ZİYARET
Kasım
Ayı, 2000’li yıllar
“Burada olduğumu hissediyorsun
değil mi? Ne olur hisset canım. Burada seninle
olduğumu bilmene ihtiyacım var. Burası
sana ulaşabildiğim tek yer. Sana
ulaşamazsam yaşamaya dayanamayacağım için buraya geliyorum.
“Aslında senle her zaman beraberiz;
her an, her yerde benimlesin ama burası başka, dokunamadığım senden bana
ulaşan, dokunabildiğim tek somut şey burada…
Bu soğuk taşlar... Sen, içimde,
düşüncemde yaşıyorsun ama yine de burası başka.
Bundan sonra sen burasısın; bu topraksın, bu mezar taşısın.
“Keşke inanabilseydim, ben de öldükten sonra yine bir arada
olacağımıza, yine birbirimize sevgisi eksilmeyen insanlar olarak
kavuşacağımıza, mutluluğumuzu yine
paylaşacağımıza. Buna inanmak istiyorum…
Ama hem istiyorum hem de inanamıyorum. Neden olmasın diyorum sonra… Benim gibi
ölünce kavuşmayı dileyen insanları hep duymuyor muyuz?
“İlk günler daha kolaydı; üzüntüden delirmişken, ağlamaktan beynim uyuşmuşken…
Uykusuzluktan başka bir boyutta olduğum sanrılarının içindeyken, senin beni
duyduğun, yanımda olduğun duygusunu sürdürmek... Gözyaşları ve acının kavurduğu
yüreğim ile geçirdiğim uykusuz gecelerde sana seslenmek, senin sesini duymak,
seni içimde bir yerde hissetmek, sana ulaşmış olduğumu sanmak ne kadar
kolaydı... Şimdi ise günler geçtikçe sen sanki beni terk ediyorsun.
“Ne düşünmeye başladım biliyor musun? Galiba, ölülerimizi biz unutmuyoruz, zaman
içinde onlar bizi bırakıyor. Onlar
bizden yavaş yavaş uzaklaşıyor… Onları unutmamızı onlar istiyor… Sen, ne olur beni bırakıp uzaklaşma, bak
seninle aynı yakınlıkta kalmak için ne kadar uzak yoldan geliyorum buraya. Benim burada olduğumu sen de hisset, bu soğuk
taşlardan nasıl soğuk bedenin bana ulaşıyorsa, benim elimin sıcaklığı da sana
ulaşsın.”
Rüya,
paltosunun cebinden bir kağıt mendil çıkartıp akan burnunu sildiği
sırada dökülmüş kuru yaprakların üzerindeki çıtırdamalardan birisinin
yaklaştığını hissetti. Mezarlık
bekçisinin, çoğu zaman yaptığı gibi dua edenlere saygısızlık etme pişkinliği
eşliğinde, sanki tesadüfen oradaymış gibi bahşiş koparmak için etrafında
dolandığını düşündü, başını çevirip bakmadı, sevgilisine söylediği sözler
aracılığıyla yakaladığı duygu dolu konsantrasyonunu bozmak istemedi. Ancak kuru yaprakların ezilme sesi giderek
yaklaştı, setin üstünden yanındaki mezarın kenarına bir adam atladı. O da kendisininki gibi gri renkte, uzun bir
palto giymiş, ellerine ise siyah deri eldivenler takmıştı. Palto yakasının içine beyaz bir ipek boyun
atkısı yerleştirmişti. Sabah saati için
aşırı şıktı. Rüya ilgisiz kalmaya
çalışarak adama göz ucuyla baktı ama bunu gören adam hemen konuşmaya başladı,
“Başınız sağ olsun.”
Rüya, kızaran burnunu çekti,
“Sizin de başınız sağ olsun.”
Adamın ortaya çıkmasıyla bitmişti o
günkü seslenişi, konsantrasyonu ve zorla yakaladığı duygusallaşması... Kalkıp
gitmeliydi artık.
Oturduğu mermerin üstünden kalkarken
adam konuşmasını sürdürdü,
“Benim tanıdığım biri yatmıyor burada, onun
için baş sağlığınızı kabul edemeyeceğim.
Ben sadece buraya bir görevle geldim. Bir arkadaşım adına yakınının
kabrinin ne durumda olduğuna bakmam istendi.
Mezarlık bekçisine her ay para yolluyormuş ama gördüğüm kadarıyla
paraları boşa gidiyor, pek ilgilenmiyorlar galiba bu mezarla.”
Rüya, çok yakındaki adamın işaret ettiği mezara
alıcı gözle baktı,
“Bence de iyi bakmıyorlar” dedi ve bir
bilirkişi kararlılığı ile devam etti “Yaz başından beri, hatırladığım kadarıyla
bu mezarın kuru otları hiç temizlenmedi, hiç çiçek de dikilmedi. Taşları da
temiz değildi, aynen şimdiki gibi. Bakıcılara para ödenen mezarlar burada
diğerlerinden farklı oluyor.”
“Demek ki bu da farklı olmalıydı” dedi
adam. Aşırı sakin bir tavrı vardı. Her
şeyi olduğu gibi kabullenmeye alışmış insanların hüzünlü ve kararlı bakışları
ile Rüya’nın gözlerinin tam içine baktı, ipnotize edecekmiş gibi... Sonra
elinde tuttuğu katlanmış kağıdı açtı, içinde mezarın tarifi yazılı gibiydi,
kağıdı Rüya’ya göstererek,
“Arkadaşım, mezarın yerini tarif
etmişti ama bulmak için ne kadar zorlandım bilemezsiniz. Mezarlar arasında
yürürken soracak kimseyi göremedim. Neyse, siz bilebilir misiniz mezarlık
sorumluları nerede bulunur?”
