Vücut Şampiyonu
Ankara sokaklarının iki yanına benim
çocukluk yıllarımda dikilmiş fidanlar, 70’li yılların sonunda kalınca gövdeli,
uzun ağaçlar olmuştu. Budamacıların gazabına uğramayan dallar, ilk yazla
birlikte önce dantel gibi filizlerle kaplanır, sonra yapraklar serpilince, yaz
boyunca sokaklara gölgelerini sererdi. Ne var ki eğer kurak bir yaz yaşanmışsa,
Ağustos sonundan itibaren yapraklar sararmaya, dökülmeye başlardı. Yine de
Kasım sonuna kadar dallara asılı kalmak için savaşan azimli yapraklar olurdu.
Sonbaharın gri
ve kısa günleri başladığında, akşamları hava kararmadan önce Ankara’da
Kavaklıdere’de ara sokaklarda yürümek çok hoşuma giderdi. O yıllarda tenha
sokaklardan, hele hava kararmışsa ürkerdim bazen. Akşam saatlerinde benim
yürüdüğüm sokaklar gündüzden daha kalabalık olurdu. İşten çıkmış, ellerinde
alış veriş paketleriyle evlerine doğru giden insanların biraz sonra paketleri
eşine uzatacağını, akşam yemeğinin hazırlanacağını, sonra da siyah beyaz
televizyonda Dr. Kimble gibi haftada bir yayınlanan dizilerin seyredileceğini
ve çoğu şeyi ilk defa yaşamada olduğu gibi diziden zevk alınacağını bilirdim.
Her gün biraz
daha azalan aydınlık günlerin anısına sanki bir gönül borcuydu mümkün olduğunca
açık havada kalmam. Serinlemeye başlayan havaya boyun eğmeyeceğimi kendime
ispatlamaya çalışır gibi, sararan yapraklarını her rüzgar dalgasıyla biraz daha
döken akasyaların, atkestanelerinin altından, her seferinde biraz daha tedbirli
giyinerek geçerdim. Şanslıysam eğer, bir süredir o çevrede oturduğunu unuttuğum
bir arkadaşıma rastlar, sanki bu rastlantı inanılmaz bir sürprizmiş gibi
karşılıklı sevinç gösterileri içinde birbirimizden habersiz geçirdiğimiz
zamanın ayaküstü özetini yapardık. Veya daha şanslıysam, o rastlantı bir
pastane yakınlarında gerçekleşir, bir akşam çayı içecek zamanımız veya
isteğimiz olurdu.
İşte böyle
şanslı bir günümde, tam da soğuyan havaya vücudum yenilip kaçmayı kabullenmek
üzereyken, uzun süredir görmediğim bir arkadaşıma, üstelik de bir pastanenin
önünde rastladım. Tabii hemen içeri girip akşam çayını birlikte içmeyi teklif
ettim. Camın önünde boş bir masa bulup, soğuk havadan sıcak ortama geçmenin
rehaveti içinde karşılıklı oturduğumuzda, yüzümüzde gülümsememiz, önce karşılıklı
birbirimizi süzerek görüşmeyeli ne kadar değişmiş olduğumuzu incelemiştik. Sonra
ikimiz de hiç değişmemiş olduğumuz yalanını söyledik, daha sonra da, bir yandan
sokaktan geçenlere kısa bakışlar fırlatırken diğer yandan da son zamanlarda
neler yaptığımızı anlatmaya başladık.
Çaylarımız gelmişti. O yıllarda sallama çay
henüz bulunmadığı için sadece demleme çay içiliyordu. Fazla demlenmekten tadı
biraz keskinleşmiş, kokusu biraz metale çalmaya başlamış çayı, beyaz, kalın
seramik fincanların çok küçük yapıldığı için kolayca kavranamayan kulplarından
zorlukla kaldırıp içmeye çalışırken, arkadaşım önce işini, çalışma ortamını,
sonra iki yıl önce nasıl evliliğini, daha sonra da nasıl boşandığını bir
çırpıda anlattı. Onunla görüşmeyeli ne kadar çok şey olmuştu hayatında.
