Peyami /Selçuk Pehlivanlı

PEYAMİ

 

       O yaz başı emekli olmuştu. Artık yapmayı planladığı işleri için bolca zamanı vardı. Bunların başında kızının eğitimi geliyordu. Ders programında eksikliğini gördüğü pek çok yaşamsal bilgiyi ona aktarmaya koyulacaktı. Okulunda verilen eğitim-öğretimin yetersiz olduğuna inandığı eğitim yönünü desteklemeye çalışacaktı. Yılların yorgunluğu, kızı için yaptığı bu planların heyecanıyla azalmış gibiydi.

        Ailecek, şirin bir kıyı kasabasının yakınındaki yazlık evlerine gittiler. Eşi ve üniversite sınavlarına hazırlanan oğlu birkaç günlerini onlarla birlikte geçirip döndüler. Eşi ve oğluyla birlikte olamamak ne kadar canını sıkıyorsa, kızıyla baş başa uzun bir tatil geçireceğini bilmek de o denli mutlu ediyordu onu.

       Sabahları uyku mahmurluklarını denizde yüzerek atıyorlar, kahvaltıdan sonra sahilde ya da yazlıklarının hemen arkasındaki ormanda yürüyüşe çıkıyorlardı. Akıllarına gelen her konuda sohbet ediyor, fotoğraf çekiyor, kovalamaca oynuyorlardı. Sıcak bastırırken eve döndüklerinde; bahçe masa-larının üzeri, toplamaktan kendilerini alamadıkları doğal güzelliklerle dolup taşıyordu: Denizyıldızları, denizatları, midye kabukları, şeytan minareleri, kabukları denizde soyulmuş dallar ve kökler, renk renk çakıl taşları, kozalaklar, çeşit çeşit kuru otlar, ağaç mantarları…

       Yemek ve dinlenmeden sonra, topladıkları doğa harikalarının temizliğine  geçiyorlar ve onları nasıl değerlendirebilecekleri konusunda fikir geliştiriyorlar-dı. Bu malzemelerle o yaz neler üretmediler ki: Duvar panoları, aplikler, heykel-cikler, resim çerçeveleri…

       Kızında gelişmesini istediği konuların başında doğa ve çevre bilinci geli-yordu. El uğraşlarının kızının sanat yeteneğini geliştireceğini ve özgüvenini artıracağını düşünüyordu. Kızı da gördüklerinden, öğrendiklerinden ve ürettikle-rinden dolayı çok mutluydu. Kızını mutsuz eden tek şey, temizledikten sonra ku-ruması için güneşe serdiği denizatları ve denizyıldızlarının, gizlice beslediği kedilerce alınıp götürülmesiydi. Kızı bu duruma çok kızınca, “Ben onları bu kadar besleyeyim…” diye başladığı yakınmayı, “… bu kadar seveyim, sen onların yaptığına bak baba!” diye tamamlıyordu. Kendisinin, “Kedilerde mülki-yet duygusu olmadığı için, başkalarına ait şeyleri…” diye başladığı yorumuna hemen karşı çıkıyor, “Yaa, sen öyle zannet baba, önündeki yiyeceği almaya kalk da, gör bakalım neler olacağını!” diyordu. Belli ki bu konuda tatsız bir deneyimi olmuştu kızının. Ama yine de kedileri doyurmaktan geri kalmıyordu. Akşamları mangal başında onlara rahat vermeseler de, kızının kedileri beslemesine göz yumuyordu. Bu durum, hiç değilse, Bosnalı savaş açlarını, Afrikalı sömürge açlarını ve Türkiyeli deprem açlarını doyuracağım diye; televizyonun içini ekmek kırıntılarıyla doldurup, onu çalışamaz hale getirmesinden daha iyiydi. Bozulan televizyonu götürdüğü tamir servisi çalışanları, televizyonun arka kapağını açınca gördükleri manzaradan o denli etkilenmişlerdi ki, televizyonun başında kızıyla birlikte hatıra fotoğrafı çektirmişler, bir kopyasını da kızına vermişlerdi.

