Vücut Şampiyonu /Puna Pamir Endem

 

Vücut Şampiyonu

 

       Ankara sokaklarının iki yanına benim çocukluk yıllarımda dikilmiş fidanlar, 70’li yılların sonunda kalınca gövdeli, uzun ağaçlar olmuştu. Budamacıların gazabına uğramayan dallar, ilk yazla birlikte önce dantel gibi filizlerle kaplanır, sonra yapraklar serpilince, yaz boyunca sokaklara gölgelerini sererdi. Ne var ki eğer kurak bir yaz yaşanmışsa, Ağustos sonundan itibaren yapraklar sararmaya, dökülmeye başlardı. Yine de Kasım sonuna kadar dallara asılı kalmak için savaşan azimli yapraklar olurdu.

       Sonbaharın gri ve kısa günleri başladığında, akşamları hava kararmadan önce Ankara’da Kavaklıdere’de ara sokaklarda yürümek çok hoşuma giderdi. O yıllarda tenha sokaklardan, hele hava kararmışsa ürkerdim bazen. Akşam saatlerinde benim yürüdüğüm sokaklar gündüzden daha kalabalık olurdu. İşten çıkmış, ellerinde alış veriş paketleriyle evlerine doğru giden insanların biraz sonra paketleri eşine uzatacağını, akşam yemeğinin hazırlanacağını, sonra da siyah beyaz televizyonda Dr. Kimble gibi haftada bir yayınlanan dizilerin seyredileceğini ve çoğu şeyi ilk defa yaşamada olduğu gibi diziden zevk alınacağını bilirdim.

      Her gün biraz daha azalan aydınlık günlerin anısına sanki bir gönül borcuydu mümkün olduğunca açık havada kalmam. Serinlemeye başlayan havaya boyun eğmeyeceğimi kendime ispatlamaya çalışır gibi, sararan yapraklarını her rüzgar dalgasıyla biraz daha döken akasyaların, atkestanelerinin altından, her seferinde biraz daha tedbirli giyinerek geçerdim. Şanslıysam eğer, bir süredir o çevrede oturduğunu unuttuğum bir arkadaşıma rastlar, sanki bu rastlantı inanılmaz bir sürprizmiş gibi karşılıklı sevinç gösterileri içinde birbirimizden habersiz geçirdiğimiz zamanın ayaküstü özetini yapardık. Veya daha şanslıysam, o rastlantı bir pastane yakınlarında gerçekleşir, bir akşam çayı içecek zamanımız veya isteğimiz olurdu.

        İşte böyle şanslı bir günümde, tam da soğuyan havaya vücudum yenilip kaçmayı kabullenmek üzereyken, uzun süredir görmediğim bir arkadaşıma, üstelik de bir pastanenin önünde rastladım. Tabii hemen içeri girip akşam çayını birlikte içmeyi teklif ettim. Camın önünde boş bir masa bulup, soğuk havadan sıcak ortama geçmenin rehaveti içinde karşılıklı oturduğumuzda, yüzümüzde gülümsememiz, önce karşılıklı birbirimizi süzerek görüşmeyeli ne kadar değişmiş olduğumuzu incelemiştik. Sonra ikimiz de hiç değişmemiş olduğumuz yalanını söyledik, daha sonra da, bir yandan sokaktan geçenlere kısa bakışlar fırlatırken diğer yandan da son zamanlarda neler yaptığımızı anlatmaya başladık.

      Çaylarımız gelmişti. O yıllarda sallama çay henüz bulunmadığı için sadece demleme çay içiliyordu. Fazla demlenmekten tadı biraz keskinleşmiş, kokusu biraz metale çalmaya başlamış çayı, beyaz, kalın seramik fincanların çok küçük yapıldığı için kolayca kavranamayan kulplarından zorlukla kaldırıp içmeye çalışırken, arkadaşım önce işini, çalışma ortamını, sonra iki yıl önce nasıl evliliğini, daha sonra da nasıl boşandığını bir çırpıda anlattı. Onunla görüşmeyeli ne kadar çok şey olmuştu hayatında. Yaşanmış olaylar bu kadar çeşitli olmasa, belki görüşmediğimiz zamanı daha kısa sanacaktık.

