Hayali Arkadaşım Karınca Dostu Salih / O. Üstünkök

 

HAYALÎ ARKADAŞIM  KARINCA DOSTU SALİH

25 7 2012 Datça  Üstünkök

 

Öğrenciliğimde hocam (’61), hocalığımda stüdyo komşum (’72) olan erken yitirdiğimiz renkli insan Dündar Elbruz anısına (1922-1973)

  

‘’Vay be işte gene geceyarısı oldu canına yandığımın’’ dedi Salih, kirlileri toplarken.  Boş masaların üstünde duran içi  balık kılçıkları, salata artıkları, sıkılmış limonlar ve bir sürü başka kıvır zıvırla kirli bir yığın tabak çanağı ellerinde kollarında  ustaca dengeleyerek içeri taşıdı.  Sonra tekrar dışarı çıkıp ‘’ulan buna da masa silme denmez ama bu saatte başka ne yapacaksın, boşver’’ diye diye  masaların üstünü şöylesine sildi.  Sandalyeleri kaldırıp başaşağı masaların üstüne yerleştirdi. Kenarda sarmalanmış duran hortumu aldı. Başkaları suyu hırsızlama kullanmasın diye mal sahibinin taa arkalara sakladığı musluğu gidip açtı.  Hortumun ucunu başparmağıyla sıkıp suyun basıncını ayarladı,  masaların altını yıkamaya koyuldu.

Masaların ayaklarını ıslatmamak için uğraştığı  halde gene de su sıçrıyordu  ahşaplara. Kendi kendine söylenmeye başladı:

‘’Ben  var ya, valla  patronun yerinde olsam bu masaların ayaklarını paslanmaz çelikten  yaptırırdım. Masraflıysa masraflı anasını avradını. Şunlara baksana, ne yaparsan yap ıslanıyorlar. İki günde çürür lan bunlar. Sonra da biz kabahatli oluruz ha. Pinti herif ucuz olsun diye böyle yaptırmıştır, hıyar. Aslında bu dandik şeyler sonunda daha pahalıya geliyordur kendisine ama nerde onda o kafa?!’’

O sırada masanın altında  tam suyu tutmak üzere olduğu yerde minik bir karıncanın, dökülmüş kırıntılardan birini yakalamış, sürüklemeye    çabaladığını farketti. 

‘’Al işte benim gibi zavallı bir işçi daha’’ dedi  Salih. ‘’Saat gece yarısı olmuş, o da hala çalışıyor evlatçık, ben de…’’.  Karınca suya kapılmasın diye hortumu kenara çevirdi. Sonra da  gitti musluğu kapattı. Bir sigara yaktı.  Karıncanın olduğu yere gelip çömeldi.

‘’N’aber ahbap ?’’ dedi, sanki minik yaratık anlayacakmış gibi.

‘’Ben şimdi gidip içerden müşterilerin bitirmeden bıraktığı şişelerden kendime bir kadeh rakı koyayım, senle birlikte parlatalım. Ne dersin? Benim işimin tek kıyak tarafı var,  işte o da bu…’’  

Kalktı, içerden temiz bir bardak aldı. Şişelerden birinin dibinde kalmış rakıdan bolca koydu. Su ekledi.  Köşedeki

 

 

 

buz makinesinin buzu akşamın bu saatinde biraz metal  kokusu almış olurdu ama beleş rakı içiyorken fazla titiz davranmanın  gereği yoktu elbet.  Buz da koydu, bardağı taşırmadan. Yenmemiş çerezlerden bir avuç alıp dışarı çıktı. Karıncacık hala kırıntıyı çekiştirip duruyordu. Parçanın büyüklüğüne bakılırsa zaten pek bir yere götüreceğe de benzemiyordu doğrusu.

‘’Hele bir soluk al be kardeş’’ dedi Salih karıncaya. ‘’Bak ben de çok çalışıyorum ama zaman zaman ara vermeyi de bileceksin. Yoksa bu hayat çekilmez’’ . 

Karınca anlamış gibi durdu. Kancalarıyla kavradığı kırıntıyı bıraktı. Bir an sanki göz göze geldiler. Salih rakıdan bir yudum aldı.

‘’Oh be!’’ dedi. ‘’Allah razı olsun bunu icat edenden’’.