       Öyle sanıyordu ki, hatta sanmaktan öte biliyordu ki; kızının bu yardım-severlik, paylaşımcılık huyu kendi ninesinden kızına hoş bir kalıttı. Küçükken çoğu tatillerini yanında geçirdiği ninesi, akşamüstleri sokağı gören penceresinin önündeki sedire oturur; sokaktan geçenleri izler, aç olduğunu hissettiği kişiyi camı tıklatarak çağırırdı. Arka bahçeye bakan mutfağa geçip siniyi hazırlamaya koyulan ninesine yardım ederken, iki konuyu düşünmeye dalardı: Ninesi yoldan geçen yabancının aç olabileceğini nasıl anlıyordu, yiyecek dolu siniyi önüne koyduğunda hiç tanımadığı adamın tavrı ne olacaktı? O bunları düşünürken, ninesi hazırladığı siniyi eline tutuşturur ve tembihlerdi: “Siniyi bırak, bahçeye geç, boşalınca getirirsin.” Daha elinde siniyle merdivenlerden inerken, yaban-cının tavırlarından ninesinin seçiminde yine hiç yanılmadığını anlar; adamın teşekkürlerini ve dualarını biran önce ninesine iletmek için sabırsızlanırdı.

        Kızının gurur duyduğu paylaşımcılığına bir diyeceği yoktu. Onunla anlaşa-madığı tek konu, evde hayvan beslemek istemesiydi. Kedilerin tüy döktüğünü, köpeklerin koltuk yüzlerini yolduğunu, kuşların ortalığı batırdığını ne kadar an-latsa fayda etmiyordu. Bu konu açıldığında kızı, “Peki ya balık, balık ne yapar? Sakın etrafa su sıçratır deme, çünkü inanmam!” diye tepki gösterirdi. Ya evde bakacağı hayvan ölürse, bu durumu küçücük yüreğine nasıl kabul ettirebi-lecekti? Gerçi televizyon kanallarındaki ve gazetelerdeki pervasız ölüm haber-leri ve manzaralarıyla büyüyordu artık çocuklar, ancak yakınındaki bir ölüm olayı onda farklı tepkiler yaratabilirdi. Yoksa bu konuda gereğinden fazla mı duygusal davranıyordu?

        Bir öğleden sonra kızı, taşlığa bakan odasındaki yatağına, o da asma yap-raklarının gölgelediği taşlıktaki sedire uzanmış, kitap okuyorlardı. Ansızın kızı-

nın sesiyle irkildi:

        - Baba koş! Limon ağacının yaprağı kımıldıyor!

       - Olabilir kızım, yaprak büyüyordur… gibi bir yanıt verdiyse de, kızı;

        - Baba lütfen çabuk gel, bu başka bir şey! diye bağırdı.

        Gerçekten saksıdaki limon ağacının dallarından birinin yaprağı kımıldıyor-du. Yaklaştı, ince ve kıvrık bir yapraktan ayırt edilemeyecek bir böcekti bu.

        - Aaa, kızım bu bir peygamberdevesi!

        - Baba bunun neresi deve?

        - Hiçbir yeri, böceğin adı bu işte.

        - Bu bir böcek mi yani? Hiç bu kadar uzun böcek görmemiştim.

        İşaretparmağı uzunluğunda, limon yaprağı renginde, bedenine oranla küçük kafalı bir şeydi. O gün, gece yatana dek kızı bu böcekle ilgilendi:

        - Başını oynatıyor baba!

        - Kollarında dikenleri var, biliyor musun?

        - Başı da, gözleri de tıpkı uzaylılara benziyor baba!

        - Bu gece odamda uyuyabilir mi baba?

        Bu gidişle kızı peygamberdevesini sahiplenecekti, bir şeyler yapmalıydı:

        - Kızım, onun da kendisine ait bir yeri olabilir, artık gönderelim bence, di-yerek arkasına hafifçe dokundu.

        Peygamberdevesi önce başını çevirip arkasına baktı, sonra uzun kanatlarını iki yana açarak pencereden süzülüp karanlıkta kayboldu.