Rüya, adamın elinde tuttuğu kağıda baktığında bir
an sevgilisinin adını gördüğünü sandı ama sonra bunu olamayacağını düşünerek
dikkatini tekrar adama çevirdi,
“Geldiğiniz yol üzerinde mezarlık
amirinin küçük bir binası var, oraya baktınız mı?” diye sordu.
“ O küçük binaya baktım, kimse yoktu,
kapısı kilitliydi”
“ Şimdi dönerken bir kere daha baksanız,
belki geri gelmiştir. Kimseyi bulamazsanız sanırım başka bir gün yeniden
gelmelisiniz.”
“Başka bir gün gelemem ki” dedi adam,
“Burayı ziyaret için çok uzun bir yoldan geldim, akşama da hava kararmadan yola
çıkmalıyım, geldiğim yere dönmem lazım.”
Rüya, artık yeniden sevgilisine
seslenmenin, onunla hayali bir kavuşma yakalayabilmek için duygu dolu sözler
fısıldamanın imkansız olacağını hissederek mezarlık çıkışına doğru yürümeye
başladı.
“Gelin benimle, beraber bakalım,
belki şimdi amir gelmiştir” dedi.
Mezarlar arasındaki dar patikada peş
peşe yürümeye başladılar. “Bana ne, neden yardım ediyorum ki bu adama?” diye
düşündü Rüya. O sırada Adam,
“Mezarın yanında nasıl da
ağlıyordunuz, çocuklar gibi... Orada yatan çok sevdiğiniz biri miydi” diye
sordu.
Kızarıklığının hala geçmediğini
düşündüğü burnunu mendiliyle gizlemeye çalışan Rüya, içinden aksileşmeyi ve
“Hayır çok sevdiğim biri değildi, ben az sevdiklerim için ağlarım” demeyi
geçirdi ama “Evet, çok sevdiğim biriydi”
diye cevap verdi.
Peş peşe amirin kapısına kadar
geldiler. Adam basamakları çıkıp eliyle kapıyı tıkladı, cevap gelmeyince kapı
tokmağını yoklayıp kilitli olup olmadığına baktı ama kapı kilitliydi.
“Kedi de ortada yok” dedi Rüya.
Adam Rüya’nın kızarmış, makyajsız,
kumral kirpikli gözlerinin yine tam içine dikkatle bakarken “Kedi mi?” diye
sordu.
“Evet, kedi, amir buradaysa her
zaman kedisi de burada olur. Amirin bir kara kedisi vardır .”
Adam, kaşlarını kaldırdı, başını,
ne söyleyeceğini bilemeyenlerin zaman kazanmak için yaptığı gibi anlamsızca bir
kere salladı. Birlikte etrafa bakarak
kediyi görmeyi umdular. Amir de, kedi de ortalarda yoktu.
“Siz sık sık mı geliyorsunuz
buraya?” diye sordu Adam.
“Evet, sık sık geliyorum, en azından
her hafta, neredeyse altı aydır.”
Hiç tanımadığı bu adama altı aydır buraya
geldiğini söylemesinin, bir anlamda onunla dertleşmesinin ne gereği vardı ki?
Ama gereksiz de olsa söylüyordu işte.
Adam, bir kaç kez eldivenli eliyle “hay
aksi” der gibi bir hareket yaptı, dudaklarını gerdi, kaşlarını yine kaldırdı,
sonunda cesaretini toplayıp konuştu,
“Sizden büyük bir ricada
bulunacağım, kartımı versem, acaba mezarlık sorumlusu ile bu bakım işini
konuşup bana haber verebilir misiniz?”
“Tabii yardım etmek isterim ama ne
konuşacağım?”.
Adam Rüya’ya yine dikkatle baktı.
Rüya adamın bakışları altında olduğundan daha genç, daha tecrübesiz hissetti
kendini.
“Mezarın bakımı için yaz başından
beri para yollayan arkadaşım neler yaptığını sormak için bakıcıyı aradığında ona
ulaşamamış. Bakıcının hala burada çalışıp çalışmadığını bile bilmiyoruz,
öncelikle onu öğrenmek gerek”.
“Bakıcının telefonu değişmiştir
belki.
“Olabilir. Telefon numarasını ve para
yollanacak hesap numarasını yaz başında arkadaşıma vermiş ama şimdi o numara
açılmıyormuş. Siz de yaz boyunca mezarın
bakımsız olduğunu söylediniz, belki adam buraya uğramıyor bile ama parayı
almaya devam ediyor.”
“Ne yapmam gerektiğini anlıyorum”
dedi Rüya ve kararlılıkla devam etti, “Sorun değil, ben bir sonraki gelişimde
adamın burada olup olmadığını veya mezarın neden bakılmadığını öğrenip size
haber veririm, yalnız bana adamın adını verin. Tabii varsa adresini, açılmasa
da telefon numarasını falan da yazın ki mezarlık amirine sorabileyim”.
“Tabii, bunlar çantamda. Zaten
size kartımı da vereceğim. Çantam arabada. Hemen getiriyorum”.