       Biz onunla üniversite arkadaşıydık. Aynı sınıfta değildik ama aynı yıllarda birlikte ODTÜ’nün 68 kuşağı öğrencilerden olmuştuk. Yetmişli yılların sonuna doğru 68’den daha farklı öğrenci hareketleri Türkiye’yi ve özellikle büyük şehirleri etkilemeye başladığında henüz 68 kuşağının itibarı ilerdeki yıllar kadar oluşmamıştı. 68’den itibaren çok önemli ve tehlikeli ama şimdi geriye bakınca o kadar da masum olaylar yaşanmıştı. Bir pankart asma yüzünden 17-18 yaşında gençlerin hayatı mahvolmuş, birkaç söylev ve birkaç boykot  yüzünden gençler hapishanelere girmişti. Ve vurulan, asılan arkadaşlarımız olmuştu. Sinan Cemgil sınıf arkadaşımızdı.

       Öğrenci hareketlerini başlatan yer olmasına rağmen ODTÜ her zaman itibarlıydı. Büyük Millet Meclisinin arkasındaki barakalarda birkaç mimarlık öğrencisi ile öğrenime başladığı ilk yıllarında da, sonra koskoca bir alana yayılıp binlerce öğrenciye eğitim verdiği yıllarda da.  Önce mimarlık, mühendislik ve idari ilimler fakültelerinin temelleri atılmıştı Eskişehir yolundaki yeni kampüste. İlk yapılan mimarlık fakültesi binasının içinde önceleri rektörlük, dekanlık, kütüphane, derslikler, dizayn stüdyoları ve en önemlisi “kantin” vardı.  Altmışlı yıllarda henüz diğer fakülte binalarının yapımına başlanmadan önce, tüm ODTÜ öğrencileri mimarlık binasında ders görmüştü. İdari İlimler, Mühendislik, Sosyal Bilimler binaları yapıldığı zaman bile üniversite öğrencileri Mimarlık kantininde buluşurdu. Çay içilecek, tost yenecek tek yer orasıydı. Aynı zamanda çoğu solcu olan fikir tartışmalarının bir numaralı mekanıydı da. Yıllar sonra her fakültenin kendi binası olduğu zamanda da mimarlık kantini popülerliğini hep korudu.

       Zamanla diğer fakülte binaları yapıldıkça, mimarlık fakültesi binası sadece kendi öğrencilerine kaldı. Diğer fakültelerin binaları, laboratuvarlar, koskocaman bir kütüphane, üçlü amfi,  rektörlük binası, yemekhane, revir, tören salonu, spor alanları ve salonları, yurtlar, lojmanlar derken ODTÜ, ilk okuduğum yıllardan çok farklı görünümüne kavuştu ve her aşamasında çok güzel bir üniversite kampüsü oldu. Binaların arasında ve çevresinde üniversiteye başladığımız yıllarda dikilen fidanlarla koskoca bir ODTÜ ormanı oluştu. 

        Üniversite günlerimizi ve o yıllardaki öğrenci olaylarında aktif olarak yer alan arkadaşlarımızı andık önce. Amerikan Büyükelçisinin ODTÜ’yü ziyareti sırasında kocaman kuyruklu siyah Cadillac’ının rektörlüğün önünde birkaç dakika içinde nasıl da ters çevrilip yakıldığını konuştuk. Her gün kampüste bombalar patlarken, öğrenciler her gün dersleri boykot ederken, her gün Amerika aleyhine pankartlar asılırken, ne işi vardı Büyükelçi Kommer’in Orta Doğu'da? “Gel de komplo teorisi üretme” diyordu arkadaşım o günü hatırlarken. Sanki büyükelçi, özellikle olay çıksın istermiş gibi gelip rektörü ziyaret etmişti. Büyükelçinin geldiği, birkaç dakika içinde tüm kampüste duyulmuş, öğrenciler rektörlüğün önünde hızla birikmiş, birkaç tonluk zırhlı otomobili hop diye ters çevirivermişti gözlerimizin önünde. Arabanın benzin deposunu açan, arabayı tutuşturacak kibriti çakan doğru olarak tespit edilmiş miydi? Arkadaşım, yanık elleriyle koşarak uzaklaşanların, sonradan suçlananlarla aynı öğrenciler olmadığını söylüyordu.  