       - Ne yaptın baba! Hiç değilse bu gece bizde kalsaydı.

       - Gideceğini bilemedim kızım, dedi, keşke dokunmasaydım…

       Ertesi sabah kızının bağırtısıyla uyandı:

        - Koş baba koş, bak kim geldi! Hem de penceremi açar açmaz, beni bekli-

yormuş dışarıda.

       Kızı peygamberdevesinin geri gelmesine çok sevinmişti.

       - Baba bu ne yiyor biliyor musun?

       - Ne yiyor?

       - İnanmayacaksın ama, sinek yiyor.

       - Haydi canım!

       - Gerçekten! Tam önünde bir sinek uçuyordu, dikenli kollarını bir uzatıp çekti, iki kanadından birden yakaladı sineği. Bu müthiş bir avcı! Bak nasıl yiyor, asfaltları delen makine gibi sallıyor başını, inanılmaz!

       - Gerçekten çok ilginç bir böcekmiş bu.

        - Bak, bak, sineği yedi bitirdi, ama kanatlarını yemiyor. Şimdi kollarını te-

mizliyor bak. Babacığım ben buna böcek demek istemiyorum, ona bir ad koya-

lım, ne olur.

       - Onun adı var ya kızım, peygamberdevesi.

        - I-ıh, o ad hem çok uzun, hem de acayip. Ayrıca o ad onun cinsine veril-miş, kendi adı değil ki.

       Korktuğu başına gelmiş, kızı böceği sahiplenmeye başlamıştı bile. Ad koymanın ardından, “Ne olur bizimle kalsın” gelecekti.

        - Bak ne diyeceğim, ona bir ad koymadan önce istersen hakkında biraz bil-gi edinelim, ne dersin?

       O gün, kasabadaki halk kütüphanesine gidip araştırma yaptılar.

        - Eveet, peygamber, peygamberağacı, peygamberarpası, peygamberbalığı, peygamberçiçeği, hah buldum işte, peygamberdevesi!

       - Baba, peygamberin ne kadar çok hayvanı ve bitkisi varmış böyle!

       - Bak, burada yazdığına göre “peyam/peygam”, “haber getiren, haberci” demekmiş.

       - Yani bizimki bana bir haber mi getirdi şimdi?

        - Kim bilir, belki de. Bakalım şimdi; oynak başlı ve iri gözlüymüş, etçilmiş, avını gözetler, ancak kendisini belli etmezmiş…

       - Evet, bu bizimki işte.

       - …uçan böcekleri ve bazı küçük hayvanları yakalayarak yer, büyük ka-natlarını kullanarak uçar, güneşli yerleri sever…

       - Benim odamı bu yüzden çok seviyor işte.

        - Bak daha neler varmış; peygamberdikeni, peygamberkabuğu, peygamber-kılıcı, peygamberkuşu, peygamberöküzü…

        - Ben öküz filan istemem, benim devem var. Haydi, ona bir ad bulalım.

        Kütüphane dönüşü, kızının peygamberdevesi için adlar ürettiler. Sonunda, ikisinin de hoşuna giden bir tanesinde karar kıldılar: Peyami. Artık evlerinde bir Peyami’dir gidiyordu; Peyami aşağı, Peyami yukarı. Ad koyduktan sonra, kızı hemen annesine telefon etmiş, ona uzun uzun Peyami’den söz etmişti.

       Bir akşam yan komşularına geçmişlerdi. Sohbet uzayınca, kızı huzursuz-lanmaya ve “Haydi baba gidelim” demeye başlamıştı. Komşularının;

        - Ne güzel oturuyoruz yavrum, evde bekleyeniniz mi var? demesi üzerine, kızı;

       - Evet, Peyami bekler, dedi.

       - Peyami mi, o da kim? demeleri üzerine,

       - Bir akrabamız, diye yanıtladı.