Arabası az ilerde, mezarlık
girişindeki küçük açık otoparkta duruyordu. Rüya, büyük, siyah renkte, pırıl
pırıl arabaya baktı. Şehir trafiğine hiç
çıkmamış gibi tertemizdi, üzerinde en ufak bir toz yoktu. Koyu renk camları yüzünden arabanın içi
görünmüyordu. Adamın sabah saati için
alışılmadık şıklığı, sanki arabasıyla yarış halindeydi.Rüya “Ben de arabaya
kadar sizinle geleyim, oradan da yoluma giderim.” diyerek adamla birlikte
arabaya yürüdü. Kısa yol boyunca yine kimseye rastlamadılar.
Adam, arabanın arka koltuğundan
siyah deri evrak çantasını aldı, içinden bir kartvizit çıkarttı, Rüya’ya
uzattı. Çantasından aldığı küçük bloknota da mezar bakıcısının adını ve
telefonunu yazdı. Kağıdı Rüya’ya
uzatırken,
“Eğer mezar bakıcısını bulursanız,
hangi mezar olduğunu şaşırmayacaksınız değil mi” diye sordu.
“Tabii şaşırmayacağım, yaz başından
beri her hafta o mezarın yanındaki mezara geldim.”
İçini çekti adam,
“Yaz başından beri mezar başında
olmak size yakışıyor muydu?” diye sordu, sonra da sanki itiraz kabul
etmeyecekmiş gibi kararlı ama hala sakin tavrını koruyarak,
“ Bandırma’ya gidecektiniz değil
mi? Sizi Feribota bırakayım, yolda bana
neden bunca aydır gözyaşınızı dindirmek istemiyorsunuz r anlatırsınız” dedi.
Rüya, donup kalmıştı; adama Bandırma’ya
gideceğini ne zaman söylemişti ki?
Hafızası onu bu kadar yanıltmış olabilir miydi? Söylemediğine emindi. Yoksa artık üzülmekten, içtiği sakinleştirici
ilaçlardan beynine zarar vermeye mi başlamıştı?
Mutlaka bir ara söylemiş olmalıydı nerede yaşadığını, aksi halde adamın
Bandırma’ya döneceğini bilmesi için medyum falan olması gerekirdi ki, bu da
mümkün değildi tabii. Yoksa olabilir miydi?
Tabii ki olamazdı; eğer medyum veya falcı olsa, arkadaşının mezarını bakımsız
bırakan bakıcıyı bulurdu önce. Dikkatle
inceledi adamı; adam, sakin ve ciddi
tavrını sürdürüyordu. Asılacak mıydı kendisine? Hayır, asılacak gibi bir tavrı
yoktu; tam tersine, bezgin ve yorgundu, ciddi ve mesafeliydi. Kır saçları vardı
ama yüzü gençti. Ve çok sakin, çok kararlı, çok yorgun... İçini ılık bir
hoşgörü kapladı Rüya’nın.
“Yorgun... uzun yoldan gelmiş, neden bu
kadar yorgun görünüyor? dönerken yine
yorulacak....Ayrıca benim aylardır ağladığımı nasıl anladı? Gözlerim ağlamaktan küçüldü tabii,
kirpiklerim de döküldü, ama durmuyor ki gözyaşlarım. Dursun da istemiyorum.
Benim üzüntümün tedavisi daha çok üzülmemde. Peki, bu adamın benimle
ilgilenmesi neden hoşuma gitti, onunla konuşurken üzüntümü bir an unuttum ve bu
beni rahatsız etmedi. O bir yabancı ama nereden biliyor bunca ay ağladığımı? O mu
biliyor, yoksa ben ona anlattım da hatırlamıyor muyum?”
“Nereden çıkarttınız bunca aydır hep
ağladığımı?”
Adamın dudaklarının iki kenarı
tebessümle yukarı kalktı, bakışları, bir babanın acı çeken çocuğuna kuvvet
vermek için gülümseyen bakışları gibi şefkat doldu.
“Yaz başından beri buraya
geldiğinizi kendiniz söylediniz. Bu en azından beş ay yani 25 hafta eder. Yirmi
altıncı hafta gelişinizde hala ağlıyorsanız, demektir ki gözyaşlarınız bir
türlü dinmiyor ve sizin bunun çaresini bulmanız lazım.”
“Bandırma’da oturduğumu size ben mi
söyledim?”
“Hayır, isim yazdığım kağıdı ve
kartımı çantanıza koyarken içinde Bandırma feribotu biletini gördüm.”
Rüya gülümsedi, birden bu adama
içini açmak, acılarının tümünü içinden boşaltıp rahatlamak istediğini hissetti.
“Teşekkür ederim, beni Beşiktaş
tarafına veya Taksim’e, Yenikapı’ya gidecek bir vasıta bulacağım herhangi bir
yere bırakabilirseniz çok sevinirim” dedi.
“İkisini de yapabilirim, siz karar
verin, hatta sizi Feribota kadar da götürebilirim.”
“Oh hayır, o olmaz, Yenikapı buraya
çok uzak. Zaten feribota daha vakit de var. Taksim en iyisi, size de uygun ise
orada inerim”
Aşiyan Mezarlığı’ndan çıktılar, Boğaz sahili
boyunca ilerleyen büyük siyah arabanın koltuğuna gömüldü Rüya, Taksim’e doğru
ilerlemeye başladılar. Aniden rüzgar
artmış, kuru, kahverengi sarı yapraklar ağaçlardan daha çok kopup caddede
savrulmaya başlamıştı. Rüya, kendini
biraz sonra uyanacağı bir rüyanın içinde hissetti o an. Uyku ilaçlarıyla zar
zor uyuduğu ve acısının kısa süre dindiğini hissettiği uykularındaki gibi… Veya
bir süre sonra uyandığında yine acı çekeceğini bildiği yarı uykulu yarı uyanık
gördüğü rüyalarındaki gibi...
