Armatur / Sadık Mercangöz

 BEN ARMUTUR

 

BEN ARMUTUR
 
Yalnızlığımın birinci  haftası bitiyordu sanırım. Aslında saymasını bilmem ama bu hafta kelimesini duymuşluğum var. İşte uzun bir zaman olmuş gibiydi. Karnım aç ama en fazla da susuzum. Bacağımdaki ve belimdeki sızı devam ediyordu. Dün tellerin altından geçerken sırtımı çizdirmişim, eski yarayı kanattım herhalde. Ne yapsam da sırtımı yalayamıyorum. Bir acı ama oldukça tuhaf. Dilimi değdirsem geçecek biliyorum ama yapamıyorum, o da bana inat sızlamaya devam ediyor. Bizimkiler beni böyle görseler, benden önce onlar beni yıkar, bir şeyler sürerler ve acımı alırlardı. Sitenin çıkış kapısından dışarı yavaş yavaş yürürken, içim sızladı birden ve koşar adım eve döndüm, belki gelmişlerdir diye. Bu kaçıncı dönüşüm bilmiyorum evin bulunduğu sokağın köşesini dönüp süklüm püklüm sokağa girdiğimde içimde bir şey titredi,  anlamıştım  yine yoklardı ortada.  O küçük insanın, arkadaşımın geleceğini birden bire ortaya çıkacağını bekliyorum... Bekliyorum... Taşlığa uzanıp başımı kollarımın üstüne yatırıp bizim sokak kapısını gözetlerken, ha şimdi açılır kapı diye zayıf da olsa bir ümidim vardı. Biraz sonra her şey geçti, bitti. Üzgünüm, çaresizim.

Nereye kaybolmuşlardı? Neydi bu başıma gelen? Hiç bu kadar yalnız bırakmazlardı beni. Kokuları hala burnumda, ama eskisi gibi kuvvetli değil. Evin giriş kapısına gelip yatıyorum. Önümde boş bir mama kabı. Su tarafı da yemek tarafı da boş. Bana neden mama vermediklerini merak ediyorum. Salkım saçak tüylerim sararmış otlara dikenlere dolanmış, düğüm düğüm sarkıyorlar. Neyin pisliği üstümdeki bu kir? Beni tabii içeri almazlar bu kadar kirliyken. Kendimden nefret ediyorum bu anlarda.

Neredeler? Kokularının yerini korkularım alıyor. Yalnızlık korkusu, çaresizlik korkusu. Ben hiç yalnız kalmadım ki. Açlık nedir yaşamadım. Ama birkaç gündür mideme girmeyen mamaların yokluğu beni perişan ediyor, midem kurt düşmüş gibi derinden derine kazınıyor. Neredesin sen, küçük insan? Seni bekliyorum. Sen de benim gibi küçüktün, ben de. İlk hatırladığım şey, gözlerimi açtığımda kaba bir yün  yumağı içindeydim bana benzer diğer cinslerimle yan yana. İçimizden ince ince viyaklıyoruz. Şimdi viyaklamayla homurdanmanın ya da havlamanın farkını gayet iyi bilebiliyorum. Ama o zamanlar çıkarabildiğim tek ses oydu. Acıkmanın da, dikkat çekmenin de, yardım istemenin de  sesiydi bu. Kısaca. Hayatta olmamın sesiydi. Ağzımda bir meme, ılık ve tatlımsı bir tat, yumulmuşum üstüne, zar zor nefes alabiliyorum burnumdan, iki pençemle göğsüne bastırıyorum anamın ve azar azar sızan süte, huysuzlanıyorum. Diğer hem cinslerimle memelere daha iyi yerleşebilmek, daha fazla ılık tatlımsı sıvı için tepişiyoruz. Kocaman ıslak bir dilin yüzümü yalayıp geçtiğini çok iyi anımsıyorum ki bu bana rahatlık ve huzur veriyordu.  Kısa bir süre sonra kendimizden geçiyor, uyku denen aleme dalıp gidiyorduk.

Seninle ne zaman karşılaştığımızı şimdi çıkaramıyorum küçük insan ama sanki hep birlikte olduğumuzu, beraberce yaşadığımızı sanıyorum, hayata beraber başlamış olmalıyız değil mi? Sen küçük bir insan ben bir köpecik olarak. İşte seni bekliyorum. Şimdi sen neredesin küçük insan? Başına bir şey gelmiş olmasın sakın? İşte bu beni çok üzer ve çok kızdırır küçük insan! Ben niye yanında değilim?

