EN BÜYÜK CARULLAH
BAŞKA BÜYÜK YOK
Bristol RI 3/7/’20
Özgünü Muz içindi.
PP Endem ‘’Ubeydullah’’ anı-öyküsüyle başka bir alışılmadık adı gündeme
getirince biraz değiştirerek Blog için yeniden yazmak
uygunmuş gibi geldi. ( 7/’21)
OÜ
İlkokulda sınıf arkadaşımdı Carullah. Adı bir tuhaftı. Siz de
yadırgamışsınızdır. Annem isim anlamları sözlüğüne baktı.
‘’Tanrıya yakın, tanrının komşusu’’ demekmiş. Adındaki ‘’ullah’’ bağlantısı
Abdullah, Hayrullah ve benzeri adlarda
olduğu gibi, tanrıyla ilintili. Arap ülkelerinde Al Jarallah olarak var. (örn. Kuveytli gazeteci Ahmad Al
Jarallah) Bizde kullanılmıyor. Arkadaşımdan
başkasında o ad yok. Ancak sözlükte bulunabilir. (https://alimsozluk.com/2020/10/03/carullah-ne-demek-carullah-isminin-anlami-ne/)
Carullah’ın yalnız adı değil, kendisi de sınıftaki diğer çocuklardan değişikti.
Bir kere kolları pırasa gibiydi, incecik. Bacaklar dersen kibrit çöpü. Yemin
ediyorum öyleydi. Tamam, ilkokul çocuğuyduk.
Hani aklını kaslarıyla bozmuş bir sinema şeyi var ya, patadanak Kaliforniya valisi olduydu. Adı Arnold Şurdagezener mi ne. İşte hiçbirimiz onun gibi
iri kıyım çam yarması olmaya aday sayılmazdık, kabul. Yine de sınıfta kimse Carullah kadar cılız,
onun kadar çelimsiz, onun kadar günün her saatinde halsiz mecalsiz değildi. Ders aralarında oğlanların tümü, kızların da
çoğu avluda afacan taylar, oğlaklar gibi
bir oraya bir buraya zıp zıp zıplardık. Carullah ise gider, sessiz sedasız ya
duvar dibine çömelir, ya da bir merdiven basamağına çöker, yorgun gözlerle
yerdeki taşa, toprağa bakar bakar bakardı. Derslerde de aynı şekilde algısız,
ilgisiz, kayıtsız oturur dururdu.
Dördüncü sınıftayken son karneler dağıtılmadan iki hafta önce anne-babası
gelip yönetime ne gerekçe bildirdilerse bildirdiler. Carullah’ın kaydını
sildirdiler. Çocuklarını aldılar, gittiler. Hiçbir şey anlamadık. Anlasak ne
olacaktı ki zaten?
Yazdan dönüp beşinci sınıfa başladığımızda Carullah yoktu. Zayıf mı zayıf
bedeni, çukur yanakları, hep yere bakıyormuş sanılan fersiz gözleri ve konuştuğu
zaman işitilmeyen sesiyle zaten dört yıldır var mıydı ki? Dolayısıyla eksikliğini açılış töreninde duymadım da ancak sınıfa girip öğretmen
gelmeden arkadaşlarıma şöyle bir baktığımda gözüm aradı. Silik, cansız, sinameki , tavşan şeyi, ha var ha yok
dediğim Carullah bizimle olmayacaktı artık. Bizden ne denli değişik olduğu, tüm
renksizliğine karşın onun da sınıfa kendince bir renk kattığı işte o zaman birden kafama
dank etti. Aramızdayken hiç adamdan saymadığım Carullah’ı o ayrıldıktan sonra arar,
özler oldum. Onun soluk kişiliği meğerse hiç de kara delik değilmiş. Işıksız,
renksiz ve soğuk bile olsa sınıfın minik
evreninde o da değişik bir yıldızmış,
karşı-madde gibi bir varlıkmış aslında. Carullah’ı daha önce böyle değerlendirmemiş, değerini
bilmemiş olmanın burukluğu kaldı içimde bütün
yıl. Ne var ki alt tarafı ben de çocuktum. Yaz aylarında Orhan Boranlı, Müzeyyen Senarlı, Celal Şahinli,
dansözlü, sihirbazlı sünnet, o sırada armağan
olarak alınan yirmisekiz bir buçuk jantlı bisiklet, ortaokula kayıt... Hepsi üstüste
geldi. Okullar açıldığında Carullah’ı çoktan unutmuştum bile.