“Sonbahar hüzün verici” dedi
adam. Rüya, yabancı bir adamın yanında
konuşmadan durmak istemiyordu, aklına ilk gelen şeyi sordu,
“Ne taraftan geldiniz İstanbul’a”
“Geçmişten” dedi adam kararlılıkla
ve ekledi, “Her zaman geldiğim taraf geçmiş, gideceğim taraf gelecektir. Ben
geldiğim yere döndüğümde, geride bıraktığım yeri yaşanmış ve bitmiş olayların
izlerini taşıyan bir yer gibi düşünmem, geleceğin yolunu açan kapılarla dolu
bir yer olduğunu düşünürüm. O yüzden benim gittiğim yer bildiğim bir yer de
olsa, geleceğimdir. Ben hep geçmişten gelir, geleceğe giderim.”
Rüya şaşırdı, adamın bu garip
cevabı üzerine ne söylemesi gerektiğini bilemedi. Bu
biraz felsefe, biraz sır kokan cevap da ne demekti şimdi? Adam sordu,
“Sizin yaşınızdaki bir insan, dünyada
yapılacak bunca zevkli şey varken neden her hafta mezarlığa gidip geçmişte
yaşamayı seçer ki?”
Geçmişte yaşamak mı? Evet, öyle
yapıyordu ve bunu neden istediğini tabii ki çok iyi biliyordu; seviyordu orada
bıraktığı insanı, düşüncelerinden çıkmasın istiyordu. Onu her saniye
düşünmezse, ihanet ettiğini sanıyordu. Mezarı başına gelmezse, aralarındaki
bağın zayıflamasından, onu unutacağından korkuyordu ve o zaman kesin olarak
ayrılacaklarını biliyordu.
Bunu yanındaki yabancı adama
anlatabilir miydi? Anlatsa bile o anlayabilir miydi? Kimse anlayamazdı onu. Onu
anlayan tek insan ise artık o soğuk mermer mezarın içindeydi. Onunla
düşünceleri aracılığı ile hala buluşabiliyordu ama mezarlığa gitmezse zamanla
düşüncelerini sevgilisine ulaştıracak yoğunluğa sokamayacağından korkmaktaydı.
Birdenbire, bir uyku ilacı aldıktan
sonra yarı uyanık, yarı uykudayken gördüğü rüyalardaki gibi sevgilisiyle konuşur
buldu kendini; aslında farkında değildi ama çok kısık bir sesle yanındaki adama
anlatmaktaydı aklından geçenleri.
“ Beni bırakıp gitmeden önce, onunla birbirimizi
aynı anda düşünür, aynı anda telefonla arardık. Buluştuğumuzda ayrıyken aynı
şeyleri düşündüğümüzü birbirimize anlatır, şaşırıp kalırdık. Şimdi mezarının başına gelip de ona ulaşacak
duygu yoğunluğuna erişince yine aynı şeyleri düşündüğümüzü, hissettiğimizi
sanıyorum. Sonra, yanından ayrılınca onunla ilgili düşünceler, duygular, anılar
uzaklaşmaya başlıyor. Bundan korkuyorum çünkü ondan uzaklaşmayı istemiyorum. Mezarının
uzağındayken onunla konuşmak giderek daha zor oluyor. Beni her gün biraz daha
bırakıp, biraz daha uzağa gittiğini hissediyorum ve bu olmasın diye hep mezarını
ziyaret etmek istiyorum. Aslında, keşke,
keşke emin olabilseydik ruhun ölmediğine. O zaman beni duyabildiğine, beni
sevdiğine, özlediğine de emin olurdum ve belki de bu kadar üzülmezdim, kendimi
bu kadar yalnız hissetmezdim...
“Keşke bir gün başka bir dünyada yeniden buluşabilmemiz mümkün olsaydı
ve bunu bilerek ölseydik. Ölüm de kolay olurdu, ölülerinin arkasından
ağlayanlar için ayrılığa dayanmak da. Onu
çok özlüyorum ve bir gün yine kavuşacağımıza inanmak istiyorum… Ah hayır, yalan
söylememeliyim; onu birkaç ay önce daha çok özlüyordum, şimdi ise o özlediğim
günleri de özlüyorum. Çünkü beni terk ediyor artık, benden uzaklaştıkça sanki onu
özlemeye de hakkım olmadığını hatırlatıyor bana. Yanına geldiğimde onu eskisi
gibi özlemeyi yakalıyorum yeniden, yeniden onun için, hayır hayır, ikimiz için
ağlayabiliyorum. Bundan sonra hayatım boyunca onun bana verdiği zevki,
mutluluğu hiç bir şey vermesin istiyorum. Onu hep sevmek istiyorum, ona sana
hep sadık kalmak istiyorum. Ondan başka bir şey düşünemediğim eski günlerimdeki
gibi hep onu hissetmek istiyorum, ancak artık biliyorum ki, yanından her
ayrıldığımda bilinmeyen o dünyada giderek uzağa kaçıyor… Mezarlıktan evime
dönüş yolumda benimle gelemiyor artık… Her an yanımda, bedenimde, ruhumda,
düşüncelerimde olamıyor…''
“Bilmiyorum tam olarak buraya neden
geldiğimi. Sanırım kendimi daha iyi
hissetmek için” diye sonunda adamın sorusunu cevapladı Rüya, ve devam etti.