       Eski arkadaşlar hakkında son zamanlarda ne duymuşsak sıraladık. Zaten bir arkadaşla uzun zaman görüşmeyince en kolay sohbet yolu ortak arkadaşlarımızı sormak ve onları anlatmak değil midir?  

       Birden önümüzdeki kaldırımda yürüyen genç bir adam dikkatimizi çekti, konuşmamız kesildi. Bir insanın vücudu bu kadar mı güzel olurdu? Erkeksi yüz hatları çok çarpıcı değildi ama o kadar güzel bir vücudu vardı ki, vücudunu gören insan yüzünde kusur olsa bile fark etmezdi. Geniş omuzları, boynu, göğsü, gelişmiş kolları, daracık kalçası, sıra sıra kasları belli olan sımsıkı bir bedeni vardı. Üzerine dar bir pantolon, vücudundaki gelişmiş tüm kaslarının belli olmasını sağlayan ince, vücuduna yapışmış bir kazak giymişti. Uzun boyluydu, hatta oldukça iri bir insandı. Olağan üstü güzel görünmesi sadece kaslı ve uzun olmasından değil, vücudundaki oranların da çok iyi olmasındandı. Biz, az önce açık havada üşüyüp, anoraklarımız içinde büzülürken, o vücudunu göstermek için bedenine oturmuş incecik kazağı ile dimdik ve kesinlikle kendinden çok emin yürümekteydi.

       “Aaaa…Şuna bak” diye hafif bir çığlık atmadan edemedim. Arkadaşım ne benim çığlığıma ne de yürüyen adamın yakışıklılığına şaşırmış göründü, bilgiç bilgiç gülümseyerek,

      “Bu çocuk Türkiye vücut şampiyonudur” dedi. Uzaklaşmadan biraz daha dikkatle baktım. Böyle bir vücut geliştirebildikten sonra şampiyon olamamak mümkün değildi tabi ki.  

      “İyi de, kaslarını geliştirmiş diye bu soğuk havada böyle gezilmez ki” diye, kendinde olmayan güzellikleri tenkit ederek teselli bulan tüm kıskanç insanlar gibi fikir yürüttüm. Arkadaşım kaşını, gözünü oynatarak güldü. Sanırım, mimikleriyle belki de “gezilir” demek istiyordu. Sonra, 

      “Ne büyük bir emektir bu hale gelmek, bilir misin?” diye anlatmaya başladı. “Yıllarca kesintisiz çalışmak ve sadece bu işe odaklanmak gerekir. Bir gün bile programını aksatmaman lazımdır. Yemen, içmen, uyuman hep bu amaca dönük olmalıdır. Bir iki gün gevşesen, kasların da hemen gevşer.”

      “Sen nereden biliyorsun bunları” diye sordum.

     “Ben de vücut çalıştım yıllarca” dedi.

     “Kadınların vücut çalıştığını hiç bilmiyordum” dedim.

