BİR ÖĞLE ÜZERİ RÜYASI
2000 yılı. Mevsim yaz. Günlerden Pazar
Beyoğlu’nun arka
sokaklarında gezinmek Kemal’in çok hoşuna gidiyordu. Bu sırada sırtını dik tutarak yürümeye
özellikle dikkat ediyor, ancak beli ağrıdığı için bedeninin hafifçe öne doğru
eğilmesine engel olamıyor, vitrinlere yansıyan görüntüsünde bu halini gördükçe
de içini kızgınlıkla pişmanlık arası bir duygu kaplıyordu. Öne doğru eğik bir
beden insanı tabi ki yaşlı gösterirdi; yaşlanmak fikri sinirini bozuluyordu.
Kaderinde daha uzun yıllar yaşamak varsa eğer,
ihtiyarlamadan yaşayamayacağını da biliyordu ama yine de yaşlanma
fikrine sinirlenmemesi mümkün değildi.
“Keşke çocukluğumda
dinlediğim masallardaki gibi periler çıksa karşıma, ne istediğimi sorsalar,
sonra sihirli değnekleri ile bana dokunsalar, yıllarca geriye gitsem” diye geçirdi
içinden.
Çevresinde durmak
bilmeyen değişimleri gözlemleyerek otuz beş yıldır bu kaldırımlarda
yürümekteydi. Geçen yıllarla birlikte kaldırım taşları kim bilir kaç defa
sökülüp, takılmıştı. Ezbere bildiği İstiklal Caddesi çevresindeki arka sokaklarından
her geçtiğinde yılların değiştiremediği bir şeyler bulmaya çalışır, bulmayı
başarırsa, onlar gibi kendisinin de değişmediğine inanmak isterdi. Yılların
eskitemediği bir bina cephesi, vitrini aynı kalmış bir mağaza veya yıllardır
kesilmemiş bir ağaç gördü mü hemen, nasıl olduğunu tam olarak hatırlayamadığı
gençlik günlerinden birini hayal etmeye başlardı. Ancak bu hayal sadece bir an
sürerdi, çünkü bedeninde ve ruhunda sönmüş gençlik heyecanını ve mutluluğu
yakalamanın en temel kuralı olan gençlik iyimserliğini, bir kaç dakikadan fazla
elinde tutamazdı. Öylesine zor bir yaştaydı ki, artık ne gençti, ne de
ihtiyarlığa kendisini teslim edecek kadar yaşlı.
Değişimler, sadece
çevresindeki nesnelerle sınırlı kalsa, yaşlanma fikrine dayanmak daha kolay
olacaktı. Ne yazık ki yıllar en çok çevresindeki insanları değiştiriyordu. Hem dış görünüşlerini, hem de
davranışlarını... Ya gençler… Ya eline
doğanlar.. Önce onlar değişiyordu. Çocukların büyüdüğünü, değiştiğini görmek,
geride bıraktığı yılların ne kadar çok olduğunu hatırlamasından başka ne işe
yarardı k.. Daha dün doğmuş komşu kızı, bir bakıyordu evlenmiş de çocuğunu
gezdiriyor... “Ne dayanılmaz bir şey büyüyen çocukları görmek” diye düşünmemek
elinde değildi. Belki kendi çocuğu olsaydı veya zamanında bir evlat edinip
büyütseydi, değişimi ve yaşlanmayı kabullenmesi daha kolay olacaktı. Neyse, artık çocuk konusuna hayıflanmak için
de geç kalmıştı.
Ancak değişimleri
düşünmemek elinde miydi? Etrafında değişen insanlarla birlikte hayatın tadı da
değişiyordu. Yemek tadı, içki tadı, hayata bakış tadı, hayattan zevk alış tadı,
sanat tadı, müzik tadı, edebiyat tadı ve İstanbul kültürünün tadı... Ve kültür
değişimi de şehirlerdeki gözle görünür tüm değişimler için tetiği çekiyordu.
Kemal, 80’li yıllarla
birlikte Taksim’den Tünel’e yürümenin eski İstanbullulara artık bir şey ifade
etmediği, “Beyoğlu’na çıkma” lafının anlamını ve heyecanını yitirdiği günlerde
bile, sık sık Beyoğlu’nda gezerdi. Zaten iş yeri Taksim’de, evi de Cihangir’deydi.
O yıllarda Beyoğlu’ndaki ‘çöküş’ün başlamasından önce, İstanbul ekonomisindeki
özel yeriyle, entelektüellerin veya akşamcıların gittiği lokantalarıyla,
meyhaneleriyle, barlarıyla, muhallebicileriyle ve çeşitli alışveriş ortamıyla
İstanbul’a gezmeğe gelenlerden çok İstanbul’da yaşayanlar için vazgeçilmez
ayrıcalıklı bir dünyaydı Beyoğlu. Kemal’in ise kendi dünyasında Beyoğlu’nun
ayrı bir yeri vardı çünkü buradaki sokaklar, sinemalar, restoranlar, barlar ve
meyhaneler, kendisini hayata bağlayan anılarının yeriydi
Kemal, yürüdüğü ara sokaktan İstiklal
Caddesine çıktı. Sokağın caddeye bağlandığı köşede küçük bir kitap tezgahı
kurulmuştu, “Korsan kitaplar” diye geçirdi içinden. Sonra tezgahın yanından
geçerken, sergilenen kitapların, korsan
kitaplar değil de, bir evin kitap raflarından doğruca sokak tezgahına düşmüş
kitaplar olduğunu anladı. Tezgahın önünde duraksadı, önce göz ucuyla sonra da
dikkatle kitapları incelemeye başladı. Neler yoktu ki tezgahta.. 60’lı yıllarda yasaklanmış sonra önemini
kaybetmiş sol görüşlü kitaplar, din karşıtı kitaplar, dini araştırmalar, eski
edebi eserler, Fransızca, İngilizce şiirler, dünya klasiklerinden orijinal
dillerinde örnekler, 50’li yıllarda basılmış Molliere çevirileri, pek çok
sayıda araştırma kitabı, Türk klasikleri, Rus klasikleri, Shakespeare’in
oyunlarının İngilizce baskıları... King Lear, Tempest, A Midsummer Night’s Dream, Macbeth, Hamlet...
“Keşke iyi İngilizce bilebilseydim” diye hayıflanarak Shakespeare’in
kitaplarına bakarken gözüne bir kitap ilişti. “Bir Yaz Gecesi Rüyası Üzerine
Bir Çalışma.” Kitap Türkçe’ydi. Hemen uzanıp elini aldı, sayfalarını çevirdi.
İçinde resimler, fotoğraflar da vardı kitabın.