“İnsanlar ölülerinin yattığı yeri neden
ziyaret eder, bunu k sık düşünüyorum. Neden insanlar mezar başında ağlar? Neden
ölülerine dua eder? Belki de onlar için
değil, kendimiz için. Dua ettiğimiz
sürece, ölülerimiz düşüncelerimizde canlı kalacağı için... Mezarda yatanlar,
onları ziyaret eden, hatırlayan insanlar kalmadığı zaman gerçekten ölecekler.
Onlar gerçekten ölsün istemediğimiz için ziyaret ediyoruz onları… Biz de ölmekten
ve ölünce unutulacağımızdan korktuğumuz için... Ölülerimizin ruhu için dua
etmenin, onlara yarayıp yaramadığını bilmiyoruz ama bize yaradığı kesin. Ben
yaşadığım sürece, sevdiğim insan bende yaşasın istiyorum, onu orada yalnız
başına soğuk toprakta bırakmak istemiyorum. Ben dışarıda yaşarken, o bir
bilinmezin içinde kapalı, yalnız kalsın istemiyorum. Yaşadığım sürece o bende
yaşasın istiyorum, nasıl olsa ben ölünce o da tamamen ölmüş olacak.”
Adam, arabayı kullanırken, başını
döndürüp sık sık Rüya’ya bakıyordu. Söylediklerinin ne kadar içten olduğunu
anlamaya çalışır gibiydi.
“Şimdi size bir öykü anlatacağım”
dedi, “Yıllar önce sevdiğim bir kadın vardı, onun beni sevip sevmediğinden emin
değildim. Bir gün birlikte annemle babamın yan yana yattıkları mezarlarını
ziyarete gittik. Babam yıllar önce ölmüştü, annem öleli bir kaç ay olmuştu.
Orada sevgilim aniden ‘Bir gün gelecek, sen de benim ölüm haberimi alacaksın’
deyiverdi. Çok sağlıklıydı, gençti, yani ölümü düşünecek bir sebebi yoktu. Ben de hemen ‘Kimin önce öleceği belli olmaz,
belki de sen benim haberimi alırsın” diye cevap verdim. Böyle söze, böyle cevap vermek adettendir ya.
“Bugün size rastladığımda sevgilinize
özleminizi, soğuk mezar taşını okşayarak gidermeye çalıştığınızı görünce,
annemin kabri başında sevgilime o gün anlattığım bir öyküyü hatırladım. Bunu şu
an beraberce geleceğe doğru giderken size de tekrarlamak istiyorum.
“Babam varlıklı bir insan değildi. Mesela anneme
hiç bir zaman çiçekçilerden pahalı çiçekler satın alamadı. Ama ne zaman kır
çiçekleri görse, onlarla demetler yapar ve saplarını sevgisiyle bağlayıp anneme
sunardı. Bu çiçeklerin kendisini ne kadar mutlu ettiğini bilen annem babam
öldükten sonra bize hep buna benzer babamın inceliklerini ve kendisinin nasıl
mutlu yaşadığını anlatırdı.
“Babam evde konuşmayı bilen bir
erkekti. Evlilikler hep konuşmamaktan bozulur, biliyor musunuz? Babam, ev dışında neler yaşadığını,
duygularını, düşüncelerini tatlı tatlı anlatırdı, annem de dikkatle dinlerdi.
Sonra annem, birbirinin aynı olan günlerinin aynı olan detaylarını anlatırdı. Babam da annemi hep dinlerdi. Birbirlerine
hep sevgi dolu sözler söylerlerdi. Birisinin problemi diğerinin gözünde suçlama
sebebi olmazdı. Konuşmaktan, anlayışlı olmaktan bıkmazlardı. Birbirlerine ilgi
göstermenin önemini biliyorlardı. İlgi göstermenin en iyi yolu da birbirini
anlayarak konuşmaydı.
“Yıllar geçip de fiziksel
kucaklaşmaların çekiciliği azaldıkça, düşüncelerinin çekiciliğini beslediler ve
her gün birbirlerine daha bağımlı, önemsiz dertlerini bile anlayışla karşılayan
iki arkadaş oldular. Dostlukların devamı için gerekli olanın büyük dertleri
değil, küçük ayrıntıları paylaşmak olduğunu keşfettiler.
“Evde
hiç kıskançlık kavgası olmadı, çünkü öylesine doyum içindeydiler ki, akıllarına
kıskançlık gelmiyordu. Bir kez bile annem babamdan sert bir tavır görmedi,
tabii babam da annemden.
Birbirlerine
hep tatlı sözler söyledikleri, ihtiyaçları olan sevgiyi sözler aracılığı ile aldıkları
için, gönülleri başka insanlara kaymadı.
“Babam öldükten sonra annem babamı
çok özlüyordu. Ona kavuşunca, yani kendisi ölünce, alıştığı sevgiyi, mutluluğu
yeniden bulacağına inanıyordu. Sonra bir gün, ölme vaktinin geldiğini haber
veren bir rüya gördüğünü söyledi, ‘Babanız beni almaya geliyormuş’ dedi
bize. Gerçekten de bir hafta sonra ölürken,
hiç korkmuyor, adeta yalnız olmayacağı o yeni hayata geçişini neredeyse
heyecanla bekliyordu. Eminim o sırada babamın
hayali yanındaydı.