       Yetmişli yılların sonunda evlere video cihazı girmeye başlamıştı. Bu video cihazlarında, kaçak olarak kopyalanmış renkli filmleri (eğer renkli televizyonunuz varsa) seyretmek pek heyecan verici oluyordu. Renkli televizyon olsun, video olsun, Avrupa’da çalışan Türk işçiler aracılığı ile temin edilirdi. O yıllarda gümrükleri görmeliydiniz; Türkiye’ye tatile gelen tüm işçiler yanlarında birer renkli televizyon alıcısı veya VHS video cihazı getiriyordu. Henüz Batamax oynatıcılar ortada yoktu. Yabancı malların satıldığı Amerikan Pazarları artık eskisi gibi Amerikalıların değil Almancıların getirdiklerini satar olmuştu. O yıllarda Jane Fonda’nın ve Raquel Welch’in jimnastik veya yoga hareketleri yaptığı video kasetleri vardı. Bunları kopyalatıyor, sonra evdeki video cihazımıza takıp, bir yandan 40 yaşından sonra nasıl böyle güzel vücuda sahip olduklarına imrenirken, diğer yandan onlarla birlikte aerobik veya yoga yapıyorduk. Vücut geliştirme konusunda tanıdığımız en popüler isim Arnold Schwartzenegger’dı. Az önce yürüyen adam kesinlikle Arnold’dan daha iyi durumdaydı, çünkü Arnold gibi hantal değildi ama Arnold dünya vücut şampiyonu olmuş, Amerika’da sinema oyunculuğuna adım atıyordu, (ve ilerde eski Başkan Kennedy’nin yeğeni ile evlenecekti) diğeri Türkiye doğumluydu, Türkiye’de yaşıyordu. Emeğinin karşılığınıhiç olmazsa şöhretle alma şansı olur muydu, bilemezdik.

      Karşımda kalın kazağı ile oturmakta arkadaşımın vücut çalışmasının onda ne gibi değişiklikler yaptığını görmeye çalıştım. Ayıp olmasın diye çok dikkatli bakamıyordum. Yaşıtı diğer genç kadınlardan pek farklı görünmüyordu gözüme. Ama o, ne düşündüğümü anlamıştı, açıklamaya başladı.

      “Kadınlarda amaç sadece kasları büyütmek değildir. Ağırlık kaldırarak kaslarını tone up edersin. Zaten çoğu kadın bu işi müsabakaya katılmak için yapmaz. Çoğu erkek de bu amaçla yapmaz. Amaç güzel görünmek, sağlıklı olmak, kendini iyi hissetmektir.. Omuzun gelişirse belin daha ince görünür. Karın kasların çalışırsan sıkılaşır, böylece hem güzel görünürsün hem de omur iliğini karın kasları sayesinde korumuş olursun. Bazı aletler vardır,  bunlarla veya halterle çalışınca daha yazsız, kasları daha belirgin ama zayıf değil de fit görünen bir vücut elde edersin. Kilon azalmadan çok daha ince durursun, çünkü sımsıkı vücudun olur. Her gün çalışırsan ancak üç ay sonra vücudunda değişim başlar, çok yorucu ama çok zevkli bir iştir. Bir gün alt vücudunu, ertesi gün üst vücudunu çalıştırmak en iyisidir. Çalışmanın bir sonraki günü kasların dinlenmesi gerekir. Vücut geliştirmeye başlayınca protein ve karbonhidrat alımını da dengelemen lazım ki daha iyi sonuç alasın. Ayrıca tatlı yememelisin, içki içmemelisin... Yani bir bilimdir vücut geliştirmek, sağlığa giden özel bir yöntemdir.

      Nereden bilebilirdim bu işin böyle bir çalışma gerektireceğini? Ama her gün 7-8 kilometre yürüdüğümüz veya Jane Fonda ile her gün bir saat hoplayıp zıpladığımız taktirde belki birkaç ay sonra yarım kilo verme ihtimalimiz olduğunu bildiğim için, vücut geliştirmek için günde pek çok saat ve pek çok yıl çalışmak gerektiğini tahmin edebiliyordum. Arkadaşım, uzaklaşan vücut şampiyonunun arkasından sandalyesinde geriye dönerek baktı,

      “Ben bu çocuğu iyi tanırım, zaten bir zamanlar onunla arkadaş olduğum için vücut çalışmaya başlamıştım. Aynı sokakta oturuyorduk. Şaşılacak şey şu ki, 15 yaşlarındayken mahallenin en çelimsizi oydu” dedi.

