KALPLERİMİZ BİR OLSUN
(ÖLÜMLÜ DÜNYA ÖYKÜLERİ 1)
Ağustos ’18 Datça / Şubat ’21
Bristol Üstünkök
Banka veznedarlığından
emekli Maruf Bey oldukça sıradan biriydi. Öyle pek dikkate değer, belirgin,
dişe dokunur herhangi bir özelliği yoktu. Olsa olsa hiç evlenmediğinden söz
edilebilirdi, bir de doğma büyüme İstanbullu olduğu halde Büyükada’ya ayak bile basmamış olduğundan. O
kadar. Gerçi herkes gibi o da kentin
burnu dibindeki adaları karınca
kararınca elbette bilirdi. Üstelik, Büyükada üzerine yazılmış şarkıları,
türküleri kendi kendine sık sık mırıldanırdı da.
‘’Yine bu yıl Ada sensiz, içime hiç sinmedi
Dil’de yalnız
dolaşırken gözyaşlarım dinmedi’’...
‘’Ada sahillerinde bekliyorum
Her zaman
yollarını gözlüyorum’’...
‘’Adalardan bir yar gelir bizlere’’...
‘’Ada’nın yeşil çamları aşkımıza yer olsun
Ne çare ayırdı
felek, kalplerimiz bir olsun’’... (*)
Çok kurcalarsanız
banka veznedarlığından emekli Maruf Bey’in
‘gizli aşkları’ olduğunu belki
bir özellik sayabilirdiniz ama bunların hepsi
‘uzaktan kumandalı’ydı, platonikti. Kimseciklere
söylemediği o sevgilileri, o görünmeden izlediği, bir gün görmezse özlediği,
ama hiç bir zaman yaklaşmadığı, yaklaşmak da istemediği, kendisinden hiç mi hiç
habersiz sevgililerini anımsatırdı Ada şarkıları ona. Karşılıksız olması kendi
seçimiyle kaçınılmaz olan bu aşklardan kimbilir hangisini, hangilerini
çağrıştıran şarkıları duydukça
duygulanır, bazan gözleri bile
dolardı. Ee, aşklar yalnızca uzaktan ve
karşılıksız olunca da ömür boyu ne
evlenmek, ne de bir sevgili eli tutmak kısmet olmuştu adamcağıza. Böyle olmasını ‘’her şeyde bir hayır vardır’’ diye diye kabullenerek gene
de pek dert etmemiş, yıllar yılı evden işe, işten eve tekdüze yaşantısını
renksiz revnaksız sürdürmüştü, banka veznedarlığından emekli Maruf Bey. Tek
başına Ada’ya gitmeye de gerek görmemişti o yüzden.
Emekliliğin
o işsiz güçsüz, geçmek bilmeyen, anlamsız amaçsız günlerinden birinin
gecesiydi. Bütün gün evden çıkmamış, emekli olduğu yıl kendisine ödül olarak Mahmutpaşa’dan
aldığı ve severek giydiği çizgili pazen pijamasını bile üstünden çıkarmamış, vakti
gelince de yatmış uyumuştu. Sabaha doğru rüyasında Dilburnu’nu gördü. Rüya bu ya, kocaman bir
insan dili olmuştu Dilburnu. Gerçek bir dil ağızda nasıl hareketlenirse Dilburnu
da Büyükada’nın kıyısında öyle kımıldıyor, peltek bir konuşmayla emir verircesine ‘’bana bak, yarın mutlaka
Ada’ya gel, yoksa orada geberirsin, bunu
bil!’’ diyordu Dil. Askerliğinde bile kimse onunla bu denli sert konuşmamıştı. Ter içinde uyandı.
