Ferhan Teyze
Ne zaman “kader”le ilgili
konuşmalar duysam, aklıma Ferhan teyze gelir; ne zaman Ferhan teyzeyi
hatırlasam, gözümün önüne önce 1960’lı yılların Ankara’sı ve sonra Keçiören
semtindeki evleri gelir. Tanıdığım ilk günden bu yana diğer insanlardan farklı
olduğunu gördüğüm için Ferhan Teyze hep ilgimi çekmiştir.
Kişiliğinin temel özelliğini
şöyle tanımlayabilirim; başına geleceğinden korktuğu olayların sinyallerini
önsezileriyle çok önceden görebildiğini sanan, bu sinyalleri günlük olayların
içine hayal gücüyle yerleştirip, aynı zamanda zihninde somutlaştıran, sonra da
bunların tetiklediği yeni endişelerle kesintisiz bir mücadele ortamı yaratan
bir insan.
Kuşkusuz o da çoğumuz gibi, zekası ve ön sezileriyle kaderini kontrol
edeceğine inanırdı. Ona göre kaderi, ondan habersiz gelişen bir olgu
olmamalıydı ama ne yazık ki, yetişme tarzı, davranış kalıpları, düşünceleri,
tutkuları, endişeleri, ihtirasları, sevgisi, nefreti, zekası, becerileri,
becerisizlikleri ve bilinçaltı özlemleriyle, korktuğu kaderine doğru dönüşü
olmayan bir yolculuğa çoktan çıkmıştı ve tabii bunun farkında da değildi.
İnsanların, düşünceleri, inançları, zekaları ve kişilik özellikleriyle,
hayat yollarını bizzat kendilerinin çizdiğini siz de kabul ediyorsunuz değil
mi? Yoksa etmiyor musunuz? Ben inanıyorum ki insanlar, kişiliklerine uyan
isteklerine eninde sonunda nasıl kavuşuyorsa, yine kişilikleri doğrultusunda
şuur altına gizledikleri temel korkuları yüzünden korktukları daha başka
şeylerle de mutlaka karşılaşıyorlar. Sanki korkuları, şuur altında uykuya
yatmış bir özlem; ara sıra uyanıp şuur üstündeki düşüncelere, duygulara,
davranışlara, kendi kucağına atlamaları için bir kamçı şaklatıyor. Elleri,
seçimleri olmayan olayların zincirleriyle bağlanmış olsa da, zincirlerini kırıp
kırmama seçimi onların bilinçaltı korkularına bağlı; sanki o insanlar bir çeşit
içgüdü ile bilinçaltı korkularına teslim oluyor, sonra da kaderlerinin kurbanı
olduklarını söylüyorlar. Bu insanlar görünürde korkuları ile mücadele eden,
kaderlerini kontrol ettiğini sanan insanlar. Ancak onlar, başlarına gelmesinden
korktukları olaylarla mücadeleyi o derece önemli bir amaç haline getiriyor,
korkularını o kadar çok düşünüyorlar ki, sonunda korkuları ile yaşamaya tutkun,
hatta korkmaktan zevk alan insanlar haline geliyorlar. Her an korktukları
kaderlerinden bahsetmek istiyorlar; düşünmeyi ve konuşmayı en çok sevdikleri
konu korktukları oluyor ve sonunda korkuları onları yönetiyor, yani kaderlerini
çiziyor.
Evet, kaderinden korkan bir insanla karşılaştığımda
hemen aklıma gelen Ferhan teyzeyi ve onu ilk kez gördüğüm yer olan
Keçiören’deki bağ evini hatırlarım.
Ankara’nın, çoğunlukla yüksekliği iki
katı geçmeyen evlerden, çok az sayıda dört katlı apartmanlardan ve neredeyse bu
apartmanların sıralandığı iki ana bulvar ve çevresindeki sokaklardan oluştuğu
yıllarda, biraz daha uzaklarda Etlik, Keçiören, Dikmen, Kavaklıdere gibi
bağların ve bahçelerin ağırlıkta olduğu semtler de vardı. Ferhan teyzenin bağ
evi Keçiören’deydi. Keçiören ise Ankara’nın merkezinden yürüyerek değil de
ancak otobüsle ulaşılacak kadar kopuk bir yerleşmeydi. Evi, Cumhuriyet öncesi
Ankara bağ evlerinin çoğu gibi bağdadi sıvalıydı. Ağaç direkler üzerine
çakılmış çıtalara veya kamışlara sıva vurularak yapılan bir inşaat yöntemiydi bu.
Çoğu insanın modernleşmeyi eskinin izlerini yok etmek sandığı o yıllarda Ferhan
teyzenin evi gibi olan diğer evlerin geleneksel mimarinin özelliğini taşımasına
çoğu kimse önem vermiyordu. Eline malayı alan, bu güzelim evlerin bağdadi
dokusunu bir kat daha sıvamakta, mazeret olarak da soğuğun içeri girmesine
engel olduğunu söylemekteydi.
Bağ evleri, birbirinden
oldukça uzakta, sanki ortaya çıkmaya utanıyormuş da ağaçlar arkasına
gizleniyormuş gibi, alçak gönüllü bir güzellik sunarlardı çevresine. Ben, o bağ
evlerini, başlarına beyaz yemeni bağlamış, çekingen, nefesinde elma kokusu olan
yaşlı kadınlara benzetirdim. Evlerin neredeyse tümü geniş meyve bahçeleri
içinde birbirinin soluğunu duymayacak kadar uzakta yapılmıştı; hepsi de, ister
bakımlı, ister pejmürde, ister sıvanarak çirkinleşmiş olsun, şehir içi
evlerinden çok farklı ortak bir kokuya sahipti; biraz nem, biraz küf, çok az da
yoksulluk... Ama görmüş, geçirmiş bir yoksulluk kokusu... Ayrıca bu evlerin
içinde, taşların serin kokusu ile eskimiş tahta kokusu da birbirine karışmıştı.
Tahta kokusu daha çok bilinir de, taş kokusuna çoğu insan dikkat etmez. Bu
koku, giriş holleri geniş taşlar döşenmiş evlerde, evler eskimeye yüz tutunca
ortaya çıkar ve içeri girene sanki “Çıplak ayakla basmayın, ben oldukça
serinim” derdi. Yaz boyunca dışarıdaki kuru sıcak, ne kadar uğraşırsa uğraşsın
giriş holleri taşlarının serin nefesini ısıtamazdı..
İşte Ferhan teyzenin evi de
böyle bir bağ eviydi; görmüş geçirmiş,biraz yoksullaşmış, serin taş kokulu, biraz
hırpani görünüşlü ama vakur. Evin içi, özensiz döşenmişti. Ferhan teyze ve
kocası devlet memuruydu; bağ evini, Ankara’ya tayin olduktan sonra almışlar,
atmaya kıyamadıkları ama kışlık evlerinde de tutmayı istemedikleri eski
eşyalarla döşemişlerdi. Ev, belki bu yüzden hırpani görünüyordu. Galiba biraz
da temiz değildi. Aslında Ferhan teyze de biraz hırpaniydi ve pek temiz
sayılmazdı. Mesela saçları her zaman biraz dağınık ve biraz yağlıydı. Yaz
günleri giydiği emprime desenli elbiseleri de sanki şişmanlık günlerinden
kalmış gibi hep bol gelirdi üzerine. Ortadan kısa boylu, esmer bir kadındı.
Güzel denemezdi ama iri, kapkara gözleri ve çıkık elmacık kemikleri ile çekici
bir tarafı vardı. Konuşmaya başladığı zaman insan gözünü ondan alamazdı.
Ferhan teyzeyle ilgili, dizi filme
benzeyen anılarım, bağ evinde onu tanıdığım o çok sıcak yaz günü öğle yemeği
sonrasında oturma odasındaki rahatsız koltuklarda bir süre uyukladıktan sonra,
ikindi serinliği çökünce meyve ağaçları arasında yürüyüşe çıkmamızla başlar.
Ferhan Teyze annemin arkadaşıydı. O gün bizden başka öğle yemeğine gelmiş üç
arkadaşı ile hep birlikte yürürken, Ferhan teyze aniden kocasıyla olan
ilişkilerini anlatmaya başlamıştı. Hala çok iyi hatırlıyorum, üzerinde
yürüdüğümüz toprak kupkuruydu, bahçe ilaçlanmamıştı; (acaba o yıllarda bahçeler
ilaçlamıyor muydu?) dolayısıyla uçuşan pek çok böcek vardı, yüzümüze sinekler
konuyordu. Bir yandan Ferhan teyzeyi dinliyor, diğer yandan sürekli ellerimizi
sallayarak sinekleri kovalıyorduk; ağustos böcekleri kesintisiz ötüyordu ve
Ferhan teyze durmadan anlatıyordu.