Evin içinde kimseler yok ama sanki şimdi kapı açılacak gibi geliyor bana. Başımı kaldırdım, sarkık kulaklarımı diktim. Kapı koluyla oynandı gibi oldu, bir ses geldi içeriden, gıcırdamayı duyduğuma yemin ederim. Kısaca havladım buradayım diye. Şimdi ayaktayım, kuyruğum mutlulukla sallanıyor, ben de onunla birlikte iki yana sallanıyorum. Kapıya doğru bir adım attım. Bekliyorum, bekliyorum, daha da bekliyorum ama bir şey olmadı, kapıdaki hareket durdu. Dinledim tam bir sessizlik. Olduğum yere çöktüm, gözlerim yine kapıda  ya açılırsa diye. Akşama giriyoruz, ya havanın kararmasından ya da yorgunluktan iyi göremiyorum. Etrafta  bir hareket ve ses duyunca yine ayaklandım. Gözlerimi kapatıyor, havayı kokluyorum. Karışık yabancı kokular duyuyorum. Halim yok, ayakta bekleyemiyorum. Olduğum yere çöktüm yine. Susuzluktan içim yanıyor. Dilim dışarıda. Bizim sokakta akşamın o saatlerinde evlerin bahçeleri sulanmaya başlar, su için şansımı denerim diye düşünüyorum. Gözlerim kapanıyor, istemesem de. Halbuki bizimkilerin gelişini görmek istiyorum. Derin derin kokluyorum hafifçe serinleyen havayı.   

Sokağın öbür başından itibaren başka hayvanların kokuları bana inat her yana sinmiş. Yerde, ağaçta, yaprakta, komşu evlerin duvarlarında. Zaten bendeki bu meraktı beni kamçılayan, isyan ettiren. Kim bunlar da benim sokağıma girmişler, gezmişler ve de idrarlarını yapmış saygısızlar. Yakından koklama isteği benliğimi sardı yine. Bizimkileri kaybetmem bu meraktan olmuştu diye düşündüm.
Geçen akşam onlardan ikisiyle karşılaştım. Bir çift gelmişlerdi sokağın köşesine, merakla bakıyorlardı etraflarına. Biri iri bir köpek belli, diğeri nispeten zayıf ve küçük. İkisi bir takım olmuşlar beraberce geziyorlardı. Öndeki benden tarafa dönerek kısaca havladı, sonra arkasındaki  o da bana bakarak ürüdü uzun uzun. Sinirlerim yavaş yavaş gerildi. Ben de birkaç  kere havlayarak “Uzak durun benim evimden” ihtarında bulundum ama iri olanı pek takmadı, gölgelerin arasında hayal meyal fark ediyordum onları, birden taflanların arasından sıyrıldı, doğrudan bana doğru bir iki adım attı. Benden iri ama bakımsız bir hayvan, bir anda içimdeki duygularım kabardı, ben onlara doğru sertçe iki adım attım. O bana ben onlara havlıyorum. İçimden gelen iç güdüyle dişlerimi  göstererek hem havlıyor hem de hırlıyordum. Karşımdaki çift de aynını yapıyordu. Derken nasıl oldu bilmiyorum ama koşarak üzerlerine atıldım. Asıl hedefim öndeki büyük köpekti. Onun boynuna doğru atıldım, o da benim boynuma. Dişlerini geçiremedi boynumdaki tasma beni korudu. Kulaklarımı yakaladı birkaç defa ama kolaylıkla çekiyor kurtarıyordum ağzından.  Bazen ısırdığında ise dişleri kulaklarımı deliyor, acıyı taa beynimin içinde hissediyordum.   Tırnaklarımız sağımızda solumuzda çizikler açıyordu.
Gürültüden herkes ayağa kalktı akşamın o saatinde. Ben ve büyük köpek bahçe çitleri arasında hırlayarak, homurdanarak yuvarlanıyorduk. Çalılar sağımıza, solumuza batıyor, kanatıyordu. Her ikimizde açız, bir taraftan havlarken, gözümüzü kapatıp önümüze ne gelirse dişliyoruz. Bir ara kolunu, bir ara kuyruğunu dişledim, o da benim kuyruğumu ısırdı. Bağrış çağrış arasında ne kadar zaman geçti bilmiyorum, sırtımda bir darbe hissettim, çok acıdı. Bir anda hırsla döndüm ama daha ne olduğunu anlayamadan sağ arka ayağımda da aynı sızı peydahlandı ve kuyruğumu toplayıp oradan acıyla dışarı fırladım. Ağzımdan sadece bir “viyak” sesi çıktı o kadar, kendimi tuttum. Rakiplerimin benden önce toparlanmış ağlamaklı sesler çıkararak önüm sıra koştuklarını gördüm.  
Acımın beni götürdüğü yere kadar ben de koştum. Nefesim yetmez olduğunda bir bahçede nefes nefese durdum. Ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Sızıdan çişimi tutamamıştım yol boyunca bırakarak koşmuşum, kalanını bahçenin bir kenarına koyuverdim. Ne olduğunu kavramakta güçlük çektim bir süre. Sırtıma aldığım darbe sırtımda kötü bir yara açmış ve idrarımı zamansız yapmama sebep olmuştu. Ben ki bizim evin efendisinin vasisi, en sevileni, evin prensi iken vakurla dolaşır, kendimi bu sitenin hakimi olarak görürdüm. Şimdiyse heyecan, korku ve panik içinde zavallıydım. Merhamet, anlayış ve yardım bekliyordum. Acısından sağ arka ayağımın üstüne basamıyordum. Ayak bileğimin derisi sıyrılmış kemiğimi görebiliyordum loş ışıkta. Diş etlerimden kan sızıyordu. Tadını daha önce tatmadığım bir sıvı salyalarımla birlikte ağzımın kenarlarından, dişlenen kulaklarımın uçlarından terasın taşlarına damlıyordu.