‘’Yarın mutlaka gel yoksa.. Yoksa orada geberirsin!’’ Bu da ne demek oluyordu
böyle? Oldum olası yalnız yaşayan, banka veznedarlığından emekli Maruf Bey enikonu etkilenmişti bu tuhaf rüyadan ama sonunda zorla da olsa gülümsedi. Kendi kendine
yüksek sesle, sanki yanında biri varmış gibi ‘’aman canım, alt tarafı
rüya be... Önemsemeye değmez ama her
işte mutlaka vardır bir hayır. Oldu olacak haydi bu bahaneyle bir Ada sefası yapalım bari’’ dedi. Zaten uykusu kaçmıştı. Daha fazla uyumayı denemedi, kalktı.
İş olsun diye kahvaltı hazırladı ama pek yiyesi değildi. Caydı. Masayı topladı. Pazen pijamasını
katladı, gece yatısı için gerekli bir kaç kıvır zıvırla birlikte el çantasına
koydu. Traş olup giyindi. Öğleye doğru Bostancı’ya indi.
Baktı, Ada vapurunun kalkmasına daha
vardı. Köşedeki fırından iki simit aldı.
Kıyıdaki boş banka oturdu. Birini kendi
yedi, diğerini ufalayıp martılara attı.
Kuşların bir lokma simit için hırçın hırçın didişmeleri ne kadar
gereksizdi. Sanki kıtlıktan çıkmış ya da hiç
doymayacakmış gibiydi aptal şeyler. ‘Oysa aralarında anlaşsalar, düzgün
düzgün sıraya girseler gün boyu gelen geçenlerin fırından alıp attığı simit
parçaları hepsine yeter’ diye düşündü. Sonra da sanki kendi kendine değil de
başka birine diyormuş gibi ‘’yahu
insanlar bile sıra gözetmiyorken kuşlar
nasıl yapsın, desene? Ne yani, simit parçalarını vesikaya mı bağlasınlar? Sen
de saçmaladın yani Maruf!’’ diye söylendi.
Saatine baktı.
Eh, artık kalksa olurdu. Parmaklarına yapışmış iki üç susam tanesini dikkatlice
ayıkladı. Vapura yürüdü. İşte, artık sonunda Ada’ya gidiyordu banka veznedarlığından
emekli Maruf Bey. Dilburnu’nun rüyadaki
tehditkâr emri sayesinde ilk kez Büyükada’yı görecekti. Hem
mutluydu, hem de doğrusu biraz heyecanlı.
Herhalde ‘bir
an önce varsak’ sabırsızlığından olacak, yolculuk beklediğinden
daha uzun sürdü gibi geldi.
Vapur yanaşınca ‘nihayet’ diye söylenerek indi. Kemerli, kubbeli iskele binasından dışarı çıkıp
ilgiyle etrafa bakındı. Sokak içinde arkaları, yanları gevşek kamış sepetler gibi örülü faytonlar bekliyordu. ‘Gazete ve dergi resimlerinde bunlar daha gösterişli görünüyordu’ diye geçti
aklından. Atlar da iyiden iyiye
çelimsiz, acınacak denli sıskaydılar ama ister istemez binecekti. Sıranın
başındakine yöneldi. Sürücü doğruldu,
fenerin yanındaki halkada asılı duran kamçıyı eline aldı.
-‘‘Buyrun
beyim, nereye ?’’
-‘’Safransky
Oteli’ne lütfen.‘’
-‘’Safransky
Oteli mi? Hiç duymadım beyim, otelin adından emin misiniz, yanlış olmasın?’’
-‘’Olabilir,
olabilir. Aklımda öyle kalmış. Neyse. Bir de
Triandafilidis
Köşkü olacak diye okumuştum. O ne tarafta ?’’
-‘’Ona Yanaros köşkü demek bize daha kolay
geliyor beyim. İzzet Paşa konağı diyen de
oluyor. Uzak değil ama ben bildim bileli
yıkıktır o yapı. Fi tarihinde bir yangın geçirmiş. Öyle harap çorap durup durur
.’’
-‘’Haa, belki dediğim otel de yıkılmıştır,
kim bilir? O zaman beni temiz bir otele götürün bari de boşuna gelmiş
olmayayım. Oraları artık yarın dolaşırım. ‘’
-‘’Yıkık köşkü sormuştunuz,
değil mi? Onun yakınında bir otel var, şimdi hatırladım. Çankaya Caddesinde. Ama
adı başka.’’