Kocalar hakkında anlatılanlar çoğunlukla dinleyenler için ilginç olur
ama o gün benim için ilginç olan kocasıyla ilgili anlattıklarından çok,
kadınların kocalarına karşı kesintisiz bir savaş vermesi gerektiğini
söylemesiydi. Acaba neden kocalarla savaşmalıydık? Ferhan teyze, doğal öğretmen
tavrıyla bize kocalarımızla savaşmazsak ezileceğimizi ve savaşmanın yollarını
anlatmaya çalışıyordu. Biz dinledikçe, kendi fikirlerine olan inancı artıyor, giderek
dozu yükselen bir heyecanla anlatmayı sürdürüyordu.
O gün ve daha sonra yıllar
boyunca pek çok kez kocasını, evlilik hayatını, bu hayattaki karşılıklı
davranışların nasıl olduğunu, nasıl olması gerektiğini, her gün yeni bir savaşa
nasıl başladığını dinlemiş, dinledikçe de Ferhan teyzenin gerçek bir sebep
yokken başlattığı bu savaşın hayali gerekçelerini öğrenmeye başlamıştım.
Kocasının, klasik evlilik anlayışa göre görünürde kötü veya
yanlış bir şey yaptığı yoktu. Eli yüzü düzgün, oldukça entelektüel ve sanat
ruhu olan bir insandı. İçkisi, kumarı olmadığı gibi, ne çapkınlığı vardı, ne de
karısına veya kızına karşı haşin bir tutumu. Aldığı maaşını olduğu gibi getirir
karısının eline teslim eder, sonra da yol parası için cep harçlığı istemek zorunda
kalırdı. Tabii söylememe gerek yok, sigara veya arada bir arkadaşlarıyla
dışarıda yemek için bir harcama yapması hoş görülmeyeceği için, zaten yol
parası dışında para istemeyi de aklına getirmezdi. Yine de Ferhan teyze,
kocasına karşı çoktan elde etmiş olduğu haklarını koruma savaşı vermeyi
istiyordu, çünkü her ailede böyle bir savaşın olmasını ve sürmesini prensip
olarak gerekli görüyordu. O gün değilse bile gelecekte herhangi bir gün kocası
tarafından ezilme ihtimaline karşı hazırda bin bir kurnazlık dolu planı ve
savaş taktiği vardı. Kocasına karşı yapmaya sürekli hazır olduğu savaşın temel
sebebi ise “kendini ezdirmemek”ti.
Bu durum, o güne kadar hiç
duymadığım aile içindeki kadın hakları mücadelesinin sanırım ilk
örneklerindendi. Ferhan teyze, “erkekler kadınlara daima haksızlık yapar ve
mutlaka bir gün kazık atar” ön fikri ile kendini, kendi savaşının komutanı ilan
etmiş, barış fikrini ise peşinen reddetmişti. Savaşını kazanabilmek için gerekli gördüğü en önemli strateji kocasını
pısırıklaştırmaktı. Kocası, kendisine danışmadan ne bir karar almalı, ne de
eyleme geçmeliydi. Alınmaması gereken kararlar ve eylemler, pazardan kavun mu
yoksa karpuz mu alınacağından, evdeki badananın rengine veya hangi koltukta
kimin oturacağından, hangi gazetenin okunacağına, hangi akrabalarla
görüşüleceğine kadar uzayan geniş bir yelpaze içinde sıralanıyordu.
Ferhan teyzenin endişelerini
ve savaş taktiklerini dinledikçe başka kadınların kocalarıyla ilişkilerini de
merak etmeye başlamıştım. Ancak çevremdeki diğer insanlarda, ortada sebep
yokken erkekler tarafından ezilme kaygısını hiç gözlemlemiyordum. Gördüğüm
kadarıyla, insanlar erkekler tarafından eziliyorsa, ya susup oturuyorlar, ya da
imkanları varsa isyan edip çekip gidiyorlardı. Ayrıca ortada ezen bir erkek
yokken, neden ezilmeme mücadelesi vermek gerektiğini anlamak kolay değildi; ama
çok eğlenceliydi doğrusu. Ferhan teyzenin o yıllarda henüz adı konmamış olan bu
kadın hakları mücadelesini yapması bana çok ilginç geliyordu; ancak
kaygılarının gerçek olduğuna inanmadığım için düşüncelerinin pek etkisi altında
kalmıyordum.
Oysa Ferhan Teyze için karı- koca ilişkisi,
ortada bir sebep yokken de kaygı gerektirmeliydi; evlilik, kaygının ta
kendisiydi zaten; bu somut gerçek ise savaş gerektirirdi; o zaman tabii ki
savaşacaktı. Örneğin bir gün kocasının akrabaları yatıya gelecek olsa, günler
öncesinden bir kaygı bulutuna dalardı. Bu ziyaret, kesin olarak kendi yaşam
alanına tecavüzdü. Örneğin, kocasının akrabalarına evini açarsa, (“evini açmak”
tabiri ona aitti ve demek ki evi kocasının akrabalarına kapalıydı) erkeğin
egemenliğine teslimiyeti kabullenmiş olacaktı. O, hangi şartlarda olursa olsun,
erkeğe teslim olmayı başına gelebilecek en hazin durum sayardı. Kadın,
fikirlerin etkilenmesi açısından olsun, parası veya malı açısından olsun veya
bedeni açısından olsun, kendini daima erkekten korumalıydı; kendini asla
erkeğin isteklerine, düşüncelerine, inanışlarına teslim etmemeliydi.
Şüpheciliği sanırım sadece erkeklere
karşı değildi Ferhan teyzenin. Kişilik yapısı temelde şüpheciydi, çünkü en
yakın olduğumuz kişiye bile hiç bir zaman güvenmememiz gerektiğini sürekli
tekrarlardı. Zaman içinde geçmiş hayatıyla ilgili anlattıklarını
değerlendirdikçe, diğer insanlarla olan tüm ilişkilerinde de güvensizliği zaten
görünüyordu. Tabii esas güvensizliği kocasına karşıydı, çünkü kocası her şeyden
önce bir erkekti, ancak kızına da güvenmezdi. Canından daha çok sevdiğini
söylediği kızı, yine söylediğine göre hayatında kan bağı olan tek insandı ama
ona da güvenmemeliydi, ne de olsa o da bir insandı.
Ferhan Teyzenin davranışlarının bir başka
ilginç tarafı, güvenmediği insanları hayatından uzak tutacağı yerde, onlarla
bir arada kalmak için özel çaba harcaması,
onlara karşı sürekli mücadele taktikleri geliştirmesi, bu arada
kendisinin aldatılamaz, kandırılamaz kişi olduğunu kanıtlamaya çalışmasıydı.
Aslında yarattığı bu mücadele ortamında basbayağı renkli günler geçiriyordu.
Belki de kandırılmayı beklediği insanlarla çevrili olmak, onlarla mücadele
etmek ve bu mücadeleden zaferle çıktığını görmek hayatının tutkulu tek
oyunuydu.
Ferhan teyze öğretmendi.
Ankara’da o yıllarda (60’lı yılların başı) öğretmenler, kesinlikle kazandıkları
parayla şimdiki öğretmenlerin hayat standardına göre daha iyi yaşayabiliyorlardı.
Mesela, bir öğretmen, iyi bir semtte geniş, mutfağı ve banyosu çağdaş bir
apartman katı tutabilirdi. Nitekim Ferhan teyzelerin de Keçiören evinden başka
Ankara’nın merkezinde geniş bir apartman katları vardı. Eminim ki pek çok kişi
bu daireyi gördüğü zaman şaşırmıştır. Alışılmışın dışında büyük bir salonu
vardı bu dairenin, salonun bir tarafında da tam kuyruklu siyah bir piyano...
Tam kuyruklu piyanonun ebadını ve salonun ancak dörtte birini kapladığını
düşünürseniz, evin büyüklüğü hakkında bir fikir vermiş olabilirim. Evin içi
modern mobilyalarla döşemişti. O yıllarda Ankara’da modern mobilya bulmak çok
zordu. Siteler denilen semtteki marangozlar yeni yeni düzgün mobilya yapmaya
başlamışlardı ama hiç biri modern mobilya değildi. Dekorasyon dergileri de
piyasada olmadığı için insanlar ne bulursa onu satın alıyorlardı. Mobilyanın
ucuzu ve dayanıklısı Bursa’ya yakın olan (şimdi köftesi ile adını çok sık
andığımız) İnegöl’de yapılırdı. Mesela yeni evlenecekler için ailelerin
İnegöl’e tüm evin eşyalarını ısmarladığına kaç kez şahit olmuştum. Ferhan
teyzeler modern mobilyalarını nereden bulmuşlardı bilemiyorum, ama çok
hoştular. Ayrıca duvarlarında modern yağlı boya tablolar asılıydı. Herhalde
Ferhan teyzenin kocasının sanatçı ruhlu olması (söylemiş miydim, onun çok güzel
resim yaptığını?) evlerinin ilginç ve modern olmasını sağlamıştı.
