Arenada Cinayet / Sadık Mercangöz

 Hayvanın hayvanlığı adamı işinden etti


Tam bir kara mizah, ama daha anlayamadığımız bir sürü olay var ki bize kendimizi sorgulatıyor. İnternette şöyle bir haber vardı geçen gün:
.



Yandaki fotoğrafta “Matador Alvora Munera” bu dövüşten kısa süre sonra kariyerine son verme kararı aldı. Fotoğraftaki gösterinin son anlarına doğru gücünü yitiren ve başı dönen ve nefesi tükenen Alvaro ringin köşesine yıkıldı ve hareketsizce kaldı. Boğanın ona yaklaştığını görünce onun için korkulu sonun yaklaştığını tüm bedeninde hissetti. Ancak boğa ona hiç bir şey yapmadı. Savunma yapmayan adama karşı boğa öylece durdu ve ona bakarak bağırdı! Yarıştan sonra matador açıklamasında şöyle diyor:


“Boğa gözümün içine bakarak bağırdı, böyle, sadece bağırdı… Sırtına kılıçlar batırdığım hayvan bana zarar vermedi, istese beni oracıkta öldürebilirdi fakat sadece gözlerime bakıp bağırdı. Sanki haykırıyordu… Her hayvanda olduğu gibi onun gözlerinde de masumluk vardı. Ona neden bunu yaptığımı soruyordu sanki… Korkum, utanca dönüşmeye başlamıştı. Benim ona yaptığım gibi, bana savunmasızken zarar vermeyi tercih etmedi. O an yüreğimde adaletin hıçkırarak ağladığını işittim… Kendimi o gün dünyanın en vahşi mahluku gibi hissettim.”

Bilgisayar başında bu olağandışı resme bakarken, boğanın gözlerini aradım o siyah lekede ne düşünüyor diye,  Ama her şey simsiyahtı, bahtı karanın.  Aramaya devam ettim, nihayet bir siyah lekeye “göz budur” diye bakmaya başladım. Önceleri çekindim. Bir süre sonra o koca arenanın  içinde olduğumu canlandırdım beynimde, bir an geldi; sanki ben orada matadorla boğanın yanında bir yerlerdeydim ki, yerde kendi karaltımı gördüğümü söyleyebilirim. Gerçekten de oradaymışım  ki, arenanın gürültüsünü beynimin içinde duymaya başladım. Beni fark etti yarattık, gözlerini adamdan bir an alarak bana baktı ama bir an sadece, sonra yine ona döndü. Ben gözünün içine bakıyorum o koca açılmış sulanmış kara gözler adama  şaşkınlık ve dikkatle bakarken birden olanca gücüyle bağırdı boğa, o uğultu içinde bile onu duydum, irkildim. Harekete geçecek sandım hırsla, “adama atılacak, keskin parlak boynuzlarıyla dalacak” dedim ama yapmadı.

Gözünün içine bakmaya devam ettim, önce gözünün içinde kendi siluetimi gördüm ve parlak ve titrek gökyüzünü, ardından korkusunu ve heyecanını duydum yüreğimde. Çılgınca kalp atışları şimdi artık benim göğsümdeydi. Öyle bir an geldi, onun gözüyle görüyor oldum artık, karşımda yüzünü kapatmış, mahcup ve çaresiz adamı, arkasındaki kırmızı duvarı, dalga dalga koca arenayı. Yan tarafta ben, ayakları ayrık, kaçmaya hazır, ama merakla bana bakar buldum kendimi…

Bir an inme indi sandım hareketlerim dondu, beynim karıncalanır gibi oldu.

Koca bedenin her tarafından sinyal geliyordu beyinciğime, her sinyal beni zıplatıyor yerimden. O anda artık dört ayağım, bir kuyruğum, kocaman gözlerim, tıslayan soluğum, sivri bir çift boynuzum ve koca bir bedenim oldu benim.

“Bekle, bekle!” diyorum sabırsızlanan ayaklarıma.

Sırtımdaki tarifsiz acı her yerimi yakıyor, metal uç kürek kemiğimi çiziyor olmalı, acılar beynimi iğneliyor, her hareketimde. Silkeleyip atamıyorum onları kurtulamıyorum bu acıdan.

“Gevşeme sırt, dikleş! Titreme ayaklar, sıkı dur! Burada bu cehennemde bu uğuldayan canavarın önünde yorgunluğumu, bitkinliğimi gösterme o mahluklara, yere düşme önlerinde! Buradan ayaklarımın üstünde çıkacağım, ne idüğü belirsiz bir ip boynumda, yerde sürüklenerek değil”.