Bana ne olmuştu böyle? Ne yapmıştım? O iki köpeğe saldırdığım an onların gözündeki telaş ve korkuyu fark etmiştim. Onlar ne yaptıklarının farkındalardı, oysa korkusuzluk benim cahilliğimdendi sanıyorum, şimdiki acı ve sızıları, belimde ve bedenimde ortaya çıkan ağrıları ve sancıları tahmin bile edememiştim.   İçimde derinlerde yaşayan bir yabani hayvanın  beni ele geçirdiğine ilk defa şahit oluyordum. Ne olmuştu bana? Aristokrat soyumun geliştirmiş olduğu zekâyı, incelik ve nezaketi, her şeyden önemlisi  kurallara ve kural koyuculara itaatkârlığı taşıyan o maskeyi üzerimden atmış yalın kat ben olmuştum onlara saldırırken.  O kargaşada insanların bana bağrışlarını duyamamış olabilir miydim acaba? Ama duyduğum halde dinlemediğimi hatırlıyorum. Eminim. Evet başka biri olmuştum. Nesillerden gelen kromozomlarım beni  aslıma döndürmüş olmalıydı.

Bir parça su içmeliydim. İçim yanıyordu. Bahçede sulama musluğunun altındaki yalakta biraz ıslaklık vardı, içindeki  suyu yalamak susuzluğumun ateşini biraz düşürmüştü. O bahçede sırtım hariç her yerimi bir güzel yaladım. Acıyla gözümden gelen yaşlara aldırmadan kendimi tımarladım. Ben o zamana kadar fiske bile yememiştim, ben insanların yüzlerine bakarak ne yapmamı istediklerini anlar, dur deseler durur, koş deseler koşar, otur deseler otururdum ama bugün bana alelade köpek muamelesi yapmışlardı. Komşular tarafından kazma sapıyla dövülmüş, tekmelerle  kovalanmıştım.  Kabahatim neydi anlayamamışken saatlerce bizimkilerin ve doğrusu o küçük insanın gelip beni kurtaracağını beklemiştim. O benim can ciğer arkadaşımdı, ya da ben en azından öyle sanıyordum. O akşam aç, susuz ama illa da kırılan onurumun verdiği acı ile artık boş olduğunu anlayabildiğim, bizim evin kapısında sabaha kadar içimi çektim durdum. Acımasız ve katı yürekli komşular bile ağladığımı duymuşlardır. Gecenin bir saatinde karşı kapılardan biri gıcırdayarak açıldığını hayal meyal fark ettim. Komşu bahçe kapısının yanına biraz su kondu. Ama ben yerimden fırlayıp doğrulamadım. O geceyi kabuslar içinde bitirdim. Bedenimdeki ağrılardan ziyade beni inciten onurumun aşağılanmasıydı herhalde.