Orijinali İngilizce olan bir çalışmanın Türkçe çevirisiydi bu
kitap. Hem “A Midsummer Night’s Dream”in
konusunu anlatıyor, hem oynandığı bir tiyatronun oyuncularıve orijinal eserdeki
karakterler hakkında bilgi veriyor, hem de yazıldığından bu yana geçen yüz
yıllar boyunca bu eserden etkilenen sanatçıların diğer eserlerinden
bahsediyordu. Tabii bu arada Shakespeare’in bu eseri nereden esinlenerek, neden
yazdığıyla ilgili görüşler de vardı kitapta. Kemal, sayfalarını bir bir
çevirerek kitabın büyük bir kısmına göz gezdirdi, yazılanlar hoşuna gitti,
kitabın fiyatını sordu, çok da ucuz buldu, satın aldı, ceketinin cebine
yerleştirirken, “Sonra kahve içerken okumak için çok uygun” diye düşündü.
Tramvay rayının
üzerinden geçti, karşısına gelen sokağa girdi. Bugünkü Beyoğlu yolculuğunda
öncelikli hedefi bu sokağa gelmekti. Sokağın başındaki tabelada “Yeşilçam
Sokağı” yazıyordu. Girişte durdu,
sokağın sonunda sol tarafta, şimdi orada olmayan bir hayale bakmaya başladı.
Baktığı yerde yıllar önce, 60’lı yılların başında, bir kafeterya açılmıştı; Bab
Kafeterya.
Yeşilçam sokağı, Bab Kafeteryalı
günlerinde bambaşka bir havadaydı. Şimdiki halinden daha mı güzeldi?
Hayır. Bu sokak hiç bir zaman güzel bir
sokak olmamıştı ama o zamanlar daha etkileyici olduğuna emindi; kaldırım döşemesiyle, binalarıyla, asılı
tabelalarıyla veya vitrinleriyle değil, oraya gelen insanlarıyla da...Yeşilçam,
Beyoğlu’nu bilen insanlar için sadece Bab Kafeterya’nın olduğu sokak değil, bir
de Türk sinemasına isim armağan eden sokaktı.
O günleri hatırlamayı
çok seviyordu Kemal ama yüreğinin sızlamasına da engel olamıyordu. Ne zaman
buraya gelip, uzak bir geçmişte kalan o yaz günlerini düşünse, az ileride
restore edilmeye başlanan binalar, yeniden işlemekte olan tramvay, dükkanlar,
vitrinler, gelip geçen insanlar ve son bir ay içinde yeniden döşenmiş kaldırım
taşları, yavaş yavaş silikleşmeye başlar ve Bab Kafeteryalı günlerin hep aynı
biçimde beliren hatıraları ortaya çıkardı. Sokağın başında durur, sokağın
sonuna kilitlenen bakışlarının, gelip geçenin dikkatini çektiğin fark eder ama
aldırmazdı. Şimdi de bu hayali yolculuğa
başlayınca bakışlarını başka taraflara döndürüp, zihnindeki eski günlere doğru
uzanan yarı aydınlık tünelden geri dönmek istemiyordu.
İstiklal Caddesi
boyunca sıralanmış banka müdürlüklerinden, hukuk bürolarından, İstanbul iş
hayatında o günlerde adları sıkça geçen şirket merkezlerinden veya mağazalardan
çıkan, iyi giyimli, geleceğe umutla baktıkları ve kendilerine güvendikleri
yürümelerinden ve yüzlerinden belli olan neşeli, genç insanlar, henüz
İstanbul’da fastfood’un başlamadığı o yıllarda, öğle yemeklerini Yeşilçam
sokaktaki Bab Kafeteriya’da yemeği çok severlerdi. Kemal de öğle üzerleri Bab
Kafeterya’ya giderdi. Bazen iş
arkadaşlarıyla, bazen de yalnız başına... Amaç sadece güzel bir yemeği makul
bir fiyata yemek değildi. Burada pek çok
hoş ve popüler insanla karşılaşma ihtimali de vardı. Ayrıca burasının
selfservis olması, pek çok insan için olduğu kadar, kendisi için de yenilikti.
Kemal, Bab Kafeterya’nın açıldığı yıllarda iş
hayatına yeni başlamıştı. Çok fazla para kazanamıyordu ama bu umurunda değildi,
çünkü gelecek için umutları ve hayalleri vardı. Umutlar ve hayaller sürdükçe,
sabırlı olmak, hatta beklenmeyen zorluklara katlanmak kolaydı. Kemal de pek çok
genç erkek gibi, yıllar geçtikçe hayallerinden ve umutlarından giderek
vazgeçmişti. Kimi hayaline kavuştuğu,
kimine hiç bir zaman kavuşamayacağını anladığı, bir kısmını da artık
umursamadığı için. Hatta kavuşamadığı bazı hayallerini hatırlamak yüreğini
öylesine sızlatıyordu ki, bunları düşünmek bile istemiyordu. Ancak en büyük
sızıyı verse de vazgeçmediği bir umudu, bir hayali vardı. Bir tek bu umudunu
hala kalbinde taşımaya, bu umuduyla ilgili hayaller kurmaya katlanabiliyordu.
Ne umudunu o terk edebilmişti, ne de umudu onu. “Olur mu böyle şey” diye bir
çok kere kendine kızmış ama bunca yıl umudundan ve umuduyla ilgili
hayallerinden vazgeçmeyi başaramamıştı.
Sokağın başında durduğu
yerden, bakışları geçmişteki Bab Kafeterya’ya takılmış, gülümsedi. Bab Kafeterya’da gençlik günlerinde yediği
pizzaları ne kadar severdi. Zaten her şey bir pizzayla başlamıştı. Kafeteryanın
içi, ilk açıldığı yıllardaki haliyle gözünün önüne geldi. Sigara dumanıyla
insanların birbirini bulanık gördüğü bu yer, biraz yatılı okul yemekhanelerine
benzerdi. Aslında doğru dürüst bir
dekoru da yoktu ama insanlar Bab Kafeterya’ya dekoru için değil yemeklerinin
lezzeti, uygun fiyatları ve o günlerde self servis moda olduğu için
geliyorlardı. Her gün tıklım tıkış dolup taşardı içerisi. Yemeklerin dizildiği
tezgahın önünde kuyruk olan genç insanlar, ellerindeki metal tepsilerin içine,
biraz yüksekçe tezgahta önceden hazırlanıp sıralanmış veya tezgahın arkasında
kare şeklinde metal bölmelerde sıcak tutulan yemeklerden seçip alırlar, en uçtaki kasada hesabı ödeyip, boş bir masa
bulana kadar bekler, bulunca da oturup hızla yemeklerini yerlerdi. Bazen
masalarda yer açılması için, o yıllardaki ünlü sinema oyuncularının ellerinde
tepsileri ayakta sıra beklediği olurdu. Ayrıca pizza yemek isteyenler, pişmesi
için herkesten daha fazla beklemek zorundaydılar. O zamanki pizzalar kabarık,
üzerine peynirle karışık yumurta kırılmış pideye benzerlerdi. Ama ne önemi
vardı? Zaten kimse gerçek pizzanın nasıl olduğunu bilmiyordu.. Önemli olan
pizza denilen hamur parçasını ısmarlamak ve yemiş olmaktı; çünkü pizza bir
yenilikti, aynen kuyruğa girip hazır yemekleri seçmek, kendi taşıdığı tepsi ile
örtüsüz bir masaya oturmak gibi.... Kemal de ilk defa pizzayı Bab Kafeterya’da
yemişti ve hala pizzadan çok hoşlanıyordu.
