GÜLÜN ADI
Bristol 6/20. Bu yazılışı 8/21
Bir ön açıklama:
Yazının başlığını intihal (aşırma, çalıntı, araklama) sananlar
olabilir. Evet, toprağı bol olası can
dostum ünlü anlambilimci Umberto Eco aynı başlıkla bir roman yazdı benden 40 yıl önce, doğrudur. (Özgünü
İtalyanca, 1980. İngilizcesi 1983. Şadan
Karadeniz’in çevirisiyle Türkçesi 1986) Ne var ki diğer can dostum William Şık-İspirli
ağabeyim de Eco’nun ünlü romanına başlık
olan bu sözü ‘’Romeo ve Jülyet’’ yapıtında Umbertocuğumdan taa 400 yıl önce Jülyet’e söyletmişti. Kız Romeo’ya ‘’Ad
dediğin nedir ki? Gülün adı gül olmasaydı, yine de böyle güzel kokmaz mıydı?’’ der. (Perde 2 Sahne 2) Umberto
kitabın başlığını oradan aldı. Aramızda kalsın ama William ağabey kendisi Romeo-Jülyet’in konusunu zaten başka
bir şairin (Arthur Brooke’un)
kendisininkinden 30 yıl önce 1562’de yayımlanmış olan Romeus ve Juliet'in Trajik Öyküsü
adlı uzun şiirinden araklamıştı. Olay o kadarla kalmıyor. Kaynaklara göre
Arthur Brooke da kendi yazdığını bir Fransız yazardan, Fransız ise bir İtalyan yazardan intihal etmiş. Yani bu işler
bir hayli karışık aslında.
Madem intihal / araklama dedik,
o zaman şunları da ortaya dökelim: Umberto’nun Gülün Adı kitabında Jorge L. Borges’den Baba Dumas’ya,
Conan Doyle’dan Aristo’ya kadar kimlerden
ve nelerden ohhooo ne alıntılar, ne benzetmeler,
ne yollamalar, ne yürütmeler, ne çağrıştırmalar,
ne koşutluklar ve daha neler neler var. Saymakla bitmez. Dolayısıyla, eğri oturup doğru konuşursak: Eco lodosçu gibi oradan buradan bir yığın şey
toplamışken, kitabının başlığını gümbür
gümbür başkasından almışken, ya da Williamlar, Arthur Brookelar, ve diğerleri habire
birbirlerinden onu bunu araklamışken bunlar intihal olmuyor da benimki neden
olsun, söyler misiniz? Kaldı ki, Umberto’nun
romanıyla benim yazdığım arasında başlıktan
öte intihal denilecek başka benzerlik var mı? Yok. Jülyetle ikimiz kişilere takılıveren adların anlamından – daha doğrusu anlamsızlığından--
söz ediyoruz. Umberto ise anlambilimciliği dolaba asmış, sıradan bir cinayet öyküsü yazmış. Diyecek
şey kalmadı. Nokta.
Bu deneme ilk yazıldığında başlığı ‘’Ad Dediğin de Nedir ki?’’ idi. Aynen
Jülyet’in Romeo’ya dediği gibi. Sonradan
başka bir başlıkla da yazıldı.
Bence Gülün Adı Umbertonun kitabından çok bu
yazıya yakışıyor ama değerlendirme her zamanki gibi okurundur.
OÜ
Mübarizeddin koymuşlar adımı. Tanrı
aşkına, niye başka ad değil de Mübarizeddin? Babamın adı Erdinç. Anneminki İnci.
Ne güzel, çağdaş adlar. Söylemesi de kolay, yazması da. Benimki ne?
Mübarizeddin.
İnsan çocuğuna ad koyarken bir düşünür, değil mi? Bizim rahmetliler de düşünmüşlerdir.
Düşünmeden bu adı nereden bulsunlar? İyi de bula bula bu adı mı buldunuz kardeşim? Benim adımdan neler
çekeceğimi hiç mi hiç akıllarına getirmemişler, besbelli. Haa, meraklanıp ‘’ne çektin ki birader ?’’
diyeniniz olabilir. Anlatayım:
Önce bir sayın bakalım, adım kaç heceli?