Sabah karşı evin bahçe kapısının yanına bırakılan yoğurt  kutusu içindeki suya sallana sallana yanaştım ve içtim bitirdim. Susuzluğum geçti ama karnımın birkaç günlük açlığı devam ediyordu. Komşu evden gelen giden olmayınca sokağın başına çöp kutularının durduğu yere doğru yürüdüm.. Evlerin arasından değişik kokular geliyordu her zaman olduğu gibi. Kokuları ayırt etmek için azami dikkatle kokluyorum. Akşamki kavganın geçtiği bahçeye geldiğimde zakkum ve taflanların kırılmış, saçılmış  dallarını görünce o anlar gözümün önüme geldi, yeri koklarken ürperdim.

Gündüz çöp kutuları her zamanki yerlerindeydiler ama yanında çöp torbaları yoktu. Tertemiz.  Akşam  uğradığımda kutunun içine sığmayan bazı plastik torbaların ağızları bağlanmış halde, yanına bırakılmış olduğunu gördüm. Torbanın birinden hoş kokular geliyordu aklımı başımdan alan. Farkında olmadan iç güdülerime uyarak  pençelerimi torbanın üstüne koydum. “Bu benim” diye hafifçe homurdanırken torbayı parçalamıştım, düğümünü açacağımı beklemezdiniz herhalde. Ortaya saçılan bir yemek artanına balıklama daldım. Birazdan insanların bana bağırdıklarını ve üstüme yürüdüklerini gördüm ama ben buna aldırmadan yemeğe devam ettim. Başıma çarpan küçük bir taş beni kendime getirdi, istemeden yemeğimi bırakıp koşar adım önümdeki koruya dalarak gözden kayboldum. Ama aklım orada kalmıştı. Biraz sonra geri döndüm, hiç kimseyi görmeyince kaldığım yerden yemeğe devam ettim. Ayrıldığımda arkamda dağılmış bir çöp yığını kalmıştı. Eve döndüm ağzım yüzüm yağlanmış vaziyette kapının önüne uzandım. Birkaç gündür karnıma giren tek yiyecek buydu. Kafam karmakarışık bir köşede duran boş yemek tasına bakıyordum. Gece yarısına doğru sokağın köşesinden köpekler geçti havlamadan, tek sıra halinde.  Tabii geç kalmışlardı, az önce çöp kamyonu gürültüler içinde etrafı temizleyerek geçmişti bile. 

O sırada karşı evin kapısı açıldı elinde tas ile yaşlı bir kadın ağır adımlarla, dışarı çıktı, tereddüt içinde bana baktı. Uzandığım yerden onu seyrediyorum, sevincimi gösteremeyecek kadar ağrılar içindeyim, kalkamıyorum, ama zar zor başımı kaldırıyorum. Kadın elindeki tası kapının yanına yere bırakıyor veı bana bakarak eliyle yerdekini gösteriyordu. Ben zayıf bir sesle havlıyorum. “Ayağa kalkmalıyım.” Zor da olsa toparlanıyorum ve ayaklarımın üstüne dikilip kuyruğumu sallıyorum birkaç sefer.  Kadın içeri giriyor. Kapı kilidinin kilitlenme sesini duyuyorum dışarıdan.  