Ev hoştu ama Ferhan teyze bu evde mutlu değildi, çünkü ev kendilerinin
değildi. O, tapusu kendinin olacak bir ev satın alınmasını istiyordu; böylece
geleceği daha güvencede olacaktı. Kadınların böyle endişeler duymalarına
şaşmamak gerekir ama onun esas endişesi oturdukları evin kendilerinin olmaması
değil, gelecekte bir gün bir apartman katı satın alınırsa kocasının üzerine
alınması ihtimaliydi. Daha ortada ev alacak para veya ev alma niyeti olmadığı
halde, ya kendi üzerine tapu çıkartılmazsa diye kıvrım kıvrım kıvranıyor, her
beraber olduğumuzda neredeyse sadece bu konuyu konuşuyordu. “Eğer kocama bir
hal olursa mirastan bana sadece dörtte bir pay düşer, dörtte üçü kızıma kalır,
sonra da kız evlenir, damatla bir olup beni evden atar” diye sızlanıyordu. O sırada ufukta bir damat adayı yoktu, zaten
kızı Ayşe de henüz evlenecek yaşa gelmemişti. Ayrıca kimin önce öleceğini
sadece tanrı bilirdi ama ona bunları anlatmaya imkan yoktu. Ferhan teyze “el
atar, ev atmaz” diyerek,
düşüncelerindeki bu ilginç takıntı ile günlerini dolu dolu yaşıyordu.
Ferhan teyze, güvenmese de Ayşe’ye çok
düşkündü; gözünün önünden ayırmak istemezdi, ayrıca iyi yetişmesi için elinden
gelenden fazlasını yapıyordu. Sanırım onun yerinde başka biri olsaydı “iyi
yetiştirmek” için daha farklı düşünür, mesela onu “dürüst insan”, “iyi insan”,
“fedakar insan”, “çalışkan insan”, “duyarlı insan”, “namuslu insan” olarak
yetiştirmeyi “iyi yetiştirmek” olarak yeterli görürdü ama o, Ayşe’yi iyi
yetiştirmek için ayrıca kolejde okutmaya, yabancı dilini geliştirmek için yurt
dışına yaz okullarına yollamaya, piyano dersi aldırmaya, hatta bir otomobil
sahibi yapmaya da önem veriyordu. O yıllarda Türkiye’de erkeklerde bile özel
otomobil sayısı parmakla sayılacak kadar azken, kızının otomobil kullanmayı bilmesi iyi yetişmiş görünmesi
açısından çok önemliydi. Bu arada “ne olur ne olmaz, belki kızım gizlice satar”
diye düşündüğü için otomobili kendi üzerine
almıştı.
Bütün bunların yanında, çok taktirle
karşılanacak bir bilinç aşılamaya çalışıyordu Ayşe’ye. “Kendi ayakları üzerinde
durabilmek.” Hiç kimseye, özellikle de
erkeğe bağımlılığı gerektirmeyecek bir kişiliğe sahip olmaktı bu. Yani
iyi bir tahsil ve iyi para getirecek bir iş sahibi olmak yanında, psikolojik
olarak da kendine yeterli olduğunun bilincinde olmak. Yıllar sonra, Ferhan
teyzenin kızına aşılamaya çalıştığı
düşüncelerin, feminist düşüncelerle son derece paralel olduğunu
gördükçe, aslında gününe göre Ferhan teyzenin nasıl da ileri görüşlü olduğunu
daha iyi anlıyordum. Çoğumuzun duymak hoşuna gitmese de, o yıllarda kızların
iyi tahsil yapması, iyi bir koca bulması için yatırım gibi düşünülürdü. Zaten
60’lı yıllar sonunda bile bir kadının evlilikle çalışma hayatını birlikte
yürütebileceğini çok az insan kabul ederdi. Henüz kadınlar, iş veya meslek
sahibi olup, para kazanınca bağımsız ve güçlü olacaklarının farkında
değillerdi. Para kazanmanın taşıdığı anlam evli kadınlar için “aile bütçesine
katkı” idi. Kocasının hali vakti yerinde bir kadının çalışması ise akıl almaz
bir şeydi; sanki ayıptı. Zaten çoğu kadın da evlendikten sonra, meslek sahibi
olsa bile işini terk eder, “evinin kadını” olurdu. Dolayısıyla bilinçli meslek
seçimi yapan, evlenince de mesleğini sürdüren kadın sayısı çok azdı. Liseyi
bitiren çoğu kızlar, -hele lise yabancı dil eğitimi de vermişse- kendilerini
yeterli donanıma sahip görür, evinin kadını olmayı düşlerdi. Para kazanınca
erkeğe daha az bağımlı olunacağını, bunun kadını erkeğin karşısında ve toplumda
güçlü kıldığını düşünen Ferhan teyzeden başka biri de yoktu o yıllarda
çevremde. Ferhan teyze Ayşe’yi, iyi bir koca bulsun diye değil, kendi ayakları
üzerinde durabilsin diye iyi yetiştiriyordu. Böylece, kendi deyimiyle, kızı da
kendisi gibi bir erkeğin boyunduruğuna girmeyecekti. Ben, ilk defa “bir erkeğin
boyunduruğuna girmek” sözünü ondan duymuştum. Doğrusu bunun tam olarak ne
anlama geldiğini, bulunduğum yaşta ve yaşadığım şartlarda anlamam kolay
değildi. O zamanlar daha orta okuldaydım ve evde biz annemle birlikte
yaşıyorduk, yani bizimle birlikte yaşayan bir “baba” yoktu.
Yıllar geçip de kızının hayata atılma
günleri yaklaştıkça Ferhan teyze “Erkeğin boyunduruğuna girmeme” konusunu daha
sık açıyor, kendini örnek gösteriyor, para kazanan bir kadın olarak kocasının
isteklerine baş eğmemesiyle, yap dediklerini yapmak zorunda kalmamasıyla
övünüyordu. Aslında bunu, kocası kendisinden herhangi bir şey talep ettiği için
değil, bağımsız fikirlerin ve davranışların kadın için daha güvenli olduğuna
inandığı için söylüyordu.
Bu konuşmalar sürerken bir yandan da
Ferhan teyze, paranın önemini daha çok konu etmeye ve yaşlılığında kızının
kendisine “sırt çevirmesinden” ne kadar korktuğunu daha çok söylemeye
başlamıştı. (“Sırt çevirme” de kendi değimiydi.) Kendisini güvende hissetmesi
için kızından ve kocasından gizli biraz parası olmalı, yani tutumlu davranıp
para biriktirmeli ve bunun için de kurnazlıklar yapmalıydı. Mesela, aldığı
eşyaların veya yiyeceklerin fiyatını olduğundan yüksek söylemeliydi ki her alış
verişten biraz para ayırabilsin. Gizli parası olduğunu bize söylemekten
çekinmezdi, çünkü biz, ne kocasıydık, ne de kızı.
Bir gün Ferhan teyzenin, çocukluğunu
hiç de mutlu geçirmediğini öğrendim. Yine bir yaz günüydü, annemle birlikte bağ
evlerine gitmiştik; yine bizden başka misafirler de vardı. Bir ara misafirler meyve toplamak için
bahçeye daldılar, ben Ferhan teyzeyle verandada yalnız kaldım. Aniden bana
çocukluğunu anlatmaya başladı. Birinci Dünya Harbi öncesinde doğmuştu, babasını
hiç görmemişti. Belki daha anne karnındayken babası bir cephede esir düşmüştü
veya hamileyken annesini terk etmişti; tam olarak ne olduğunu bilmiyordu. Sonra
daha bebekken annesi de onu terk etmişti. Belki çalışmak zorundaydı, belki
hastaydı, belki ayağının altında bir çocuk olmamalıydı; hikayenin o tarafını da
bilmiyordu, bilmesi de önemli olmamıştı hiçbir zaman. Bebekliğinden başlayarak
öksüz ve yetimlerin korunduğu bir kurumda yaşamış, yine onların himayesinde
okula gitmiş, daha sonra orta mektebi bir ailenin yanında evlatlık olarak
kalırken bitirmişti. O sırada bir gün, kendisini bebekken terk eden annesi
kaldığı evi bulup, gözyaşları içinde kendisini görmeye gelmişti. O zaman
annesinin karşısında dim dik durmuş, cesaretle “Ben seni anne olarak
istemiyorum, bir daha beni görmeye gelme” diyerek, kendi deyişiyle annesini
reddetmiş, elleriyle kapı dışına itmişti. O yaşta bir çocuk için bunu
yapabilmek, kuşkusuz büyük bir güç ve duygusal travmaydı ama annesini
reddetmesini mutluluk veren hayatındaki en büyük başarısıymış gibi anlatmıştı.