Yaşanmış olaylar bu kadar çeşitli olmasa, belki görüşmediğimiz zamanı daha kısa
sanacaktık.
Biz onunla üniversite arkadaşıydık. Aynı
sınıfta değildik ama aynı yıllarda birlikte ODTÜ’nün 68 kuşağı öğrencilerden
olmuştuk. Yetmişli yılların sonuna doğru 68’den daha farklı öğrenci hareketleri
Türkiye’yi ve özellikle büyük şehirleri etkilemeye başladığında henüz 68
kuşağının itibarı ilerdeki yıllar kadar oluşmamıştı. 68’den itibaren çok önemli
ve tehlikeli ama şimdi geriye bakınca o kadar da masum olaylar yaşanmıştı. Bir
pankart asma yüzünden 17-18 yaşında gençlerin hayatı mahvolmuş, birkaç söylev
ve birkaç boykot yüzünden gençler
hapishanelere girmişti. Ve vurulan, asılan arkadaşlarımız olmuştu. Sinan Cemgil
sınıf arkadaşımızdı.
Öğrenci hareketlerini başlatan yer olmasına
rağmen ODTÜ her zaman itibarlıydı. Büyük Millet Meclisinin arkasındaki
barakalarda birkaç mimarlık öğrencisi ile öğrenime başladığı ilk yıllarında da,
sonra koskoca bir alana yayılıp binlerce öğrenciye eğitim verdiği yıllarda
da. Önce mimarlık, mühendislik ve idari
ilimler fakültelerinin temelleri atılmıştı Eskişehir yolundaki yeni kampüste. İlk
yapılan mimarlık fakültesi binasının içinde önceleri rektörlük, dekanlık,
kütüphane, derslikler, dizayn stüdyoları ve en önemlisi “kantin” vardı. Altmışlı yıllarda henüz diğer fakülte
binalarının yapımına başlanmadan önce, tüm ODTÜ öğrencileri mimarlık binasında
ders görmüştü. İdari İlimler, Mühendislik, Sosyal Bilimler binaları yapıldığı
zaman bile üniversite öğrencileri Mimarlık kantininde buluşurdu. Çay içilecek,
tost yenecek tek yer orasıydı. Aynı zamanda çoğu solcu olan fikir
tartışmalarının bir numaralı mekanıydı da. Yıllar sonra her fakültenin kendi
binası olduğu zamanda da mimarlık kantini popülerliğini hep korudu.
Zamanla diğer
fakülte binaları yapıldıkça, mimarlık fakültesi binası sadece kendi
öğrencilerine kaldı. Diğer fakültelerin binaları, laboratuvarlar, koskocaman
bir kütüphane, üçlü amfi, rektörlük
binası, yemekhane, revir, tören salonu, spor alanları ve salonları, yurtlar,
lojmanlar derken ODTÜ, ilk okuduğum yıllardan çok farklı görünümüne kavuştu ve
her aşamasında çok güzel bir üniversite kampüsü oldu. Binaların arasında ve çevresinde
üniversiteye başladığımız yıllarda dikilen fidanlarla koskoca bir ODTÜ ormanı
oluştu.