Beni düşünen biri var bu kapının ardında. Yaşlı bir kadın, sanki daha önce görmüşlüğüm var gibi, beni kollamaya, gözetmeye çalışıyor. Birkaç saat sonra toparlanıyor, topal ayağımla seke seke karşı evin bahçesine geçerek, yemek suyuna ekmek paparasına kokusuna aldırmadan şapırtıyla yumuluyorum. Bana bu yemek az ama iyi geliyor. Bitirdikten sonra bir süre bizim eve dönmeden önce onların kapısının dibine uzanıyorum. Düşünüyorum. Ayağım ve sırtım hâlâ yaralı. Sağım solum kanamış, kemiklerim dışarıdan sayılacak kadar zayıflamışım, tüylerin topaklanmış acınası bir görünüşüm var. İnsanlar benden uzak geçiyorlar. Bu kadın bana acıdı ve yemek verdi su verdi. Ben ona ancak sevgimi verebilirim. Dışarı çıkmasını beklemeye başladım. Ama içeriden ses seda gelmiyordu. Bir ara pencereden görünür gibi oldu. Başımı yerden kaldırıp kısa kısa havladım. Perdenin arkasında kaybolan yüz kapının aralığından tekrar göründü. Zorlukla yerden doğruldum. Kısa kısa ona doğru seslendim, parmağını dudaklarına götürüp evvelden bildiğim sus işaretini yaptı bana. Alçak sesle inledim. Ailemden bilirim onlar da çenemi tutmamı istediklerinde sus işareti yaparlar ve “Sus” derlerdi. Havlamazdım. Başımı okşarlardı. Bekledim başımı okşar mı diye. Usulca kapıyı kapattı, içeri girdi. Oturdum, beklemeye devam ettim. Gecenin ilerleyen saatlerinde üç köpeklik bir çete daha geçti sokağın öbür başından, sesimi çıkarmadım. Her yerim hafif hafif sızlarken onlara sataşamazdım. Başka bir gece köşe başında havlayıp hırlaşmadan her biriyle ayrı ayrı koklaştım.. Biri dişi diğerleri erkek irice köpeklerdi. Önde koşan bir erkek diğerlerini idare ediyorken bana şöyle tepeden baktı. Hırladı, sustum onunla kavgayı göze alamazdım. O da uzatmadan rahvan adımlarla koşmaya devam ederken diğerleri onu takip ettiler. Ben de arkadan peşlerine takıldım. Gece gündüz çöp tenekelerini, yakın köylerin çöp atık alanlarını geziyorlardı. Onların kulaklarında birer plastik halkaları var, bende ise yok.  Hepsinin birer hikâyesi olmalı başkalarına anlatamayacakları. Bana da anlatamadılar ama biri dışında hepsi terk edilmiş yaratıklardı. Farkında bile olduklarını sanmıyorum. Onlarla beraber siteyi gece gündüz dolaşmaya başladıysam da arada bizim eve gelerek kapı önünde bir süre yatıyorum, gelip gelmediklerini görmek istiyorum. 

Her seferinde boş eve geldiğimde boşuna bir telaş ve heyecan yaptığım kafama dank ediyor ama içimdeki umut da sönmüyor, zaman zaman koşa koşa eve gelmeye devam ediyorum. Hayal kırıklıklarım artıyor, üzülüyorum ama açlığım beni yeniyor üzüntümü unutuyorum. Hayal kırıklıklarım çoğaldıkça midemi bulandıran bir gerçek su yüzüne çıkmaya başlıyordu.  Bunca zaman geri dönmediklerine göre söylemeye utanıyorum ama giderken “Beni bırakıp gitmiş olmalılar, unutmuş falan değiller” dedim kendi kendime.. Bana bir şey söylemeden gitmişler. İçim daraldı. bunu anladığım anda. Gelecekler mi? Artık sanmıyorum. Havalar  soğuyor, diğer insanlar da buraları terk ediyorlar, ortalık iyice sakinledi, köpekler,  kediler ortalığa yayılmaya başladılar. Gelirler mi bizimkiler? Gelseler bile beni yanlarına alırlar mı? Benim küçük  arkadaşım boynuma sarılır mı acaba? Üzüldüğümü itiraf etmeliyim.. Henüz bir yaşımdayım, belki bir kaç ay geçmişimdir.. Bunca zaman beslediler, büyüttüler, şefkat gösterdiler. Sevdiler beni! Peki şimdi neden yalnızım, neden? Ben bir kusur etmiş olmalıyım, ama ne? Evin ön kapısında yatarken bu kötü düşünceler geldi içime oturdu. Bir yağmur sonrasıydı ve ben gözlerim kapalı, evimizin kapısının önünde ıslak yere adeta çökmüş kalmıştım.   Üzüntü bu sefer açlığımı yenmiş midemdeki sancının yerini almıştı. Ne büyük kusurdu ki bu, bizimkiler beni yaşantılarından silmişlerdi?   Ya sen küçük insan, arkadaşım, ya sen? Beni bağışlayamaz mıydın?                             