Ortaokul değişikti. Erkek öğrenciler takım elbiseli, en azından ceket ve
kravatlı olmak zorundaydılar. Kızlar ise siyah önlüklü, beyaz yakalıydı. Evet,
dersler falan ilkokuldaki gibi değildi ama biz oğlanlar, önceki yıllarda
yaptığımız gibi, ders aralarında yine okul bahçesinde koşa koşa kendimizi
paralıyorduk. Kızlar daha olgun, daha durgun, daha ölçülüydüler. Bir örnek siyah önlükleriyle üçlü dörtlü gruplar halinde dolaşıyorlar,
oğlanlardan uzak duruyorlardı. Saçları bile neredeyse önlükleri gibi tek tipti. Yalnız yüzleri farklıydı. Biz oğlanlar da alık alık yüzler uzun mu, yuvarlak mı, biçimli mi, değil mi, gözler-kaşlar,
burunlar, dudaklar nasıl... Bunlara
bakıyorduk. Çok geçmeden, üç beş ay
içinde, kızların hormonlara endeksli bedensel
gelişmelerini (yani bazı bölgelerinin
yuvarlaklaşmasını) siyah önlük artık tam gizleyemez olunca biz de doğal olarak
yüzler, kaşlar, gözler yerine oralara dikkat
eder olduk. Bahçedeki amaçsız koşuşmalar giderek duruldu, ürkek kaçamak bakışlara,
bakışmalara bıraktı yerini. Kızlarla yanyana
gelmek için bahaneler bulmaya, onlara önlüksüz ortamlarda rastlarsak bizlerde
olmayan yuvarlaklarını kolsuz, açık yakalı, kısa etekli günlük giysiler içinde belki
görürüz umuduyla fırsat kollamaya başladık. Şapşal çocukluklardı bunlar, tamam, ama aynı zamanda çok da köklü güdülerdi, ne
yaparsan yap dizginlenemiyordu. Öyleyse
öyleydi işte.
Lise yılları da değişik sayılmazdı. Başarılı öğrenci olmak pek zor değildi
o zamanlar. Ders çalışmak dışında yapacak çok şey yoktu zaten. Ne televizyon,
ne cep telefonu, ne bilgisayar oyunu. Biraz örgütsüz spor, biraz amatörce
müzik, bol kitap okuma, arada sırada müdürün odasına çağırılmayı gerektiren
gereksiz serserilikler, saçma sapan haytalıklar, bir iki yarım yamalak,
arkadaşlara hava atmaktan başka işe yaramayacak uyduruk flört. O kadar. Sonunda
ohh, lise de bitti.
Üniversitede istediğim tasarım bölümüne girdim. Sevinçliydim. Derslerin
başladığı gün tüm birinci sınıf öğrencileri temel tasarım stüdyosunda ilk kez buluştuk.
Birden aramızda kimi görsem
beğenirsiniz? Carullah! Evet, o! Yıllar öncesindeki gibi sıska kollar, giydiği bol
pantalonun saklayamadığı çırpı bacaklar,
çukur yanaklar, kum balıkları gibi yuvalarına kaçmış karanlık gözler... Hiç
değişmemişti. Dünyanın neresinde olsa, ne zaman görsem tanıyabilirdim. Nasıl olmuşsa olmuş, o çekingen, sessiz
sedasız Carullah da ayrı bir yetenek,
gösteriş, iddia ve yaratıcılık gerektirir diye bilinen tasarım dalını seçmişti. Doğrusu ya, tasarım ortamının
ve sonra da tasarımcı yaşamının canlı,
heyecanlı, albenili, pırıltılı mırıltılı havasına taa ilkokuldan bildiğim ruhsuzluğuyla nasıl ayak
uyduracak, ne yaratıcılık, ne üreticilik gösterecek bu adam diye aklımdan geçirmiş,
hatta onun adına kaygılanmıştım o gün.