Sonra konuyu değiştirmiş, okul yıllarında derslerinde ne kadar başarılı
olduğunu söylemişti. Kafası çalışıyordu, okumak istiyordu, ancak o yıllarda
gideceği parasız yatılı bir lise bulunamadığı için “Muallim Mektebi”ne
yollanmıştı.
Kimsesizliğin ve gelecek
güvensizliğinin kol gezdiği bir ortamda büyüyen, annesi tarafından terk
edilmesinin intikamını annesini reddederek alan bir insanın, çevresindekilere
güvenmemesi kadar doğal ne olabilirdi ki? Kısaca ve hiç de kendine acıdığını
göstermeden anlattığı hikayesinden sonra korkularının sebebini daha iyi
anlamaya başlamıştım. Sanırım o da kendisini anlamamı istemişti. Ne de olsa
genç bir kız olarak, yıllardır arkadaşlarının arasında onun sırlarını dinlemiştim,
bana özel bir açıklama yapmak sanki borcu olmuştu. Annesine yaptığı gibi
kızının da kendisini bir gün kapı dışına koyması, evini satıp parasını yemesi,
kendisine yüz çevirmesi gibi korkusuna hak vermemi istemişti.
Ayşe, üniversiteyi bitirdiği aylarda bir akşamüzeri eve, dikkati çekecek
derecede yakışıklı, az çok tahsilli ve iyi bir ailenin oğlu olan genç bir
adamla geldi. Bu genç adam onunla ile evlenmek istiyordu.
Aslında pek çok ailede sevinç yaratan bu
olay, Ferhan teyzelerin evinde dehşet sahneleri yaşanmasına yol açmıştı. Çünkü
bu kadar yakışıklı bir genç, pek de güzel olmayan kızı ile ancak “parasını
yemek” için evlenmek isterdi. Üstelik bu yakışıklı genç adamın henüz bir işi de
yoktu. Demek ki sırtını, iyi yetişmiş, çalışkan, yeni başladığı iş hayatında
hızla yükselmekte olan kızına dayayacak, (Ayşe bir bankada çalışmaya
başlamıştı) yan gelip yatacaktı. Ferhan teyze, Ayşe’nin duygularına hiç
aldırmıyor, damat adayına ilişkin doğru olduğuna inandığı olumsuz düşüncelerini
şiddetle savunuyordu. Tabii Ayşe de sevdiği genç ile annesi arasında kalırken,
büyük endişeler yaşıyor, neye inanacağını bilemiyordu. Sonunda her şeye rağmen
evlenmek istediğini ve aşık bir genç kız olarak seçiminin aşktan yana olacağını
söyledi. Ferhan teyze, Ayşe’nin aşkına saygılıydı ama emin olduğu bir şey vardı
ki, damat adayının asla kızına aşık falan olmadığıydı.
Sonuçta aile dostları olan bizler sade
bir düğünde yeni evlilere mutluluklar dilemek için bir araya geldik. Düğün
töreni için yer seçiminde oldukça zorlanmışlardı. Düğün parasını Ferhan teyze
ödeyeceği için kendi istediği bir yer olsun, ama çok da pahalı olmasın
istiyordu. O yıllarda Ankara’da düğün yapacak fazla mekan seçeneği yoktu. Düğün
salonu denilen ve genellikle hafta sonlarında gündüz saatlerine denk
getirilerek kuru pasta, limonata ikram edilen yerler vardı ama onlar daha çok
taşradan Ankara’ya yeni gelenlere hitap diyordu; Ferhan teyzenin düşündüğü
düğün için söz konusu bile olamazdı. Yetmişli yılların başında askerlikle
ilgisi olanlar düğünlerini Sıhhiye semtindeki Ordu Evi’nde de yapabilirlerdi
ama Ferhan teyzelerin ordudan tanıdığı
yoktu. Tarihi Ankara Palas ise o sırada tadilat amacıyla kapatılmıştı. Ferhan
teyze Bakanlıktaki Bulvar Palas’ı sevmiyor, Akay yokuşunda yeni yapılmış olan
Dedeman Oteli veya Ankara’nın o sıralarda yeni ve en büyük oteli olan Büyük
Ankara Oteli bütçesi için pahalı geliyordu. Bir ara millet vekillerinin
otomatik üye olduğu Anadolu Külübü’nde masada oturmalı yemekli bir düğün
yapabilmek için bir millet vekili aramışlar ama bulamamışlardı. Sonunda Sanat
Sevenler Kulübünde ayakta bir kokteyl şeklinde düğün yapmaya karar vermişlerdi.
Sanat Sevenler Kulübü,
Ankara entelektüellerinin buluşma yeriydi. Kızılay’dan Sıhhiye’ye doğru giden
bulvar üzerinde orta bir noktada, o yılların -meşhur sandviçlerini hazırlayan-
şarküteri ve aynı zamanda restoran olan Piknik’in de olduğu sokağın içinde,
merdivenle birkaç basamakla inilen, oldukça loş, muhtemelen penceresi olmadığı
halde insanlara varmış gibi algılatmak amacıyla bazı yerlere hiçbir zaman
açılmayan kalın perdeler asılmış, ortada dans pisti görevini de görecek bir
boşluk bırakılarak, çevresine bir kuyruklu piyanonun, alçak masaların ve
koltukların yerleştirildiği bir mekandı. Kuşkusuz, bazen çarpıcı, bazen sade
ama her zaman modern ve aydınlık renklerle yapılan 2000’li yılların kulüp
dekorasyonlarıyla kıyaslarsak Sanat Sevenler Kulübü kasvetli ve amatör bir
zevkle fazla özen gösterilmeden döşenmişti. Ancak orada önemli olan dekorasyon
değil “ruh”tu. Ruh, gerçekten vardı çünkü
herhangi bir akşamüzeri kapısından girdiğinizde mutlaka ünlü bir yazarla,
tanınmış bir gazeteciyle veya bir ressamla karşılaşırdınız. Her zaman sohbet
etmek için toplanmış edebiyatçıları çaylarını veya içkilerini içerken görmek
mümkündü. Mesela Ümit Yaşar Oğuzcan’a
neredeyse her gittiğimde rastlardım. Araştırmacı, yazar ve ressam olan Fahir
Aksoy’un bizzat kendisinden Orhan Veli Kanık ve ünlü şarkıcı Dario Moreno ile
Ulus’ta 50’i yıllar öncesinde aynı otel odasını paylaştıkları gençlik
hatıralarını orada dinlemiştim.
Sanat Sevenler Kulübü’ndeki
düğünde Ferhan teyzenin yüzü neyse ki gülüyordu. Tüm organizasyon başarıyla
yapılmıştı, davetliler de pek memnundu. İçkiler içildi, ordövrler yendi, sonra
düğün pastası kesildi, düğün kokteyli iki, iki buçuk saat içinde sona erdi.
Düğünden sonra bir süre kızının evliliğine ilişkin şikayet de duyulmadı Ferha
teyzeden. Ancak sadece bir kaç ay süren bu sakin dönemi yavaş yavaş damadının
kötü huylarını, sinsiliklerini, içten pazarlıklı hesaplarını anlattığı yeni bir
dönem takip etti. Bunların ne kadarı doğruydu, ne kadarı kendi kuruntularının
yansımasıydı bilemiyorduk tabii. Her buluşmamızda, karşılaştığı bir entrikayla
nasıl başa çıktığını, zekası ve taktikleri ile damadını nasıl alt ettiğini
anlatırdı Ferhan teyze. Üstün olduğuna inandığı gözlem kabiliyetini, enerjisini
ve kurnazlığını artık tamamen damadını incelemeye yöneltmişti. Bundan arta
kalan enerjiyle Ayşe’nin ne kadar kazandığını, ne kadar harcadığını takip
etmeye çalışıyor, kızının kazandığı paranın nasıl harcanacağına damadın karar
verdiğine emin olduğu için kahroluyordu. Ayrıca damadın Ayşe’yle ile nasıl konuştuğu,
bir erkek olarak neden kızı kadar para kazanamadığı, ortak kararları neden hep
damadın verdiği, kızının giyiminin damat tarafından nasıl denetlendiği, damadın
neden Ayşe’den daha şık olduğu gibi endişeler, buluşmalarımızda konuştuğumuz
başlıca konular haline gelmişti. Ferhan teyze bu arada kocası ile uğraşmayı
tamamen unutmuştu.