Mü-ba-ri-zed-din. Beş hece, beş. Tastamam beş. Tek heceli Alp değil, Cem,
Tan, Gün değil, Mert, Dinç, Tunç değil. İki hecelilerden Ali, Veli, Akın,
Tekin, Metin, Çetin, Ömer, Tamer de değil. Üç heceli Murtaza bile değil yahu!
Peki, ne? Mübarizeddin. Ölününkörüiddin! Benimkinden başka beş heceli bir tanecik ad
var bildiğim: Karacaoğlan. O kadar.
Başka yok. Dilimizde son ekler olmasa beş heceli sözcük bile var denemez. Hiç
yok değil ama çok da değil. Olağanüstü
var, ama sayılmaz çünkü o
bileşik sözcük. Olağan + üstü. Sigortacılık var, o da son ekli. Sonuna ek almadan
sözcük olan Çekoslovakya var, tahterevalli var. Besbelli ki ikisi de başka dillerden alınma. Neyse, konuyu saptırmayayım. Konumuz benim adım.
Ben ne zaman adımdan söz etsem ‘’ay
ne güzel işte, değişik bir adın var. Beş heceyse beş hece, ne var bunda ?
’’ diyenler oluyor. Kibarlıktan elbet. Siz
de öyle düşünebilirsiniz ama kabul edin
ki Mübarizeddin sözcüğünü söylemek kimilerine zor geliyor. Başkasını bırak ben
kendim bile ilkokulu bitirinceye kadar adımı doğru dürüst söyleyemedim. Bazan
Müzaribeddin diyordum, bazan Müdaribezdin. Tutturamadığım zaman yarıda kesiyor,
baştan başlıyordum. İnsanlar da beni konuşma özürlü sanıyordu. ‘’Ah yavrum, zorlama kendini, zorlama güzelim’’ falan derdi komşu teyzeler.
Ağrıma gidiyordu yani.
Peki bu ad bizimkilerin aklına nereden gelmiş, biliyor musunuz? ‘Herhalde oturma organlarından uydurmuşlardır’ demeyin çünkü öyle değil. Bu körolası, bu
kahrolası, bu lanet olası ad tarihten geliyor. Evet, tarihten. Şimdi efendim, şöyle:
Anadolu Selçuklu İmparatorluğu’nda Mübarizeddin Ertokuş diye zallazort bir
devlet adamı var. (*) Hem de bayağı ünlü ve etkili.
Başarılı da. Dolayısıyla adama zallazort dememem gerekir aslında. Pardon. Adım yüzünden kızgınım da öyle
deyiverdim. Aslında bu Mübarizeddin
Ertokuş’un çok yararlı işleri var. Antalya, Alanya, Isparta ve dolaylarını
Selçukluların egemenliğine katmış, mektep,
medrese, kervansaray yaptırtmış, falan.
(**) İyi de bana ne? Onun zamanında
Mübarizeddin adı varmış ve yaygınmış. Kaynaklar öyle diyor. Olabilir. Şimdi var
mı? Benden başka Mübarizeddin biliyor
musunuz? Bilmiyorsunuz tabii. Neden? Yok artık öyle bir ad da ondan. Anlamı
da şey, ‘’din adına savaşan’’ demek. Ulan
benim dinle, savaşmakla ne ilgim var? Yapmayın
gözünüzü seveyim yahu!
Şimdi efendim, benim adımla derdim bu kadar olsa öpüp başıma koyacağım, ama ne gezer? Siz bir de soyadıma bakın bakalım. Sırası
geldi, bari onu da açıklayayım. Soyadımız var ya, ben doğmadan önce kısacıkmış. Üç harf, tek hece. Cim.
Dolayısıyla babam Erdinç Cim, annem İnci Cim oluyormuş. Ne var ki evlendikten bir süre sonra annem bu işten hoşlanmamaya başlamış.