Üniversite günlerimizi ve o yıllardaki öğrenci
olaylarında aktif olarak yer alan arkadaşlarımızı andık önce. Amerikan
Büyükelçisinin ODTÜ’yü ziyareti sırasında kocaman kuyruklu siyah Cadillac’ının
rektörlüğün önünde birkaç dakika içinde nasıl da ters çevrilip yakıldığını
konuştuk. Her gün kampüste bombalar patlarken, öğrenciler her gün dersleri
boykot ederken, her gün Amerika aleyhine pankartlar asılırken, ne işi vardı
Büyükelçi Kommer’in Orta Doğu'da? “Gel de komplo teorisi üretme” diyordu
arkadaşım o günü hatırlarken. Sanki büyükelçi, özellikle olay çıksın istermiş
gibi gelip rektörü ziyaret etmişti. Büyükelçinin geldiği, birkaç dakika içinde
tüm kampüste duyulmuş, öğrenciler rektörlüğün önünde hızla birikmiş, birkaç
tonluk zırhlı otomobili hop diye ters çevirivermişti gözlerimizin önünde. Arabanın
benzin deposunu açan, arabayı tutuşturacak kibriti çakan doğru olarak tespit
edilmiş miydi? Arkadaşım, yanık elleriyle koşarak uzaklaşanların, sonradan
suçlananlarla aynı öğrenciler olmadığını söylüyordu.
Eski
arkadaşlar hakkında son zamanlarda ne duymuşsak sıraladık. Zaten bir arkadaşla
uzun zaman görüşmeyince en kolay sohbet yolu ortak arkadaşlarımızı sormak ve
onları anlatmak değil midir?
Birden
önümüzdeki kaldırımda yürüyen genç bir adam dikkatimizi çekti, konuşmamız
kesildi. Bir insanın vücudu bu kadar mı güzel olurdu? Erkeksi yüz hatları çok
çarpıcı değildi ama o kadar güzel bir vücudu vardı ki, vücudunu gören insan
yüzünde kusur olsa bile fark etmezdi. Geniş omuzları, boynu, göğsü, gelişmiş
kolları, daracık kalçası, sıra sıra kasları belli olan sımsıkı bir bedeni
vardı. Üzerine dar bir pantolon, vücudundaki gelişmiş tüm kaslarının belli
olmasını sağlayan ince, vücuduna yapışmış bir kazak giymişti. Uzun boyluydu,
hatta oldukça iri bir insandı. Olağan üstü güzel görünmesi sadece kaslı ve uzun
olmasından değil, vücudundaki oranların da çok iyi olmasındandı. Biz, az önce
açık havada üşüyüp, anoraklarımız içinde büzülürken, o vücudunu göstermek için
bedenine oturmuş incecik kazağı ile dimdik ve kesinlikle kendinden çok emin
yürümekteydi.
“Aaaa…Şuna bak”
diye hafif bir çığlık atmadan edemedim. Arkadaşım ne benim çığlığıma ne de
yürüyen adamın yakışıklılığına şaşırmış göründü, bilgiç bilgiç gülümseyerek,
“Bu çocuk
Türkiye vücut şampiyonudur” dedi. Uzaklaşmadan biraz daha dikkatle baktım.
Böyle bir vücut geliştirebildikten sonra şampiyon olamamak mümkün değildi tabi
ki.
“İyi de,
kaslarını geliştirmiş diye bu soğuk havada böyle gezilmez ki” diye, kendinde
olmayan güzellikleri tenkit ederek teselli bulan tüm kıskanç insanlar gibi fikir
yürüttüm. Arkadaşım kaşını, gözünü oynatarak güldü. Sanırım, mimikleriyle belki
de “gezilir” demek istiyordu. Sonra,
“Ne büyük bir emektir bu hale gelmek, bilir
misin?” diye anlatmaya başladı. “Yıllarca kesintisiz çalışmak ve sadece bu işe
odaklanmak gerekir. Bir gün bile programını aksatmaman lazımdır. Yemen, içmen,
uyuman hep bu amaca dönük olmalıdır. Bir iki gün gevşesen, kasların da hemen
gevşer.”
“Sen nereden
biliyorsun bunları” diye sordum.
“Ben de vücut
çalıştım yıllarca” dedi.
“Kadınların vücut
çalıştığını hiç bilmiyordum” dedim.