“Bu öyküyü anlatıp bitirince
sevgilime, öldükten sonra kavuşmayı istediği insanın ben olup olmayacağımı
sordum. Bir süre sustu, sonra bana ‘Dürüst mü cevap vereyim, seni mutlu mu
edeyim’ dedi. Gelecek cevabı anlamıştım ama yine de kulaklarımla duymak
istedim, ‘Beni mutlu etmeyi boş ver, dürüst cevap ver’ dedim. O da duymaktan korktuğum cevabı verdi, ‘O sen
misin bilmiyorum, öldükten sonra kavuşmayı isteyeceğim insanın sen olup
olmadığını düşünmeliyim’ dedi.
“Siz ne yaptınız bu sözler üzerine”,
“Ne yapabilirdim ki, ölümden sonra
kavuşmayı isteyeceği, böylece ölümden korkmayacağı insanı bir an önce aramaya
başlamasını söyledim.”
“Buldu mu” diye sordu, Rüya,
“Hayır, bulmadı, hala arıyor” dedi
adam.
“Ya siz, siz buldunuz mu?”
“Hayır, ben de hala arıyorum. Siz
de arayın. Hayatımızı birlikte geçireceğimiz doğru kişiyi bulup bulmadığımızı
anlamak için öldükten sonra onunla kavuşmayı isteyip istemediğimize bakmalıyız.
Aşiyan Mezarlığı’nda yatan sevgiliniz, öldükten sonra tekrar kavuşmak
isteyeceğiniz insan mı, iyice düşünün.
Belki onun o kişi olmadığını göreceksiniz. Ben sizin henüz o kişiye
rastlamadığınızı düşünüyorum.” Rüya zor duyulur bir sesle,
“Bunu bilemezsiniz” dedi.
“Bilirim, çünkü benim tecrübelerim
var. Siz şimdi kaybettiğiniz insanı özlerken ondan daha çok onunla birlikte yaşanmamış
hayallerinizi özlüyorsunuz. Bir insanı gerçekten özlemek için o insanı tanımak
lazım. Size zor zamanlarınızda nasıl davrandığını görmek lazım. Bir insanı
tanımak birlikte yaşayarak olur. Siz onunla birlikte yaşamadınız ki, sadece ona
aşık oldunuz, yeniden bilinmezler dünyasında kavuşmaya bekleyerek ölmek için
aşk yetmez, sevmek gerek, sevmek de zamanla duyguları sınavlardan geçirmekle olur.”
“Nereden biliyorsunuz onunla
birlikte bunları yaşamadığımı, onu sevecek kadar tanımadığımı?”
“Çünkü çok gençsiniz, sizin kadar
gençken insan gerçekten sevip sevmediğini, öldükten sonra da kavuşmayı
isteyecek kadar bir insanla mutlu olup olamayacağını ölçemez. Mutluluğu
kıyaslayarak ölçebilirsiniz, gençlerin kıyaslayacak tecrübesi yoktur her şeyden
önce.”
Dolmabahçe Sarayı’nı caddeden
gizleyen yüksek duvarların önünde sıralanmış çınarlardan, giderek artan
rüzgarla kopan kuru yapraklar caddeye yağmur gibi düşüyordu. Taksim’e gitmek
üzere stadyumun önünden sağa saptılar.
“Son söz” dedi adam, ilk defa bakışlarında
muzip bir pırıltı ile, “Bundan sonra geleceğe bakın, gelecek çok uzakta değil,
söylediğim gibi, yaşadığımız her yeni saniye gelecektir. Bu gelecek içinde
yeniden birisini sevdiğiniz zaman, onunla bir süre hayatı paylaşın, sevginizi
sınayacak olaylar yaşayın, sonra, durup kendinizi tartın, sorun kendinize, o
insan ölümden sonra kavuşmayı isteyeceğiniz, böylece korkmadan ölüm ülkesine
geçeceğiniz insan mıdır? Cevabınız evet
ise, doğru insanı bulmuşsunuz demektir”.
Rüya, kendini yine rüyada gibi
hissetti. Gözlerinden yine yaşlar akmaya başlamıştı... Acılarını yıkayan
yaşlar… Hayatın sırlarını keşfetmiş gibi hissetmeye başlamıştı. Yabancı adama
karşı yüreği minnetle doldu. Artık ikisinin de başka bir şey konuşmasına gerek
yoktu. Taksim meydanında adam arabayı
döndürürken, Rüya,
“Teşekkür ederim, buraya kadar
getirdiğiniz için ve ayrıca tüm söyledikleriniz için.” dedi.
“Dikkat edin” diye göz kırptı adam,
“Hayatımız boyunca sevmeyi sürdüreceğimiz ve ölünce de kavuşmayı hayal
edebileceğimiz bir insan, hepimiz için bu dünyada bir yerlerde mutlaka
vardır. Bazen belki onunla
karşılaşıyorsunuz ama onun “o” olduğunu bilmeden yanından geçip
gidiyorsunuz. Dileyelim, şansınız bu
insanı görmenizi sağlasın.”
Rüya, yabancı adamdan ayrıldıktan
sonra yine bir rüyanın içinde gibi yürüdü, otobüse bindi, rüyada gibi
Yenikapı’ya geldi, otobüsten indi, bir süre sonra feribota bindi ve rüyada gibi
Bandırma’daki evine ulaştı. Ailesi, sevgilisinin trafik kazasında ölmesinden bu
yana kendisine öylesine hoşgörü ile yaklaşıyordu ki, haftada en az bir kez
mezarlık ziyaretine gittiğini biliyor ama o gün ne yaptığını, gününün nasıl
geçtiğini sormuyorlardı bile.