      “Nasıl başardı bu vücudu” diye sorunca da hikayesini anlatmaya başladı.

      “Genç kızlık yıllarımızda, yani aslında çocukluktan yeni çıktığımız zamanlar,  kızlar da erkekler de birbirlerini ne kadar dikkatle inceler, bilirsin. Unutmadın o günleri değil mi? O yaşlarda tüm gençler, yaşıtlarınca sürekli incelendiğini, en ufak kusuruyla dalga geçileceğini bildiği için biraz komplekslidir. Bu çocuk, adı Murat’tır, ne kadar sıskaydı anlatamam. Bacakları çöp gibiydi. Boynu, başının altında bir balonun altından sarkan ip kadar ince dururdu. Bizim mahallede iyi anlaşan, birlikte çok eğlenen bir grubumuz vardı, tabii Murat sıskalık kompleksinden olsa gerek aramıza hiç katılmazdı.  Biz de aldırmazdık tabii.

      “Çoğumuz lisedeydik. Yaz tatillerinde hepimizin işi gücü giyinip kuşanıp birbirimizi  etkilemeye çalışmaktı. Hava sıcak, yapacak iş yok, arkadaşlar toplanıyoruz, laflıyoruz. Bazen  arkadaşlarla parti yapıyoruz, müzik dinliyoruz, dans ediyoruz. O yıllarda televizyon başında vakit geçirme az olduğu için, gençler birbirine galiba daha düşkündü, arkadaşlıklar daha yoğundu. Sadece kızlı erkekli gruplar flört etmek için değil, vakit geçirmek için birlikte olurdu. Mahalle arkadaşlığı diye önemli bir kavram vardı. Okul arkadaşlarıyla olduğu gibi yakın olurdu insan mahalle arkadaşlarıyla. Erkek arkadaşlarımız arasında haltere meraklı bir arkadaşımız vardı. Muzaffer… Az önce önümüzden geçen vücut şampiyonu, yani bir zamanlar mahallenin sıskası Murat ile halterci Muzaffer, karşılıklı evlerde otururlardı. Pencerelerinden birbirlerini görmeleri mümkündü.

      “Sıska Murat’ın, İstanbul’da yatılı lisede okuyan bir kız kardeşi vardı. Çok güzel bir kızdı. Yaz olup da evine döndü mü, mahalledeki erkek çocuklar heyecandan ne yapacağını şaşırırdı. Kız da biraz kibirliydi, kimselere yüz vermezdi. Kızlarla bile mesafeli kalırdı. Aramayınca aramaz, çağırmazsan gelmez cinsten. Derken halterci arkadaşımız bu güzel kıza aşık oldu. Ama ne aşk… karşı pencereden kızı görecek diye evden çıkmaz olmuştu. Kız da bizim aramıza katılmadığı için ve ilişkileri selamlaşmadan, pencereden bakışmadan öteye gidemiyordu. Haltercimiz de ha bire tek taraflı aşkını anlatıp hepimizin kafasını ütülüyordu. Mesela, sokakta karşılaştıklarında, veya pencereden nasıl da anlamlı anlamlı bakıştıklarını falan anlatıp içimizi bayıyordu.

      “Bir gün Muzaffer’in aklına dahiyane bir fikir geldi. Sevdiği kızın sıska erkek kardeşi ile yakın arkadaş olursa onların evine girip çıkabilirdi, böylece kızla da yakınlaşırdı. Sıska oğlanı aramıza almak için yardımımızı istedi. Tabii hepimiz buna itiraz ettik. İçine kapanık sevimsizin tekiydi o. Ancak birkaç gün geçmemişti ki bir de ne görelim, bizim halterci, kendi işini kendi görmüş,  sıska Murat’la müthiş bir samimiyet içinde, ikisinin de yüzünde geniş bir mutluluk sırıtması, birlikte yürüyorlar. Meğerse Muzaffer, Murat’a gidip, ‘Bak arkadaş sende bugüne kadar gördüğüm en kaliteli kas yapısı var, vücudun ağırlık kaldırmaya, spor yapmaya çok uygun, gel benim halterlerle çalışmaya başla, ben sana bildiklerimi öğreteyim, bir kaç aya kalmaz sonucunu almaya başlarsın’ demiş.  Murat zaten sıskalığından kompleks içinde olduğundan hemen havaya girip teklife balıklama atlamış.