Yetmişli
yılların sonunda evlere video cihazı girmeye başlamıştı. Bu video cihazlarında,
kaçak olarak kopyalanmış renkli filmleri (eğer renkli televizyonunuz varsa)
seyretmek pek heyecan verici oluyordu. Renkli televizyon olsun, video olsun,
Avrupa’da çalışan Türk işçiler aracılığı ile temin edilirdi. O yıllarda
gümrükleri görmeliydiniz; Türkiye’ye tatile gelen tüm işçiler yanlarında birer
renkli televizyon alıcısı veya VHS video cihazı getiriyordu. Henüz Batamax
oynatıcılar ortada yoktu. Yabancı malların satıldığı Amerikan Pazarları artık
eskisi gibi Amerikalıların değil Almancıların getirdiklerini satar olmuştu. O
yıllarda Jane Fonda’nın ve Raquel Welch’in jimnastik veya yoga hareketleri
yaptığı video kasetleri vardı. Bunları kopyalatıyor, sonra evdeki video
cihazımıza takıp, bir yandan 40 yaşından sonra nasıl böyle güzel vücuda sahip
olduklarına imrenirken, diğer yandan onlarla birlikte aerobik veya yoga
yapıyorduk. Vücut geliştirme konusunda tanıdığımız en popüler isim Arnold
Schwartzenegger’dı. Az önce yürüyen adam kesinlikle Arnold’dan daha iyi durumdaydı,
çünkü Arnold gibi hantal değildi ama Arnold dünya vücut şampiyonu olmuş,
Amerika’da sinema oyunculuğuna adım atıyordu, (ve ilerde eski Başkan
Kennedy’nin yeğeni ile evlenecekti) diğeri Türkiye doğumluydu, Türkiye’de
yaşıyordu. Emeğinin karşılığınıhiç olmazsa şöhretle alma şansı olur muydu,
bilemezdik.
Karşımda kalın
kazağı ile oturmakta arkadaşımın vücut çalışmasının onda ne gibi değişiklikler
yaptığını görmeye çalıştım. Ayıp olmasın diye çok dikkatli bakamıyordum. Yaşıtı
diğer genç kadınlardan pek farklı görünmüyordu gözüme. Ama o, ne düşündüğümü
anlamıştı, açıklamaya başladı.
“Kadınlarda amaç sadece
kasları büyütmek değildir. Ağırlık kaldırarak kaslarını tone up edersin. Zaten
çoğu kadın bu işi müsabakaya katılmak için yapmaz. Çoğu erkek de bu amaçla
yapmaz. Amaç güzel görünmek, sağlıklı olmak, kendini iyi hissetmektir.. Omuzun
gelişirse belin daha ince görünür. Karın kasların çalışırsan sıkılaşır, böylece
hem güzel görünürsün hem de omur iliğini karın kasları sayesinde korumuş
olursun. Bazı aletler vardır, bunlarla
veya halterle çalışınca daha yazsız, kasları daha belirgin ama zayıf değil de
fit görünen bir vücut elde edersin. Kilon azalmadan çok daha ince durursun,
çünkü sımsıkı vücudun olur. Her gün çalışırsan ancak üç ay sonra vücudunda
değişim başlar, çok yorucu ama çok zevkli bir iştir. Bir gün alt vücudunu,
ertesi gün üst vücudunu çalıştırmak en iyisidir. Çalışmanın bir sonraki günü
kasların dinlenmesi gerekir. Vücut geliştirmeye başlayınca protein ve
karbonhidrat alımını da dengelemen lazım ki daha iyi sonuç alasın. Ayrıca tatlı
yememelisin, içki içmemelisin... Yani bir bilimdir vücut geliştirmek, sağlığa
giden özel bir yöntemdir.
Nereden
bilebilirdim bu işin böyle bir çalışma gerektireceğini? Ama her gün 7-8
kilometre yürüdüğümüz veya Jane Fonda ile her gün bir saat hoplayıp
zıpladığımız taktirde belki birkaç ay sonra yarım kilo verme ihtimalimiz
olduğunu bildiğim için, vücut geliştirmek için günde pek çok saat ve pek çok
yıl çalışmak gerektiğini tahmin edebiliyordum. Arkadaşım, uzaklaşan vücut
şampiyonunun arkasından sandalyesinde geriye dönerek baktı,
“Ben bu çocuğu iyi
tanırım, zaten bir zamanlar onunla arkadaş olduğum için vücut çalışmaya
başlamıştım. Aynı sokakta oturuyorduk. Şaşılacak şey şu ki, 15 yaşlarındayken
mahallenin en çelimsizi oydu” dedi.