 Yaz bitiyordu, kapanan evlerin dört ayaklı dostları sokaklardalar şimdi. Dört ayaklı dostları mı?  Ayakların sayıları tamam da dostluklar anlamsız duruyor. Anlaşılmıyor bu bir arada yaşamanın manası. Kediler bizden daha farklı bir anlayıştalar, hoşluk, şaklabanlık yap, yaltaklan mamanı al fazla samimi olma gibi geliyor bana. Bizimkilerin kedilere bakışları da farklı, zorda kalınca atıştırmalık.

Yaşlı kadın bana acıyor, ama korkuyordu herhalde, evinin kapısının kenarına koyduğu yemek artıklarıyla beni beslemeğe devam ediyordu. Uzaktan gözlüyor ama bana mesafeli duruyor, yaklaşmıyordu. Nedeni, rezil, pis, pasaklı bir görünüşüm olabilir mi? Belki de sırf bu yüzden, bir kere bile yanıma gelip başımı okşamamış olabilir...  Aramızda bir dostluk oluşmadı. Belki böylesi daha iyi... Anladığım kadarıyla  bir kaç güne kadar O da buradan gidecek, oğlu veya kızı ya da torunu, biri gelip alacak onu.  Beni burada benle baş başa bırakacaklar. Benim için de onun için de ayrılmak kolay olacak diyorum. O beni, ben onu incitmemiş olacağız. Hatırlar mıyım? Bilmem. Yalnızlık ondan sonra başlayacak benim için..

İyice karanlık çökmüş, temizlik kamyonundan önce davranıp çöp tenekelerini ziyaret etmenin saati gelmiş. Üzüntüyü düşünmek iyice acıktırmış beni. Üstelik yaşlı kadın da nedense bu saate kadar görünmemiş yemek filan bırakmamış. İster misiniz gitmiş olsun.

“Benim için çetin günler başlıyor mu, ne?”  diye düşündüm..

Sadık Mercangöz Artur Burhaniye 26 Eylül 2019, 1:30                      .

 



2 yorum:

  1. Çok güvenilir kaynaklardan aldığım bilgidir:
    Bu Sadık var ya bu Sadık, İsa’dan 10 yüzyıl önce Peygamber Hz Süleyman olarak geldi dünyaya ilk kez. Olağanüstü yetenekleri vardı. Bunlardan biri tüm yaratıklarla konuşabilmesiydi.
    Görüyoruz ki o becerisi dünyaya şimdiki gelişinde daha da artmış olarak sürüyor. Üstelik artık onlarla konuşmakla yetinmiyor Sadık, onlar adına konuşuyor, onların duygularını, düşüncelerini, dertlerini, çektiklerini yazıya döküp bizlerle de paylaşıyor. Boğalar, Yusufçuklar, tatilcilerin geride bırakıp gittikleri canlar... Hepsi Sadık aracılığıyla bize ulaşıyor.
    Ne mutlu tüm yaratıklara ki Sadık gibi bir dostları var, ve ne mutlu bize ki Sadık bizim de dostumuz.

    Çok yaşa Sadık.

    O Ü

    YanıtlaSil
  2. Sevgili sadık
    Kendilerinden başka kimse yokmuş gibi bencil , hoyrat ve arsız bir biçimde yaşayanların hiç ce azınlıkta oladığı olduğu dünyamıza yepyeni bir hümanizma'nın gerekli olduğunu tartıştığımız bir zamana rastladı paylaşımı ve sevgiyi anlatan bu yazın. Bizlerle paylaştığın için teşekkürler.
    Yücel akyürek

    YanıtlaSil

Yorumunuz okunduktan sonra yayınlanır. Yorumunuzun altına ad ve soyadınızı yazınız, Kimliği belirsiz yorumlar yayınlanmaz.

ÖNE ÇIKAN YAYIN

And They Died / Gün Gencer

  AND THEY DIED (THE ROAD TO GALLIPOLI) (ÇANAKKALE SAVAŞINA GİDEN YOL) A TRAGEDY IN THREE ACTS  (A Docu-drama with music written in memory o...