki gün, üç gün… Yok.  Meraktan öldü. Dördüncü gün artık duramadı.  Akşam olurken fırladı, cebine bir simit koydu, dışarı çıktı. Sıfırın altında bilmem kaç derece soğukta karlara bata çıka parka gitti. Kuşların parktaki havuzun etrafında kümelendiklerini biliyordu ama orada da görünmüyorlardı. Yağan kara, üstündekilerin yetmezliğine, ayağındakilerin evde giydiği şıpıdık mercan terlikler olduğuna aldırış etmeden parkta döndü, dolaştı. Kuşları bulamadı. Geldi, havuzun önündeki  banka oturdu. Beklemeye başladı. Neredeydi bunlar? Ne yaparlardı bu karda buzda? Aç mıydılar? Nasıl üşüyorlardı kim bilir? Kuşlar da zatürre olur muydu acaba?..

Akşam akşam acele adımlarla parktan  geçen bir kaç kişi oldu ama gocuklara, paltolara bürünmüş, atkılara sarınmışlardı, kimseyi görecek halleri yoktu. O da geçenlere kuşları soracak değildi zaten. Kuşlar onun sorumluluğuydu. Getirdiği simitin yarısını parçalara böldü, etrafa serpti. Kuşlar gelirler diye, gelsinler diye bekledi kar altında. Bekledi… Bekledi… Bekledi… Bir gece önce gene kitaplara dalmış, sabaha dek uyumamıştı. Yorgunluk çöktü üstüne. İçi geçti, şöyle bir dalar gibi oldu. Ne dalması? Uyudu kaldı basbayağı. Ne meydandaki saatin  geceyarısını vurduğunu duydu,  ne de hiçbiri uzak olmayan camilerden sabahın sessizliğinde yankı yankı yankılanan ezanı…

Devriye gezen polisler geldiğinde kardan adama dönmüş, her yanı buz kesmişti. Seslendiler, uyanacak gibi değildi. Yarım simitin parçaları kar altında kaybolmuştu. Kuşlar yoktu.

Parlak beyaz renkli yüzoniki mavi ışıklı şimşeklerini çaka çaka, yoldaki karları yara  savura, cıyak cıyak   çığlıklarla geldi. Acil servisin sarı yelekli görevlileri sedyeyle onu içeri taşıdıklarında kaskatıydı. Üstünden kimlik çıkmadı. Terliğinin teki ayağında değildi, herhalde parkta kalmıştı. Cebinde yarım bir simit buldular. Parmakları mor, yüzü mavimsi beyazdı. Nöbetçi doktor nabzına baktı, kalbini dinledi, sonra başını iki yana sallayıp resmi rapora          ‘’Hipotermi / Donarak Ölüm’’ yazdı. Morga indirdiler.   Yatırdıkları çelik tezgâh Kitapsaray’ın gomalak cilâlı onikişer kişilik okuma masaları kadar kocamandı. Soğuk, sırılsıklam keten gömleğini, paçaları tirfillenmiş pantolonunu keserek çıkardılar, bir torbaya koyup etiketlediler.  Üstüne örttükleri beyaz çarşaf çıplak,  çelimsiz bedenine ortaokula başladığında alınan giysiler gibi bol geldi. Yoğun  klor kokuluydu. O duymadı.         

Morgdakiler işlerini bitirip çıkmak üzereyken parlak beyaz yüzoniki mavi ışıklarıyla şimşekler çaka çaka  gene acile giriyordu. İçlerinden biri gidip baktı. ‘’Doğummuş’’ dedi, ‘’bizle ilgili değil’’.                                                       

Morg soğuktu, üşümüşlerdi. Kapıyı çekip kantine çay içmeye gittiler. 