Hareket ettikçe sızlıyor yaralarım, sızıyor ılık, ılık, damla, damla yıllarca bedenimde taşıdığım kanım. Siyahi kıllarımın arasından geçip, istemeden düşüyorlar altımdaki toprağa. Bırakma beni diye usul çığlıklar atıyorlar bu çılgın gürültünün arasında ama ben duyuyorum, tekrar sızlıyor sırtım:

“Hareket etme” diyor bana.

“Yürü” diyorum “şu mahlûka doğru”.

“Hayır dur!” diyor içimdeki ben, her tarafımdan beynime gelen iğneler. Beynim kurtulmak için bu yaşadığı hücreden kaçacak bir delik, sığınacak bir liman arıyor, ama boşuna…

“Yürü ama  yavaş yürü!” diyorum, ayaklarım bir adım atıyorlar.

Önümde uzanan bir meydan vardı arenaya sevinçle fırlarken kurtulup karanlıktan. Gözlerim kamaşmıştı gün ışığından, uçsuz bucaksız bir çayır buldum sandım önümde.  Çıkmamla geriye dönüp bakmam bir oldu ama arkamda artık kaçabileceğim bir kapı yoktu.

Beni bilinmezliğin korkusu karşıladı anlamsız ve çılgın bir gürültüyle birlikte. Gürültü ama tarifi imkânsız. Kaçmak için bu tarifsiz gürültüden, koştum bir duvardan öbür duvara, bu uçsuz, bucaksız sandığım çayırda. Ama bir şeyler tersti, görmem bulanık, duymam imkansızdı. Başım döndü, karnıma bir ağrı girdi… Bu dinmek bilmeyen gürültüdendi bu heyecan ve bu korku. Koşuyorum oradan oraya, her tarafı çevirmiş iğrenç görünüşlü bir duvar, kendimi zor durduruyorum çarpmaktan. Bana garip hareketler yapan hayalleri kovalarken önüme çıkan ahşap perde duvara olanca gücümle kafa atıyorum. duvar yerinden sökülüyor ve arkasına saklanmış hayaller ortaya çıkıp koşarak kaçıyorlar. Gürültü arasında anlamsız kahkahalar, benim çaresizlik içinde yaptıklarım onları güldürüyordu. Benimse başım sızlıyor.

“Çıkmalıyım buradan, kaçmalıyım bu korkunç uğultudan bu delilerin arasından” diyorum kendime, “sessizliği bulmalıyım, kendimi dinlemeliyim.”

“Altta otsuz çiçeksiz bir toprak, ve o garip koku, vardı toprağa sinmiş. Kan kokusuydu bu”.

Çiftlikte büyüdüm ben. Bir gün anamın kan damlayan ağaca asılı bedeninden gelen o kokuyu koklamıştım.  Anamın bedeninin ten kokusuna karışmış kan kokusuydu bu bana kadar gelen, o mide bulandırıcı koku. Nerde koklarsam tanırım onu.

Şaşkın bakınırken etrafımda dönen dört ayaklı iki elli mahluklar peydahlandı. Onları takip ederken sırtımda ani bir acı, “hırt” dedi girdi iki küreğimin arasına, “hık” diyebildim sadece, nefesim kesildi. “Ama neden?” derken ona doğru saldırdım. O sırada yandan gelen bir diğeri yeni bir acı saldı bedenime. Havaya sıçrayıp bu sefer de ona saldırdım:

“Yakala onu! Bu kalın kafatasımın ve genç boynuzlarımın tadına bakmalı“ diyordum ayaklarıma, hırsla koşarken üstlerine doğru. Ama benden daha hızlı koşup ortadan kayboluyorlardı. O korkunç gürültü beni sersemletirken, görmeyen gözlerim ve sağır olan kulaklarımla hiçbir şey yapamadım etrafımda dolanan o gölgelere.  O çok güvendiğim boynuzlarım ve kocaman kaslı gövdem aciz kaldı.  Bir o tarafa bir bu tarafa koşuyorum, yakalamak için beni incitenleri ama nafile. Anlamsız bir kovalamaca bu. Ayaklarım titrer, burnumdan buhar çıkaran soluğumun sesini o kalabalığın çığlıkları arasında bile işitir oldum. Hırsımdan gözlerimden yaşlar geldi.