“Nasıl başardı bu
vücudu” diye sorunca da hikayesini anlatmaya başladı.
“Genç kızlık
yıllarımızda, yani aslında çocukluktan yeni çıktığımız zamanlar, kızlar da erkekler de birbirlerini ne kadar
dikkatle inceler, bilirsin. Unutmadın o günleri değil mi? O yaşlarda tüm
gençler, yaşıtlarınca sürekli incelendiğini, en ufak kusuruyla dalga
geçileceğini bildiği için biraz komplekslidir. Bu çocuk, adı Murat’tır, ne
kadar sıskaydı anlatamam. Bacakları çöp gibiydi. Boynu, başının altında bir
balonun altından sarkan ip kadar ince dururdu. Bizim mahallede iyi anlaşan,
birlikte çok eğlenen bir grubumuz vardı, tabii Murat sıskalık kompleksinden
olsa gerek aramıza hiç katılmazdı. Biz
de aldırmazdık tabii.
“Çoğumuz
lisedeydik. Yaz tatillerinde hepimizin işi gücü giyinip kuşanıp birbirimizi etkilemeye çalışmaktı. Hava sıcak, yapacak iş
yok, arkadaşlar toplanıyoruz, laflıyoruz. Bazen arkadaşlarla parti yapıyoruz, müzik
dinliyoruz, dans ediyoruz. O yıllarda televizyon başında vakit geçirme az
olduğu için, gençler birbirine galiba daha düşkündü, arkadaşlıklar daha
yoğundu. Sadece kızlı erkekli gruplar flört etmek için değil, vakit geçirmek
için birlikte olurdu. Mahalle arkadaşlığı diye önemli bir kavram vardı. Okul
arkadaşlarıyla olduğu gibi yakın olurdu insan mahalle arkadaşlarıyla. Erkek
arkadaşlarımız arasında haltere meraklı bir arkadaşımız vardı. Muzaffer… Az
önce önümüzden geçen vücut şampiyonu, yani bir zamanlar mahallenin sıskası
Murat ile halterci Muzaffer, karşılıklı evlerde otururlardı. Pencerelerinden
birbirlerini görmeleri mümkündü.
“Sıska Murat’ın, İstanbul’da yatılı lisede
okuyan bir kız kardeşi vardı. Çok güzel bir kızdı. Yaz olup da evine döndü mü,
mahalledeki erkek çocuklar heyecandan ne yapacağını şaşırırdı. Kız da biraz
kibirliydi, kimselere yüz vermezdi. Kızlarla bile mesafeli kalırdı. Aramayınca
aramaz, çağırmazsan gelmez cinsten. Derken halterci arkadaşımız bu güzel kıza
aşık oldu. Ama ne aşk… karşı pencereden kızı görecek diye evden çıkmaz olmuştu.
Kız da bizim aramıza katılmadığı için ve ilişkileri selamlaşmadan, pencereden bakışmadan
öteye gidemiyordu. Haltercimiz de ha bire tek taraflı aşkını anlatıp hepimizin
kafasını ütülüyordu. Mesela, sokakta karşılaştıklarında, veya pencereden nasıl
da anlamlı anlamlı bakıştıklarını falan anlatıp içimizi bayıyordu.
