İSTANBUL
‘50’lerin Sonu ve ‘60’ların Başı
Yücel Akyürek, Yolboyu ’50, ’60 ve ‘70’li Yıllar, Yeni İnsan Yayınları kitabından alıntıdır.
2 O yıllarda, “langırt faciası” falan gibi abartılı korkular yaratan sonraki gençlik takıntıları bile henüz ortada yokken, biz de yaşıtlarımız gibi Tom Miks, Teksas, Pekos Bill, Mandrake gibi resimli romanlara düşkündük. Ret Kit galiba o sıralarda yoktu. Bugünkü bilgisayar bağımlılığı ile karşılaştırıldığında çok hafif kalsa da, tembellik ve iletişim kopukluğu yarattığı düşüncesiyle anne babalar tarafından sevilmiyor ama yasaklanmıyordu da. Sabahın hayli ilerlemiş saatine rağmen yatakta bunları okumaya dalmışken ekmek almak için bakkala gitmeye nazlandığımızda annem “yine mi tim piks” diye söylenirdi. Evin orasına burasına bırakılmış bu kitapları sanki pis bir şeymiş gibi parmaklarının ucuyla toplarken, ayrı ayrı isimlendirmeye bile değer olmadığını vurgulamak istercesine, hepsine birden toplu olarak “tim piks, ya da her neyse” diye adlandırmıştı.
Bisiklet
Babam bir gün, Samsun’dakine benzer bir bisikletle çıkageldi. İki kişiyi taşıyacak kadar güçlü, seleyle gidon arası çift bağlantılı ve balon tekerlekliydi. Arka çamurluğun üstünde de da sağlam bir oturma yeri vardı. O koşullarda bu kardeşim Selçuk’la benim için yeterliydi. Bir bisiklete iki kişi binme konusunda zaten deneyimliydik ama yaşça beni taşıyacak güçte olmadığı için Selçuk, yine arkada veya öndeki bağlantı borularının üzerinde çapraz oturmak zorundaydı. Yaşı daha da küçükken benim Talas’ta yatılı okuduğum aylarda annem Samsunda onu, faytonların arasında elleri havada; başka bir yerde de sele üstünde akrobasi yaparken yakalamıştı. Dolayısıyla hele İstanbul gibi yerde onun kendi başına bisiklete binmesini düşünmek bile istemezdi. Bana güvenleri vardı ama acaba ne kadar haklıydılar?
Çoğunu beraberimizde taşıdığımız el pompası, somun anahtarı, kargaburnu, tornavida ve yağdanlık gibi gereçler bakım ve onarım için yeterliydi. Samsunda geliştirdiğimiz becerilerle fren balatalarını değiştirebilir; ayarını yapabilir; dağılan göbek ve pedal rulmanlarını toplayarak gresle yağlayabilirdik. Lastik onarımı da zor değildi. Şişirilen iç lastiğin su içinde çıkardığı hava kabarcıklarından deliği bulur, kenarlarını zımparalar, üzerine başka bir lastikten kesilmiş yuvarlak bir yamayı ayakkabı tamircilerinin kullandığı benzol içeren solüsyonla yapıştırırdık. Atan zinciri her seferinde yerine oturtmak ise zaten çocuk oyuncağıydı.
Yakın çevreyi bitirdikten sonra sıra, daha uzakları keşfe gelmişti. Millet Caddesi çıkışında, tarihin bin yıllık eskiliğiyle görgüsüzce alay eden yepyeni taşlarla onarılmış ve kocaman Türk bayraklarıyla donatılmış sur yıkıntısının ötesi Londra Asfaltıydı. Sonradan adı E-5’e; günümüzdeki adı D-100’e dönüştürülmüş olan o günkü Londra Asfaltı, Trakya ve Avrupa üzerinden son hedef olarak Londra’yı gözüne kestirmiş olsa da, üzerinden bugünlerle kıyaslanamayacak kadar az araç geçen birer şeritli bir gidiş geliş yolundan başka bir şey değildi. Her seferinde dörder beşer kilometre daha ötelediğimiz erişim sınırlarımız, deve dikeni ve ayrık otu kaplı iki taraflı tarlalar, sağa sola serpiştirilmiş tek tük yapılar, “Ömür Ayranı” satılan bir kır büfesi; Bakırköy’den sahile döndükten sonra da Yeşilyurt, Yeşilköy ve Florya’dan geçerek yaklaşık 20 kilometre uzaklıktaki Menekşe ve Küçükçekmece’ye kadar uzanıyordu.
