Seçim Sonuçları Üzerine Sosyo-Politik Analiz / Akın Atauz


Seçim Sonuçları üzerine 

 SOSYO/POLİTİK ANALİZ




29 Mayıs 2023 sabahı

İçinde bulunduğumuz durumdan ne anlıyoruz?

Seçim sonuçları bize ne söylüyor?

Toplumun yarısından biraz fazlası Türkiye’nin ve kendisinin içinde bulunduğu durumu nasıl görüyor ve 

Neden böyle davranıyorlar,

Geçtiğimiz çeyrek yüzyılın Türkiye tarihindeki yeri ve getireceği yakın tarih, nasıl bir şey olacak/ olabilir?

 






Seçimlerin (14 ve 28 Mayıs) sonuçları, artık önümüzde.

Öncelikle şöyle düşünebiliriz: Her toplumsal ya da doğal olgu, pozitif ve negatifleriyle birlikte gelir ve gelişmenin özelliklerindeki birikime pozitif ve negatif katkıda bulunur. 

Bu, benim “diyalektik düşünme” diye bildiğim kavramın en temel ve basit ifadesi. Bu birikimlerin bazen sürdürülemez hale gelmesi, yeni bir başlangıçın yani büyük bir değişimin başlaması anlamına gelir. Ama insanlık tarihi, galiba devrimsel dönüşümlerden çok, hafif farklılaşma, ya da küçük değişimler ve dönüşümlerin sürekliliğiyle tarihsel bir gelişme, ya da evrimsel değişim örüntüsü yaratıyor.

Böyle bakarsak, Türkiye toplumu, henüz böyle büyük (hatta küçük olsa bile) bir değişimi istemiyor, ya da kendisi için doğru bulduğu başka bir yönde  ilerlemeye devam etmek istiyor.

Elbette şöyle bakıyor insan: Milyonlarca insan yanılıyor olabilir mi? Milyonlarca kişinin seçimi, neden yanlış veya felakete götüren bir doğrultu olsun? Onlar, sadece böyle olmak istiyorlar, bilgi ve bilinçleriyle, ya da içgüdüleriyle veya ideolojik olarak koşullandırılmış veya köreltilmiş olmaları nedeniyle… Belki kurulu işleyiş öylesine güçlü ve değişmez gözüküyor ki, beğenmeseler bile onun bir parçası olmaksızın veya ona bir ucundan yamanmaksızın, yaşama şanslarının olmayacağını düşünüyorlar (deprem bölgesi biraz böyle gibi) veya düpedüz korkuyorlar? 

Bu elbette, çeşitli toplum kesimlerinin sosyolojik davranışlarına, sosyal-psikolojik durumlarına, ideolojik propagandaların bu toplumsal durum üzerindeki etkisinin/ nüfuz edebilme özelliğinin gücüne ve baskı ortamının inandırıcılığına bağlı. Ama bu konularda gerçekten bilimsel çalışmaların yapılabilmesi, yapılsa bile bu çalışmaların toplumun içinde bulunduğu durumu tam ve net olarak gösterebilecek bir düzeyde olması, nerdeyse imkansız. 

Bu durumda yapılabilecek tek şey, toplumun genel gelişmesi, dünya toplumlarının genel gidişatı ve öngörülebilir bilimsel gerçeklerin sağladığı ipuçlarına dayanarak, durum ve gelecek hakkında büyük öyküler (veya teoriler, üzerinde çalışmaya/ tartışılmaya değer hipotezler) oluşturmak; bunları tartışarak koşullarımızı anlamaya çalışmak… Ama bu da yeterli olamayabilir. Her zaman havanda su döveceğiz belki ve sonuç olarak (ekolojik ve toplumsal değerler, etik ve hukuk, barış ve özgürlükler vb. anlamındaki) sürekli kaybetme durumu, gezegenin sonuna doğru birikmeye devam edecek. 

Bir bilimkurgu kehaneti gibi...

Eğer Türkiye toplumu, yaşadığı çeyrek yüzyılın gelişmelerine ve değerlerine bakarak, bunu uygun bulmadığına ve bu gidişin sonunda ulaşılabilecek yerin, kendisi için uygun olmadığına/ bunu istemediğine karar verseydi, bu durumda büyük bir tarihsel dönüşüm noktasında olduğumuzu ve bu bükülme noktasını toplumun kendi iradesiyle oluşturmuş olmasının, hem toplumun doğru ve yerinde refleksler verebilme özelliklerine sahip olması, hem demokratik haklarını yerinde kullanarak, çeşitli olgusal gerçekleri kavramış ve tartmış, bunları karşılaştırarak kendi kritik kararını vermiş olması

nedenleriyle, özgürleşerek olgunlaşan ve bunu da başarıyla yapan bir durumda olduğu tanımını yapacaktık.

Ama bunu bugün yapamıyoruz. Çünkü toplum, ya bu gidişte bir olumsuzluk görmediğini/ umursamadığını, ya da görse bile bunu sürdürmekten başka çaresi olmadığını, değiştirmeye korktuğunu, alternatiflerin de denemeye değer olmadığını (ya da denemenin riskli olabileceğini) gösterdi/ söyledi.