Soluyorum gürültüyle, tırnaklarım hırsla toprağın bağrını deliyor ama acizim, kimse benden çekinmiyor, korkmuyor, yüzlerinde vahşi bir gülümseme, deli bakışları gözlerinde, çubukları batırmak için birbiriyle yarışıyorlardı. Sonra bu garip adam çıktı ortaya tek başına benim aczimi, kendi cesaretini göstermek için elindeki mantosunu sallıyordu bana yaklaşarak, aniden saldırıyorum ama kıvrak hareketlerle, hayal önümden kayboluyor ve ben enayi bir boşluğa düşüyorum. Tekrar tekrar bu aptalca oyunu yaptık, şaşkınım, yorgunum  ortalığa anlamsızca bakıyorum, şimdi ne olacak diye. Ayaklarım artık belirgin bir şekilde titriyor sırtımdaki acıya alışmışım galiba, hissedemiyordum ki gözlerimin önünde hayaller belirdi yine bizim çiftliğe dönmüşüm diye.  Halbuki iki hafta önce beni bir başkası gelip, alıp buraya getirmişti.
“Bu işkence bitse de çayıra dönsem” diyorum  ama her yerde o çılgın bağırışlar o gürültü bitmiyor.

“Kurtulmak mümkün mü bu duvarlardan? Olmalı” diyorum

“Bir yerde bir sessizlik olmalı, orada kendimi dinlemeliyim. Duymalıyım iri ama nazik bedenimi.”

Her yer kan kokuyordu buraya geldiğimde, şimdiyse o korkulara karışan benim kanımı da kokluyorum. İstemesem de burnumdan içime sızıyordu.

“Gevşeme!” Dalga dalga üstüme geliyor arenanın duvarı.

“Sırt düz evet, ön ayaklar dik, yan yana düzgün dursun, arka ayaklar ayrık serbest duruş, kafayı dik tut, boynuzlar ileri doğru yatay duruş!”

“Karşımdaki mahlûku gözle! Ona doğru ilerle.. Devam et, devam et! Hoop ayaklar durun!.”

Adam başını eliyle örtmüş, parmaklarının arasından korkarak beni gözlüyor. Ona doğru bağırdım ama bağırmam istem dışı. Nedenini bilmeden yaşadıklarıma isyanımın işaretiydi. Adama bakıyorum. Sessizce beni seyrediyor. Tam o sırada yanımda bir gölge fark ettim ve böğrümde korkunç bir sızı beynime kadar uzandı, sıçrarken “yana dön” dedim bedenime, boynuzlarımı karaltının  üstüne doğru fırlattım koca kafamla beraber. Kocaman dört ayaklı çığlık atarak üstündekiyle beraber yere yuvarlandı, ayakları boşlukta tekmeler savururken ben onları seyrettim bir süre. Duvar dibindeki adam elini yüzünden çekti önce bana ve böğrümden sarkan kargıya, sonra da yerde debelenen ata baktı. Adamın ayağı atın altında kalmış o gürültünün içinde duyulmayan çığlıklar atıyordu. Karaltılar koşuştular atı ve adamı çektiler, bense bir adım bile atamadan.
Bir sıcak ıslaklığı sol ön bacağımda hissettim. Burnumdan akan kanımın ağzıma girdiğini, ağzımdaki sıcak tuzlu sıvı tadından anladım. Nefes alırken kaburgalarımın kırıkları içimde bir yerlere batıyor ama hava almam lazım, o zehir zemberek acının arasında daha fazla hava istiyorum. Daha fazla hava! Daha fazla! Ağrım sızım dayanılacak gibi değil, beynim neredeyse istifa edecek direnmekten, bırakıp beni gidecek.
"Ayık olmam lazım. Kendini koy verme," diye bir daha böğürdüm o muazzam gürültünün arasında. 

“Dayanın ayaklar, dik durum!” dememe rağmen ön ayaklarım halsiz korkunç bir titremeye kapılmış, gövdemin her yeri seğiriyor, titriyor ve sallanıyorduk hep birlikte. Ağzımı açtım, şişmiş dilimi yana çekip istemsiz bir çığlık bıraktım boşluğa doğru. Artık kim duyarsa. Gürültünün içinde kayboldu gitti. Adam ayağa kalktı elindeki örtüye gizlenmiş kılıcı bir tarafa attı yanıma geldi, bakıştık. Ön ayaklarım olduğu yere çöktüler, arkalar halâ ayakta. Gözlerim adamın gözlerinde duruyorum diz çökmüş vaziyette.

“Dik durun!” diye bağırıyorum ama bedenimde bir panik, dinlemiyorlar beni. Ben  ise kafamı yere koymamak, toprağa karışmamak için bütün gücümü kullanıyorum. Yavaşça oturdum son çare kanımın ıslaklığı içine, kokusu artık her yerimde ama başım dik, gözlerim açık görmek istiyorum son hamleyi. Ne olduğunu, neden olduğunu hâlâ anlayamıyorum.

