VAR MI CEMAL BABA'NIN CANLI BALIK ile PALABIYIĞIN MEYHANELERİNDE KAFA ÇEKEN? / E. Arısoy

 

VAR MI CEMAL BABA'NIN CANLI BALIK ile PALABIYIĞIN MEYHANELERİNDE KAFA ÇEKEN?

Bu yazım “Ankara Magazin” dergisinin 34 nolu Eylül 2004 sayısında ilgili fotoğraflarla birlikte yayınlandı.

NEREDE ANKARA’NIN O ESKİ MEYHANELERİ ?

“Hop dedik! Sinek vaaar!”

Saat 18.30 gibi, meyhanenin eşiğinden içeri bir bayan ayağının girmesiyle Cemal Baba’nın gür sesini duyan bekar erkek takımı toparlanır, hesaplarını öder ve sessizce salonu terk ederlerdi. Ulus’ta, Dışkapı yönünde, Sümerbank ve İş Bankası’nı geçtikten sonra, Rüzgarlı Sokağın Çankırı Caddesine açıldığı kavşağın çok yakınındaydı Cemal Baba’nın “Canlı Balık” meyhanesi. Caddenin karşı kıyısında Maliye Bakanlığı bulunuyordu, onun da az ilerisinde Ankara’nın Hükümet Konağı (Vilayet) vardı. Buralarda çalışan bekar erkek memurlar saat 17’de, işlerini paydos ettikten sonra meyhaneye damlayıp demlenmeye başlarlar ve Cemal Baba’nın yukarıdaki ünlemesiyle de evlerine dönerlerdi. Bu aralarındaki parolaydı. Bayan müşteriler ya bu parolayı bilmezler, ya da bilmez gibi davranırlardı. Cemal Baba bir de şöyle övünürdü: “Benim lokantama senin eşin ve kızkardeşin birlikte gelebilirler, onlar artık bana emanet edilmişlerdir. Kalkmak istediklerinde ben onları bildiğim taksilere bindirir, güvenlik içinde evlerine gönderirim!”

Ne kadar bereketliymiş o günler. Türkiye’nin denizlerinde balık neslinin kökü henüz kurutulmamıştı. Kültür balığı, ithal balık diye bir şey bilmiyorduk “Canlı Balık”ta barbunyanın, tekirin en nefisini, toriğin, palamutun en tazesini, çipuranın ve trançanın en irisini bulmak olağandı. Çirozlar halis uskumru çirozlarıydı. Lakerdanın, karidesin, midyenin tadına doyum olmazdı. Bir de çekirdeği çıkarılmış ve içine ançuez sıkılmış yeşil zeytinler vardı ki adama bir büyük rakıyı rahat içirtir. Deniz mahsulleri günlük olarak İstanbul ve İzmir’den getirtilirdi.

Ben Cemal Baba’nın yerine 60’lı yılların başında ODTÜ’de mimarlık okuduğum günlerde gitmeye başladım. Cem Akdamar, Taner Alev, Cengiz Onaran, bir de bendeniz, bizim sınıfın değişmez dörtlü meyhane takımı sık sık Cemal Baba’yı şenlendirirdik. Kimi zaman aramıza Mehmet Adam, Ersin Üner ya da Cem’lerle aynı evi paylaşan Siyasal Bilgiler öğrencisi Emre Ergin de katılırlardı. Sınıfımızın kızlarından Emine Komut, Serpil Tolga, Feral Eke, ileride Taner’in eşi olacak İngilizce öğretmeni Oya Gökçe, aile dostumuz Dil Tarih’li Demet Tünay (şimdi Börtücene) ile İzmir’den geldiği günlerde Cengiz’in nişanlısı Nergiz Lenger de bizlere eşlik etmekten mutluluk duyarlardı. Kapıdan girdiğimizi gören Cemal Baba “İsa Musa bak seninkiler geldi!” diye seslenir, ömrümde gördüğüm garsonların en hızlısı İsa hemen masaları birleştirir ve bize sormadan anında sofrayı donatırdı. Ne yediğimizi ve ne içtiğimizi ezbere biliyordu.

