Solaçık Fehmi / Okan Üstünkök

 

 

AMBAR GÖREVLİSİ SOLAÇIK FEHMİ

(ŞU ÖLÜMLÜ DÜNYA ÖYKÜLERİ 4)

 

 İzmir 2016

 

   


 

Aile boyu Beşiktaşlı dostlarım Erciyaslar ve Somunkıranlar için yazılmıştı.

    ( Beşikbahçe – Fenertaş  başlığıyla)

 

 

Çocuk beşinci sınıfa geçtiğinde  ona bir bisiklet alındı. O günden başlayarak da mutfak alışverişi onun görevi oldu. Yüksünmedi. Manava, bakkala, kasaba gitmek için bile olsa  bisiklete binmek ergenlik öncesinde eriştiği en büyük hazdı. Bisikletiyle havanın kokusunu, esintinin tadını alıyordu, renkleri görüyordu, kuşları duyuyordu, üstündeyken içi içine sığmıyordu. Bisikletini öyle böyle değil, çok ama çok seviyordu çocuk.

İlk sevgilisi, ilk gerçek aşkıydı o bisiklet.

 

Bir gün, almayı unuttuğu bir demet maydanoz için hiç üşenmeden güneş altında yeniden sebze çarşısındaki manava gittiğinde bisikletin pedalını  her zaman yaptığı gibi kaldırıma dayayıp bıraktı. Döndüğünde bisiklet yerinde yoktu. Başından aşağı kaynar kazanlardan ağular döküldü. İçi ezildi, daraldı, yandı, kavruldu. Ölmek geçti aklından da sevdiceğini bulmak için sağ kaldı. Etraftaki dükkanların sahiplerine sordu. Umursamadılar.  Onun bisikletini kollamak zorunda değildiler elbet. ‘‘Belki bir arkadaşın haber vermeden ödünç almıştır, getirir’’ diyen oldu.  Pek aklı yatmadı ama umutlanıp bir süre bekledi. Gelen giden olmadı. Alışveriş sorumluluğu ağır basınca da maydanozu mutfağa yetiştirmek için tabana kuvvet eve yürüdü. Sonra öğle sıcağında  bisikleti bıraktığı yere geri döndü. Bisiklet yine yoktu.  Olması gereken yerin ilerisinde aynı şekilde kaldırıma bırakılmış benzer renkte bir başkası duruyordu. Çocuk onu daha önce de görmüş ama önemsememişti. Kendi bisikleti çift aynası, pasparlak, çınçın öten  zili ve sarı lacivertli Fenerbahçe bayrağıyla nasıl alımlıydı bilseniz. Bu da aynı markaydı ama gösterişsiz, soluk, paslı ve yalındı.  Köşedeki bakkal Enver kapıya çıktı, seslendi.

‘’O bisiklet taa sen sorduğundan beri öyle durup duruyor. Kimbilir, belki bunun sahibi seninkini yanlışlıkla alıp gitmiştir. Sen de bunu al. Gelip soran olursa ben durumu anlatırım,  merak etme.’’

Evet, belki öyleydi ve yapacak başka şey yoktu.  Çocuk istemeye istemeye,    çekine çekine bindi yabancı bisiklete. Eve zor geldi. Beyni zonkluyor, kulakları uğulduyordu. Bisikletinin çalınmış olması bir yana,  bir  başkasınınkine el koymayı hırsızlık gibi görüyor, onu bir türlü kendine yediremiyordu. Ne yapacağını bilemez durumdaydı. Babası akşam geldiğinde  ‘’dur canım telaşlanma. Polise haber veririz, bulurlar, bu bisiklet kiminse onu da araştırırlar’’ dediyse de rahatlayamadı.  Bisikletinin alınması, daha doğrusu çalınması ağrına gitmişti.  

O gece pek uyumadı çocuk.                                                                           

Sabaha doğru aklına geldi ki bu marka bisikletler sadece belli bir  mağazada satılıyordu. Belki de oranın sahibi kimlerin bisiklet aldığını anımsar, bu bisikletin kimin olduğu bulunur, kendisininki yanlışlıkla alınmışsa durum açıklığa kavuşurdu. Kalkınca babasına söyledi. Birlikte bisikletin satın alındığı yere gittiler. Ne var ki aynı markadan düzinelerle bisiklet satılmış, doğru dürüst kayıt da tutulmamıştı. Eli boş döndüler. Babası yine ‘’üzülme canım, ne olacak, eninde sonunda buluruz’’ dediyse de içinden bir ses ‘’gitti güzelim bisiklet’’ diyor ve bu da onu kahrediyordu.