Yeşilçam Sokağının
girişine ne zaman gelse, aynen bugün olduğu gibi, gözlerinin önüne o özel günün
anısı gelirdi. Yine bir yaz günüydü. O gün tezgahın önünde fazla kuyruk yoktu.
Ağır ve bunaltıcı bir lodostan sonra iki gün boyunca bardaktan boşanırcasına
yağmur yağmış, öğleye doğru hava açmıştı. Herhalde yağmur yüzünden o gün Bab
Kafeterya’nın müşterisi azdı. Kemal
tezgaha yakın bir masaya oturmuş, ısmarladığı pizzanın pişmesini beklemeye
başlamıştı.
Kemal, tezgahın
arkasındaki aşçının pizzayı fırından çıkartıp tabağa koyduğunu gördü, yerinden
kalkıp tezgaha doğru yürüdü, elindeki fişi uzattı. Aynı anda pizzaya doğru bir
el daha uzandı. Bu, aşırı uzun tırnakları kıpkırmızı boyalı bir kadın eliydi.
Başını elin sahibine doğru çevirdiği zaman da simsiyah kahkülünün altından
kendisine aksi aksi bakan kocaman siyah gözlü bir genç kız gördü. İri dudakları, aynen tırnakları gibi
kıpkırmızı boyanmıştı. Kemal, kıza bakakaldı, ağzını açıp bir şey söyleyemedi.
Oysa söyleyebilseydi pizza sırasının kendisinde olduğunu söyleyecekti ve kız da
kendisi için pişirilmiş pizzayı alıp gitmemiş olacaktı.
Kemal
biraz tutuk bir gençti. Her zaman olaylara zamanında müdahale edemediği için
kendisine kızardı. İşte o gün de aynı şeyi yapmıştı ama sonra kızın peşinden
oturduğu masaya gitmiş, karşısına dikilip,
“Siz benim pizzamı aldınız, bakın fiş
numarasına” diyerek elindeki fişi göstermişti. Bu çok garip bir davranıştı
aslında. Kız kırmızı dudaklarını gülümseyerek aralayınca, bembeyaz dişleri
ortaya çıkmış, sanki biraz da dalga geçer gibi,
“Ne
fark eder, siz de bir sonraki pizzayı alırsınız” demişti.
Kemal, kızın kırmızı dolgun dudaklarından ve parlayan bembeyaz
dişlerinden gözlerini alamadığını ve utançtan yanaklarının kızın dudakları gibi
kıpkırmızı kesildiğini hala çok iyi hatırlıyordu; gerçekten kendini aptal
durumuna düşürmüştü.
“Pardon, haklısınız” diyerek gerisin geriye
tezgaha doğru yürümüştü. Gerçekten de orada yeni bir pizza daha sahibini
bekliyordu. Pizzayı alıp masasına
döndüğü an ise, kırmızı dudaklı kız, elinde tepsisi ile gelip yanındaki boş
yere oturmuştu.
“Şimdi, ben size kendi pizzamın yarısını kesip
vereceğim, sizinkinin de yarısını alacağım, böylece sorun kalmayacak” diyerek
gülümsemişti. Kız, besbelli kendisi ile alay ediyordu.
Kemal’in canı daha çok sıkılmıştı kızın bu
ataklığı karşısında ama neyse ki sıkıldığını belli etmeme akıllılığını
göstermiş, pizzasını ortadan keserek yarısını kızın tabağına koymuştu. Ve
böylece o gün Rezzan ile arkadaşlıkları başlamıştı.
Rezzan
çok renkli bir kızdı. Gerçekten de onu tanımlamanın en doğru şekli
“renkli” kelimesiydi. Orada, bir pizza
yemelik süre içinde Rezzan, Kemal’in
dünyasını rengarenk yapmıştı. Yemekten kalkarlarken, Kemal,
“Sizi yine görmek
isterim” deyivermişti.,
“Ben sizi ararım” diye
karşılık vermişti Rezzan. Kemal de iş
yerinin telefon numaraları yazılı olan kartını eline tutuşturmuştu kızın.
Sonraki günlerde nasıl heyecanla telefon beklediğini hala çok iyi
hatırlıyordu. Ve bir hafta sonra beklediği telefon gelmişti.
“Merhaba, ben pizza
arkadaşınız, bugün yine bir pizza paylaşmaya ne dersiniz?”
O gün öğle üzeri
yeniden bir pizza paylaşmışlardı. Rezzan yine kıpkırmızı dudaklı ve yine çok
renkliydi. Aslında renkli oluşunun, sadece yüzündeki renklerden değil de
anlattığı şeylerden, konuşma şeklinden kaynaklandığını anladı Kemal. Rezzan
sanat ve edebiyata meraklıydı. Sürekli okuyor ve okuduklarını da sürekli
anlatıyordu. Kemal’in hiç tanımadığı yazarlardan veya okumaya fırsat bulamadığı
eserlerden, şiirlerden söz ediyordu. O gün iş yerine döndüğü zaman kafasını bir
türlü işe vermediğini fark etti. Rezzan’la konuştukları her cümle kafasında
dönüp duruyordu. Onun da kendisinden hoşlandığından emin olmak istiyor,
söylediği sözcükler arasında bunu kanıtlayacak ipuçları hatırlamaya çalışıyor,
bu arada kendi bilgi ve görgüsünün Rezzan’ınkinden farklı olduğunu hissediyor,
bunun sorun yaratıp yaratmayacağını düşünürken dalıp dalıp gidiyordu.
Ertesi günü değil,
daha sonraki gün de değil, üç gün sonra aradı Rezzan. Üç yıl gibi uzun süren üç
gün... O üç gün boyunca Kemal aklını hiç işine verememişti. Neyse, şükürler
olsun, yine öğle yemeği saatinde Bab Kafeterya’da buluşacaklardı.
O gün pizza yemediler,
ikisinin de iştahı kapanmıştı sanki, yemek yerine uzun uzun konuştular. Kemal,
Rezzan’ın kim olduğunu keşfetmeye çalıştı. Renkli olduğu kadar sır dolu bir
kızdı o. Rezzan da Kemal’e sorular
soruyor, geçmişini öğrenmek istiyor ancak kendisi hakkında çok az şey
anlatıyordu. O, daha çok sanattan, edebiyattan söz ediyordu; yani resimden,
ressamlardan, sergilerden, tiyatrolardan, konserlerden, İngiliz şairlerden,
tiyatro yazarlarından ve özellikle Shakespeare’den... Kemal ise sanat ve
edebiyatla o güne kadar derinlemesine hiç ilgilenmemişti. İstanbul’un bir sanat
ve kültür şehri olduğundan bile neredeyse habersiz denecek kadar ilgisi farklı
yönlerdeydi. Lisede fen bölümünden mezun olmuş, sonra da Ticaret okumuştu. Rezzan ise Güzel Sanatlar Akademisi’nde
öğrenci olduğunu söylüyordu. Nedense evinin nerede olduğunu açıklamıyor,
“Kadıköy tarafında” demekle yetiniyor, telefon numarasını vermiyor, Kemal’in
kendisine telefon etmesini istemiyordu.