Nasıl da yanılmışım, vay vay vay! Daha ilk
yarıyılın yarısında Carullah sınıfın bir numaralı tasarımcısı oldu
çıktı. Nokta. Giderek her projede, her ödevde hiçbirimizin düşünde bile görmediği,
en ayrıksı, en parlak, en çarpıcı tasarımları üretti. Hiç abartmıyorum, emin
olun sınıftakilerin hepsinden en az bir ışık yılı ilerdeydi arkadaşım. Gerçi pek konuşmadığı için yaptıklarını dillendirmiyordu
ama görülüyordu ki yaptıkları zaten fazladan açıklama gerektirmeyecek kadar sağlam, olgun, eksiksizdi.
Konuşup ürününü ballandırmasına gerek yoktu ki. İyi tasarım o değil midir zaten
?
Konuşmasa da Carullah sür git sınıfın en iyisi oldu o yıl. Başarısı arttıkça arttı, beğenildikçe
beğenildi, övüldükçe övüldü. Geri
kalanımız ise onun yeteneğini, becerisini, farklılığını, üstünlüğünü kabullenmiştik.
Kıskanmıyor, öykünmüyor, yalnızca gıpta ediyorduk.
İkinci yılın sonuna doğru Carullah’ın
dili açıldı. Tasarımlarını anlatmaya,
açıklamaya başladı. Üstelik sadece kendi tasarladıkları hakkında konuşmakla kalmıyor,
bizim yaptıklarımızı da yorumluyor, eleştiriyordu. Sınıftakilerin de işine geldi
bu gelişme. Her fırsatta ona akıl danışır, onun söylediklerini giderek eğitmenlerin
dediklerinden bile daha özlü, daha değerli, daha yararlı bulur olduk. Carullah sınıfın
kralıydı. En büyüktü o, ondan başka büyük yoktu. Bizim için bir taneydi, adeta sınıfın
tasarım yarı-tanrısıydı. Böyle birine biat edilirdi. Sözü yasa yerine geçer, önerisi emir olurdu. Yapma
dediğinden kaçınır, yap dediğinin doğru olduğunu bilerek, seve seve, gönüllü gönüllü yerine getirirdin. Biz hepimiz de işte aynen öyle
yapıyorduk.
Derler ki böylesine bir tapınma -hadi
tapınma demeyelim de yoğun ve
sürekli övgü, takdir, iltifat diyelim- kişiyi er geç şımartırmış. Herhalde doğrudur
ama Carullah öyle biri değildi. Gerçi kendi yaptıklarını anlatırken biraz fazla böbürleniyor,
bizim tasarımlarımız hakkındaki değerlendirmelerini ise zaman zaman oldukça
katı, bazen aşağılayıcı, hatta arada bir acıtıcı şekilde belirttiği oluyordu, ama
bu onun hakkıydı. Üstün biriydi Carullah. Adı üstünde ‘’Tanrıya yakındı, tanrının komşusu’’ idi adam
yahu, pimaş boru değildi. Biz de bakınca
görüyorduk ki bizim tasarımlarımız onunkilerin
yanında hiçti, hiç! "Lan oğlum
sizinkiler ne öyle, bir şeye benzemiyor" deyince alınmıyor, kabulleniyor, öyle demesini adeta
bekliyorduk. Onun notları en yüksek,
bizimkiler orta direkti. Doğrusu da
oydu.