Şuna da dikkat çekmek
isterim ki bu arada Ayşe halinden son derece memnundu; kocası hakkında olumsuz
tek bir şey söylediği yoktu, ama Ferhan teyzenin içi içini yiyor, kızının
ezildiğine, kocası tarafından korkutulduğuna, hırpalandığına, işte bu yüzden de
kızcağızın ağzını açıp bir şey söylemeye mecali kalmadığına inanıyordu. Ayşe
eskiden beri süslenmeye önem vermezdi, saçını boyamaz, makyaj yapmazdı. Damadı
kızının yanında daha gösterişli durduğu için, bir yandan Ayşe’yi kendine
bakmamakla, damadını da kızını silikleştirmekle suçluyordu. Tabii bunları
damadına söylemiyordu. En çok bize anlatıyor, arada bir de kızını bir köşeye
kıstırıp içindekileri döküyordu. Damat zamanla biraz kilo almıştı, yanında Ayşe
eskisinden daha ince, daha çelimsiz duruyordu. Bu görsel değişikliği Ferhan
teyze, damadın Ayşe’ye yemek vermemesi ile açıklıyordu. Sanırsınız ki damat,
Ayşe’yi bir odada kilitli tutup, kapının altından günde bir kez kuru ekmek
vermekte. Ferhan teyze bu arada Ayşe’ye de giderek kızmaya başlamıştı çünkü
damadının yüzüne söyleyemediği düşünceleri şekil değiştirip kızına
yönelmekteydi. Özellikle damada karşı beslediği olumsuz düşünceleriyle Ayşe’yi
üzeceğini hatırlattığımızda, kızının kendi tarafından üzülmesini hiç
umursamadığını fark ettik. Tabii zavallı Ayşe bu ilişkilere sinirleniyor,
annesine, abartılı hisler, hayali düşünceler içinde olduğunu söylüyordu. Biz de
dilimiz kadar Ferhan teyzeyi yatıştırmaya çalışıyorduk ama ne fayda; “Bu kız
kendisini teslim etti, adamın kölesi oldu” diye söylenerek kendisini perişan
etmesine engel olamıyorduk.
Yıllar, bunların benzeri çeşitli
yakınmalarla geçmekteydi. Ferhan Teyze, her karşılaştığımızda damadından
şikayetinin sebebi olan yeni bir olay anlatırdı. Biz de sanki bu
anlattıklarının tiryakisi olmuştuk. Hem üzülüyorduk, hem de gizlice
anlattıklarından zevk alarak bundan sonra daha ne gibi ilginç şeyler
dinleyeceğimizi merak ediyorduk. Bu arada Ferhan teyzenin bir torunu olmuş,
damadı iki yıllığına yurt dışına çalışmaya gitmiş, kızı da evini kapatıp kendi
yanına taşınmıştı. Ayşe, gece gündüz çalışıyor, işten eve geldikten sonra
İngilizce ders veriyor, yeni satın aldıkları katın taksitini ödemeye
çalışıyordu. Belki kocası da yurt dışından para yolluyordu ama annesinin
yanında yaşamakla aylık masrafını minimuma indirdiği ve çocuğunu annesine
bırakıp işe gidebildiği için, ev taksitlerine kuşkusuz büyük katkıyı Ayşe
sağlıyordu.
İki yıl sonra damadın yurt dışından dönüşünden
kısa bir süre sonra, Ferhan teyze yeni bir haberle sarsılacaktı; damat,
İstanbul’da iyi bir iş bulmuş, taşınmaya karar vermişlerdi. Önceleri bu kararı
kendisine ihanet gibi algıladı ama haberin şokunu atlatır atlatmaz, aklına bir
kurnazlık geldi. Ayşe’yi, bu adamın ellerine bütünüyle bırakması doğru
olmayacaktı. Damat o büyük şehirde kim bilir zavallı kızını nasıl çalıştıracak,
yoracak, kendisi de ne biçim keyif yapacaktı. Bu tehlikeli gelişmeyi kontrol
edebilmesi için yine aynı çatı altında olmayı sürdürmeliydiler. Böylece hem ev
kirasından, hem de iki ailenin ayrı ayrı yapacağı her türlü masraftan tasarruf
edeceklerdi; tabii paragöz damadına bu teklif cazip gelecekti.
Nitekim gelişmeler aynen böyle oldu.
Ferhan Teyze, Ankara’daki güzel evini alelacele toplamaya başladı. Kuyruklu
piyanoyu İstanbul’a taşımak kolay değildi, güzelim piyano eski olduğu, iyi
akort tutmadığı bahanesiyle oldukça ucuza satıldı. Karı koca İstanbul’a kızı ve damadı ile
yaşamak üzere yola çıktılar. Artık, torunlarına yakın oldukları gibi, kızlarının
İstanbul’da kazanacağı paranın damadın elinde çarçur olmasını da önleyebileceklerdi.
Gerçekten de bir süre her
şey planlandığı gibi gitti ama hayat sürprizlerle doluydu, bir arada oturmaya
başlamaları üzerinden sadece bir yıl henüz geçmişti ki kızı ve damadı,
Ankara’da aldıkları evi satacaklarını, oturdukları yerden oldukça uzak bir
semtte yeni bir ev satın alacaklarını ve oraya taşınacaklarını müjdelediler. Ferhan teyze
neredeyse aklını kaçıracaktı. Bu operasyondan yalnızca damadını değil kızını da
suçluyordu. Ayşe’nin huyu kendisine çekmemişti. Damadı olacak adamın her
dediğine harfiyle uyuyordu.
Kısa süre sonra Ferhan teyze kızından ayrı
kalma durumuna yine bir çözüm buldu. “İstanbul’a size yakın olmak için geldik,
ne işimiz var bizim bu kadar uzak bir semtte” diyerek kızlarının alt katında
satılık bir daire olduğunu duyunca hemen tüm birikimini bir araya getirip,
biraz da borçlanıp orayı satın aldı ve oraya taşındı. Artık hem torununa
yeniden yakın olmuştu, hem de kızının hayatını kontrol altında tutabiliyordu.
Tabii asla “Acaba kızım özellikle bizden uzak olmak istiyor mu?” diye düşündüğü
yoktu.
Taşındıkları daire küçük bir
bahçe katıydı ama güzeldi. Etrafı ağaçlarla çevriliydi. Özellikle sokaktan
merdiven çıkmadan düzayak eve girilebildiği için yaşlı insanlar için çok
uygundu. Üst kattaki Ayşe’nin evi ise oldukça görkemliydi ve deniz görüyordu.
İstanbul’da yaşayan insanların ortak hayali olan “deniz gören daire” sahibi
olmayı Ayşe başarmıştı. Geniş salonundan Marmara denizi ve adalar manzarası
olan bu dairenin balkonundan aşağı doğru bakıldığında ise ağaçlı bir bahçe
görünüyordu.
Taşınmaların üzerinden
birkaç yıl geçince (80’li yıllara gelinmişti)
kader, Ferhan teyzenin yıllar öncesinden duyduğu endişelerinde haklı
olduğunu ortaya çıkarmaya başlayacaktı. Gün geldi damat, çalıştığı iş yerinin
reorganizasyonu sırasında işini kaybetti. Kırk yaşını geçtiği ve geçerli bir
mesleği de olmadığı için yeniden iş bulması mümkün olmadı. Çocuklarının okul
taksiti, satın aldıkları evin taksiti, yeni eşyaların taksiti derken, Ayşe’nin
kazandığı para yetmiyordu ve hızlı çözüm damadın tekrardan işe girmesi değil,
Ayşe’nin ek bir iş yapmasıydı. Ayşe işten döndükten sonra eskiden Ankara’da
yaptığı gibi geceleri evde İngilizce dersleri vermeye başlamıştı. Damat ise
Ferhan teyzenin tabiri ile “kontlar gibi” giyinip süslenip, sözde iş arama
bahanesi ile geziyordu. Ayşe, işten eve gelince önce yemeği hazırlar, masayı
kurardı. Bütün gün boş oturmuş kocası parmağını oynatmaz, sonra da masanın
başına geçip yine “kontlar gibi” otururdu. Kızı açıkça eskisinden daha çok
eziliyordu; artık köle olmuştu iyiden iyiye. Bunca yıl ona öğretmeye
çalıştıkları boşa gitmişti. Ferhan teyzeye göre kızının yapacağı en akıllıca
şey hemen boşanmaktı, çünkü bu evlilikte her şeyden önce eşitlik yoktu.