Bir hafta kadar sonra akrabalardan birini uğurlamak  için evcek tren istasyonuna gittiklerinde büyükler onu ilgilendirmeyen şeylerden  konuşurken o öylesine etrafa bakınıyordu.  Birden kapısında  ‘’ambar‘’ yazan odanın önünde duvara dayalı  bisikleti gördü. İşte! Canı gibi sevdiği o lepiska saçlı, o ceylan gözlü, o incecik belli, kadife tenli, gri renkli, o çift aynalı, o fenerbahçe flamalı, o güzelim, o nazlı bisikleti orada duruyordu, yalnız, içli, hüzünlü... Çocuğun kalbi göğsünden çıkacaktı.  Beyninde ise fırtınalar esiyordu. Neden buradaydı sevgilisi? Kim getirmişti onu buraya. Ambar görevlisi mi? O ise iyi, ama ya o değil de iş için o an oraya gelmiş biriyse?  Babasına bir şey söylemedi çocuk. Sevdiğini kim ondan aldıysa, çaldıysa,  onu kendisi geri alacaktı. Ambara yöneldi. Kapıdan baktı. İçerde masada oturan genç ambar görevlisinden başka kimse yoktu. Demek bisikleti alan oydu. ‘’Güzel’’ dedi çocuk kendi kendine. ‘’Yarın tatil matil değil. Adam yine burada olur. Ben yarın gelir bu işi çözerim’’.  Ne var ki nasıl çözeceği konusunda fikri yoktu henüz.  Eve döndükten sonra ders çalışma bahanesiyle kendini misafir odasına kapattı. Düşün babam düşün. Doluya koydu almadı, boşa koydu dolmadı. Gece yatmak üzereyken buldu. Mahallede  Sansar Yılmaz diye tanınan futbolcu bir ağabey vardı.  İstasyonda muhasebe servisinde  çalıştığını duymuştu, biliyordu. Ona gidip yardımını  isteyebilirdi.

Ertesi gün okuldan çıkınca koşar adım eve geldi. Hemen elindeki o kötü bisiklete atlayıp soluğu  istasyonda aldı.  Muhasebede Yılmaz Ağabeyi buldu.  Ambar görevlisini sordu.