Son sınıfa geldiğimizde artık sadece bizleri ve başka sınıftakileri eleştirmekle yetinmez olmuştu
Carullah. Tüm tasarımcılar, hatta dünyaca ünlü olanlar hakkındaki görüşlerini -istesek
de istemesek de- bizlerle paylaşıyordu. Derslerden ve yayınlardan adlarını, uygulamalarını bildiğimiz, ürünlerini
hayranlıkla izlediğimiz kim olursa olsun onları bize bir de Carullah anlatıyor,
değerlendiriyordu. Özellikle de şu ya da bu tasarımcının yaptıklarını kendisi
olsa nasıl biçimlendireceğini -bir yandan kendini açıktan açığa överken bir yandan da öbür
tasarımcıyı yerden yere vurarak- her
fırsatta dile getiriyordu. Biz de onu, eğitmenlerimize
bile göstermediğimiz bir ilgi ve dikkatle
dinliyorduk. Her büyüklükteki yapıdan düdüklü
tencereye, kitap kapağından ameliyat masasına kadar ne tür tasarım ürünü akla
gelirse Carullah tümü üzerinde konuşuyor, her birini didik didik eleştiriyor, kötülüyor
da kötülüyor, öldürsen hiçbirini beğenmiyordu.
O kadar ki, meyvalar, evet, bildiğiniz meyvalar bile Carullah’ın elinden dilinden,
gözünden sözünden kurtulamıyordu.
Carullah’ın meyvalar hakkında dedikleri aynen şöyleydi :
" 'Manavlarda, marketlerde, pazarlarda yığın yığın, kasa kasa, çuval çuval satılan meyvaların tasarımı ne kadar yanlış, siz farkında bile değilsiniz. Örneğin incir. Ne o öyle yaa? Felaket! El bombası karikatürü sanki. Soyarken eller yapış yapış oluyor. İçine ben diyeyim yüzbin, sen de üçyüzbin minicik minicik tanecik konmuş, sert mi sert. Neymiş? Onlar tohummuş da toprağa düşünce her biri kendiliğinden incir ağacına dönüşecekmiş. Saçma! O kadar çok incir ağacını ne yapacaksın ? ‘’Aman canım, hepsi değil elbet sadece bir iki tanesi ağaç olacak tabii’’ derseniz o zaman da bu ne israf kardeşim? Peki, ya insanın dişlerinin arasına kaçanlar ya da apandisine saklananlar ? Onlar oralarda ağaç olursa? Rüzgarla duvar derzlerine yerleşince oracıkta ağaç olup bina yıkanları bilmiyor muyuz? Ocağına incir ağacı dikmek diye deyiş var. Bunları nasıl olur da tasarlayan hiç bilmez, düşünmez ? Ayıptır, ayıp!
Nar incirden biraz daha iyi bir meyva tasarımıdır ama o da sadece bir çıt daha iyi. Tasarlayan hazret hiç olmazsa çekirdekleri büyütmüş ama nasıl soyulacağını umursamamış. Ancak yere vurup kıracaksın. Yoksa o taş gibi sert kabuğu bıçakla mıçakla kesemezsin, kesilmez. Bıçak cırt diye kayar, parmaklarını doğrarsın. İçinde çekirdekten başka bir şey de yoktur ha! Sırf çekirdek. Duvardan duvara halı gibi, kabuktan kabuğa çekirdek.Tadı ise nasıl ekşi, nasıl ekşi, öfff! Yerken ağzın büzüşür, dilin buruşur. İncir dediğin hiç olmazsa etli ve tatlıdır. Bu öyle de değil. Keseceksin, ayıklayacaksın, ezeceksin, suyundan nar ekşisi yapacaksın, salataya koyacaksın da belki bir işe yarayacak. Hadi canım sen de.