Canlı Balık’ta bir çok tanıdığa rastlamak olasıydı. Bir akşam, üç kafadar, Ersin Üner (Sarı Ersin), Mehmet Adam ve ben (Amca Ersin) meyhaneye girdiğimizde sevgili hocamız, rahmetli Dündar Elbruz(*)u bir masada bir bayanla oturur gördük. O bizim girdiğimizi fark etmedi. Yerimizi aldıktan sonra İsa’ya Dündar Hoca’nın ne içtiğini sorduk. Rakı içiyormuş. Bir duble rakı istedik, kağıt peçetenin bir bölümünün üzerine “Sevgili Hocamıza saygılarımızla” yazıp imzaladık ve yapışkan bantla bardağa iliştirdik. İsa bardağı Dündar Hoca’ya götürdü. Kafası zaten dumanlanmış Hoca duble rakıyı bize doğru kaldırdı ve bir dikişte içti. Ardından Cemal Baba’ya seslendi: “Baba bu bardağı bana satacaksın, evde yazısıyla birlikte vitrine koyacağım!” Cemal Baba yanıtladı: “Al götür Dündar Bey! Üç kuruşluk bardağın lafı mı olur?”. Dündar Hoca ısrarcıydı: “Hayır, benim için dünyalara değer, sevgili öğrencilerimin bana armağanı. Hesaba bardağı da ekle!” dedi ve bardağı ceketinin iç cebine özenle yerleştirdi. Yarım saat kadar sonra bizleri masasına çağırdı, yeniden rakı ve meze ısmarladı. Üçümüz de sallanır hale gelince bizi kapıya kadar uğurladı, üç ayrı taksiye bindirdi, ücretlerini ödedi, “Haydi şimdi doğru evlerinize, yarınki derslerinizi de ekmeyin!” diye tembihledi. Dündar Hoca salonunun vitrininde bizim bardağı sergiledi mi? bilemiyorum, ancak ben o gecenin anısını yüreğimin bir köşesinde sürekli taşıyorum. Huzurlar içinde yatasın Dündar Elbruz Hocamız.

1964 Haziranında, yani bundan tam kırk yıl önce ODTÜ’den diplomalarımızı aldık. Artık çiçeği burnunda birer mimardık. Olayı kutlamak gerekiyordu. Bunun için Cemal Baba’nın “Canlı Balık” meyhanesinden daha uygun bir ortam olamazdı. Taner, Cengiz, Nergiz, Cengiz’in amca kızı ODTÜ öğrencisi Çiğdem Onaran, Gündoğdu, Emre bir de ben, gündüz sürdürülen diploma töreninin ardından “Canlı Balık”a damladık. Bizim gibi ellerinde diplomalarıyla gelmiş yeni mezunlar meyhaneyi doldurmuştu. Ayrıca çok sayıda öğretim üyesi de şöleni şenlendirmekteydi. Gözlerimiz diplerde bir masada, ikinci sınıfta bizlere statik öğretmiş rahmetli Murat Dikmen Hocamıza takılıyor, diğer bir masada işletme bölümü hocaları Doğan Energin ile aynı zamanda milli bir atlet olan Erol Tümer’i seçiyordu. Herkes üç aşağı beş yukarı bir birini tanıyordu. Birlikte yenildi, içildi, şarkılar söylendi, halaylar çekildi. Gece yarısına doğru sallanarak yanımızdan geçen Murat Hoca yanaklarımızdan öperek bizleri kutluyor, bir taraftan da “Bu halimi de mi görecektiniz çocuklar?” diyordu.