“Bir gün
Muzaffer’in aklına dahiyane bir fikir geldi. Sevdiği kızın sıska erkek kardeşi
ile yakın arkadaş olursa onların evine girip çıkabilirdi, böylece kızla da
yakınlaşırdı. Sıska oğlanı aramıza almak için yardımımızı istedi. Tabii hepimiz
buna itiraz ettik. İçine kapanık sevimsizin tekiydi o. Ancak birkaç gün
geçmemişti ki bir de ne görelim, bizim halterci, kendi işini kendi görmüş, sıska Murat’la müthiş bir samimiyet içinde,
ikisinin de yüzünde geniş bir mutluluk sırıtması, birlikte yürüyorlar. Meğerse
Muzaffer, Murat’a gidip, ‘Bak arkadaş sende bugüne kadar gördüğüm en kaliteli
kas yapısı var, vücudun ağırlık kaldırmaya, spor yapmaya çok uygun, gel benim
halterlerle çalışmaya başla, ben sana bildiklerimi öğreteyim, bir kaç aya
kalmaz sonucunu almaya başlarsın’ demiş.
Murat zaten sıskalığından kompleks içinde olduğundan hemen havaya girip
teklife balıklama atlamış.
“Böylece ikisi
çok iyi arkadaş oldular. Bizimki, sıska
Murat’la her gün ilgilenmeye başladı, hatta ağırlık kaldırmaya alışması için
kendi halterlerini bile ona hediye etti. Ancak Murat sadece halter kaldırmakla
kalmayıp vücut geliştirmeyle ilgileniyordu. Yani amacı spordan çok güzelliğine
dönük bir şeyler yapabilmekti. Bu arada Muzaffer, sıska Murat’ın, pardon artık
sıska dememeliyim, vücutçu Murat’ın evine rahatlıkla girip çıkmaya başlamıştı.
Kız kardeşi ile muhabbeti koyulaştırıp, gezip tozmaya başladılar. Sonra okullar
açıldığı zaman kız İstanbul’a döndü ama mektuplar, telefonlar derken ertesi yıl
okul tatil olunca da baktık ki aşkları
devam ediyor. Onlarınki gerçekten büyük aşktı. Bu arada Murat ağırlık kaldırma,
vücut geliştirme işini nasıl da ciddiye almıştı anlatamam. Evi spor salonu gibi
olmuştu, halterler, vücut geliştirme
makineleri alınmıştı, yurt dışından konuyla ilgili dergilere abone olmuştu,
doğru beslenme kitapları getirtiyor, spor salonlarına gidiyor, antrenörlerle
çalışıyordu. Vücudu gözlerimizin önünde gün be gün gelişiyordu. Hayatı sadece
vücut geliştirme, kendini güzelleştirme olmuştu. Liseden sonra okumayı da
bırakmıştı, kendini tamamen bu işe vermişti. Aslında o kadar hoş bir çocuk
olmuştu ki ona bakmaya doyamazdık. Ama o, kimseye yüz vermezdi, kızlara ayıracağı vaktini de spora ayırırdı.
Arada bir bizim arkadaş grubuna katıldığında ona bir bardak kola bile içiremezdik.
Sadece doğal şeyler yiyip içerdi. Bir parça çikolata bile yemezdi ki vücudu
yağlanmasın. Herhalde gereksiz kalori diye tek kadeh içki de içmemiştir
hayatında. Ve sonra bir gün baktık ki, Türkiye vücut şampiyonu olmuş,
uluslararası yarışmalara katılıyor, dereceler alıyor.”
Komplekslerin
verdiği bunalımlarla yaşamak yerine bunu yenmenin doğru yolunu çevremizdeki kaç
kişi bulabilmiş, kesintisiz irade isteyen bir çabayla gerçek bir başarıya kaç
kişi ulaşabilmiştir acaba? İnsanların birkaç kiloyu vermek için dişini sıkıp
birkaç ay bile diyet ve spor yapamadığını düşününce, gençlik yıllarını böyle
bir disiplinle geçirmenin pek kolay olmadığını anlayabiliyordum. Bu sonuca
giden yolu romantik bir ilişki olması da hikayeyi daha ilginç yapıyordu ayrıca.
Bir erkeğin sevdiği kıza ulaşmak için başlattığı kurnazlık, bir insandaki potansiyelin
harekete geçmesini sağlamıştı.