Bir kaç öğle üzeri
buluşmasından ve aralarında özel bir yakınlaşmanın başladığını sanmasından
sonra Kemal, bir de akşamüzeri buluşmayı teklif edince Rezzan kesin olarak bunu
yapamayacağını söylemişti.
“Ailem akşamüzerleri
evde olmamı ister, seninle ancak öğle üzerleri buluşabiliriz” demişti..
O gün Kemal, Rezzan’la
ilişkisinde bazı şeylerin doğru gitmediğinisezdi. Rezzan, uzun ve kırmızı
tırnaklarıyla, kıpkırmızı dudaklarıyla ve dikkati çekecek kadar şık giysileri
ile hiç de bir akademi öğrencisine benzemiyordu. Bab Kafeterya’dan çıktıktan
sonra çoğunlukla Kemal’in Taksim’deki iş yerine kadar birlikte yürüyorlar,
Rezzan, Kemal’in kendisini Kadıköy dolmuşlarının kalktığı yere kadar
götürmesini istemiyor, nedense Beyoğlu’nda yürürken bir tanıdığa rastlamaktan
çekinmezken, dolmuş kuyruğunda bir tanıdığına rastlamaktan, birlikte
görünmekten korktuğunu söylüyordu. Ayrıca anlattıklarına bakılırsa, neredeyse
her gece sinemaya, tiyatroya veya konsere gitmekteydi. Gündüzleri de herhalde
resim sergilerini gezmekle ve sürekli kitap satın alıp okumakla vakit
geçiriyordu. Akşamları saat beşi geçirmeden eve dönmesini isteyen bir ailenin
prensipleriyle, bu kadar çok gece gezmeleri pek bağdaşmıyordu Neden böyle sır dolu
bir insandı Rezzan ? Yoksa bir yalancı mıydı o? Kemal, bir sonraki
buluşmalarında, kendi iş yerinin önünde ayrıldıktan sonra gizlice Rezzan’ı
izlemeye, nerelere gittiğine bakmaya karar vermişti.
Yeniden buluştukları
gün Rezzan sanki her zamankinden daha güzeldi, anlattıkları da daha renkli ve
kendisi de her zamankinden daha neşeli... İştahı da açık... Hem bir pizzayı
paylaşmışlardı, hem de daha başka yemekleri.
Kemal yemek boyunca
içinden, “Yanımdan ayrıldıktan sonra gerçekten doğru Kadıköy dolmuşlarına
gidiyorsa, bir sonraki buluşmamızda tüm duygularımı açıklayacağım” diye
geçiriyordu. “Ya gitmiyorsa? Evine gitmeyecek de nereye gidecek? Yine de bu
işte garip bir durum var. Bu kadar genç bir insanın, neden saklayacak şeyleri
olsun ki” diye düşünmeyi sürdürüyordu.
Aynı gün Kemal’in
gözleri Rezzan’ın kolundaki saate takılmıştı. Saat altın bir Rolex’e
benziyordu. Saatinin Rolex olup olmadığını sormalı mıydı acaba? Bir Rolex
alacak kadar zengin olabilir miydi Rezzan?
O sırada Kemal’in içine başka bir kuşku daha düşmüştü. Ya gerçek adı
Rezzan değilse… Ya söylediği her şey uydurmaysa...
Yemekten sonra Kemal’in
iş yerine kadar her zamanki gibi yürümüşlerdi. Yolda karşılaştıkları insanlar
gözlerini Rezzan’dan alamıyorlardı. Kemal, Rezzan’ın ne kadar güzel olduğunu,
herkesin dikkatini ne kadar çok çektiğini bir kere daha izledikçe bu durumdan
buruk bir keyif almıştı. Sonra Rezzan,
iş yerinin kapısında ayrılmadan önce, yumuşacık elini Kemal’ın avuçlarına
bırakıp, (elini, Kemal’in elinin içine tümüyle teslim eder gibi
bırakıveriyordu) ve neşe içinde “Ben seni ararım” diyerek yanından ayrılmıştı.
Ben seni ararım demek, sen beni arayamazsın demekti, bunu Kemal çoktan
kabullenmişti.
Kemal’in kabullenemediği
Rezzan’ın kendinden bir şeyler gizlemesi düşüncesiydi. Bu düşünce ile sadece
gönlüne değil tüm vücuduna hüzün basıyordu. İş yerine girer gibi yaptı, biraz
bekledi, kapıdan başını uzatıp arkasından baktı, sonra fark edilmeyeceğini
düşündüğü bir mesafeden onu izlemeye başladı.
Rezzan Atatürk Kültür Merkezi’e doğru yürüyordu. Kadıköy’e kalkan dolmuş
kuyruğunda bekleyenlerin yanından geçti, yürümeyi sürdürdü, dolmuş kuyruğunun
az ilerisindeki otoparkın kapısından girip gözden kayboldu. Demek ki Rezzan arabasıyla gelmişti. Neden
bunu hiç söylememişti, neden her zaman dolmuşla geldiğini söylüyordu? Yoksa
otoparkta birisiyle mi buluşacaktı?
Kemal, otopark çıkışını
görebileceği şekilde, dolmuş sırasında duranların arkasına gizlenip beklemeye
başladı. Er geç oradan bir şekilde çıkacaktı; ya yaya, ya da bir arabayla. Çok
beklemesine gerek kalmadı. Rezzan’ın, büyük, siyah, kuyruklu bir arabanın
içinde otoparktan çıktığını gördü. Aslında Kemal neredeyse onu fark
etmeyecekti, çünkü Rezzan otomobilin arka koltuğunda oturuyordu ve arabayı da
şoför olduğunu tahmin ettiği birisi kullanıyordu. Kemal hayretle bakakalmıştı,
şoförü olan ama bunu hiç belli etmeyen kız arkadaşına... Siyah araba, tam da
bulunduğu yerin önünde, geçmekte olan bir yayaya yol vermek için yavaşlayınca,
Rezzan, şaşkın bakışlarını hissetmiş gibi, başını çevirdi ve göz göze geldiler.
Rezzan’ın bakışlarında hiç bir hayret, hiç bir telaş veya duygu oluşmamıştı;
sadece tanımadığı birine bakar gibi bakmıştı Kemal’in gözlerinin içine. Ve
orada, o gün Rezzan’ı kaybettiğini anlamıştı Kemal.
Gerçekten de Rezzan,
Kemal’i bir daha hiç aramadı.
Kemal, onu kaybettiğini hissetmekle birlikte mutlaka kendisini ilerde
bir gün arayacağını umuyordu önceleri. Aylar, hatta yıllar süren bir sabırla ve
istekle telefonunu bekledi. Kafasında Rezzan’la ilgili bin bir senaryo yazdı.