İniş ve çıkışlarla dolu bu yolu git gel her seferinde sadece pedal gücüyle aşmanın zorluğu karşısında başka çözümler ararken rampa yukarı yavaşlayan kamyonlar bize esin kaynağı olmuştu. Bisikleti yokuş aşağı zahmetsizce saldıktan sonra, bir sonraki rampanın başında oyalanıp, kasasında toz toprak veya kireç yükü olmayan yavaşlamış kamyonlardan birinin kasasına tek elimle tutunarak rampayı çıkıyor; yokuş aşağı bırakarak bir sonraki rampada bir başkasını bekliyorduk. Bir süre sonra yeni kamyon beklemenin yeteri kadar verimli olmadığına hükmedip kamyonları yokuş aşağı hızlanırken de bırakmamaya karar verdik. Bisiklet üzerinde kamyon kasalarının sağ arkasına tutunmuş iki çocuğun, asfaltın bittiği yerle banket arasındaki o sırat köprüsünde nasıl dengede durmaya çalıştığını bugün hayal ederken bile dehşete düşüyor olsam da, o günlerde nedense korkmuyorduk. Taşıt sıklığının bugünkü gibi saniye değil, belki dakika aralıklarıyla ölçülebildiği o günlerde trafik polisleri, kavşaklarda trafik lambalarının görevini yapar ama yollarda hele şehir dışı yollarda dolaşmazdı. İlginçtir, bu yollarda bizden başka bisikletlilere ve hele bizim gibi kamyonlara tutunanına rastladığımızı hiç hatırlamıyorum.
Küçükçekmece
Ağustos ortalarına doğru babam bizi sevindiren başka bir haberle geldi. Karayolları Genel Müdürlüğü Ayvalık’taki yaz kampının bir benzerini Küçükçekmece’de açmaya karar vermişti. Ancak alt yapısı tamam olsa da henüz binalar yapılmamış olduğu için, ilk yıl çadırlarda kalınacaktı. Bize göre hava hoştu. Üstelik daha da eğlenceli olacağı belliydi. 1958 yazından başlayarak 3-4 yıl üst üste her yaz ortalama bir ay geçirdiğimiz bu yaz kampı, bir zamanlar denizin uzantısı olan bir koyun önünü zaman içinde doldurarak orayı çok az tuzlu Küçük Çekmece gölüne dönüştüren dil üzerinde deniz kıyısındaydı. Bu dar kara uzantısının doğusunda üç dört karış derinliğinde ve 1-1.5 km. uzunluğunda adı bile olmayan bir suyolu, göl ile denizin bağlantısını sağlıyordu.
Kamp, dilin batı ucunda, Ambarlı’ya doğru yükselen yokuşun başlangıcındaydı. Yolun devamında etrafı solgun sarı renklere boyayan ayçiçeği tarlaları ile kaplı kıraç ve yorgun Trakya toprakları uzanıyordu. O yıllarda deniz ve tatil denince Akdeniz ve Ege kıyıları değil önce İstanbul gelirdi. ‘Akarsu ve deniz kir tutmaz’ masalıyla İzmit Körfezi, Pendik, Kartal, Kağıthane deresi, Haliç ve Bakırköy kıyılarında başlayan derme çatma sanayileşmenin henüz gemi azıya almadığı ve kanalizasyon yükünün katlanılabilir olduğu o yıllarda, Marmara kıyılarında kılıç ve orkinos avcılığı bile yapılabiliyordu.