“Harika bir
hikaye” dedim ve sevgililerin sonunu da öğrenmek istedim. “Ne oldu Muzaffer ve Murat’ın kız kardeşi?
Herhalde evlendiler, umarım onlar da mutlu olmuştur.” Arkadaşımın suratı asıldı.
“Hikayenin bu
yönü hiç hoş değil” dedi. “Aşkları dört sene sürdü. Evlenmek için üniversiteyi
bitirmeyi beklemişlerdi doğal olarak. Sonunda evlilik hazırlıklarına
başlanmıştı. Bir güne Muzaffer, ağırlık kaldırırken yanlış bir hareket mi
yapmış, nasıl olduğunu tam bilemiyorum, omurgasını sakatladı. Bir süre tedavi
gördü. Olmadı. Sporu bıraktı, bir doktordan diğerine gitti, uzun süre sert
yataklarda yattı, olmadı, olmadı. Düğünü ertelediler. Sonunda evlenmeden önce
ameliyat olmaya karar verdi. Ameliyattan da çok korkuyordu ama başka çaresi
kalmamıştı. Bırak spor yapmayı, rahatça yürüyemiyordu bile. Ancak korkmakta
haklıymış, ameliyattan sağ çıkamadı.”
Sadece, “Ne
diyorsun, olamaz, çok büyük şanssızlık” diyebildim.
Bir süre
hüzünlü bakışlarla birbirimize baktık.
Arkadaşım “Kader.” dedi. Çaylarımızı
bitirmek üzereydik. Sonra,
“Yazık
Muzaffer’e. Bazen insanların korktuğu başına geliyor, keşke ameliyat
olmasaymış” diye anlamsız bir fikir yürüttüm, sırf konuşmuş olmak için. Sonra
doğal olarak, konuşmamız başka konulara kaydı. Geçen zamanın pek çok şeyi
unutturduğu gibi, orada otururken geçen dakikalar da, az önce önümüzden geçen,
güzel vücudunu sergilemek uğruna üşümeyi göze alan genci unutturmuştu. Aslında
o genci bir anlamda yaratan Muzafferi de az sonra unuttuk tabii.
Dışarıya
çıktığımızda sonbahar biraz daha almış yürümüş, hava biraz daha serinlemiş,
düşen sarı yapraklar kaldırımların neredeyse tamamını kaplamıştı.
Ama Ankara’da
hava aniden soğuduğunda bilirdiniz ki arkadan pastırma yazı gelecek, en azından
güneş gören yerler yeniden ısınacak.
PP Endem’in bu ilginç anı-öyküsüyle toplam yazı sayısı 100’ü aştı.
YanıtlaSilBaşarıdır.
Tüm yazarları, yaratıcıları, ve katkıda bulunanları kutlamak gerekir.
Sağolun.
Çok yaşayın.
100 barajını aşan yazının PP Endem’in kaleminden olması sadece sayı-nicelik açısından değil, kalite-nitelik bakımından da anlamlı. Blogun başarısını perçinliyor.Gerek yazar gerekse de yönetici olarak tüm katkıları için Endem ve Mercangöz'e özel teşekkürler.
Durmayalım. Devam…
O
Her zamanki gibi değerli ve anlamlı bir yorumla yazım taçlandırıldığı için sonsuz teşekkür ederim.
SilPuna'dan çok güzel bir öykü daha. Günlük ve olağan bir olayı anlatıyormuş gibi alçakgönüllü bir sadelikle ilerleyen anlatımın insanı asıl kendine bağlayan tarafı ayrıntılar içine gizlenen derinlik galiba. Punanın öyküleri alışkanlık yaratan türden. Yazılarının bir kitap hacmine çoktan ulaştığını da keyifle gözlemliyorum. Çok teşekkürler.
YanıtlaSilY.A
Sevgili Yücel yüreklendirmene ve teşvik edici yorumuna çok teşekkür ederim.
Sil