Resmî yerlerde falan adları soyadları söylendiğinde annemin tanımadığı
adamlar kendisine İncicim, yani İnciciğim, kadınlar da babama Erdinçcim diyormuş
gibi geliyor, rahatsız oluyormuş. Kendine göre haklı herhalde. ‘’Erdinçcim, şu
soyadımızı değiştirelim’’ demiş. Babam da ‘’olur İncicim’’ demiş. Oturmuş, araştırmışlar.
Kayıtlara göre baba tarafından sülalemiz
Oğuz Boylarından Karakeçili aşiretine dayanıyormuş. Bugün bile Kırıkkale
taraflarında Kızılırmak üzerinde Karakeçili Köprüsü diye tarihi bir köprü var. Çeşnigir
Köprüsü diye de bilinir. Besbelli dediğim aşiretle ilgili. Soyadı uygulaması
başladığında nüfus müdürü benim Saffet dedeme ‘’kimlerdensiniz?’’ diye sormuş. Ona göre soyadı verecek. Dedem ‘’valla beyim biz Oğuzların
Karakeçiligillerindeniz’’ deyince adam
‘’o kadar uzun soyadı olmaz, uğraştırma beni, al sana Cim’’
demiş, kesmiş atmış. Bizimkiler
evlendikten sonra annem istedi diye babam gitmiş,
ailenin tarihteki ilintisini gerekçe gösterip soyadını mahkeme kararıyla
değiştirtmiş, Karakeçilioğullarıgiller yaptırmış, iyi mi?
Cim soyadımız olmuş Karakeçilioğullarıgiller. Ben doğunca da nüfusa o soyadıyla yazılmışım. Mübarizeddin Karakeçilioğullarıgiller. Toplam
on altı hece. Sayıyla 16. Çüş yani! Diyeceğim
şu ki adım çocukken de zordu, şimdi de öyle. Gerçi sonradan sonradan gördüm ki başkaları da kendi adlarından pek hoşnut
olmayabiliyor ama pek de aldırmıyorlar. Biraz rahatladım. Bakın nasıl:
Ben bir fabrikada kısım şefiyim. Kısımda
görevli bir bayan arkadaş var. Bütün
çalışanlar sizden iyi olmasın iyidir de bu arkadaşla daha iyi anlaşıyoruz gibi. Aramızda bir şey var sanmayın. Ad falan
bakımından diyorum yani. Kız hoşuma gitmiyor değil doğrusu ama o işi
karıştırmayalım. İşte bu arkadaşın sülalesi
dedesinin dedesinin dedesinden bu yana Manisalıymış. Hep biliriz ki Osmanlı döneminde Manisa
Saruhan sancağının merkeziymiş, şehzadeler burada eğitilirmiş. Ondan önce de
Saruhan Beyliği’nin yurduymuş kent. Yani önemli, tarihi bir yer. Bunun dışında
Manisa’nın üzümü ünlüdür, herkes bilir. Bir de, dostlar başından ırak, akıl
hastanesi var. O da ünlü. Söylenen o ki Bakırköy’de baş edilemeyen hastalar
Manisa’ya gönderilirmiş. Doğru olup olmadığını bilmek zor. Osmanlıların bile
burada taa ne zaman bir akıl hastanesi varmış. Bîmarhane deniyormuş. Diyeceğim
şu ki, bu kadar eski, bu kadar tarihi bir yerde bu kadar köklüymüş arkadaşımın
ailesi.
1934 yılında soyadı yasası çıktığında dedesi sağmış. Şimdi düşünün: Taa Saruhan Beyliği zamanından
beri kuşaklar boyu Manisalı olan bir adam soyadı düzenlemesi konunca ne yapar ?