Çadırlarda elektrik tesisatı yoktu ama bu bir sorun değildi. Dışarıdaki aydınlatma zaten sadece yatmak için girdiğimiz çadırların içine de yetiyor; jeneratör kapandıktan sonra mumlarla idare ediyorduk. Kampın tek binasının alt katında herkese tek tip yemek çıkaran mutfak vardı…. Deniz, orada bir araya geldiğimiz yaşıtlarımızla, bizim için bulunmaz bir şölendi. Selçuk, denize uzanan tahta iskelenin ucundan 15-20 metre açıkta boyu geçen derinlikteki tahta platformun üstüne tüneyerek Küçükçekmece’den aldığımız orta boy bir olta ile günde 3-4 tane kırlangıç avlayabiliyordu. Tekniği çok basitti. Midye içiyle yemlediği oltayı deniz dibindeki kumun üzerine çöktürüyor ve yavaş yavaş çekiyordu. Kum üzerinde yatan kırlangıçlar, olta ile kurşunun kum üzerindeki hareketine kilitlenerek yeme atlıyordu. Kırlangıçların yan yüzgeçleri gökkuşağının bütün renklerini taşıyordu. Deniz o kadar temizdi ki, yansımaların az olduğu saatlerde balıkların yakınına olta ile nokta atışı yapılabiliyordu.
…… Ağustos sonu veya Eylül başlarında Kampın çocukları toplanıp Londra Asfaltının karşı tarafında göle doğru bir keşif gezisi yapmıştık. Yaz boyu buharlaşan göl, her yılın aynı döneminde çekilerek kıyıda küçük göletler bırakıyordu. Mart ayında göle giren balıklarla yumurtadan yeni çıkanlar sonbaharda yeniden denize dönerken göletlerde hapsolanlar, azalan su ve oksijen nedeniyle çaresizlik içinde kaynaşıyordu. Çıplak ayaklarımızın dipten kaldırdığı çamurla önlerini göremedikleri için panik halinde karaya atlayan balıkları ellerimizle yakalıyorduk. O günkü hasılatımızı gömlek ve fanilalarımızdan yaptığımız bohçalar içinde kampa götürdüğümüzde kahramanlar gibi karşılanmıştık. Daha sonraki günlerde başka göletlere yaptığımız ziyaretlerden tenekeler dolusu balıkla dönüyorduk. Çamurlu su kefali fazla lezzetli olmasa da ellerimizle balık tutmanın sevinci bize yetiyordu.
Doğrusu kamp ve dolaylarının bereketi olağanüstüydü. Bir gece gökten kavun ve karpuz yağmıştı! Gece yarısı gürültüye uyanarak ne oluyor diye bakmaya gittiğimizde, rampayı çıkan yarı yarıya kavun ve karpuz yüklü bir kamyon devrilmiş, bütün yükü kampın girişine yakın işçi çadırlarının üzerine yuvarlanmıştı. Devrilen kamyon şans eseri yol üstünde kaldığı için gece yarısı neye uğradığını şaşırarak don gömlek dışarı uğrayan işçilere bir şey olmamıştı. Hemen oracıkta tadına baktıklarımızdan arta kalanlar, birkaç gün boyunca sofralarımıza bolluk getirmişti. Yakın tarlalardan, arada bir kopardığımız kocaman ayçiçeği tekerlekleri de çardaktaki akşam sohbetlerini tatlandıran çerezler arasındaydı. Tarla sahipleri açısından bu bir sorun oluşturmuyor olsa da, yakındaki şeftali bahçesinin sahibi hiç öyle düşünmüyordu.
Resmi Hizmete Mahsus!
Bizim denizdeki özgürlüğümüz kamp önüyle sınırlı değildi. Sağlı sollu bitişiğimizdeki kıyı şeridinde de hiçbir sınır işareti yoktu. Sol tarafta 30-40 metre ilerideki paslı, yarı yıkık demir iskele kalıntısını kendimize göre evcilleştirmiştik. Üstüne çıkıp aşağı baktığımızda omuz yüksekliğindeki su derinliğinin içinde kalan paslı iskele ayaklarını rahatlıkla görebiliyor; bir buçuk – iki metre yükseklikteki platformdan balıklama atlarken bunlara dikkat ediyorduk. Bir yerden bulduğumuz zifte bulanmış asfalt kazanı, çok dengesiz olsa da ters çevirip yüzdürdükten sonra içinde iki üç kişiyi taşıyabilecek büyüklükteydi. Uzunca sırıklarla dipten destek alarak sal gibi hareket ettirebildiğimiz bu demir yığınıyla sığlıkta siyah renkli vatosları kovalarken kısa ahşap iskeleye bağlı büyükçe bir kayığı fark ettik.