-‘’Nedir ?’’
-‘’Yaz başında kapısında Amalfi yazıyordu. Satılacak demişlerdi. Oteller
satılınca bazan adını da değiştiriyorlar ya, ondan dedim. Adı belki şimdi
Amalfi değildir ama ne olursa olsun, iyi
oteldir. Yakın zamana kadar geceleri yapıyı pek güzel ışıklandırıyorlardı da. Galiba
artık yapmıyorlar.’’
-‘’ Eh, oraya gidelim o zaman. Neye niyet,
neye kısmet derler. Ama gözünü seveyim atları kırbaçlama.. Baksana zaten
kemikleri sayılıyor zavallıların.’’
-‘’Yok yok.. Bu kamçı gösteriş için beyim,
şaklatınca ses çıkarsın diye.. Atlarım benim
evlatlarım gibidir, kıyamam. Hiç
kırbaçlar mıyım? Ne çare ki
evde beş çocuk var, bir de bunlar. Şunun şurasında kazandığım üç beş kuruş
hangimize yetsin?.. Zaten faytonları yakında toptan yasaklayacaklarmış. Bulursak başka iş tutacağız o zaman, çaresiz. Ben
ne iş olsa yaparım da, buncağızlar ne olacak diye vallahi uykularım kaçıyor.’’
-‘’Haklısın, geçim hepimiz için zor, ister
insan, ister at.. Ama bakarsın böylesi daha iyi olur, kim bilir. Her işte bir hayır
vardır diyelim.’’
Güzün başıydı.
Hava henüz soğumamıştı ama okullar açılmış, tatil sona ermişti. Yıl boyu Büyükada’da oturanlar dışında kimse yok
gibiydi. Otel neredeyse tümden boştu. Kimliğini verdi, girişini yaptılar.
Anahtarı alıp üst kattaki odaya çıktı. Pencereyi açtı. Ilık, tertemiz hava
doldu içeriye. Ceketini çıkardı, astı.
Köşedeki hasır koltuğu pencere önüne çekti. Oturdu, arkasına yaslandı.
Çamlar arasında seyrek kırmızı damlar görünüyordu. Az uzakta da deniz. İşte bu
manzara aynen dergilerde, kartlarda gördüğü resimlerdekiler gibiydi. İyi ki
gelmişti Ada’ya.
Erkenden
uyanmış, uykusunu alamamıştı banka veznedarlığından emekli Maruf Bey. Kısa da olsa
alışık olmadığı vapur yolculuğu ve Ada’ya gelmenin heyecanı yormuştu da. Biraz
kestirse iyi olacaktı. Pencere önünde
manzaraya bakarken gözlerini kapattı, daldı.
Bir süre sonra
doğruldu. Güneş alçalmıştı. Hasır koltuk pek rahat sayılmazdı. Sırtı tutulmuş
gibiydi. Kendini zorladı, kalktı. Geceki rüyadan olsa gerek şimdi buraya biraz zorla getirilmiş gibi tuhaf,
karmaşık, rahatsız bir duygu vardı içinde. Kendisi değil de bir başkası, bir
yabancıydı sanki ama yer değişikliğindendir diye çok da üstünde durmadı.
Banyoya yöneldi. Yüzünü yıkamak üzere gözlüğünü çıkarıp lavaboya eğilirken gözü
aynaya takıldı. Aaa!. Gördüğü başka biriydi. Bildik bir yüzdü, evet, ama kendisi değildi. Aynaya başkasının fotoğrafı
asılmış olmalıydı. Öyle ya, insan aynaya bakınca kendi yüzünü görmez mi? Daha
iyi görmek için gözlüğünü tekrar taktı, ışığı yaktı. Elini uzatıp tam fotoğrafa dokunacaktı ki
aynadaki görüntü de aynı şeyi yapınca irkildi. Bu bir şaka olmalıydı. Şaşılası şey,
aynada gördüğü fotoğraf da
değildi, kendisi de... Nasıl olduysa Ada’ya gelince sanki bir başkası olmuştu.