        Kızı peygamberdevesini sahiplenmekle kalmamış, artık onu ev halkından birisi olarak kabullenmişti. Peyami’nin neden onlarla yaşamayı yeğlediğini de anlamışlardı. Bu sıcak iklim böceği, havalar serinleyince geceleri dışarıda üşü-müş, sonunda evlerinde sıcak bir ortam bulmuştu. Ayrıca dışarıda yiyecek bul-makta zorlanmış olmalıydı. Evlerindeki sineklerin hepsini yiyip tüketince, onun için sinek yakalamaya başladılar. Yakaladıkları sinekleri pencere kanadına bıra-kıyorlar, Peyami ise bir yolunu bulup avlıyor, afiyetle yiyordu. Önceleri sinek-lerden çok sıkılan ve “Tanrı bu sinekleri neden yaratmış, bilmem ki!” diye yakı-nan kızı, artık bu sorusunun hiç değilse bir yanıtını öğrenmişti. Peyami’den başka şeyler de öğrenmişti: Gereksinimi ölçüsünde tüketmeyi, her yemekten sonra temizlenmeyi, zamanlamanın ve atik davranmanın önemini...

        Tatilin sonuna gelmişlerdi. Havalar oldukça serinlemiş, Peyami’ye verecek sinek bulmaları zorlaşmıştı. Onlar da, evdeki sosis ve salamları incecik kıyarak, kürdanlara takıp Peyami’ye uzatıyorlardı. Peyami ise, bunları yemek için her defasında sallamalarını bekliyor, hareketi görünce hemen yakalayıp yiyordu.

        - Peyami kesinlikle uzaylıdır baba; baksana şu iri gözlerine, sivri çenesine. Çizgi filmlerdeki uzaylılardan hiç farkı yok. Üçgen kafalım benim!

       - Kızım biz de uzaylı sayılırız. Dünyamız uzayda değil mi?

        - Ama biz burada doğduk. O mutlaka uzaydan gelmiştir. Hiç bize benziyor mu? Kim bilir hangi yıldızdan uçup geldi buraya?

       O, kızının düş gücünü zayıflatmamak için;

       - Kim bilir? diye yanıtlıyordu.

       - Onun geldiği yıldıza gitmeyi çok isterdim baba…

       - Belki büyüyünce gidebilirsin.

        - Ne güzel olur. Hem Peyami oraları gezdirir bana. Değil mi Peyamiciğim, bir tanem benim!

        Kızı, yaptığı Peyami resimleriyle donattı odasını. Uçan Peyami, av bekle-yen Peyami, karnını doyuran Peyami…

       - Baba, Peyami artık beni tanıyor biliyor musun?

       - Öyle mi kızım, nasıl anladın?

        - Ben ne zaman yanına yaklaşsam, hemen başını çevirip bana bakıyor. Ah,

bir de konuşabilse…

       - Bu gidişle sen onu konuşturacaksın kızım.

       - Bana ne haberler getirdin uzaydan söyle bakalım, küçük şey…

       O sabah her günkünden erken kalkmıştı. Akşamüstü eşi ve oğlu gelecek, ailecek birkaç gün geçirecekler, sonra hep birlikte geri döneceklerdi. Peyami de onlarla gidecekti besbelli, şöyle içini gösteren güzel bir kutu bulması gerekirdi. Kahvaltıyı hazırlayıp, kızını uyandırmak üzere odasına gitti. Tam perdeyi açacakken, gördüğü manzara üzerine kızını uyandırmaktan vazgeçti: Peyami limon ağacının dibinde cansız yatıyordu…

       Yavaşça odadan çıktı. Kızına ne demeliydi? “Odanı havalandırmak için pencereyi açmamla, Peyami pırr diye…” Yok, bu hoş olmazdı. O zaman kızı, Peyami’nin de beslediği kediler gibi vefasız olduğunu düşünüp üzülecekti. Üzülmesin diye “Eee, hayvanlar böyledir işte kızım, bak atasözü bile var: ‘Besle kargayı, oysun gözünü’ derler” demeye kalksa, “Peyami karga değildi bir kere, o benim arkadaşımdı!” demeyecek miydi? Sonra da “Ya dedenin atına ne diye-ceksin bakalım? Deden vurulduğunda, atının onun öldüğü yerde günlerce bir şey yiyip içmeden gözyaşı döktüğünü sen anlatmamış mıydın bana? Sonra da üzüntüsünden ölmemiş miydi zavallı at?”