Bir gün bir yerde onunla mutlaka karşılaşacağını umdu. Ama hiç karşılaşmadı.
Bab Kafeterya’ya neredeyse her öğle üzeri gitti, Rezzan’ı orada bulacağını
sanarak. Ama bulamadı. Günlerce öğle tatillerinde ve akşamüzerleri Atatürk
Kültür Merkezi’nin otoparkında dolaşıp, içinde şoförle birlikte duran kuyruklu
bir araba var mı diye baktı. Siyah arabanın plakasını almadığına yıllarca
hayıflandı durdu. Güzel Sanatlar akademisine gidip, kayıt bürosunda çetin
mücadeleler vererek Rezzan isimli bir öğrenci olup olmadığını araştırdı.
Günlerce Kadıköy dolmuş durağında sıra bekleyen insanları izledi, ama Rezzan
hiç bir yerde yoktu. Sanki Rezzan hiç var olmamıştı. Her şey bu kadar basit bir
şekilde bitebilir miydi? Onu izledi diye, siyah bir arabanın arka koltuğunda
gördü diye her şey hiç yaşanmamış gibi olabilir miydi?
Kemal sanki dert
sahibi olmuştu; Rezzan’ı bulma derdi… Giderek bir gün Rezzan’la karşılaşmak, en
büyük hayali, daha doğrusu hayatının amacı halini aldı. Derdini hiç bir
arkadaşına açmak istemiyordu, çünkü kim olduğunu bilmediği, doğru dürüst
tanımadığı bir kıza vurulduğunu itiraf etmekten utanıyor ve bu halini çok
aptalca buluyordu. Ancak aptallığını kabullense de umudunu kaybetmiyor, her
öğle tatilinde yine Bab Kafeterya’ya gidiyor, çevresine bakıyor, giriş kapısını
görecek şekilde oturuyor ama Rezzan’a rastlayamıyordu.
Bu arada geçen yıllarla birlikte Beyoğlu değişmeye başlamıştı. En başta
Beyoğlu’nun insanları değişiyordu ve yeni gelen insanlar, buranın müdavimi olan
eski insanlardan farklı şeyler yemek istiyorlardı. O yıllarda, artık
İstanbul’un başka semtlerinde de pizzacılar, self servis restoranlar açılmaya
başlamıştı. Rekabet artıyor, Bab Kafeteryaya gelen müşteri sayısı azalıyordu.
Bu değişime bağlı olarak Bab Kafeterya sonunda kapanma kararı aldı.
Bab Kafeterya’nın kapanacağı son
gün, Kemal, kalbi parça parça, orada son öğle yemeğini yedi ve Rezzan’ı Bab
Kefeterya’da bir gün yeniden görme hayaline de veda etti.
Neyse ki Kemal de
Beyoğlu gibi değişiyordu. Bir gün Rezzan’a rastlayacağı umudu kendisine eşlik
ede dursun, başka kızlara ilgi duymaya da başlamıştı. Bu kızlar, Rezzan gibi
sır dolu değillerdi. Aralarından biri Kemal’in gönlünü çaldı ve evlenmeye karar
verdiler.
Nikahtan bir gün önce
Kemal, Rezzan’la son kez yürüdüğü yerlerde dolaştı, otoparka kadar gitti ve
sanki yıllar boyunca kendisine eşlik eden hatıralarına ve Rezzan’ı yeniden
görme hayaline veda etmek istedi. Evlendikten sonra ise hayretle fark etti ki,
evli olsa da, karısını sevse de Rezzan’la bir gün karşılaşacağı umudu kendisini
asla terk etmemekteydi.
Kemal’ın evlendiği yıllarda Beyoğlu’nun prestiji oldukça azalmıştı.
Taksim Tünel arasında yürüyen doğma büyüme İstanbullu kalmamış gibiydi. İstiklal Caddesinin geçmişindeki şık
insanlar, yerini pejmürde görünüşlü, kaba tavırlı ve çevresini rahatsız
ettiğinin farkına varmayanlara bırakmıştı. Ortada birçok uyuşturucu bağımlısı
ve alkolik dolanıyordu. Soğuk ve erken bastıran kış gecelerinde bile,
Beyoğlu’nun ıslak kaldırımlarında, gizli bir güç tarafından yere yapıştırılmış
gibi kendinden geçmiş insanlara rastlanıyordu. Bunlar, daha sonraki yıllarda
sıkça rastlanan “sokak çocukları” ndan
oldukça yaşlıydılar. Yaşları ilk bakışta anlaşılamayan ancak hiç birinin otuz
beşinden büyük olmadığı henüz ağarmamış saçlarından belli olan bu insanlar,
aldıkları uyuşturucunun etkisi ile boşluğa sabitlenmiş bakışlarındaki donuk
mutlulukla, soğuğu hissetmeden öylece dururlardı.
Bazen de caddenin geniş kaldırımında yürüyen kötü giyimli, kaba saba ve
kısa vadeli beklentilerle dolu olmanın mutluluğu içindeki insanların yanında,
sadece o günü tok olarak tamamlamanın en büyük başarı olduğunu çoktan kabul
etmiş fakir insanlara rastlanırdı ve gelip geçenler onlara bakıp, ‘bunlar daha
nereye kadar dibe vuracaklar’ diye düşünürlerdi. Bu bezgin ve umutsuz insanlar,
isteyerek seçmedikleri “Beyoğlu’nda sürünme” kaderlerine katlanma gücünü,
hayatlarının bir roman gibi olduğu tesellisinden alırlar, her fırsatta da
hayatlarının roman gibi olduğunu söylerlerdi.
Taşradan varoşlara yeni taşındıkları, adeta boyunlarına asılmış tabelalarda yazılıymışçasına belirgin,
suratlarında, uzun zamandır kurdukları azgın hayallerine Beyoğlu’nda yaklaşıyor
olmanın çiğ gülümsemesi ile o kaldırımlarda yeni olmanın şaşkınlığı harman
olmuş, atacakları her adımda birbirlerine dokunan, itiş tepiş yürümeye çalışan
gençlerle de doluydu Beyoğlu. Bazen de İstanbullu olmadıkları el ele yürümelerinden
kolayca anlaşılan mahcup suratlı delikanlılar gelip geçerdi Beyoğlu
kaldırımlarından ve onlara bakan bir çok insan, o gençlerdeki “yakın arkadaş”
olma duygusunun daha nerelere kadar uzandığını merak ederdi.
İki binli yıllara yaklaşırken
Beyoğlu bir kez daha değişmeye başladı. Binalar restore edildikçe, yeni
restoranlar, pastaneler, kaliteli gece kulüpleri açıldıkça, en başta
Beyoğlu’nun müdavimleri değişti. Beyoğlu, bu sefer de kültür ve eğlence semti
olmaya doğru değişiyordu. Ara
sokaklardaki, bir zamanların bol neonlu ve sadece erkeklerin girebildiği gece
kulüpleri yerlerini, kadınların da gidebileceği barlara, lokantalara bıraktı.