Ailenin geçmişine bağlı bir soyadı alması
beklenir, değil mi? Konu komşu hısım akraba da hep
dedesinin mutlaka Saruhan soyadını
alacağını sanıyormuş ama adam ne soyadı
almış dersiniz? Ceyhan! Haydaa!... Yahu
soy sop Manisalısın, kentin eski adı Saruhan, onu alsana. Nüfustakiler de tanıyormuş,
onlar bile ‘Saruhan yazalım bey amca’ falan
demişler ama ne fayda? Adam hayatında Adana’yı
görmüş değil, gitmiş Ceyhan soyadını almış. Tanıyan kim varsa ‘’yahu nerden çıktı bu Ceyhan?’’ demişler ama
almış işte. Açıklama maçıklama hak getire, yok. Esmiş adamın aklına bir kere.
İş o kadarla kalsa iyi ama kalmamış... Arkadaşım doğduğunda dedesi kızın
adı ille de Ayhan olacak diye tutturmuş. ''Aa, ayol o kız ismi değil ki''
diyenlere ''tamam, iki isim verin o zaman.
Öbür ismi Beyhan olsun. Beyhan kız ismi'' demiş. Bakmışlar ki ihtiyarın
inattan kalbi duracak, arkadaşımın annesi
babası mecburen kabullenmiş. Olmuş kızın adı Ayhan Beyhan
Ceyhan. Arkadaşım evli değil, o yüzden bugün de adı öyle. Adına mektup, resmi
yazışma falan gelirse zarfın üstünde
Sayın Bayan Ayhan Beyhan Ceyhan yazıyor. İşyerinde
bizler alıştık alışmasına, kendisine
kısaca Abece deyip geçiyoruz da ilk kez
görenler, duyanlar genellikle kıkırdamadan
edemiyorlar.
İki yıl sonra arkadaşımın kızkardeşi doğduğunda isim konusunda gene aynı
şey olmuş mu sana? Dedesi o zaman da ''kızın adı Seyhan olacak'' diye tutturmuş. Aile bu kez de
''iyi ama o da kız ismi değil'' diye tavır koyunca dede ''tamam, tamam, peki,
bir adını da Reyhan koyarız'' diye kesmiş atmış. Arkadaşım ‘’kardeşime de posta
Sayın Bayan Seyhan Reyhan Ceyhan diye geliyor ama benimki hiç
olmazsa alfabetik sırada, ABC‘’ der, şirin şirin güler. Ne yapsın ki ? Aslında onlarınki benimki kadar olmayacak
adlar değil. Tersine, dikkat çekiyor, akılda kalıyor falan. Sırası geldi, size bir örnek daha vereyim.
Benim ilkokulu birlikte okuduğum bir arkadaşım var. Adı Sultan. Yıllar
sonra tekrar rastlaştık. Öğretmen olmuş, görev yaptığı okulda Mehmet adında bir
başka öğretmenle anlaşmış. Söz kesilmiş, nişan, nikah, düğün dernek.. Derken ertesi yıl nurtopu gibi bir oğulları
olmuş. Çocuk 29 Mayıs günü doğdu diye
adını Fatih koymuşlar. Üçünün adını küçükten büyüğe yaş sırasına dizip
sıralarsan Fatih Sultan Mehmet oluyor. İlginç
mi değil mi siz karar verin artık.
Ben bir gün gene adımdan yakınırken Burhan
Üstüner diye bir arkadaşım bana ‘’oğlum sen adının öyle olduğuna şükür et,
benimki gibi olsa ne yapardın?’’ dedi. Efendim, onun ilk adının son iki
harfiyle soyadının ilk iki harfini yanyana yazarsan afedersiniz anüs oluyormuş. Bu kadarı da fazla ama. Deli
mi ne?
Yani diyeceğim şu ki etrafa bakınca belki de benim adımdan o kadar da
gocunmamam gerekir ama ben
adımı değiştirmeyi epeydir aklıma
koymuştum. Hatta kendime şöyle tek
heceli, kolay molay birkaç ad bulmuştum
bile. Önce Cenk gelmişti aklıma ama çarpışma, çatışma,
savaş mavaş çağrıştırıyor. Ha Mübarizeddin, ha Cenk. Olmaz. I-ıh. Berk daha iyi.