        Kızına hayvan sevgisi aşılamak için ona bu aile dramını anlatmış olduğuna pişman oldu. Yapacak bir şey yoktu, kızı ölümle tanışacaktı. Hem kendisi o yaşlarda iken kan davası denen ilkel hesaplaşma yüzünden sevgili dedesini yitirmemiş miydi? Eninde sonunda kızı ölümle tanışacaktı. Sessizce odadan çıktı.

       - Baba, babacığım koş çabuk! Peyami, Peyami ölmüş!

       Kızı saatlerce hıçkıra hıçkıra ağladı. Kızı ağladıkça, o da kendisini tuta-mıyor, gözleri sulanıyor, boğazı düğümleniyordu. Peyami’yi limon ağacının dibine gömmeye karar verdiler. Ancak kızı, annesine ve abisine ölü de olsa Peyami’yi göstermek istediği için gömme işini akşama ertelediler.

        Akşamüstü eşi ve oğlu geldiğinde; annesi, kızını kızarmış yüzü ve şişmiş gözleriyle görünce çok şaşırdı:

       - Ne oldu, birine bir şey mi oldu yoksa?

       - Peyami anneciğim, Peyami öldü!

       Annesinin;

       - Şu peygamberdevesi mi? diye sormasıyla, kızı;

       - Bir kere deve değildi o! diye ağlayarak odasına kapandı.

        Akşam yemeğinde kızı, Peyami’nin öyküsünü annesine ve abisine baştan sona anlattı. O, abisiyle Peyami’yi limon ağacının dibine nasıl gömdüklerini anlatırken, diğerleri uyuklamamak için kendilerini zor tutuyorlardı.

                                                          ***

       Ertesi yıl yazlıklarına gittiklerinde, oradan ayrılırken taşlığa çıkarttıkları limon ağacının ilk meyvesini verdiğini gördüler. Çok sevindikleri bu olayı,

       - Bak kızım, Peyami evrim geçirip limon oluyor, diye yorumlayarak onu güldürmeye çalıştı.

       Kızı ise gayet ciddi;

        - Hayır baba, yanılıyorsun. O düpedüz bir peygamberdevesiydi, benim sev-gimle evrim geçirip Peyami olmuştu, diye yanıtladı.

        O günden sonra kızı, evde hayvan besleme isteğini hiç dile getirmedi.

                                                              ***

       Yıllar içinde kızı bir üniversite öğrencisi oldu. Yatağının başucunda, bir yurtdışı gezisinden ona hediye getirdiği büyük bir peygamberdevesi resmi asılı. Bir Rönesans ressamının çizdiği; dönmüş, izleyenlere bakan bir peygamber-devesi bu. Resmin altında Lâtince adı olan ‘Mantis religosa’ yazıyor. Bu yazının hemen altında ise kızının ilkokul harfleriyle ‘Seni seviyorum PEYAMİ’ yazısı yer alıyor.

        Kızının Peyami’ye duyduğu sevgi aklına geldikçe, zaman zaman “Ya kızım karşısına çıkan Peyami adındaki biriyle evlenmeye kalkarsa?” diye düşün-mekten kendisini alamıyor. Bazen de “Ya evlenmek için uzaylıların gelmesini beklerse?” diye endişelendiği oluyor…

     

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuz okunduktan sonra yayınlanır. Yorumunuzun altına ad ve soyadınızı yazınız, Kimliği belirsiz yorumlar yayınlanmaz.

ÖNE ÇIKAN YAYIN

And They Died / Gün Gencer

  AND THEY DIED (THE ROAD TO GALLIPOLI) (ÇANAKKALE SAVAŞINA GİDEN YOL) A TRAGEDY IN THREE ACTS  (A Docu-drama with music written in memory o...