Aynadaki görüntüye yeniden baktı. Evet, geröekten
kendi değil, tanıdığı, bildiği birisiydi yüzünü gördüğü ama kimdi, kimdi? Belleğini biraz daha zorlayınca tamam! Buldu,
kim olduğunu çıkardı. Ukrayna doğumlu Lev Bronstein’dı aynadaki yüzün sahibi. ‘’Şimdi oldu’’ dedi, rahatladı.
Işığı söndürdü, çıktı. Dönüp hasır koltuğa oturduğunda o artık banka veznedarlığından
emekli Maruf Bey değil, Lev Davidovich Bronstein’dı.
Yıllar önce
Büyükada’da oğlu Leon Sedov’un adıyla
sürgün hayatı yaşamıştı Bronstein.
Aslında çok ünlüydü. Dünyada
başka bir adla, Leon Trotsky (Troçki)
olarak tanınıyordu. Sovyet devriminin önde gelenlerindendi. Lenin’in sağ
koluydu. Kızıl Ordu onun fikriydi. Dünyanın tümünde sosyalist bir yönetim
kurmayı amaçlıyordu. Ne var ki Lenin’in ölümünden sonra asıl adı Ioseb Jugaşvili olan hırslı ve zalim Gürcü Stalin’le
anlaşamayıp ters düşmüş, Sovyetler
Birliği’nden sürülmüştü. Oradan oraya derken güvenliği konusunda Türkiye’ye söz verilince İstanbul’a gelmesi
sağlanmış, önce bir süre Konsolosluk konukevinde kalmıştı. Türk Hükümeti Troçki’ye bir şey olsun istemiyordu. Korunması kolay
diye onu Büyükada’da bir eve yerleştirdi. Sonra da Yanaros Konağı, İzzet Paşa Köşkü, ya da Sivastopoulos-Triandafilidis
Köşkü diye bilinen yapıya taşındı Troçki. Korumalar güvenliğini sağlıyor, Troçki
de hiç sorun çıkartmadan, gündüzleri Haralambos adlı
bir balıkçıyla denize açılıyor, istavrit, pavurya, uskumru peşinde vakit geçiriyordu. Geceleri ise geç saatlere dek yazıyor, yazıyor, yazıyordu. Ada’da kaldığı beş
yılda Sürekli Devrim kitabını yazdı. Daha
önce Fransa’ya sığınma başvurusu yapmıştı.
Kabul edildiği bildirilince Troçki
1933 yılında Türkiye’den ayrıldı. Ne var ki Paris’e yerleşmesine izin vermedi
Fransız yetkililer. Kısa bir süre sonra da Fransa’yı terketmesi istenince Troçki bu kez Norveç’e
sığındı ama orada da güvende olamadı. Sonunda Meksika’ya göçtü. Başkentte, ünlü
duvar ressamı Diego Rivera’ya ait bir
konağa yerleşti. Rivera’nın eşi ressam Frida Kahlo ve çok sayıda sanatçı
sık sık konağa geliyorlardı.
Yapı yüksek
duvarlarla çevriliydi, görünüşe göre güvenliydi ama 1940 yılının Ağustos ayında Stalin’in Ramon
Mercader adındaki gizli ajanı gene de içeri
sızdı.Çalışma odasına ulaştı. Yanındaki çelik
dağcı kazmasıyla kafatasını parçalayarak
öldürdüğünde Leon Troçki
60 yaşındaydı.