Yakınlarda kimse yoktu. Ertesi gün de aynı yerde görünce yavaşça yaklaşarak incelemeye başladık. İki çift ıskarmozu ama bir çift küreği vardı. Başaltında bir metal sürahi ile bir de cam bardak duruyordu. Merakla ama korkarak bağlarını çözmeye ve biraz dolaşmaya karar verdik. Sahibi gelirse hemen geri verebilmek için gözlerimizi bağlama yerinden ayırmadan, iki-üç yüz metre çapında birkaç tur attıktan sonra yerine kayığı tekrar bağladık. Gelen giden yoktu. Ertesi gün aynısını ama biraz daha geniş bir daire çizerek yaptık. Yine gelen giden yoktu.
Bir hafta sonra kayık bizim kamp iskelesine bağlıydı. Sahibine iyilik yaptığımızı ve onun adına kayığı güvence altına aldığımızı düşünüyorduk. Zaten geri dönüp kayığı arasa, ilk soracağı en yakın yer bizim kampımız olacaktı. Kamp yerleşimi belki biraz da Metin’in babası İlhami Amca’nın görev alanında olduğu için kışları koruma altında tutulan kayık, kampa devam ettiğimiz 4-5 yıl her yaz boyunca artık bizim korsan teknemizdi. Dönüşümlü kürek çekerek, ya da ıskarmozlara çapraz bağlanmış iki kürek ve kürekçiyle, gönlümüzün dilediği ve gücümüzün yettiği her yere ulaşabiliyorduk. Suyolu yatağındaki sazlıklar; demiryolu ve karayolu tarafındaki salaş kıyı lokantalarının iskele önleri, delta üzerindeki adacıklardan birinde kurulan Kızılay Kampı, Menekşe’deki Haylayf Plajı ve Atatürk’ün Florya’daki Deniz Köşkü bizim egemenlik alanlarımızdı.
Yazları İstanbul’da, kışları da Tarsus’ta geçirdiğim için, çok yakından olmasa da, Metin’le bağlantımız kopmadı. Ben ODTÜ’yü kazandıktan bir yıl sonra o da Maçka Mimarlık Fakültesinin giriş sınavını kazanarak meslektaşım oldu. Emeklilik nedeniyle babamın Karayollarından bizim de kamptan ayrılışımızdan bir yıl sonra, Bozdoğan Kemerinin yamacındaki evlerini ziyaret ettiğimde Metin, bizim korsan gemimizin kalafatlanıp boyandığını ve yanına da şablonla “Resmi Hizmete Mahsustur” yazılarak envantere kaydedildiğini söylemişti.
30 yıl önce bütünüyle İstanbullu olmaya karar verene kadar, sofrasındaki herkese hiç ayırım yapmadan varsıllık veya yoksulluk, umut veya umutsuzluk, sevinç veya hüzün seçenekleri sunan bu şehir benim için hep, yarı oralı yarı yabancı olduğum yerdi. Belleğimdeki eski renkler yavaş yavaş solarken, ne zaman surlardan çıkıp Trakya’ya doğru yol alsam, Küçükçekmece Gölünden Avcılara doğru tırmanan yapı kümelerinin aralıklarından ayçiçeği tarlalarının o solgun sarı rengini ararım.
Yücel Akyürek
‘’Yarı oralı yarı yabancı olduğum yer’’ ...
YanıtlaSilDokunaklı ve neredeyse acıklı ama çok da gerçek bir duygu bu. Nedeni zaman içinde fiziksel çevrenin kaçınılmaz çehre değiştirmesi olduğu kadar biraz da giderek kendimize yabancılaşmamız olabilir mi?
Bugünkü Yücel, bisiklet üstünde kamyonlara tutunup haytalık eden Yücel’e yabancılaşmamış mıdır?
Yabancılaşma duygumuzu anılarımız pekiştirmez mi dersiniz?
Akyürek ayrıntılı, güzel anlatımıyla yazdıklarından tad almamızın ötesinde düşünmeye ve duygulanmaya da zorluyor bizi. Sağolsun.
OÜ