Adam yavaşça arkasına döndü “Affet beni” diyerek yürüdü gitti ıslık sesleri arasında. Gürültü artık son haddinde, nedenini bilmediğim bir şeyleri kutluyorlar bu deliler.

Biraz sonra vinçli bir kamyonet karga tulumba şekilde yaralı hayvanı kasasına yatırdı, başı kamyonetin mazot kokan tabanında siyah gözleri halâ açık, kirpikleri henüz pıhtılaşmakta olan kanına bulanmış, tek gözüyle gök yüzündeki beyaz bulutlara bakıyordu. Boğa sonunda sükunet ve sessizliğin olduğu yeri görmüştü dünya gözüyle.

Adamlar hızla hayvanı kaptıkları gibi malûm yere ivedilikle ulaştırmak için kamyoneti süratle kapıya doğru sürdüler. O sırada hoparlörler uzun bağrışlarla sonraki güreşi takdim etmeye başlamıştı.




Sadık Mercangöz Ankara, 14 Aralık 2017
 

6 yorum:

  1. Olağanüstü duyarlılıkta bir anlatım Sadık’ınki.
    Arenanın karanlık antreposundan ışığa çıkınca gözleri kamaşmış, gürültüden / uğultudan şaşırıp bunalmış, zıpkınları mızrakları yemiş, matadorun pelerinine saldırmış da saldırmış, ölümün / öldürülmenin / hatta belki öldürmenin eşiğine gelip de binlerce seyreden önünde matadora insanlık dersi verdikten sonra kamyonun mazot kokulu kasasında taşınmış olan boğa değil de kendisiymiş gibi herşeyi an be an yaşıyor okur.
    İşte usta yazarlık.
    Sağol Sadık.

    O

    YanıtlaSil
  2. Ben de arada sırada okuyorum bu öyküyü. sonunu bilmeme rağmen hep geriliyorum. Bir tane daha buna benzer bir öyküm var. Teşvik edici sözlerinize teşekkür ederim.

    YanıtlaSil
  3. Kalp ritmim giderek hızlanarak okudum. Müthiş bir ustalıkla tüm duygular ve gerçekler aktarılmış. Kutluyorum. Her zaman boğanın tarafını tutan biri olarak bu hikayeyi unutmam kolay değil.

    YanıtlaSil
  4. Sevgili Sadık, son derece akıcı bir üslupla kaleme aldığın bu vahşet beni de boğa ile özdeşleştirdi. İnsanlığımdan utandım. Biz neden bu vahşete boğa güreşi diyoruz? Bunun adı İspanyolca'da bildiğim kadarı ile boğa öldürme sanatı denilirmiş. Sanatı aşağılayan bu vahşeti tüm varlığımla reddediyorum. Yazdığın bu öykü hepimize bir kere daha insanlığı sorgulama yolunu açtığı için teşekkür ederim.

    YanıtlaSil
  5. Sevgili kardeşim,
    Kavga nedir, önce öfke, sonra korku ama ilk şamar ya da yumruktan sonra öfke patlaması olur akıl baştan gider ama çırpınırsın karışındakini sindirmek, kaçırmak için. Ama beceremezsen dışarıdan biri gelsin de ayırsın diye, bir ümidin vardır yine de.

    Sen hiç linç edilen birini gördün mü? Darbe aldıkça aptallaşan korku dolu gözler toplananlardan merhamet umar bir süre, sonra ondan vazgeçer utançla karışık acıdan istemsiz hareketler yapar, kolları bacakları. Sonunda bırakır kendini teslim olur...
    Aslında boğa arenada kavga etmez, edemez şartlar eşit değildir. O orada linç edilir. Bu insan olanı utandırır, yürekten yaralar ama insanı.
    Benim Blogta "Mutsuz öykü" mü okudun mu? Tavsiye ederim. hoş bir sonu vardır.
    Ben sizlere teşekkür ederim asıl.

    YanıtlaSil

Yorumunuz okunduktan sonra yayınlanır. Yorumunuzun altına ad ve soyadınızı yazınız, Kimliği belirsiz yorumlar yayınlanmaz.

ÖNE ÇIKAN YAYIN

And They Died / Gün Gencer

  AND THEY DIED (THE ROAD TO GALLIPOLI) (ÇANAKKALE SAVAŞINA GİDEN YOL) A TRAGEDY IN THREE ACTS  (A Docu-drama with music written in memory o...