Banka veznedarlığından
emekli Maruf Bey Büyükada’daki Otel
Amalfi’nin çamlar arasından kırmızı damları ve denizi gören güzel manzaralı odasında kendini Lev
Bronstein / Leon Sedov / Leon Troçki olarak bulduğunda durumu pek yadırgamadı
aslında. Rüyasına giren Dilburnu’nun çağrısıyla bunca yıldan sonra Büyükada’ya gelmesinin nedeni demek buydu. Durduk yerde Leon Troçki olmuştu. Her
işte bir hayır var diye düşünürdü ya. Bunda da bir olağandışılık görmüyordu. Troçki
olduysa olmuştu. Kabullendi. Koltuktan kalkıp yatağın başucundaki komodinin çekmecesinde
gördüğü Otel Amalfi başlıklı kağıtlardan üç-beş tanesini aldı. Cebinden dolma
kalemini çıkardı. Yazmaya koyuldu. El yazısı Troçki’ninkiydi. Çenesindeki sakal
ve gözündeki yuvarlak çerçeveli gözlükler de. Banka veznedarlığından emekli Maruf Bey
değildi artık , Troçki’ydi o! Yazmayı sürdürdü. Dördüncü sayfayı bitirirken başına birden bir sancı saplandı. Beyninde
şimşekler çaktı. Sanki kafasına çelik bir dağcı kazmasıyla vurulmuştu.
Kulakları tıkandı. Gözleri karardı. Nefesi kesildi. Yazdığını tamamlayamadan
koltuktan kaydı, cansız, yere yığıldı kaldı.
60 yaşındaydı.
***
--------------------------
(*) Yine bu yıl Ada sensiz, içime hiç sinmedi
Dil’de
yalnız dolaşırken gözyaşlarım dinmedi...
Osman Nihat Akın’ın Nihavend bestesidir. Bazı kaynaklara
göre film ve sahne sanatçısı Mualla
Sürer için, bazılarına göre ise tarihçi-yazar
Ahmet Refik Altınay’ın ölümü üzerine bestelenmiştir.
Ada
sahillerinde bekliyorum
Her zaman
yollarını gözlüyorum...
Hicaz makamında anonim bir
İstanbul türküsü olarak bilinirse de farklı kaynaklarda bestecisi olarak iki
kişinin adı geçmektedir: Musullu Hafız Şaşı Osman Efendi ve Yesarî Asım Arsoy.
Fasıllarda sıklıkla Adalardan Bir Yâr Gelir Bizlere’ye bağlanır. Bu beste Yesarî
Asım Arsoy’a ait olduğu için Ada Sahillerinde Bekliyorum da onun eserleri arasında sayılıyor olmalıdır.
Adalardan
bir yar gelir bizlere...
Yesari Arsım Ersoy’un Hicaz bestesidir.
Ada’nın
yeşil çamları aşkımıza yer olsun
Ne çare
ayırdı felek, kalplerimiz bir olsun...
Şükrü Tunar’ın Hüzzam bestesidir.
Okan
YanıtlaSilTroçki nin dramını Maruf bey üzerinden bir başka güzel anlatmışsın . İyiki bu blog oluştuda bunları okuyan sayısı arttı .
Maruf Bey, Troçki ve Büyukada beli bir zaman diliminde bulusmuşlar ve bu güzel öykü ortaya çıkmış. Üçü de birbirini tamamlayan aynı ďeyin parçaları gibi özenle ışlenmiş.
YanıtlaSilMqruf Bey, Troçki ve Büyükada belli bir zaman diliminde buluşmuşlar ve bu güzel öykü ortaya çıkmış.üçü de birborini tamamlayan aynı şeyin parçaları gibi özenle işlenmiş.
YanıtlaSilYücel Akyürek
İlk okuduğumda da Troçki ve Maruf bey yüreğimi sızlamış ve aynı anda ustalıkla örülen öyküye hayran kalmıştım. Her sade görünüşlü hayat içinde ne çok fırtınalı hayat gizleyebilir aslında diye düşündüm. Fırtınalı hayatlar ise sade hayatları mı özler.? Yine aynı zevk ve ilgiyle defalarca okuyabilirirm.
YanıtlaSilSevgili Okan, öykünü zevkle okudum. Lütfen yazmaya devam et. Resimler de çok güzel, inşallah sağlık ve esenlik içinde nicelerini yaratmanı bekleriz. Sevgi ve teşekkürlerimle
YanıtlaSilVacit İmamoğlu