‘’Ambar görevlisi mi? O bizim takımın solaçığı Sarı Necmi’’ dedi Yılmaz. ‘’Ne olmuş ona ?’’   Çocuk durumu anlattı. Yılmaz biraz düşündü. ‘’Senin bisikletinde Fenerbahçe bayrağı, üstünde de sarı lacivert ışıklı lambası mı var dedin?’’  ‘’Evet’’ dedi çocuk, ‘’istersen gel ambara gidelim, göstereyim.’’ ‘’Gerek yok’’ dedi Sansar. ‘’ Bizim  Sakaryasporun renkleri siyah  beyaz. Sarı Necmiyi öldürsen bisikletine sarı lacivertli bayrak takmaz. Git konuş bakalım ne diyecek.’’  Yılmaz ağabeyin yanından ayrıldı,  ambara yürüdü. Güzelim bisiklet gene kapının yanında duruyordu.  Önce derin bir nefes aldı. Sakin olmalıydı ama, doğrusu ya, eli ayağı titriyordu. İçeri girdi. Ambar görevlisi masasındaydı. Sarışın saçlarına bakılırsa Yılmaz ağabeyin sözünü ettiği Sarı Necmi buydu. Genç adam onu  görünce başını kaldırdı. ‘’Merhaba delikanlı’’ dedi. Böyle karşılanmak biraz rahatlattı çocuğu. ‘‘Necmi Ağabey, ben sizin takımdan Yılmaz Ağabeyin mahalleden komşusuyum’’ dedi, çok fazla kekelememeye çalışarak. ‘’Sansar Yılmaz’ın mı?’’ dedi Necmi, kayıtsızca. ‘’Evet’’. Sarı Necmi pek etkilenmiş gibi değildi. ‘’Eee?’’ dedi, sadece.  Çocuk dikkatliydi. ‘’Şey, merak ettim, sen Sakaryaspor’dan başka hangi takımı tutuyorsun?’’ Sarı Necmi böyle çocukça bir soru beklemiyordu herhalde ama karşısındaki de çocuktu alt tarafı. ‘’Sen söyle bakalım’’ dedi, ‘’siyah beyaz renkli başka hangi takım var?’’  İlkokul beşinci sınıf öğrencisi çocuk ne kadar bilgili olduğunu göstermeliydi elbet. Büyük bir hevesle  ‘’Juventus’’ dedi.  ‘’Beşiktaş yok mu oğlum?’’ dedi Necmi. Çocuk kıpkırmızı oldu. ‘’Haa, tabii, evet, Beşiktaş var, olmaz mı hiç, ben şey sordunuz sandım’’ diye saçmalarken Sarı Necmi gene sordu. ‘’Peki sen hangi takımdansın bakalım?’’ ‘’Fener’’ dedi çocuk, ‘’Fenerbahçe’’. ‘’Kova Fener ha? O da takım mı be!’’  dedi  Sarı  Necmi. Çocuk kendini topladı, işte tam sırasıydı.  Hemen sordu. ‘’Ee peki öyleyse senin bisikletinde neden Fener bayrağı var?’’.  ‘’Kim demiş?’’ diye diklendi Sarı Necmi. ‘’Gel de göstereyim’’ dedi çocuk.  Heyecandan bayılmak üzereydi. Dışarı çıktılar. Anlaşılan Sarı Necmi bisikletlerin  değiştiğini hiç farketmemişti. Çocuk duvara dayalı bisikletteki bayrağı gösterince  şaşırdı adam, kendini tutamadı, ağzından ıslık gibi bir küfür döküldü.  ‘’Hassi.tir be! Kim takmış lan bunu buraya?!’’ Çocuk o zaman biraz ürktü ama buraya kadar geldikten sonra işi bitirmesi gerekiyordu.   ‘’Ağabey’’ dedi, ‘’bu benim bisikletim. Dedim ya, ben Fenerliyim. Senin bisikletin bak işte bu.’’  Yanında getirdiği öbür bisikleti gösterdi.  ‘’Sen geçen gün çarşıda yanlışlıkla benim bisikletimi almışsın. Seni buluncaya kadar çok uğraştım...’’. Sarı Necmi duvara dayandı. Başını iki eli arasına aldı, birkaç saniye öyle kaldı. Sonra çocuğa döndü. ‘’Senin adın ne?’’ dedi, sakin sakin. Çocuk adını söyledi. ‘’Bak kardeş’’ dedi Necmi. Evlat demedi, delikanlı ya da çocuğum demedi, ‘’kardeş’’ dedi. ‘’Ben çok büyük bir dalgınlık etmişim. Ne dalgınlığı, salaklık, salaklık... Ne olur kusuruma bakma. Fenerbahçeye kova dediğime de aldırma. O lafın gelişi. Fenerliler de bize arabacı der. Önemi yoktur bu lafların. Çünkü sen Fenerli olursun, ben Beşiktaşlı ama bu bizi rakip yapar, düşman yapmaz. Hele bu bisiklet olayıyla şimdi artık biz kardeş olduk, kardeş, anladın mı? İnsanın  can kardeşi olur, kan kardeşi olur, süt kardeşi olur. Biz de seninle şimdi bisiklet kardeşiyiz.’’  Uzattı, çocuğun elini sıktı. Bisikletleri değiştiler. Çocuk sevinçle bisikletine binmek üzereyken, Sarı Necmi ‘’dur bir dakika, hemen gitme’’ dedi. ‘’Sen bu Fenerbahçe bayrağını nerden aldın?’’. ‘’Babam İzmir’den getirdi’’ dedi çocuk. ‘’Babam her hafta maça gider, ya burada ya İzmir’de’’. ‘’Ben işimi bırakıp kolay kolay İzmir’e gidemiyorum. Babana söyle de zahmet olmazsa bana da siyah beyazlısını getirsin, hem de seninki gibi, ışıklısından. Kaç para olursa olsun. Sende sarı lacivertlisi var, ben de siyah beyazlısını takayım ki bir daha bisikletleri karıştırmayayım.  Haa, bir de şu var. Bundan sonra sen de babanla maça gel. Elinde de bir Fener bayrağı olsun. Kardeşim seyrederse ben daha iyi oynarım... ’’

 Çocuk istasyondan eve uçarak geldi.