Tam leblebilere uzanıyordu ki karıncadan bir ses duyar gibi oldu. Kulak kabarttı.  Evet. Minik şey konuşuyordu ! Yaklaştı. İnanılacak gibi değildi ama yaratık ‘’ Allah ne ki abey?’’ diye soruyordu. Salih önce rakı yerine başka birşey içmiş olmaktan kuşkulandı ama olamazdı.  İçerde kendi eliyle doldurmuştu bardağı. Bu saatte etrafta kimsecikler yoktu. Dolayısıyla muzip birisinin kendisini işletmesi de söz konusu değildi. Karınca konuşmuştu besbelli. Tam bunları kafasında tartarken minik yaratığın vızıltılı sesini yeniden duydu:

‘’Duymadın galiba insanoğlu? Allah da ne ki diye sordum’’..

Salih o şaşkınlıkla ne yaptığını düşünemeden ıslak yere çöktü. Bir an gözlerini kapattı, düşündü.  Olacak şey değildi ama ya olduysa diyerekten usulca mırıldandı:

‘’Sen şimdi bana gerçekten ‘allah ne’ diye mi sordun?’’

‘’Evet.. Ne var bunda?  Bilmiyorsan soracaksın.’’

‘’Ya şu işe bak ha!’’ dedi  Salih.’’ Gecenin bir yarısında iki ırgat, birimiz insan birimiz karınca, oturduk allahın ne olduğunu konuşacaz. Gerçek olabilir mi bu?’’

‘’Bırak şimdi felsefe yapmayı’’ diye vızıldadı karınca.

‘’Tamam tamam… Anladık… Ama ben kimim ki bileyim allahın ne olduğunu ya.. İşte,  yani,  şey, allah dediğimiz de herhalde soyut bir kavram falan herhalde…’’ 

‘’İyi ama sen ‘allah razı olsun bunu icat edenden’ demedin mi?  Demek ki allahın bir kişiliği var. O kadar da soyut olamaz..’’ 

‘’Bilmem. Belki de öyledir.’’ 

‘’Ne demek belki de öyledir ? Sen allahı tanımaz mısın, görmedin mi kardeşim?’’ 

‘’Tövbe tövbe! Allah görülür mü lan ?!’’ 

‘’Neden görülmesin ki?’’

‘’Görülmez işte. Bize öyle öğrettiler. Allahüteala  ne yerdedir ne gökte, ne sağdadır ne solda, ne ordadır ne burda…’’

‘’Anlaşıldı, anlaşıldı.  Sen allah yoktur diyeceksin ama dilin  varmıyor !…’’

Bunun üzerine Salih rakı kadehini yere bıraktı. Gözlerini kapattı. Uzun uzun düşündü. Minik şey böyle demekte haklıydı haklı olmasına ama kendi söylediği de pek yanlış sayılmazdı aslında. Hepi topu allah soyut bir kavram olmalı falan gibi bir laf etmişti.. Ne var ki  karıncanın öbür sorusu da yerindeydi doğrusu. Gerçekten de ‘allah rakıyı icat edenden razı olsun’ demişti Salih  ve böyle demekle allaha bir kişilik vermiş oluyordu. 

‘’Aman be’’ diye geçirdi aklından… ‘’Bırak şimdi bunları allahını seversen de gel şu rakıdan  bir yudum al’’ dedi karıncaya.

‘’Bak gene aynı şeyi söylüyorsun’’

‘’Ne dedim lan ?’’ 

‘’Allahını seversen dedin’’

‘’Ne yapayım oğlum, bunlar öyle kalıplar işte. Söylemesen olmuyor. Gel de şurdan bi fırt çek, belki o zaman daha iyi anlaşabiliriz. Rakı iyidir..’’ 

Karınca taşımaya çalıştığı kırıntının etrafından dolaşıp Salihin bardağının yanına geldi. Salih bardağını hafifçe eğdi. Karınca kenarından tırmandı. Rakının dökülmek üzere olduğu yere gelince arka ayaklarından destek alıp uzandı,  Salihin dediğini yaptı,  rakıdan bir ‘fırt çekti’.  Ağzının şapırtısını Salih pek duymadı ama  bardağın içinde yankılandığı için  söylediğinin işitilmemesi olanaksızdı.

‘’Ohhh.. Vay anasını lan!’’ diyordu karınca, hem de epey yüksek sesle. Salih kulaklarına inanamadı. Bu kez sorma sırası ondaydı..