Hem tek heceli hem de sağlam, güvenilir, güçlü falan demek. Cem adını da çok
düşündüm, iyi olurdu ama soyadımı da eskiden olduğu gibi Cim yaptırayım
diyordum. O zaman adımın tümü Cem Cim olacak. Millet dalga geçer cimcime falan
der. Caydım. Berk adını arkadaşım Ayhan hanıma açtım. O da diğer çalışanlara
söylemiş. Hepsi birden gelip ‘’kusura
bakmayın Müzaribeddin Bey ama koskoca kısım şefimize Berk
Bey Merk Bey demek bize zor gelir, biz
size Müdaribezdin Bey demeye
çok alıştık, Münarizebdin’den başka şey diyemeyiz,
olmaz’’ diye tavır koydular. ‘’Ne demek Mübaridezdin, Münidizaribed, Müzerrabidin ‘lan? Benim adım
Mübarizeddin!’’ diye bir bağırmışım, fabrikada ampuller sallandı. ‘’Tabii ya,
işte budur’’ dediler hep bir ağızdan. ‘’Bak ne güzel adınız var. Öyle yeni moda adlar size yakışmaz’’. Ben de hepten
vaz geçtim anasını satayım. Zaten hani o İngiliz şey var ya, şairmiş galiba,
adam demiş ki ‘’Ad dediğin nedir ki?
Gülün adı ne olursa olsun gül, güldür, mis
gibi kokar.’’ İşte bu kadar.
Yalnız,
koku deyince bir şey daha var. Tamam, Mübarizeddin kalsın kalmasına ama şu Karakeçilişeyini ne
yapacağız? Keçiler pek iyi kokmaz derler.
En iyisi Şikespor, ay pardon, Şikespir,
yok o da değil, neydi adamın adı yahu? Şeyh Zübeyr olamaz. Daha neler? Şekispir galiba. Evet, Şekispir. O ne derse desin, ben yine de gül
mül türevli bir soyadı alayım, değil mi? Goncagüloğullarıgiller nasıl? Fena değil ha? Evet
evet, bayağı iyi. Mübarizeddin
Goncagüloğullarıgiller.
Hiç
olmazsa on altı değil sadece on dört hece. İki
hece iki hecedir. Neyse, biraz daha
düşüneyim bakayım.
***
--------------------
(*) https://www.tarihbilimi.gen.tr/mubarizeddin-atabey-ertokus-kimdir/
(**) http://w3.sdu.edu.tr/SDU_Files/kitaplar/ertokus-kervansarayi.pdf
Hocanın güzel yazılarından biri daha. Bu kez ön açıklama mı daha ilginç, yazının kendi mi kararsızım ama başlık gerçekten yakışmış. Teşekkürler Hocam.
YanıtlaSilSağol Adsız,
YanıtlaSilBen de zaten o değerlendirmeyi okurlara bırakmıştım.
Teşekkür ederim...
OÜ
Ama bu bitmemiş yarım kalmış...Şimdi moda ya, filimler,romanlar, hikayeler yarım bırakılıyor, sonunu dinleyiciye, okuyucuya, seyirciye filan bırakıyoruz diyorlar.. İyi.. Tamam ama sen bize bırakmamışsın, biraz düşüneyim demişsin.. Neyse, ben heyecanla bekliyorum, bakalım ne olacak sonunda... Çok gecikme..
YanıtlaSilSelamlar
Mehmet Hamuroğlu
Sayın Hamuroğlu,
YanıtlaSilYazarın izniyle yorumunuza ben yanıt veriyorum.
Adım meğerse Üstünkök’ün yazdığı gibi değilmiş. Nüfus kütüğünde adım Mübarizeddinlerullah Karakeçisürülerinikırkanoğullarıgiller olarak kayıtlı.
Ben de gittim, iyice kısattım. Dört heceye indirdim. Şimdi kendimi Alman gibi hissediyorum.
Saygı ve sevgilerimle,
Müller Giller
Sayın Müller Bey
YanıtlaSilOhhhşşş... Rahatlattınız herkesi ....
Çok iyi yaptınız... Hayırlı olsun..