Rüya odasında girdikten sonra,
üzerindekileri değiştirdi, çantasını açtı, mezarlıkta tanıştığı adamın
kartvizitini ve mezarlık bakıcısının adının, telefonunun yazıldığı not kağıdını
aradı ama bir türlü bulamadı. Oysa kağıt parçasını ve kartviziti çantasındaki
küçük göze yerleştirdiğini çok net hatırlıyordu. Sinirlendi, üzüldü, paniğe kapıldı, kendine
kızdı, tüm çantasını boşalttı, cüzdanının içine baktı, bir daha çantasının her
gözünü aradı, çantasının astarı yırtıldı da arasından içine mi kaydı diye
inceledi, hiç bir yerde kartvizit ve not kağıdı yoktu. Gri paltosunun ceplerine de son bir ümitle
baktı, orada da yoktu.
* * *
Rüzgar gece boyunca esmiş, kurumuş
yapraklar duvar köşelerine yığmıştı. Kartviziti ve küçük not kağıdını önce
küçük yığıntılar oluşturmuş yaprakların içinde, bir dal parçasıyla eşeleyerek
aradı, bulamadı, sonra bir gün önce yürüdüğü yollara dikkatle bakarak aramayı
sürdürdü. Sert rüzgarın her şeyi sürükleyip götüreceğini düşünebiliyordu ama
yine de bakmayı sürdürdü. Mezarlık
amirinin kedisi de peşine takılmıştı. Kartviziti ve kağıdı bulamadan
sevgilisinin mezarına kadar geldi ve yandaki mezarı görünce donup kaldı.
Gördüklerine inanması mümkün değildi.
Şaşkınlıktan aklını kaçırıyor gibi hissetti. Sanki bir gün önce
bulunduğu dünyadan farklı bir dünyadaydı şimdi. Bir gün önceki bakımsız
mezarın, şu an gördüğü mezarla aynı mezar olmasına imkan yoktu. Bu mezar,
tertemiz, yaz boyunca üzerinde gördüğü kurumuş otlardan eser olmayan, toprağı arapsaçı
ile yeşillendirilmiş, üzerine çiçeklerden bir göbek yapılmış, mermer bordürün
hemen içine ayrıca çiçekler dikilmiş, ayakucundaki mermer çanağa kuşlar için su
konmuş, son derece bakımlı bir mezardı.
Bu, hem aynı mezardı, hem de aynı mezar
değildi sanki. Ama aynı mezarsa, bu çiçekler ne zaman dikilmişti de açmıştı
böyle? Mezarın toprağı ne zaman
yeşermişti? Bir gün önceki mezar üstünde sadece kuru otlar vardı; çevresi de
kurumuş otlarla, dökülmüş yapraklarla doluydu, mezarın mermerleri, tozla
kaplıydı. Bu mezar ise görünürdeki en bakımlı ve temiz mezardı şimdi.
Rüya peşinde kediyle birlikte mezarlık
amirinin binasına doğru koşmaya başladı, nefes nefese odaya daldı. Amir
masasında oturuyor, gazete okuyordu. Elektrik sobasını yakmış, yanındaki küçük
masa üzerindeki elektrikli küçük bir çaydanlıkta çay demliyordu. Rüya’yı yaz
boyunca sık gördüğü için tanıyordu. Nefes nefese haline bakarak ne olduğunu
sordu. Rüya da yine nefes nefese, karşılaştığı garip durumu en kısa şekilde
anlatmaya çalıştı. Bir gün önce karşılaştığı adamı, bakımsız mezarı, bakım için
adamın para ödeyen arkadaşını, telefonu açılmayan mezar bakıcısını…Bugün ise
fevkalade bakımlı bir mezarla karşılaşışını ... Mezarlık amiri duyduklarını pek
anlamadığını belli eden bir hafif alaycı bir güşlümsemeyle,
“Buyurun önce çay için, ben de
bakıcıyı bulmaya çalışalım” dedi. Rüya,
masanın önündeki suni derisi yırtılmış koltuğa çöktü. Hala kalbi hızla atıyor,
heyecanı bir türlü yatışmıyordu. Kesin zihninin ona oynadığı bir oyun vardı.
İşte bu yüzden korkuyordu.
''Dün mezar bakımsızdı dediniz ama
bugün çok iyi durumda diyorsunuz değil mi ?'' diye sordu mezarlık amiri.
''Evet, evet, bakımsızdı” dedi Rüya,
heyecanla. Amir, cep telefonundan bir numara çevirdi,
“Kazım, neredesin? Çabuk gel, çabuk,
lazımsın bize, burada karışık bir iş var.”
Kazım gelene kadar sessizce ve
sıkıntıyla bekledi Rüya. Kendini aptal
gibi hissetmeye başlamıştı. Bir gün önceki mezarla bu sabah gördüğü mezarın
aynı yer olduğuna emindi ama bir taraftan da aynı yer olmasına imkan yok diye
düşünüyordu. Hayal gücü veya başka bir şey kendisine kesinlikle oyun oynuyordu.
Ama neydi bu oyunun sebebi?
Bir kaç dakika sonra Kazım geldi,
kapıyı çalmadan açıp girdi. Rüya,
Kazım’ı hatırladı, yaz boyunca kaç defa
sevgilisinin mezarına diktiği çiçekleri sulasın diye bahşiş vermişti ona.
Kazım içeri girince Rüya önceki gün
olanları bir de ona anlattı.