O yıl  elinde Fenerbahçe bayrağıyla Sakaryaspor’un hiç bir  maçını kaçırmadı. Siyah beyaz formalı Sarı Necmi de her maçta sahadan ona el salladı. Sezonun son karşılaşmasını solaçık Necmi’nin iki golüyle kazanan Sakaryaspor şampiyon oldu. Taraftarlar coşku içindeydi. Günün kahramanı Necmi ise kendi takımının sayısız siyah beyaz bayrağı arasında o bir tanecik sarı lacivertli Fenerbahçe bayrağının olmasına  herşeyden çok sevinmişti nedense.

 

 Maçtan sonraki gündü. Yağmur çiseliyordu. Çocuk çarşıdan aldıklarını bisikletle getirirken yarı yolda maydanoz almayı yine unuttuğunu  anımsadı. Telaşla fren sıkıp durdu. Tam dönecekti, kavşaktaki yeşil ışığı kaçırmamak için arkadan hızla gelen kamyon kaygan yolda duramadı.  Bisikleti altına aldı, metrelerce sürükledi. Etraftan koşuştular.  Çocuğu o koca tekerleklerin altından çıkardıklarında kımıldamıyordu. Hastaneye getirildiğinde artık yapacak şey kalmamıştı.

 

Cenazede Necmi tabutun üstüne kendi siyah beyaz çizgili formasını koydu. Yanına  da çocuğun  sarı lacivertli bayrağını.  Mezara ilk toprağı atarken ağlıyordu.                   

O günden sonra futbol oynamadı.

                                                               

 

-----------

 

Not:

 

Öyküde anlatılan olay gerçektir, yaşanmıştır. Sadece kavşaktaki yeşil ışığı kaçırmamak için hızla gelen kamyonun duramadığı kısmı uyduruktur.

Kamyon durabildi ki yazar bugün hâlâ yaşıyor.

3 yorum:

  1. Son paragrafınız olmasa bile hayli duygulu bir anı-hikâye. Ellerinize ve yüreğinize sağlık...

    YanıtlaSil
  2. Evet Sadık, son paragraf olmasa da olurdu. Öyküye farklı bir çeşni katsın diye eklendi. Dikkat eden etmiştir: ‘’Şu Ölümlü Dünya Öyküleri’’ dizisinde olaylar hep intihar, kaza, ya da cinayetle sonlanıyor. Böyle olması bende bilinç altına itilmiş bir ikinci kişilik, cani eğilimli bir seri katil ruhu olduğundan değil elbette. Sadece, nasıl gelirse gelsin, ölüm de doğum kadar doğaldır görüşünü işlemek çabası. Bu bağlamda, ilgilenenlere Gökhan Ergür’ün ‘’Ergin Günçe’nin Vazgeçemediği Ölüm’’ denemesini ve okumadılarsa Ergin’in ‘’Türkiye Kadar Bir Çiçek’’ şiir kitabını öneririm. (https://gokhanergur.com/ergin-guncenin-vazgecemedigi-olum/)


    YanıtlaSil
  3. Aylar sonra farkettim ki öykünün başlığında futbolcu arkadaşın adı Fehmi yazılıyken metinde Necmi olarak geçiyor. Affedilir bir yanlış değil. Uyurken yazmış olmalıyım. Dikkatli okuyuculardan çok ama çok özür diliyorum.

    YanıtlaSil

Yorumunuz okunduktan sonra yayınlanır. Yorumunuzun altına ad ve soyadınızı yazınız, Kimliği belirsiz yorumlar yayınlanmaz.

ÖNE ÇIKAN YAYIN

And They Died / Gün Gencer

  AND THEY DIED (THE ROAD TO GALLIPOLI) (ÇANAKKALE SAVAŞINA GİDEN YOL) A TRAGEDY IN THREE ACTS  (A Docu-drama with music written in memory o...