Belki de bu içinde bulunduğu durumun gerçekten bir çıkmaz olduğunu kabul edebilmek için olumsuzlukların daha fazla birikmesini ve yapılması gerekenin daha somut bir biçimde kendisine gösterilmesini istiyor. İpuçlarını değerlendirerek gelecek için kestirim yapacak bir becerisi yok veya bu yönteme inanmıyor. Masif bir çöküş/ kriz görmedikçe bir karar veremiyor. Nazi imparatorluğunun gerçekten çökmesi gibi bir duruma/ sahneye ulaşmadan, değişimin olabileceğine inanmıyor.

Bu da iki nedenden kaynaklanıyor olabilir:


1. Ya üzerindeki baskı ve onu korkutma/ sindirme veya ideolojik koşullamanın-körleştirmenin gücü çok fazla ve bunun altında kalmış olduğunu kabul ediyor, 


2. Ya da bunu bilinçli olarak seçiyor. Bu seçimin Türkiye’nin içinde bulunduğu durum bakımından en gerçekçi ve geçerli seçim olduğunu düşünüyor. Böyle bir geleceği yeğliyor.


Eğer yüzdesel çoğunluk böyle düşünerek karar verdiyse, karşı çıkan diğer alternatif, ya da toplumun diğer yarısının (muhalif kanat/ ittifaklar siyasetinin), ya “doğru seçimin” ne olduğunu anlatmaktan aciz olduğunu veya bu konuda yeterli beceriye sahip olmadığını söylemiş oluyoruz. Veya karşı görüş olarak geliştirdiği önerilerin, bu toplum için geçerli olmadığını kabul etmek gerekiyor. 

Ancak bunu söyleyebilmek için, karşı görüşün ne önerdiğine kabaca bakmak gerekiyor: Tam olmasa da, belki bu karşı çıkışın temel özellikleri şöyle sıralanabilir mi?

  • İnsan haklarının, 
  • Demokratik ortamın, özgürlüklerin,
  • Hukuk ve adalet düzeninin,
  • Ülke içinde ve komşu ülkelerle, küresel olarak barışın,
  • Kamusal yararların özel çıkar/ yararlara göre üstünlüğünün,
  • Eşitlikçi/ ayrımcılık yapmayan bir kamu yönetiminin,
  • Kamu düzeninin kayırmacılığa/ rüşvete göre değil liyakat özelliklerine göre işletilmesinin,
  • Kamusal kaynakların, (demokratik bir plana göre belirlenmiş) kamusal amaçlarla kullanılmasının,
  • Gelir bölüşümünde kutuplaştırmayan bir toplumsal ekonomik-mali işleyişin,
  • Gelirin kaynağı olarak emek gelirlerinin diğer gelir kaynaklarına göre (faiz/ kira/ kar) gözetilmesinin/ emekçilerin ezilmemesi anlayışının,
  • Kaynakların, çevreye zarar vermeyen ya da bunu en aza indiren bir gelişme/ kalkınma (planı ya da düşüncesi-politikaları) için kullanılmasının, 
  • vb. 

geçerli olması ve bunların geliştirilmesi/ gelişmeye devam edebilmesi için toplumsal-politik ortamın sağlıklı bir biçimde işlemeye devam etmesi…

Toplumun 14 ve 28 Mayısta ret ettiklerinin bunlar olduğunu kabul edersek,  karşı savların sahipleri olarak, yanlış yerde bulunmadığımızı ve savlarımızda haklı olduğumuzu, tam tersine bunları reddetmenin sağlıklı bir durum olmadığını, toplumda aksayan bir şeyler olduğunu söylediğimiz/ bunun için mücadele etmiş olduğumuzu kabul etmek gerekecek.

Ama ya yanılıyorsak? Ya bizim “doğru” olduğunu düşündüğümüz bu savlar hakkındaki değerlendirmeler, toplum tarafından başka türlü okunuyor ve/veya değerlendiriliyorsa? Bu değerler ve gelecek hedefleri, ya da toplumun “doğru” kuruluş ve işleyiş ölçütleri, başka bir biçimde oluşmuşsa veya başka olması arzu ediliyorsa? Bu durumda seçimi kazanan dünya düzeninin, etkili bir biçimde çalışabilmesi ve sürdürülebilir olması için gerekenler şöyle sıralanabilir mi acaba?

Hiyerarşik ve eşitliğin söz konusu olamayacağı bir güç ve iktidar yapısı olmalı. Güçlü olanlar, daha az güçlü olanlara ne yapacaklarını/ nasıl yapacaklarını bildirmeli, 

Kusursuz bir asimetri sağlanmalı: 

erkekler kadınlara, 

zenginler yoksullara, 

güçlüler güçsüzlere, 

gelenekler (savaş ve bazı durumlarda ticaret/ sömürü için gerekli teknolojik yenilikler hariç) yeniliklere, 

çoğunluk azınlıklara (ten renginden başlayarak, etnik, dil ve lehçe farkları, din-mezhep farkları, cinsel kimlikler, kültürel aidiyetler vb. nedeniyle azınlıkta kalanlara), 

yerliler göçmen ve mültecilere, 

silahlı olanlar silahsızlara-sivillere 

yetişkinler çocuklara

vb. 