Çalışan, eve para getiren kızıydı, paraları harcayan ise damadı. Türkiye o
yıllarda yüksek enflasyonla yeni tanışıyordu. Ayşe ne kadar çalışırsa çalışsın,
kazancı, bırakın ev taksitlerini ödemeyi, mobilyaların taksitini bile
karşılamıyordu. Allah’tan torunu çalışkandı da okuduğu okuldan burs bulunarak
okul taksiti halledildi.
Ferhan teyze o günlerde yeni
endişeler içinde kıvranmaya başlamıştı.
Kısa bir süre önce kocasına kanser teşhisi konulmuş, çok uzun
yaşamayacağı da gizlice söylenmişti. Onu, kocasının hastalığından daha fazla
endişelendiren şey ise ekonomik zorluklar içinde boğuşan kızının ve damadının
evlerini kapatıp kendi yanına taşınmayı istemeleri ihtimaliydi; gelişmeler bunu
gösteriyordu ve ilk defa kızı ile aynı evde oturmak istemiyordu. Kocası ölürse,
ki yakında ölecekti, Ayşe’ye etki yaparak damadı kısa zamanda kendisini evinden
dışarı attırabilirdi. Bu endişelerinin uzak bir ihtimal olduğunu anlatmaya
çalışsak da ikna olması mümkün değildi. “Yanıma taşınmak isteyeceklerini
söyledikleri zaman ‘hayır’ desem kırgınlık olacak, ‘gelin taşının’ desem, artık
biliyorum ki kızımın ezildiğini görmeyi yüreğim kaldırmayacak, aramızda
geçimsizlik olacak. Ne yapacağımı bilemiyorum” diye sızlanıyordu. Sonra da ilave ediyordu, “Kızımın çalışıp
çabaladığını, damadın kont gibi oturduğunu görüp de dilimi tutmam mümkün değil.
Kocam da öleceğine göre, bu dünyada bana arka çıkacak kimse kalmayacak, sonunda
beni evimden atıp, huzur evine yollayacaklar.” O yaşlardaki insanların çoğunda
huzur evine gitme korkusu haklı olarak çok yaygındı. Huzur evi, yaşlıların
bakıldığı değil atıldığı yer olarak hafızalara girmişti bir kere.
Aksilikler tek başına gelmez derler
ya, Ferhan teyzenin kocasının, kanser ağrıları çekmeden, büyük rahatsızlıklar
duymadan ani bir kalp kriziyle ölmesinden kısa süre sonra Ayşe, oturdukları
evin taksitlerini ödeyecek durumda olmadıklarını söyleyerek, aynen Ferhan
teyzenin tahmin ettiği gibi birlikte oturmalarını önermişti. Ferhan Teyze de
nasıl başardıysa “hayır” demişti. Bunun üzerine kızı ile damadı, evlerini evi
satmak zorunda kalmışlar, kiralık bir eve taşınmışlar, sattıkları evin parasını
bankaya yatırıp faiziyle geçinmeye başlamışlardı. Bu arada Ferhan teyze,
geleneksel sabit fikrinden kurtulamıyor, er geç kendi evini de sattıracaklarını
düşündüğü için, bir an önce evi kendisinin satıp, kızına yakın bir yerde ev
kiralayıp taşınmayı planlıyordu. Baskıyla sattırmasınlar diye evini kendinin
satmayı istemesi çok anlamsız bir düşünceydi ama bunun doğru seçim olacağına
inanıyordu. Belki bize söylemeye çekiniyordu ama bankaya yatıracağı paradan
alacağı faizi, damadından gizli Ayşe’ye vermek istiyor da olabilirdi. O
yıllarda banka faizleri giderek artmaya başlamıştı ama enflasyon da öylesine
hızlı artıyordu ki, aldığı faizin tümünü mevduatının üzerine eklemeyenin
hesabındaki para kısa zamanda pul olacaktı. Tabii Ferhan teyzenin (o yıllarda
evini satıp parasını bankaya yatıran çoğu kimse gibi) bunu düşünmesini
sağlayacak ekonomi öngörüsü yoktu.
Sonunda, (90’lı
yılların başında) planladığı gibi Ferhan teyze oturduğu evi sattı, aldığı
parayı bankaya yatırdı, Ayşe’nin evine yakın bir eve taşındı. Yaptığı bu
değişiklikle bir süre mutluluğu yakalamış gibi oldu, çünkü oldukça yaşlanmasına
rağmen kendine güveni gelmişti, olayları kontrol edebildiğini görmüştü.
Bankadaki paradan gelen faizi harcıyor, bu para sanki ona piyango çıkmış
mutluluğu veriyor, paranın hiç tükenmeyeceğini sanıyor, ana mevduatın eridiğini
bir türlü anlamıyordu. Aslında bu paranın dışında hem kocasından, hem de kendi
öğretmenliğinden emekli maaşı aldığı için, gelir durumu kızına göre daha
iyiydi. Zavallı Ayşe, gençlik yıllarındaki temposuyla çalışmak zorundaydı.
Kocası hala iş bulamamıştı, artık doğrusu “kont gibi” de giyinemiyordu. Ferhan
teyzenin yaşı 80’i aşsa da aklı başındaydı, bunama belirtileri yoktu henüz,
sadece bedeni güçsüzleşiyordu. Ayşe’den bazı ev işlerinde yardım bekliyordu ama
kızcağız ancak kendi evine yetebiliyordu. İşsiz damat da bir türlü ev işlerine
yardımcı olmuyordu. Bunu bilmek Ferhan teyzeyi kahrediyor, damattan iyice
nefret ediyordu. Ama nefretini asla belli etmemeliydi. O sıralar damadı ile iyi
geçinmesinin gerekli olduğunu düşünüyordu. Ne de olsa her an kendisini bir
huzur evine yollamak üzere bir dolap çevirme ihtimali vardı damadının.
Bir gün dayanamadım ve “Ferhan
teyze, neden damadınızdan bu kadar yakınıyorsunuz? Ayşe kocasından bugüne kadar
hiç şikayetçi olmadı ki,” dedim. Derin derin iç geçirdi, “Dışı seni yakar, içi
kızımı” dedi. Böyle düşündüğünü zaten biliyordum ama gerçek nasıldı acaba? Damadı o güne kadar ağzına içki koymamış,
kumar oynamamış, kızını başkalarının yanında küçük düşürmemiş, başka kadınlarla
gezip tozmamış, kaba davranmamış, evine bağlı bir erkek olmuştu. Tek kusuru
para kazanamamış olmasıydı. Sadece hayalleri, gelirlerinin çok üstünde olduğu
için, bu hayallerle karısını havaya sokmuş, kızcağız daha çok para kazanmak
için ha bire çalışmıştı.
Ayşe, 46 yaşına bastığı yıl yeni
emekli olmuştu ki, kansere yakalandığını öğrendi. Bu olayı metanetle karşıladı.
Ameliyat oldu, radyoterapi görmeye başladı, her şeyin yolunda gideceğine ve
iyileşeceğine emindi. Ferhan teyze, bankadaki parasını kızının tedavisi için
kullanmayı hiç teklif etmedi, çünkü emekli olan kızının tedavi masraflarını
nasıl olsa devletin karşılayacağını düşünüyordu. Bana öyle geliyor ki hiç bir
zaman Ayşe’nin ölümcül bir hastalıkla savaştığını da idrak edememişti. Ayşe bir
yandan radyoterapiye gidiyor, diğer yandan evde İngilizce dersleri vermeyi
sürdürüyordu. Ferhan teyzenin söylediğine göre, Ayşe’nin hastayken hala
çalışmasını yüreği kaldırmadığı için son bir yıl içinde evlerine gitmemişti ama
yine de “Kızım sen çalışma, bendeki parayı kullanırsınız, idare edersiniz”
dememişti. İki yıl boyunca Ayşe ölmeden üç hafta öncesine kadar özel ders
vermeyi sürdürecekti.
Kızının ölümünden sonra Ferhan teyze bu
konuda pek konuşmak istemedi. Aslında Ayşe’yi kaybettiğine değil de daha çok
kendi haline üzülüyordu sanki. Ayşe öldükten sonra kendi geleceğinden daha çok
endişe etmeye başladığı için bankadaki parasından artık bir kuruş harcamak
istemiyordu. Hatta torununun üniversite masrafları için de bankadaki vadeli
parasını bozmadı, az bir emekli maaşı ile geçinen damadıyla oturan torunu için herhangi
bir parasal bir yardım yapmaya yanaşmadı.