“Gidip bir bakalım, hangi mezar bir
yerinde göreyim, benim ilgilendiğim birçok mezar var, yanlışlık olmasın” dedi
Kazım. Dar patikadan üçü peş peşe
yürümeye başladılar, arkalarına kedi de takıldı. Rüya, bir gün önce yabancı
adamın geldiği mezarı daha yaklaşmadan gösterdi, sevgilisinin tam yanındaki
mezardı bu. Kazım hayretle,
“Bu mezar için bana para falan yollamazlar,
paramı elden verirler” dedi. Rüya iyice şaşırdı, duyduğu gerçek olamazdı. Mezarlık amiri,
“Siz mezarları karıştırmışsınız anlaşılan”
dedi.
“Nasıl karıştırırım, ben buradaki
bakımsız mezarı tüm yaz boyunca gördüm” diye mırıldandı Rüya. Kazım atıldı,
“Bu mezarın sahipleri çoğunlukla Pazar
günleri öğle saatinde gelir. İsterseniz siz de bir Pazar gelip onlarla konuşun.
Ben bu mezara her zaman mevsimine göre çiçek dikerim, sularım, temizlerim,
orası nasıl bütün yaz bakımsız olur anlamıyorum. Ayrıca bakın toprağın üzeri
nasıl yeşil, bu arapsaçları bir günde böyle gelişir mi?”
Rüya, mezarın üstünü boydan boya
sarmış arapsaçlarına baktı, tabii ki yeni dikilmiş değildi bunlar. Aklı
almıyordu olanları. Çevresine yine dikkatle baktı, sevgilisinin mezarı ve tüm
mezarlar bakımlıydı. O zaman bir gün önce gördüğü, hatta tüm yaz boyunca
gördüğünü sandığı bakımsız mezar nereye gitmişti? İzahı yoktu kendi için, başkasına
söyleyebileceği bir şey de yoktu demek ki.
Kazım suratını asmıştı, amir ise
bıyık altından gülerek bakıyordu kendisine. Biraz daha ısrar ederse aklını
kaçırdığını düşüneceklerini anladı. Yoksa gerçekten aklını mı kaçırıyordu?
“Gördüğünüz gibi mezar çok iyi
bakılmakta, isterseniz ilgilenmenizi isteyen adama haber verin, içi rahat
olsun, keşke dün beni arasaydınız, boşuna üzülmezdiniz, buraya tekrar
gelmezdiniz” dedi mezarlık amiri.
“Dün onunla sizin binaya geldik, burada
yoktunuz ki” dedi Rüya.
''Dün hep buradaydım, hava soğuk
olduğu için odadan hiç çıkmadım, üzerinize afiyet biraz soğuk algınlığım var
da” diye cevapladı amir.
''Dün sizi bulamadık, odanıza geldik
yoktunuz, kedi de yoktu,'' diye ısrar etti Rüya, alacağı cevaptan korkarak.
''Hayır, dün gelmediniz,
gelseydiniz beni odada bulurdunuz. Yani ben de sizi görürdüm. Kedi de hep buradaydı.
Atsam da gitmiyor, yürüsem peşimde, içeri girsem kapımda…''
* * *
Rüya, kendisini Yenikapı’daki Bandırma
feribotuna ulaştıracak otobüse binmek için Taksim’e gelmişti. Biraz daha toparlamıştı
kendisini mezarlıktan ayrıldığından beri; en azından bir rüyanın içinde değildi
artık.
Otobüse binmeden önce durdu, Taksim
meydanındaki insanlara baktı. Farklı yönlerden gelen insanlar, kendilerini
farklı yollara götürecek araçlara binmeye çalışıyor, kimi kırmızı ışıkta
bekledikten sonra neden telaş ettiğini bilmeden caddeleri geçiyor, kimi dosdoğru
bir otobüse yöneliyor, kimi insanlar birbirine çarparak yürüyor, kimi yavaş
yavaş, sallana sallana çevresine bakınıyordu. Bu insanların neredeyse tümü koyu
renk kışlık giysileriyle koyu bir deniz akıntısı gibi birbirinin anaforu içinde
dönerek, mutlaka bir yolculuğa çıkıyordu; bazen bir arada yürüyerek, bazen sadece
birbirine dokunarak ama mutlaka ayrı yönlere doğru giderek...
Rüya, çevresinden gelip geçen
insanlardan gözünü alamıyordu; zamanı gelince korkmadan ölmesini sağlayacak o
özel insan bu kalabalığın içinde olabilir miydi acaba? Veya başka bir yerde,
başka insanlar arasında? Bu soruyla beyninde oluşan heyecan dalgası damarlarına
aylardır ilk defa hafif bir sıcaklık yaydı.
''Ne kadar ilginç, son iki günü yaşamasaydım bunu hiç düşünmeyecektim.” diye
mırıldandı.
rüzgârlar
YanıtlaSilcennetimizin sözcüleridir
sevgili yakınlığımız geride bıraktıklarımıza çoktandır uzak
benzi soluk öğleden sonraların esintisi ağır mı ağır
zamanın pahlı köşelerinde
sıkıntılı
ıslak
ve sıcak
işte gene döndük buralara belki öldük hatta erdik bile
ne bilelim
öyleyse bir mum yak
çaput bağla dileğin olsun
gel suyumuzdan iç
bir de fatiha mı nasıl derler işte zamanı gelince
ve şu harçsız duvarları geçince
mezarlık da unutulur be güzelim
eve gelirken biraz üzgün biraz dalgın isteksizce çabucak
ünlem işareti gibi serviler ne çekicidir oysa
bari şiirlerimiz yakın olsa
düzyazıya
sessizlikler gerçeği söylemez çünkü hiç
O
PP Endem'in olağanüstü öyküsüne takdirle...