         “Böylece ikisi çok iyi arkadaş oldular.  Bizimki, sıska Murat’la her gün ilgilenmeye başladı, hatta ağırlık kaldırmaya alışması için kendi halterlerini bile ona hediye etti. Ancak Murat sadece halter kaldırmakla kalmayıp vücut geliştirmeyle ilgileniyordu. Yani amacı spordan çok güzelliğine dönük bir şeyler yapabilmekti. Bu arada Muzaffer, sıska Murat’ın, pardon artık sıska dememeliyim, vücutçu Murat’ın evine rahatlıkla girip çıkmaya başlamıştı. Kız kardeşi ile muhabbeti koyulaştırıp, gezip tozmaya başladılar. Sonra okullar açıldığı zaman kız İstanbul’a döndü ama mektuplar, telefonlar derken ertesi yıl okul tatil olunca da baktık ki  aşkları devam ediyor. Onlarınki gerçekten büyük aşktı. Bu arada Murat ağırlık kaldırma, vücut geliştirme işini nasıl da ciddiye almıştı anlatamam. Evi spor salonu gibi olmuştu,  halterler, vücut geliştirme makineleri alınmıştı, yurt dışından konuyla ilgili dergilere abone olmuştu, doğru beslenme kitapları getirtiyor, spor salonlarına gidiyor, antrenörlerle çalışıyordu. Vücudu gözlerimizin önünde gün be gün gelişiyordu. Hayatı sadece vücut geliştirme, kendini güzelleştirme olmuştu. Liseden sonra okumayı da bırakmıştı, kendini tamamen bu işe vermişti. Aslında o kadar hoş bir çocuk olmuştu ki ona bakmaya doyamazdık. Ama o, kimseye yüz vermezdi,  kızlara ayıracağı vaktini de spora ayırırdı. Arada bir bizim arkadaş grubuna katıldığında ona bir bardak kola bile içiremezdik. Sadece doğal şeyler yiyip içerdi. Bir parça çikolata bile yemezdi ki vücudu yağlanmasın. Herhalde gereksiz kalori diye tek kadeh içki de içmemiştir hayatında. Ve sonra bir gün baktık ki, Türkiye vücut şampiyonu olmuş, uluslararası yarışmalara katılıyor, dereceler alıyor.”

        Komplekslerin verdiği bunalımlarla yaşamak yerine bunu yenmenin doğru yolunu çevremizdeki kaç kişi bulabilmiş, kesintisiz irade isteyen bir çabayla gerçek bir başarıya kaç kişi ulaşabilmiştir acaba? İnsanların birkaç kiloyu vermek için dişini sıkıp birkaç ay bile diyet ve spor yapamadığını düşününce, gençlik yıllarını böyle bir disiplinle geçirmenin pek kolay olmadığını anlayabiliyordum. Bu sonuca giden yolu romantik bir ilişki olması da hikayeyi daha ilginç yapıyordu ayrıca. Bir erkeğin sevdiği kıza ulaşmak için başlattığı kurnazlık, bir insandaki potansiyelin harekete geçmesini sağlamıştı.

      “Harika bir hikaye” dedim ve sevgililerin sonunu da öğrenmek istedim.  “Ne oldu Muzaffer ve Murat’ın kız kardeşi? Herhalde evlendiler, umarım onlar da mutlu olmuştur.”  Arkadaşımın suratı asıldı.