Karpuz ise bir başka rezalet. Bir kere ille de aile boyu alacaksın. Tek
kişiliği, iki porsiyonluk paketi falan olmaz, yok. Üstelik ne sapı var ne
kulpu. Koca alet. Neresinden tutacaksın, nasıl taşıyacaksın eve kadar ? Soymak dersen cehennem azabı. İlle de
keseceksin o tostoparlak şeyi. Eh, kolay gelsin bakalım. Sert, kalın bir kabuk.
İnek değilsen yiyemezsin, ineğin yoksa haydi çöpe, ya da denize. Karpuz kabuğu
denize düşmeden bilmem ne yapılmazmış. İsraf yetmedi, al sana bir de çevre
sorunu.Tadı madı eh işte, fena değil ama
çekirdekler etli kısmın içine gelişigüzel serpiştirilmiş. Rastgele boncuk. Ne
düzen var ne kafiye. Ayıklamak bir işkence!
Niye öyle yapıyorsun birader ? Hata üstüne hata! Tasarlayan hazret kavun
yaparak bunları biraz düzeltmeye çalışmış. Bilirsiniz, gerçi kavun kabuğu daha
incedir ama yine de ya hayvanın önüne atacaksın, ya çöpe. Sobada yanmaz, gübre
olmaz, hiçbir işe yaramaz. İsrafa devam. Evet, kavunda çekirdekleri hiç olmazsa ortaya toplamış toplamasına adam, kabul, ama sayıları yine milyon tane. Üstelik minik,
kaygan kaygan şeyler o çekirdekler. Ne
gereği var bu kadar çok olmasına arkadaş, nasıl olsa her birinden bilmem kaç tane
yeni meyva almayacak mısın ?
Off, deli olmak işten değil valla!
Kabul edelim ki meyva tasarımcısı hazretin kafası çok çalışmıyor ama olumlu bir şey söylemek gerekirse derim ki hiç olmazsa gayretli ve kusurlarını düzeltmeye hevesli. O da bir şeydir yani. Kavundan sonra ne yapmış dersiniz? Malta eriği. ‘’Yahu daha erik yok ortada, Maltanınki nereden çıktı? Niye Malta?’’ demeyin. Öyle işte. Dedim ya, hazretin tasarımcılığı, plancılığı yetersiz. Ye-ter-siz. Mantık dersen sıfır. Yine de hiç olmazsa Malta eriği karpuz kavun gibi sadece aile boyu değil. Kaç tane istersen o kadar al. Bu iyi. İyi de herif tutmuş içine üç tane koca koca çekirdek yerleştirmiş, tıklım tepiş. Anladık, kavun karpuz nar incir gibi milyon tane değil çekirdekler ama onlardan etli kısma yer bırakmamış ki! Yenecek şey aha şu kadarcık. Ağzına atıyorsun, sırf çekirdek. Her birini tükür, vole patlat, futbol oyna. Başka işe yaramaz. Keçiboynuzu gibi, bir buçuk gram bal, yedi kilo odun. Yediğin kısım ürküttüğün kurbağaya değmez. O da olmadı.
Hazret uğraşıp duruyor ama yetenek yok, yetenek. Malta eriğinden sonra oturmuş bir şey daha yapmış, adına şeftali demiş. Tadı hoş, adı ilginç, tamam. Etli, sulu falan. Çekirdek de bir tek. Meyvanın ortasında. Hepsi
olumlu, ama çekirdek nah bu kadar. İçerden çıkarması zor
çünkü üstü tırtık tırtık, etli
kısımdan kolay kolay ayıramazsın. Kazayla
yutsan dışarı da çıkaramazsın. Gerçi sonradan
şeftalinin yarmasını yapmış arkadaş, onun çekirdeği kolay çıkıyor ama yahu bunu çekirdeksiz yapamayacak mısın
kardeşim? Nedir bu çekirdek saplantın senin? Başka türlü üretilsin bu meretler
yahu. Herkesi niye bu kadar zora koşuyorsun? Aaaa! Tanrıysan tanrılığını bil, efendi.
Bu iş tasarım işi. Çocuk oyuncağı değil.