Alçacık iskemleli kahveler, çoğunluğu genç olan insanlara ucuz bir keyif ortamı
sunarken, tarihi binaların içindeki mekanlarda çeşitli sanat etkinlikleri
başladı ve şehirli insanların kendilerini mutlu hissedeceği bir ortam oluştu.
Kemal tüm bu
değişimleri Beyoğlu sokaklarında yürüdüğü yıllar boyunca gözlemişti. O gün de
Yeşilçam sokağından Tünel’e kadar, kah ana caddeden, kah ara sokaklardan, hem
hatıralarının eşliğinde, hem de yenilikleri izleyerek yürüdü. Sonunda Tünel’in
karşısındaki dar sokağa saptı. Sokağın kıvrıldığı yerdeki küçük kafeyi çok
seviyordu. Köşeyi döner dönmez, binanın duvarına bitiştirilmiş bir kaç tahta
masayla karşılaşacaktı ve karşıdaki duvarın üstüne de sokak ressamlarının
yağlıboya resimleri dizilmiş olacaktı.
Her şey beklediği
gibiydi. Boş masalar arasından, üzerine bir sokak kedisinin boylu boyunca
uzandığı masayı seçti, kediyi uyandırmamaya dikkat ederek oturdu, bir fincan
filtre kahve ısmarladı. Burada kahveyi kaliteli porselen fincanlarla getiriyorlar,
bu da çok hoşuna gidiyordu. Kahvesini yudumlarken yeni aldığı kitabı cebinden çıkartıp okumaya başladı. “Bir Yaz Gecesi Rüyası
Üzerine Bir Çalışma.”
Rezzan’la yıllar önce
öğle yemeklerinde buluştuklarında Shakespeare’in oyunlarını konuştuklarını hiç
unutmamıştı. Rezzan şiir çok severdi ve tümü şiir gibi yazılmış Shakespeare
oyunlarına bayılıyordu. Kemal, Rezzan’ın
karşısında bilgisiz kalmamak için bu oyunların çevirilerini sahaflardan arayıp
bulmuş, okumuş ve o da çok hoşlanmıştı.
Shakespeare’in, karakterlerine söylettiği çoğu cümle ile insan ruhunun
sırlarını açıkladığını, insan psikolojisinin ipuçlarını verdirdiğini, hayat,
aşk ve ölüme ilişkin düşüncelerini oyunlarındaki karakterlere söyletirken, hiç
bir zaman güncelliğini kaybetmeyecek şekilde insan davranışlarının da
yorumlarını seyirciye ilettiğini görmüştü.
Okuduğu oyunla ilgili
çalışmada ise Shakespeare farklıydı. Yaramaz periler vardı bu oyunda.
Kendisinin de bir gün karşısına çıkmasını istediği, gençliğini ve hatta
Rezzanını geri vermesini istediği perilerden. Ormanda kaybolan aşıklar vardı.
Kendisi de kaderinin içinde kaybolmuş bir aşık değil miydi? Bir Yaz Gecesi Rüyası’ndaki gibi bir bakışta
aşık olmuştu o da yıllar önce ve yine oyundaki gibi yanlış kişiye aşık olmuştu.
Ve sonra kitapta olduğu gibi, gözüne bir çiçeğin suyunu damlatıp doğru kişiye
yeniden aşık olmasını sağlayacak peri ile gerçek hayatta karşılaşamamıştı.
Kemal,
kitabı okumayı sürdürürken, bir kahve daha ısmarladı kendine. Ne güzel şeyler
yazıyordu kitap;” Sigmunt Freud, Shakespeare’nin bu oyunundan esinlenip “you
are always insane when you are in love” demişti. “İnsan aşık olunca her zaman
delidir.”
Bir Yaz Gecesi Rüyası
bir ormanda geçiyordu. Beyoğlu da bir orman gibi değil miydi? Ağaçlar yerine
sık binaları, bitkiler yerine kalabalık insanları olan bir orman... Bu oyun üzerine araştırmayı yazan yazar,
oyunda hiç bir mantık olmadığını söylüyordu. Aynı insanların geçmişte kalan
hayatlarına baktıklarında hiç mantık bulamamaları gibi. Oyun bir peri ülkesinde
geçiyordu. Perilerin dolu olduğu bir ormanda... Küçük perilerin gece gündüz
insanları gözetlediğinden bahsediliyordu. Buna inanıyordu Kemal. Periler veya
kaderleri insanlara oyun oynarlar ve yaşamadıklarını yaşamış, yaşadıklarını da
yaşamamış sanmalarına sebep olurlardı.
Kemalin kitapta en çok hoşuna giden sözlerden
biri Therus’un “deli, aşık ve şair” hakkındaki konuşmasıydı. Kemal, aşk
hakkında yazılmış güzel ve derin sözleri okumaya bayılıyordu. “Kafasından hasta
insan hayal görür, aşık insan çirkin olanı güzel görür, şairin hayal dünyası
ise fikirlere hayat verir.”
Shakespeare, dünyayı
nasıl görmek istiyorsak öyle algıladığımızı, hayallerimizi ve fantezilerimizi
ihtiyaçlarımıza göre oluşturduğumuzu anlatıyor, aşıkken, rüya görürken veya
yaratıcı bir şey yaparken hayal gücünün farklı dünyasına geçtiğimizi
söylüyordu.
“Ne
yazık ki karımla Shakespeare’i hiç konuşamadım, konuşamayacağım da” diye
hayıflandı Kemal ve sonra, başka bölümlerini ilerde okumak üzere kitabı kapatıp
cebine koyarken, “Neden karımı buralara getirmiyorum ki?” diye sorguladı
kendisini.
Acaba hiç vazgeçmediği
hayalleriyle baş başa olmak için mi karısıyla Beyoğlu’nda gezmezdi? Belki de evet. Belki de bu hayallere ve Rezzan’la
bir gün mutlaka karşılaşacağı umuduna bağlı kaldıkça kendisini genç hissettiği
için... Ayrıca karısı da buralara
gelmezdi ki, haklıydı gelmemekte; tüm haftayı evin penceresinden tek görünen
manzara olarak karşı binaya bakarak geçirdikten sonra, pazar gününü, hele hava
da güzelse, Boğaziçi’ne gitmek, deniz havası alarak geçirmek yerine,
Beyoğlu’nun ara sokaklarında geçirecek değildi ya.
Kemal kolundaki saatte
baktı ve zamanın ne kadar çabuk geçtiğini görünce telaşla kahvesinin soğumuş son
yudumunu içti, hesabı istedi. Öğle yemeğine eve geç kalıyordu.