       “Hikayenin bu yönü hiç hoş değil” dedi. “Aşkları dört sene sürdü. Evlenmek için üniversiteyi bitirmeyi beklemişlerdi doğal olarak. Sonunda evlilik hazırlıklarına başlanmıştı. Bir güne Muzaffer, ağırlık kaldırırken yanlış bir hareket mi yapmış, nasıl olduğunu tam bilemiyorum, omurgasını sakatladı. Bir süre tedavi gördü. Olmadı. Sporu bıraktı, bir doktordan diğerine gitti, uzun süre sert yataklarda yattı, olmadı, olmadı. Düğünü ertelediler. Sonunda evlenmeden önce ameliyat olmaya karar verdi. Ameliyattan da çok korkuyordu ama başka çaresi kalmamıştı. Bırak spor yapmayı, rahatça yürüyemiyordu bile. Ancak korkmakta haklıymış, ameliyattan sağ çıkamadı.”

        Sadece, “Ne diyorsun, olamaz, çok büyük şanssızlık” diyebildim.

        Bir süre hüzünlü bakışlarla birbirimize baktık.  Arkadaşım “Kader.” dedi. Çaylarımızı  bitirmek üzereydik. Sonra,

       “Yazık Muzaffer’e. Bazen insanların korktuğu başına geliyor, keşke ameliyat olmasaymış” diye anlamsız bir fikir yürüttüm, sırf konuşmuş olmak için. Sonra doğal olarak, konuşmamız başka konulara kaydı. Geçen zamanın pek çok şeyi unutturduğu gibi, orada otururken geçen dakikalar da, az önce önümüzden geçen, güzel vücudunu sergilemek uğruna üşümeyi göze alan genci unutturmuştu. Aslında o genci bir anlamda yaratan Muzafferi de az sonra unuttuk tabii.

       Dışarıya çıktığımızda sonbahar biraz daha almış yürümüş, hava biraz daha serinlemiş, düşen sarı yapraklar kaldırımların neredeyse tamamını kaplamıştı.

       Ama Ankara’da hava aniden soğuduğunda bilirdiniz ki arkadan pastırma yazı gelecek, en azından güneş gören yerler yeniden ısınacak.

 

4 yorum:

  1. PP Endem’in bu ilginç anı-öyküsüyle toplam yazı sayısı 100’ü aştı.
    Başarıdır.
    Tüm yazarları, yaratıcıları, ve katkıda bulunanları kutlamak gerekir.
    Sağolun.
    Çok yaşayın.
    100 barajını aşan yazının PP Endem’in kaleminden olması sadece sayı-nicelik açısından değil, kalite-nitelik bakımından da anlamlı. Blogun başarısını perçinliyor.Gerek yazar gerekse de yönetici olarak tüm katkıları için Endem ve Mercangöz'e özel teşekkürler.
    Durmayalım. Devam…
    O

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Her zamanki gibi değerli ve anlamlı bir yorumla yazım taçlandırıldığı için sonsuz teşekkür ederim.

      Sil
  2. Puna'dan çok güzel bir öykü daha. Günlük ve olağan bir olayı anlatıyormuş gibi alçakgönüllü bir sadelikle ilerleyen anlatımın insanı asıl kendine bağlayan tarafı ayrıntılar içine gizlenen derinlik galiba. Punanın öyküleri alışkanlık yaratan türden. Yazılarının bir kitap hacmine çoktan ulaştığını da keyifle gözlemliyorum. Çok teşekkürler.
    Y.A

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sevgili Yücel yüreklendirmene ve teşvik edici yorumuna çok teşekkür ederim.

      Sil

Yorumunuz okunduktan sonra yayınlanır. Yorumunuzun altına ad ve soyadınızı yazınız, Kimliği belirsiz yorumlar yayınlanmaz.

ÖNE ÇIKAN YAYIN

And They Died / Gün Gencer

  AND THEY DIED (THE ROAD TO GALLIPOLI) (ÇANAKKALE SAVAŞINA GİDEN YOL) A TRAGEDY IN THREE ACTS  (A Docu-drama with music written in memory o...