İki yıl kadar sonra artık iyice yaşlanan
Ferhan teyze yalnız başına sokağa çıkamaz olmuştu. Biz de uzun süredir İstanbul’da
yaşıyorduk ama evi bizden oldukça uzakta olduğu için ziyaretine sık gidemiyor,
yaşadığı olayları, endişelerini, kendi kendine başlattığı ve sürdürdüğü
savaşlarını telefonla öğreniyorduk. Annemin de o yıllarda kulakları artık iyi
işitmediği için Ferhan teyzeyle haberleşmeyi ben yürütüyordum. Bir gün bu
telefon konuşmalarından birinde “Acaba gidip damadım ve torunumla otursam
mı?”diye düşündüğünü duyunca kulaklarıma inanamadım. Hayatı boyunca fobi
halinde güvenmediği damadına kendisini teslim mi edecekti? “Bakıma ihtiyacım var, hem onlara yemek falan
yaparım, onların da aslında bana ihtiyaçları var” diye kendi kendini ikna
etmeye çalıştığını anladım. “Bence böyle bir şey yapmayın, evinizi kapatırsanız
ve onlarla geçinemezseniz geri dönecek yeriniz kalmayacak” diye onu uyarmaya
çalıştıysam da beni dinlemek istemediğini hissettim. O günkü konuşma üzerine
annemle kendisini bir an önce görmeye gitmemiz gerektiğini düşündük ve
gittiğimizde torunu ile karşılaşınca anladım ki, kısa zamanda evini, eşyalarını
dağıtacak, damadının evine taşınacaktı. Çünkü torunu en şirin tavırlarıyla
anneannesini onlarla yaşamaya davet ediyor, kendisine çok iyi bakacağını
söylüyordu. Oysa o henüz bir üniversite öğrencisi idi, yaşlı bir kadına bakacak
ne vakti, ne de niyeti olabilirdi; yaşı gereği aklı gezmekte, eğlenmekte ve
ancak derslerini başarmaktaydı. Tabii ki baba kızın paraya ihtiyaçları vardı.
Tek bir emekli maaşı ile geçinemezken, anneannenin iki emekli maaşının ve
bankadaki paralarının kendilerine refah
getireceği kesindi.
Ne garipti ki Ferhan teyze, hayatı
boyunca korktuğu, başına gelmemesi için devamlı savaştığı şeye teslim olmak
üzereydi. Elli yıl boyunca dinlediğim “Erkeğe boyun eğmemelisin”, “Kadının
erkekten gizli bir parası olmalı”, “Damadım paramı yemek istiyor”, “Kadın
kendisinden başka kimseye güvenmemeli”,
“Yaşlılığında bir kadına en iyi güvenceyi evi ve parası sağlar”, “Bu damat çok kurnaz, ona hiç güven olmaz,
yalnızca kendi rahatını düşünür”, “Paramı yiyecekler, evimi dağıtıp beni huzur
evine atacaklar” gibi düşünceleri ve korkuları nereye kaybolmuştu? Demek ki yaşlılık şartları ve yalnız kalma
korkusu, şuuraltının yıllarca uyarısını
yaptığı kaderin sinyallerini göz ardı edebiliyordu. Veya, şuur altındaki ezeli
korkusuna son günlerinde bir can yoldaşı bulmak umudu baskın gelip artık
damadını farklı bir insanmış gibi algılamak istiyordu. Tüm hayatı boyunca bir
erkeğe teslim olmamayı, erkeğin boyunduruğuna girmemeyi güvence sayan Ferhan
teyze, ilk tanıdığı günden beri güvenmediği bir erkekten güvence arıyordu.
“Bunca yıl anlaşamadınız, şimdi nasıl olacak bu iş?” diye sorduğumuzda,
“Torunumun paraya ihtiyacı var, benin de bakıma, onlara para vereceğim için
beni evlerinde isteyecekler, ben de bu arada gözümü yumacağım, çenemi
kapatacağım,” diye önce kendisini, sonra da bizleri ikna etmeye çalışıyordu.
Ferhan teyze ev eşyalarının
çoğunu hızla sattı. Bir kaç iyi mobilyayı, kocasından kalan bazı hatıraları,
yatak odası takımını ve kendi özel eşyalarını alarak damadının evindeki oldukça
küçük bir odaya taşındı.
Ama işler umduğu gibi
gitmedi tabii ki, çünkü o, yıllar öncesinden korktuğu kaderine giden yolculuğa
başlamak için gereken tüm adımları atmıştı. Damadının yanına taşındıktan on beş
gün sonra düştü, kalçası kırıldı. Bir devlet hastanesine kaldırdılar, 15 gün
kırık kalça ile yatarak ameliyat sırası bekledi. Ameliyattan sonra ise damadı
ve torunu, yatalak bir hastaya bakmalarının mümkün olmadığını, yürümeye
başlayana kadar bir bakım evinde kalmasının şart olduğunu söylediler. Ferhan
teyze çaresizce bu öneriye razı olmak zorunda kaldı. Hastaneden taburcu olduğu gün
yatalak hastaların kaldığı bir “bakım evi”ne götürüldü.
Ferhan teyzeyi görmeye gittiğimde
yatırıldığı yerin bildiğimiz huzur evlerinden daha farklı olduğunu gördüm.
Burada huzur evlerindeki gibi eli ayağı tutan, kendi kendine bakabilecek durumda
olan yaşlılar yoktu. Ferhan teyzenin kaldığı odada kendisinden başka üç yatalak
yaşlı kadın daha vardı. Ferhan teyzenin dediğine göre birisi hep uyuyordu,
yatağından kalkıp ortalığı karıştırmasın diye ona sürekli uyku ilacı
verdiklerini düşünüyordu. Sonradan ben de öğrendim ki, bakım evlerinde kalan yaşlılara
uyku ilacı verilmesi adettenmiş. Odadaki bir diğer kadının ise kasları
erimişti, yattığı yerde yardım almadan kıpırdanamıyordu bile. Buradaki
yaşlıların hepsinin altına ya bez bağlanıyor ya da sonda takılıyordu. Tüm
binaya, hayvanat bahçelerindeki aslan kafeslerini hatırlatan bir idrar kokusu
sinmişti. Binanın kapısında “Yaşlılar Pansiyonu” yazıyordu ama doğrusu “Az
Parası Olanlar İçin Terk Edilmişler Evi” yazması bence daha uygun bir isim olacaktı.
Ferhan Teyzeyi ziyarete gittiğim
günlerde sadece onun odasındakilerle değil, diğer odadakilerle de bazen sohbet
eder, hatırlarını sorar veya en azından “merhaba” derdim. Bazen de sohbet etmek
bir yana, onlarla göz göze gelmeyi bile istemeyecek kadar karamsarlığa sürüklerdi
halleri beni. Her ziyaretimden sonra, “Bu insanlar da bir zamanlar sevimli
bebeciklerdi, şimdiki gibi buruşuk, sıkıcı ve çaresizliklerinin yükünü
başkalarına taşıtan ihtiyarlar değillerdi. Taze, kolayca gülümseyebilen, dünyayı
keşfetmeye çalışan, her keşfettikleri yenilikle birlikte bir yaramazlık icat
eden çocuklardı diye düşünürdüm. Sonra
elden ne gelir, geçen zaman her şeyi, tabii insanları da değiştiriyor, uzun
yaşayan tabii yaşlanacak” diye kendimi teselliye çalışıyordum ama yine de
yaşlılığın çaresizliği karabasan gibi üzerime çöküyordu.
Neden en güzel görünüşümüzle başlayan
hayat yolculuğu böyle sonuçlanıyordu? Neden insanın kalbi çarparken,
damarlarında hala kanı akarken, karnı acıkırken, nefes alırken; kemikleri,
kasları, dişleri, gözleri, kulakları ve daha pek çok organı kendisini terk
ediyordu? Aklı yerinde kalan bazı yaşlılar, giderek hareketsizleşen bir yaşamın
içinde, hiç olmazsa eski hatıraları ile teselli bulabilirken neden bazılarını
hatıraları bile terk ediyor, onları geçmişsiz bir yaşam içinde bırakıyordu.