En iyisini yapamayacaksan hiç yapma daha iyi.
Baksana bana, hiç kötü bir şey yapıyor muyum ?
Adam başka ne yapmış? Ayva. Ulan ayva dediğin yersen boğazına oturur,
nefesini keser be! Ha kalp krizi geçir, ha ayva ye. Aynı şey. Kötü bir durumu
tanımlarken boşuna ayvayı yedik demiyoruz, di mi? Tövbe tövbe.
Armut dersen onun da adı çıkmış. En iyisini ayı yer derler. Senin tasarımının en iyisini ayı beğeniyorsa ben daha ne diyeyim arkadaş?
Neyse, dedim ya, yine de iyi ki adam çalışkan, gayretli falan. Eh, bu kadar
uğraşır, bu kadar çabalarsan kaz bile olsan hiç olmazsa tüylerin parlar değil
mi? Hazret de giderek bir yere gelmiş. Sonunda doğru dürüst bir meyva yapmayı
becermiş, şükür. Bunun kabuğu incecik. Fermuarlı
gibi. Ucundan tutup çektin mi soyuluyor. Yani ambalajı kendinden. Tatlı,
yumuşacık, kokulu... En iyi tarafı da çekirdek diye bir şey yok.
Adını söylemek de kolay: Muz. Hah
şöyle! Ben olsam tabii daha ilk başta muz tasarlardım,
hayatta böyle kamyon dolusu hata
yapmazdım,
ama herkes benim gibi olamaz, biliyorsunuz...’’’
İşte arkadaşım Carullah böyle büyük, böyle üstün nitelikli bir adamdı. Tasarımcılığı olağanüstü, yeteneği tanrısal, eleştirileri dört dörtlüktü. Gerçekten de hiçbirimiz onun gibi değildik, olamazdık, olmadık da.
Yıllardır
görüşmedik. Sağlık nedeniyle Bakırköy’e yerleştiğini duydum. Şifa diliyorum. Onun gibisi bir daha
Bakırköy’e – ay pardon, dünyaya gelmez.
Tasarım (benim için Mimarlık) eğitiminde arkadaşların ve hocaların şımarttığı Carullahlar hakikaten var. Bizde de vardı. Bir okur olarak yazıyı okurken yahu bu aynen bizim Şakir dedim. Adı Şakir değil ama büyük ihtimal Okan Hoca onu tanıyordur.
YanıtlaSilYorumu yeni okudum, daha önce görmemiştim.
YanıtlaSilEvet, yorumcunun dediği doğrudur. Her sınıfta olmasa bile her okulda şu ya da bu nedenle (yani haklı ya da haksız) parlayıp yıldızlaşanlar, yıldız oldukları düşünülenler, yıldız olduklarını düşünenler, o yüzden kendilerine özel yörüngeler çizenler / çizilenler olur, olmuştur, olacaktır da. Ancak, yazar bazılarını tanımış olsa da her Şakir, her Murtaza, her Şükûfe ya da her Firuzan adlı yıldızı bilmesi olanaksızdır. O nedenle vurgulamak gerekir ki her türlü ‘’yahu bu bizim Şakir’’ anımsaması tümüyle rastlantıdır, okurların kendi kurduğu, kuracağı ilintidir.
Carullah tümüyle uyduruk bir kişilik. Adından da belli. Yazarın böyle pek çok hayalî arkadaşları var. (Balıkçı Nako Yanturis, Karınca Dostu Garson Salih, Müzisyen Güreşçi Mükerrem Hürrem vd)
Aynı şekilde, yazıda Carullah’a atfedilen meyva tasarımı eleştirileri de yazarın şahsen ve bizzat kendi uyduruğudur. Yıllardır paylaşa paylaşa bazı yakın dostlarını bıktırmıştır.
Bunları açıklamama fırsat verdiği ve Carullahların varlığına ilişkin görüşümü desteklediği için yorumu yazana teşekkür ederim.
OÜ