Cemal Baba’nın ölümünden sonra “Canlı Balık” ın yönetimini oğlu üstlendi, ancak bir şeyler eskisi gibi değildi. Sonra meyhane nedense Kızılay’a, Sümer Sokak’ta bir apartmanın zemin katına taşındı. Bir iki kez gittiğimizde lokantanın temel direği İsa işlerin hiç de iyi yürümediğinden söz etti. Az sayıda müşteri vardı. Büyülü havası kalmamıştı. Sonraları, bir yerlerden kapandığını duyunca içimde bir şeyler cız etti. Çok sevdiğim bir dostumu yitirmiş gibi oldum.

Yine Ulus Meydanı’na yakın, bu kez Yenişehir yönünde, Merkez Bankası’nın karşısından Posta Caddesine girip hale doğru yürüyünce, Modern Çarşıya ulaşmadan biraz önce Palabıyığın Meyhanesine gelirdiniz. Bu meyhaneye, ODTÜ öğrencisi olmadan bir yıl önce tanıdığım Alpagut Erenuluğ ile gitmeye başlamıştım. Burası Canlı Balık’a oranla daha ucuz idi. Öğrenci olduğumuzdan ve hala evlerimizden harçlık aldığımızdan kesemize daha uygun geliyordu. Palabıyığa çok sayıda akşamcı gelirdi. Salonun dibindeki barın önüde, yüksek iskemlelere tünerler, iki yaprak marul ya da iki adet çiroz ile saatlerce demlenirlerdi. Zaman zaman meyhaneye giren gezgin satıcıların en ilginci Atatürk büstleri satan adamdı. Kafasında az saçı bulunan, açık renk pardösülü, gangster görünümlü, ciddi suratlı bu adam büyük bir sevecenlikle büstlerin başını okşar, bardaki akşamcılarla pazarlık ederdi. Henüz rakı içmeye başlamamıştım. Votka ile bira içerdim, aslında iyi bir rakıcı olan Alpagut da bana eşlik etmeye çabalardı. Votkayı biranın içine dökmez, sek olarak içerdim. Votkanın anında yaktığı boğazımdan geçen buz gibi Tekel birasının tadını ve kokusunu çok severdim. Garson Selahattin bizlerden sipariş almaz, doğrudan mutfağa seslenirdi. “Yap iki peynirli omlet, bir sirkesi bol çiroz salatası, bir de güzel kıvırcık salata”. Ardından şişeleri ve bardakları taşırdı. Müşteriler azalınca masamıza oturur, sohbete başlar ve de “İnşallah sizin düğünleri burada yaparız!” derdi. Bazan bir ufak şişe votka bizleri kesmez, üzerine dubleler eklerdik. Bir gün ek dubleyi ısmarlamak üzere cebimizdeki paraları saydığımızı farkeden sevgili Selahattin “Ağabeyler, koyun paralarınızı cebinize, bundan sonra bendensiniz!” demişti. Selahattin’i daha sonraları lüks lokantalarda, örneğin Madam Restoranda falan gördüm. Her zamanki sıcakkanlılığı ile severek servimizi yaptı. Yaşıyorsa kulakları çınlasın.

Palabıyığın Meyhanesinin bulunduğu alçak yapı zamanla yıkıldı, yerine çok katlısı yapıldı ve tüm cadde boyunca olduğu gibi dükkanlarla doldu. Güzellikler bir birinin ardından yitiyordu.

(*)Dündar Elbruz Saint-Joseph öğrencisi olduğum dönemde, 1952-53 ders yılında, Orta 1A sınıfında Türkçe öğretmenim olan rahmetli Şefik Elbruz’un oğlu. Böylelikle baba ve oğul hocalardan feyz almak mutluluğuna erişmiş oldum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuz okunduktan sonra yayınlanır. Yorumunuzun altına ad ve soyadınızı yazınız, Kimliği belirsiz yorumlar yayınlanmaz.

ÖNE ÇIKAN YAYIN

And They Died / Gün Gencer

  AND THEY DIED (THE ROAD TO GALLIPOLI) (ÇANAKKALE SAVAŞINA GİDEN YOL) A TRAGEDY IN THREE ACTS  (A Docu-drama with music written in memory o...