Sonra
eve dönüş yolunda, ara sokaklardaki lokantaların sokağa dizilmiş masalarının
arasından yürüdü. Müşteriler öğle saati olmasına rağmen çoktan içmeye
başlamışlardı bile. Yaz kış açık havaya karışan meyhane konusunu ciğerlerine
çekti,
“Bu kokuyu insan dünyada başka bir şehirde bulamaz” diye düşündü, sanki
başka şehirleri çok iyi bilirmiş gibi... Daracık masalara sıralanmış küçük meze
tabaklarından boş kalan yerlere dirseklerini dayayan insanların çoğunun bir
elinde sigara, diğer elinde rakı bardağı vardı. Açık havaya yayılan koku,
anason, sigara dumanı, yanmaya yüz tutmuş kızartma yağı, biraz taze balık,
biraz bayat piyaz soğanı ve taze doğranmış domates, hıyar kokusunun
karışımıydı. Garsonlar, geçenleri, boş
masaları göstererek kendi lokantalarına davet ediyorlardı. Kemal, “garsonların
çabasına hiç gerek yok, nasıl olsa asıl daveti bu koku yapıyor” dedi kendi
kendine. Canı rakı içmeyi istiyordu. Bu kokudaki davette, gizli bir teselli
vaadi ve her zamankinden farklı bir gün yaşamanın umudu gizliydi. Bu koku
sayesinde, keyfi olan daha çok keyifleneceğini, olmayan ise ya daha çok
hüzünleneceğini ya da teselli bulacağını bilerek masaya oturacaktı.
Kemal eve doğru
yürümeyi sürdürürken o gün öğleden sonra karısını mutlaka Boğaziçi’ne götürmeye
karar verdi. Sahil yolu trafiği Pazar günleri çok sıkışık oluyordu ama olsun,
karısının bu değişikliğe ihtiyacı vardı. Ne zaman hatıralarının ve gizli
umutlarının içine dalıp gitse, ona ihanet etmiş gibi bir utanma duygusu
yaşardı. Bu duyguyu yok etmek için de onun hoşuna gidecek bir şey yapardı her
zaman. Çiçek Pasajı’nın içinden geçti, neredeyse birbirine bitişik gibi
dizilmiş masalarda yemek yiyen insanlara baktı. Acaba o insanlar arasında
Rezzan da olabilir miydi? Yıllar önce
şoförlü kuyruklu bir Cadillac’ı olan bir genç kız, şimdi Çiçek Pasajı’ndaki
biraz mütevazı biraz da turistik öğle yemeğine gelir miydi acaba? Kim bilir?
Şimdi burası çok moda olmuştu; bazı geceler sosyete partileri bile
düzenleniyordu. Acaba Rezzan’da gelmiş miydi o partilere?
Kemal yıllar önce uzun süren üzüntü dolu
düşüncelerden sonra anlamıştı ki, Rezzan kendisinin ait olmadığı bir dünyanın
insanıydı ve o dünyaya yaklaşması onu kaybetmesine sebep olmuştu; keşke o siyah
arabayı hiç görmeseydi, keşke Rezzan’ı hiç
izlemeseydi, keşke onun kim olduğunu öğrenmeye kalkmasaydı, keşke, keşke... binlerce keşke vardı o son
günle ilgili ve çok merak ediyordu o keşkeler olmasaydı acaba bugün her şey
başka türlü olur muydu?
Gizli hayallerini,
zamanın değiştiremediği ama silikleştirdiği umudunu o günlük unutup öğle
yemeğini yemek üzere evine girdi. Çalmasına fırsat kalmadan kapıyı karısı açtı;
makyajını yapmış, saçına kendisine yakıştığına inandığı frapan bir şekil
vermiş, hava sıcak olmasına rağmen şişmanlamış kollarını kapatacak şekilde uzun
kollu bir elbise giymiş, yüzünde heyecanlı bir gülümsemeyle kendisini
bekliyordu.
“Nerede kaldın” diye
çıkıştı Kemal’e, sonra da hemen ilave etti, “Biliyor musun, yemeğe davet
edildik, hemen hazırlan veya böylece gel, Nurettin’ler bizi Limonlu Bahçe’de
bekliyorlar”
“Nereden çıktı bu
ani yemek de şimdi” diye söylendi Kemal, ama içten içe de çok sevindi, araba
kullanıp trafikle boğuşmasına gerek kalmadan karısını bir yere götürmüş
olacaktı. Limonlu Bahçe, Galatasaray’daki bir binanın bahçesindeydi ve
yürüyerek en geç on beş dakikada gidebilirlerdi. Karısı devam etti,
“Bugün Belma’nın
doğum günüymüş, Nurettin ona sürpriz bir brunch daveti hazırlıyormuş. Sen evden
çıkar çıkmaz aradılar. Ben de hemen koşup Belma için bir bluz satın aldım.
Tabii bizden daha başkaları da yemekte, hadi çabuk çıkalım, daha fazla
bekletmeyelim, zaten oldukça geç kaldık, yemeğe başlamışlardır bile”.
Kemal, saatine
baktı, saat bir buçuğa gelmişti, üstündekileri değiştirmeden gitmeye karar
verdi, çabucak evden çıktılar, kestirme olsun diye yine ara sokaklardan hızla
geçtiler, Galatasaray Lisesinin yanındaki yokuştan aşağı doğru yürüdüler,
sağdaki eski binalardan birine girip dik merdivenlerinden aşağı indiler. Meyve
ağaçları, tahta sandalyeler, masalar, yerlere serpiştirilmiş minderler,
hamaklar ve oturanları güneşten tam olarak koruyamayan şemsiyelerle dolu bir arka
bahçeye çıktılar. Sıkışık Beyoğlu evlerinin arasında bir sürprizdi bu bahçe.
Tüm masalar dolmuştu. Nurettin’leri görmek için ikisi de gözlerini kısıp
bakınırken yanlarına gelen garson onlara yardım etti, arkadaşlarının yanına
götürdü. Her arkadaş buluşmasında yapıldığı gibi, olduğundan daha içten
tavırlarla, daha neşeli, daha mutlu ve daha sevgi dolu görünmeye çalışarak
herkes birbirini kucakladı. Doğum günü için en iyi dilekler dilendi, sonra da
Belma, açık büfeye gidip yemeklerini bir an önce almalarını söyledi.
Kemal’in pek iştahı
yoktu o gün, nescafe tıkamıştı herhalde, üzerine bir tembellik çökmüştü.
Arkadaşları ile sohbeti sürdürdü, üst üste iki sigara içtikten sonra isteksizce
büfeye yemeğini almaya gitti. Neden iştahı kapanmıştı bilemiyor, tabağına hangi
yemeği alacağına karar veremiyordu.