                              

OKURA NOT:  Öykü ilk yazıldığında burada  --görevliler çay içmeye gidince-- bitiyordu. Dostum Süha Özkan öyküyü okuduğunda  ‘’Andersen’in çocukken beni çok ağlatan  Kibritçi Kız masalını anımsadım’’  deyince kurgu o kadar  Andersen-imsi olmasın diye  sonuna biraz Roald Dahl-vari bir ek konuldu. Okumaya devam edin bakalım ne diyeceksiniz…

 

Görevliler gidince doğruldu. Sert, soğuk, çelik masadan kalktı. Rapora yazılanı okudu. ‘’Buna ölüm mü denir be!’’ dedi kendi kendine, ‘’bunlar ölüm görmemişler’’. Torbaya tıkılanları çıkardı ama giysiler giyilesi değildi, lime limeydiler. Onları görünce annesinin ‘’ben sana bu hokkabaz rengi şeyi giydirmem’’ diye makaslayıp çöpe attığı yandımalamadım kırmızı gömlek geldi aklına. Yaymanlar Tuhafiye’nin vitrininde görünce içi gitmişti o gömleğe de annesi inattan bir türlü almayınca komşu Sabahat Teyze kendi evinin mutfak harcamasından kesip onuncu yaş gününde armağan getirmişti. Ölüm diye o güzelim gömleğin bir kez bile giyilmeden kesilip çöpe gittiği  gün yaşadığı üzüntüye denirdi, raporda yazılan da neydi ki?  Giysileri işe yaramayacaktı, tek terlik de öyle. Çarşafa sarındı. Kapıyı açtı. Dışarı çıktı. Güvenlik görevlilerinin,  yüzonikinin yanından geçti. Kimse görmedi. Yaşamıyordu ki görünsün.

Eve gelip içeri girince pencereyi açtı, denizliğe  birikmiş karları temizledi. Morgdaki torbadan çıkardığı yarım simiti suya batırıp yumuşattı. Parçaladı, denizliğe serdi. Kenara çekilip kuşları beklerken ustasını duydu. ‘’Git lan, kar yağdıysa yağdı’’ diyordu, her zamanki gibi, ters ters.  ‘’Kuş beyinli denildiğine bakma, onlar çoktan girmişlerdir bir kuytuya, hava ısınsın,  çıkar gelirler, sen boşuna öldün, salak !’’    

Ustası haklıydı. Morga geri döndü. Çelik masaya uzandı, klor kokulu beyaz çarşafı başına çekti. ‘’İyi’’ dedi, ‘’hava ısınınca gelirlermiş, pencerenin önünde yarım simit var, aç kalmazlar’’.

Gözlerini kapatması gerekmedi.  Parkta uyuduğundan beri kapalıydılar.

  

                                                       


                                           
                   

 

 

                  

 

3 yorum:

  1. Yüreğim parçalanarak ikinci kez okudum. Yokluğa, yalnızlığa, çaresizliğe alışmışlık, sonra da
    yüreğinde birikmiş sevme ve koruma iç güdüsü bu kadar mı yalın ve vurucu anlatılır.

    YanıtlaSil
  2. Bu kadar güzel tanımlanan bir kişinin ölümü üzücü oluyor ana neyse ki ölümün bir son olmadığını vergularmışcasına arkadan gelen devamı hikayenin belkemiğini oluşturan insan sevgisini sürekli kılıyor.yüreğine,kalemine sağlık
    Yücel Akyürek

    YanıtlaSil
  3. Hocam bir yaşamı bu kadar sade ve incitici aynı zamanda dışarıdan bakarak tarafsız olarak kısaca yazmak ustalık ister. yüreğim burkularak okudum....

    YanıtlaSil

Yorumunuz okunduktan sonra yayınlanır. Yorumunuzun altına ad ve soyadınızı yazınız, Kimliği belirsiz yorumlar yayınlanmaz.

ÖNE ÇIKAN YAYIN

And They Died / Gün Gencer

  AND THEY DIED (THE ROAD TO GALLIPOLI) (ÇANAKKALE SAVAŞINA GİDEN YOL) A TRAGEDY IN THREE ACTS  (A Docu-drama with music written in memory o...