‘’Sen gerçekten vay anasını mı dedin?’’ diye sordu minik şeye.

‘’Tabii derim abey. Bu ne müthiş şey böyle ya ?! Ne var bunun içinde?’’ 

‘’Valla bildiğim kadarıyla su var, alkol var, anason var.’’ 

‘’Abey ben suyu bilirim, pek bi şeye benzemez. Alkolü de daha önce tattım. Bence bunun numarası senin anason dediğin şey…’’  

‘’Hop, hop, dur bi dakka’’ diye kesti Salih.  ‘’Alkolü daha önce tattım dedin, değil mi? Nasıl oldu bu iş, önce onu anlat bakayım hele bir…’’

‘’Şöyle oldu:   Ben daha gençken şu ilerdeki üniversitenin bahçeye açılan bir odasında biraz matrak  bir adam otururdu. Profesör mü diyorlar, ne haltsa, işte öyle bir şeymiş kendisi. Adı da şeydi, dur bakayım, Dündardı, Dündar. Dündar Elbruz mu, öyle bir şey. Oda da onun ofisiymiş, tamam mı? Biz arkadaşlarla profesör falan dinler miyiz? Bahçe tarafından pencere doğramasının altından bir tünel oyduk, sonra yallah içeri. Adamın ne kadar bisküviti, peyniri, bilmemnesi varsa talan ediyoruz. Ama nasıl, aklın durur annadınmı. Adamcağız herşeyi denedi. İlaç milaç, asitborik… Aklına ne gelirse. Ama bizde onlardan etkilenecek göz yok tabii.  Sonunda başka çare bulamadı, bir gün bir de baktık yere bir avuç toz şeker bırakmış. Üstüne de bolca kanyak serpmiş.’’

‘’Eee, sonra ?’’ 

‘’Sonrası şu: Biz o kanyaklı şekere bir yumulduk ki ne yumuluş.. Ama kanyak nedir, ne bilelim?  Birkaç kırıntı yer yemez zom olduk mu sana? Kafalar o biçim, serilip kaldık oracıkta günlerce, iyi mi?..Kendimize gelir gelmez manyak gibi gene kanyaklı şekere dalıyorduk. Allah seni inandırsın gözümüz ne bisküvit görüyordu ne başka şey…’’ 

‘’Bak şimdi de sen allah seni inandırsın dedin, gördün mü?’’ 

‘’Hadi yahu? Sahi mi? Napiim abey, bu mübarek şişede durduğu gibi durmuyor. Ohh kafam bi kıyak oldu ki sorma. Ben bu anasonlu zımbırtıyı kanyaktan bile çok sevdim abey. Seni de çok sevdim. Gel abey, öpücem.. Valla öpücem. Allah aşkına bak, allahın adını verdim. Öptürmezsen ölümü gör annadınmı. Bak,   sen şimdi fırla git abicim,  içerden bi duble daha çek ikimize. Bu yetmez çünkü…Biraz da kavunla beyaz peynir kap gel. Aslanım benim, göreyim seni..Vay be, meğersem bu anason ne yaman şeymiş böyle ya. Helal ossun valla…Bunu içmeyen ölsün annadınmı.. Hadi şerefe…’’

 

Elindeki boş bardakla içeri giderken kendi kendine ‘’ulaaan’’ dedi Salih..  ‘’Bendeki de şans ha, dinini kitabını!.. Şurda milyarda bir ihtimal gerçekleşti, bir karıncayla muhabbet fırsatı buldum. O da çıka çıka sarhoşun teki  çıktı şerefsiz. Allah kahretsin ! Hay allah, gene ‘allah’ dedik ! Ne diyeyim. Genlerimize işlemiş canına yandığımın !  Kurtulamıyoruz bir türlü… Bişey değil ortalığı doğru dürüst toplayamadım. Yarın garanti fırça yeriz hıyar patrondan. Mazeret olarak bu olanları anlatamam da .. Kim inanır  ki ?”

                                 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuz okunduktan sonra yayınlanır. Yorumunuzun altına ad ve soyadınızı yazınız, Kimliği belirsiz yorumlar yayınlanmaz.

ÖNE ÇIKAN YAYIN

And They Died / Gün Gencer

  AND THEY DIED (THE ROAD TO GALLIPOLI) (ÇANAKKALE SAVAŞINA GİDEN YOL) A TRAGEDY IN THREE ACTS  (A Docu-drama with music written in memory o...