İnsanların yaşamak ile ölmek arasında tercihlerini kullanamayacak kadar
umursamaz ve donuk bakışlarla sürdürdükleri bu hayatı yaşıyor olmalarının
faydası neydi? İhtiyarlığın kaçınılmaz tutsaklığının yürek sızısını, kimselerle
paylaşamayacak kadar sessiz kalmak zorunda olmak ne kadar korkunçtu. Kendisi
için bile üzülmenin bir lüks olduğu bu teslimiyet dünyasında, çaresizliklerinin
haykırışı, ancak bu insanlarla göz göze gelmeye cesaret edebilirseniz size
ulaşıyordu. Bu ihtiyarlar, sessizce ve fazlasıyla ürkek bakışlarla, siz
yanlarından geçerken gözlerinizi yakalamaya çalışıyorlar, sonra, aslında
bulanık görünmesine rağmen bir çocuk masumiyeti taşıyan bu yıllanmış bakışlar
size erişince, ardındaki çığlıklarla sarsılıyordunuz. Beklentisiz olmayı
kabullendiği için ifadesizleşmeye başlayan bu yüzlerin iki kuyuya benzeyen göz
çukurlarındaki çığlıklara dayanabilmek için derin bir nefes alıp yüreğinizi
katılaştırmanız gerekiyordu.
Bu bakım evindeki ihtiyarları,
yataklarıyla sık sık başka odalara taşıyorlardı. Birbiri ile konuşabilecek
güçte olanları aynı odaya alırken, geceleri bağıran ihtiyarları da kulakları
duymayanların odalarına getiriyorlardı. Kimsenin bu yer değişikliğine fiziksel
bir itirazı olamıyordu. Sözlü itirazlara ise ne bakıcılar ne de yöneticiler
aldırıyordu. Oda değiştirmelerin, yakında öleceği bilinen ihtiyarların
duygularını nasıl etkilediğine aldıran yoktu. Bir odada ölüm olduğu zaman, o
odadaki diğer yaşlıların hemen başka odalara taşınması belki de tek düşünceli
uygulamaydı.
Ferhan teyzenin karşısındaki yaşlı kadının
kasları tutmuyordu ama aklı başındaydı. Her ziyaretimde konuşmalarımıza
katılıyordu. Ferhan teyze, “Acaba ben buradan eve ne zaman gidebileceğim?” diye
bana sordukça, onun buradan kurtulma ihtimalini belli ki kıskanıyor,
acımasızca, “Nereye gideceksin, sen hep burada kalacaksın,” diyordu. Kaderini
uzun zaman önce kabullenmiş olmanın pişkinliği ile bunları söylerken, kendisi
ile aynı kaderi paylaşan (yürüyemeyen ama konuşabilen) birisinin karşısındaki
yatakta yatmasından mutlu oluyordu.
Ferhan teyze, kesinlikle bir gün
yürüyeceğine, o zaman tekrar torunu ve damadı ile aynı evde yaşayacağına
inanmak istiyordu. Ben ise bundan hiç emin değildim. Çünkü damadı ve torunu
artık kendisinden mümkün olduğunca uzak durmaktaydı. Kalça kırığından sonra 15
gün ameliyat sırası beklerken damadı yattığı hastaneye sadece bir defa
kendisinden bir vekaletname almak için noterle birlikte gelmişti. 65 yaşından sonra bir insanın noter
işlemi yapabilmesi için aklının başında olduğunun doktor raporu ile
kanıtlanması gerekiyordu ama hastanedeyken bu raporu almak kolay olmuştu.
Torunu ise şimdi kaldığı bakım evine sadece haftada bir gün uğruyor, büyükannesinin
yanında en fazla beş dakika kalıyordu. Yürüse de onu evlerinde istemeyecekleri kolayca
tahmin edilebilirdi. Zaten onu davet etmelerindeki amaca ulaşmışlardı.
Vekaletnamesini aldıktan sonra bankadaki parasını çekip kullandıkları gibi,
emekli maaşlarını da her ay alıp harcayacak imkana kavuşmuşlardı. Onu, pek
pahalı olmayan bu bakım evinde tutmak belli ki kendileri için en karlı çözümdü.
Ameliyat öncesinde ve sonrasında uzun
zaman hareketsiz yatan Ferhan Teyze’nin mafsalları kireçlendiği için, bundan
sonra yürüme ihtimali olmayabilirdi. Belki uzun süreli bir fizik tedavi ile
iyileşebilirdi ama bunun parasını kim verecekti? Ona bakım evindeki bazı acil ihtiyaçları için
bile para bırakmıyorlardı; mesela canı çekse bir kola almak, dışarıya bir
telefon etmek için bile artık parası yoktu. Ferhan teyzenin, 40 yıldır başına
gelmesinden en çok korktuğu sonunda başına gelmişti. Veya en çok korktuğu şeye
doğru gelişen kaderini 40 yıl öncesinden başlayarak bizzat kendi dokumuştu.
Bu hikaye nasıl mı bitti? Aslında hepimizin
hikayesinin biteceği gibi bitti. Yani bir gün Ferhan teyze de bu dünyaya veda
etti; ama son zamanlarında umduğu gibi damadının ve torununun evinde değil de o
bakım evindeki yatağında.
Oradaki çoğu yaşlıdan farklı
bir veda oldu onunki. Damadının ve torununun oyununa geldiğini, yani korktuğu
kaderine yenildiğini kabul edince bir mektup yazmaya karar vermişti. Ziyaretine
son gittiğimde benden mektup kağıdı, zarf ve tükenmez kalem almamı istemişti,
ben de isteğini hemen yakındaki bir markete giderek yerine getirmiştim. Tabii o
sırada bir veda mektubu yazacağını bilemezdim. Eminim bu mektubu yazmaya çoktan
kararını vermişti ve niyetini kimseye belli etmeyecek iradeyi de
gösterebilmişti. Hala yaşama arzusu ile doluymuş, hala torununun yanına
gideceği günü iple çekiyormuş gibi rol yapmıştı. Kim bilir, belki bu umudu gerçekten
taşıyor da olabilirdi? Onu son gördüğüm
o gün, (mektup kağıdı aldığım gün) yine kendisinin bu bakım evine ait
olmadığını söylemiş, “Buradaki insanlara bak, hepsi bunamış, hepsi felçli,
hepsi hasta, ben onlar gibi değilim, benim burada ne işim var?” diye sormuştu.
Aslında o gün bana kimseden yardım almadan yatağından ayağa kalkabildiğini,
birkaç adım yürüyebildiğini de göstermişti.
Gözleri son zamanlarda net görmediği için
bozuk bir el yazısı ile yazdıklarını ölümünden sonra ben de okuyabildim.
Mektubu kısacıktı. Başında hitap yoktu. Kime yazığını çok iyi bildiğim mektup
şöyleydi:
“Size, paramı
yedirtmeyeceğimi söylemiştim. Bankadaki paramı aldınız, yediniz. Yaşadığım
sürece her ay maaşlarımı da alıp yiyeceğinizi sanıyorsunuz. İşte buna izin
vermeyeceğim. Beni burada daha fazla tutamayacaksınız.”
Ferhan teyze, biriktirdiği uyku
ilaçlarının hepsini ona kağıt kalem aldığım o gece, bir defada yutmuş, yazdığı
intikam mektubunu karanlıkta başucuna bırakmış ve sonsuz uykusuna dalmıştı.
Belki ilk defa huzur içinde uyumuştu.
Puna P Emden çıtayı yükseltti. Keçiören’in bağdadi sıvalı, serin taşlıklı bağ evinden ‘’huzur evi’’ne uzayan köklü bir huzursuzluk öyküsü ‘’Ferhan Teyze’’.
YanıtlaSilHani Nazım Abidin Dino’ya ‘’mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?’’ demiş ya, Emden, tersine, bu öyküsüyle ‘’mutsuzluğun’’ resmini çiziyor.
Hayatı kendisine ve tüm yakınlarına böylesine ‘’birbuçuk acılı’’ yapmış birini gerçekten tanımış olmalı Yazar. Öyle ise olağanüstü bir gözlem ve duyarlılık var yazılanın gerisinde. Yok eğer Ferhan Teyze ‘’hayalî’’ bir karakter ise o zaman da kolay rastlanmayan bir yaratıcı kurgu söz konusu.
Öykünün bitişi okurun içini sızlatsa da aslında kaçınılmaz bir son. Ömür boyu çektiklerinden ve çektirdiklerinden başka nasıl kurtulacaktı ki Ferhan Teyze?
O hayatın dikenli gülü başka türlü solamazdı.
OÜ
Bu değerli yorum için sonsuz teşekkür ediyorum. Ferhan Teyze gözleyerek yazdığım ve gerçekleri aktaran bir öyküdür. Sadece isimleri değiştirdim.
SilBen ellerine ve düşüncene sağlık diyorum. olağan üstü bir gerçeklikle resmetmişsin kendi duygularının arkasına saklanmadan bence büyük başarı. Tekrar tebrikler.
YanıtlaSil