Büfenin önünde
elinde tabak yemeklere bakıp oyalanırken, birden tüm bedeni taş kesilmiş gibi
oldu; koyu kırmızı uzun tırnaklı bir el gördü. Bu el, açık büfede sıralanmış
yemeklere doğru uzanmıştı; aynen yıllarca önce Bab Kafeterya’daki kırmızı
tırnaklı elin pizzaya uzanışı gibi. Bu seferki el, o zamanki gibi genç bir kız
eli değildi ama sanki tanıdığı bir eldi. Nefesini tuttu, dönüp elin
sahibinin yüzüne bakarsa, göreceği gerçeğe dayanamayacağını düşündü. Sabah
okuduğu kitaptaki gibi Beyoğlu perileri, ona oyun oynamaya mı karar vermişlerdi
acaba? Bir kaç saniye gözlerini kapalı tuttu, derin bir nefes aldı, sonra
bakışlarını yanındaki kadının yüzüne doğru döndürdü ve bir iki saniye içinde
kadının tüm hatlarını zihnine kazıdı. Kırk beş, elli yaşlarında, etli ve
muntazam dudaklarını aynen Rezzan’ın yaptığı gibi kıpkırmızı boyamış bir
kadındı bu. Rezzan gibi güzeldi ama sanki biraz farklıydı. Gözünde güneş
gözlüğü vardı, gözlerinin nasıl olduğunu görmeyi çok isterdi. Saçı ise siyah
değildi, koyu kumraldı. Boyalıydı tabi ki.
“Tanrım bu o olabilir
mi” diye düşünürken, Kemal’in heyecandan boğazına düğümler yerleşiyordu. Ağzı
kurumuştu, yutkunmaya çalıştı, başaramadı. Uzanıp açık büfede sıralanmış servis
tabaklarından elindeki tabağa ne aldığına bakmadan birkaç parça yemek koydu,
sakinleşmeye çalıştı, sonra bir adım geri çekilip kırmızı tırnaklı ve kırmızı
dudaklı kadına bir kez daha alıcı gözle bakmaya çalıştı. Siyah camlı gözlüklerinin
arkasından onun kendisine bakıp bakmadığı belli olmuyordu. Kadın, Kemal’in geri
çekilmesine ve kendisine öncelik tanımasına umursamaz bir rahatlıkla teşekkür
edip tabağına yemek almayı sürdürdü. Bu sırada kadının sesini duyunca Kemal’in
beyninde şimşekler çakmıştı; bu ses, bildiği, özlediği, duymanın hayalini
yıllardır kurduğu o sesti.
“Evet bu Rezzan’ın sesi”
diye düşündü, kalbinin deli gibi çarpması arasında. Ancak bunca yıldan sonra
yine de emin olamıyordu. Ne yapmalıydı? Konuşmalı mıydı? Peki ya o değilse? Ya
o ise? Yıllar boyu bu rastlantıyı beklerken, Rezzan’ı bir bakışta
tanıyamayacağını, onun değişmiş olabileceğini hiç düşünmemişti ki... Rezzan
hayallerinde ve umutlarında hep aynı görünüşte, hep aynı yaştaydı. Kendisi de,
o hayallere tutsak kaldıkça Rezzan’ı tanıdığı yaşta kalıyordu.
Şimdi önündeki,
kendisine sırtı dönük, elindeki tabağa yemek almaya çalışan kadınla konuşursa
ve o kadın gerçekten Rezzan ise, ne olacaktı? Hayalleri, umutları, Rezzan ve
kendisi, hep birlikte değişecekler, bulunduğu anın görsel ve duygusal
gerçeklerine otuz yıl öncesinden ani bir sıçrayış mı yapacaklardı?
Kemal,
elindeki tabakla büfeden bir adım geride kıpırdamadan durmayı sürdürüyordu.
Önündeki, kalçaları hafifçe çıkıntılı, bacakları da biraz kalınca kadına
bakıyordu. Oldukça kısa eteğinin altından görünen bacaklarının biçimi Rezzan’ın
bacaklarına benziyordu. Başının, omuzlarının biçimi de sanki hayalindeki
Rezzan’la aynıydı. Ama çok önemli bir fark vardı aralarında; bu yaşlanmaya
başlamış bir kadındı, elbisesinin altından omuzlarının bir genç kız omuzları
kadar yuvarlak olmadığını görebiliyordu; bu kadın, yıllardır hayallerinde
bıkmadan sakladığı genç Rezzan’la aynı insan olamazdı ki. Gerçekten bu
Rezzan’sa bile, artık onun geçmişteki Rezzan’ı değildi.
Kemal orada öğlece dururken, belki de
insanlara sunulmuş yegane mucizenin, hayallerdeki, özlemlerdeki ve umutlardaki
insanların hiç yaşlanmaması olduğunu anladı.
Peki bu kadın gerçekten
Rezzan’sa, bunca yıllık hayallerinden, hayalindeki rengarenk Rezzan’dan vaz mı
geçecekti? Bir tercih yapması gerekiyordu şimdi. Bu kadınla konuşursa, onun
gerçek Rezzan olduğunu öğrenirse, yıllardır zihninde canlı tuttuğu Rezzan’ın
gençlik görüntüsünden tabi ki vazgeçecek, bundan sonra buradaki biraz
yaşlanmış, biraz şişmanlamış Rezzan’ın yeni hayaline razı olacaktı.
Veya hiç sesini
çıkartmayıp, az ilerisinde yemek almayı sürdüren bu kadınla konuşmayıp, Rezzan
olup olmadığını hiç sorgulamayıp, yani buradaki gerçeği görmezden gelip, hayallerindeki
Rezzan’la yaşamayı sürdürecekti. Hemen kararını vermeliydi.
Koluna bir el
dokundu, karısı ile göz göze geldiler.
“Ne oldu Kemal, bir
kaç dakikadır olduğun yerde kala kaldın, seni merak ettim, bir fenalık geçirdin
sandım, iyi misin?” diye soruyordu karısı. Kemal, ilk defa görüyormuş gibi
şaşkınlıkla karısına baktı,
“İyiyim şimdi,
biraz başım döndü de, öylece durdum, hadi masaya gidelim” dedi ve karısının
yanı sıra yürümeye başlamadan önce son bir kez Rezzan’a bakmak için başını açık
büfeye doğru çevirince şaşkınlıkla yine olduğu yerde kala kaldı. Büfenin önü
bomboştu, bir kaç saniye önce orada gördüğü kadın yok olmuştu. Hızla, tüm
bahçeyi, tüm masaları, tüm sandalyeleri taradı gözleri. Ne büfenin çevresinde,
ne de bahçedeki herhangi bir yerde bugünkü veya yıllar önceki Rezzan’ı vardı.
Onu anımsatan tek bir kadın bile yoktu orada.
Kemal Rezzan'la ikinci kez karşılaştığında bütün vücudumun ürperdiğini hissettim. Hikaye örgüsüne bayıldım. Müthiş etkileyici, inanılmaz. Yüreğinize, kaleminize sağlık Puna Hanım. Saygı ve sevgiyle...
YanıtlaSil60. sokak öyküsü için yazdığım ‘’Mufassal kıssa başlarsın, garip efsane söylersin’’ yakıştırması bu öykü için daha da geçerli. Güzel bir kısa metrajlı film seyreder gibi okunuyor. Rezzan şoförlü siyah arabayla geçerken gözgöze geldiklerinde ilişki bitiyor ama öykü orada bitmiyor. İyi ki de öyle. Yazmaya devam Puna...
YanıtlaSilSağlıkla,
O
Çok teşekkür ederim. Yorumunuz benim için çok değerli.
Sil