tam olarak egemen olmalı ve hiçbir biçimde hesap vermemeli (Bunun örneğini Mandela öncesi Güney Afrika Cumhuriyeti’nde görmüştük),


İnsan hakları ve adalet gibi kavramların hiçbir biçimde talep edilemeyeceği bir toplumsal yapıda, varlıklı olanların politik olarak da güçlü olduğu/ yönettiği ve gücünü meşrulaştıran politikacıların, güç ve iktidar için gerekli “rekabetçi demokratik” zemini/ parlamentoyu sağladığı ve bu “meşruiyetin” gerekli denetimi ve baskıyı (ya da iktidarın güvenliğini) sağlayanın yasaları belirleme yetkisinin (objektif hukuka uymak gereği bulunmaksızın) mutlak biçimde politik bir zemin oluşturduğu, komplo/ kumpas ve fesat türü kötücül kavramlarının, hakikat kavramından üstün olduğu bir adalet ortamının kabul edildiği ve egemen medya organlarının inandırıcılığı garanti ettiği, 

bir hukuk sistemi ve anayasal düzen kurulmalı,

Zenginlerin giderek zenginleşebileceği bir çalışma/ emek düzeni, bu yasalara göre tanımlanmalı ve süreç iyi işlemeli, 

Üst-ast ilişkisinde otorite ve boyun eğme, emirleri yerine getirmek/mutlak itaat esas olmalı,

Bilim ve akademi, genellikle kapitalist üretim/ üretim artışı, kar çoğaltımı ve rekabetçi bir ortamda üstünlük sağlanması, caydırıcı silahlar geliştirebilmesi vb. amaçlarıyla kurulmalı ve geliştirilmeli,

Teknoloji, özellikle şiddet-savaş teknolojisi ve silahlardan sağlanacak kar/ zenginlik (ve lüks tüketim araçları), sadece iktidar grubu tekeline veya oligarşisine ait olmalı,

Dünyada barış değil savaş veya soğuk savaş hali geçerli olmalı (ya da her an savaş çıkabilecekmiş gibi savaşa-saldırıya hazır bir ordu bulundurulmalı ve militarizm inandırıcı bir senaryoyla diri tutulmalı),

Eleştiri, karşı çıkış, alternatif yaklaşımlar veya mevcut ve zorbalıklar üzerine kurulmuş dengelerin bozulmasına neden olacak her direniş bastırılmalı (eğer toplumsal olarak bir supap işlevi görmek üzere kullanılacaksa, bunun da iyi izole edilmiş ve zararsızlaştırılmış bir çevre içinde kalması sağlanmalı),

Bir kadın-bir erkek ve çocuklardan oluşan aile, toplumda en temel ve güçlü bir kurum olmalı, çocuk sayısı artırılmalı ve nüfus artışı garantiye alınmış olmalı, 

            Homojen toplum içindeki güçsüzler, engelliler, her hangi bir nedenle farklı olanlar görünmez                  kılınmalı,

            toplumsal cinsiyet kimlikleri sadece kadın ve erkek kategorilerine indirgenmeli ve                                    homojenleştirilmeli, karşı çıkışlar baskılanmalı ve görünmezleştirilmeli, 

            eğer farklı olanlar ve azınlık durumundakiler/ yabancılar-göçmenler-mülteciler vb. ekonomik                  amaçla kullanılacaksa, sadece hizmet etmek amacıyla ve asıl toplumun yapmayı istemeyeceği                kirli ve kötü işleri yapmak üzere, en aşağıda olmayı benimsemesi koşuluyla kabul edilmeli,


Homojen toplumun düzenini ve geleceğini sağlayabilmek için “güvenlik/ güvence” sağlanmalı, bu toplumda adaletsizlik/ eşitsizlik ve ayrımcılıklar olduğu veya ekolojik dengeler bozulduğu vb. gibi gerekçelerle karşı çıkışlarda/ direnişlerde, gerekirse şiddet kullanılmalı. Bunun için silahlı gruplar, milis veya polis/ gizli polis, jandarma vb. gibi sivil toplumu baskılayacak şiddet aygıtları örgütlenmeli,

Devlet ve her düzeydeki kamu yönetimi aygıtı, ideolojik olarak toplumun koşullanmasında ve itaatinin mutlaklaştırılmasında etkili olacak bir propaganda ve iletişim örgütlendirmesi (Nazi Almanya’sındaki veya Franko İspanya’sındaki gibi) sağlamalı, medya bu ideolojik koşullandırmayı sağlayacak biçimde düzenlenmeli, denetim altına alınmalı ve sürekli izlenmeli,

Kültürel olarak, sadece seçkinlere ve parası/ iktidarı olanlara yönelik sanatlar ve bu sanatları üretenler yaşayabilmeli ve sanatçılar özgür değil bağımlı olmalı,

Dine ve dinsel kurumlara sorgulanmaz bir üstünlük sağlamalı, din devletin en önemli ideolojik aygıtlarından biri olmalı, asıl önemli olanın yaşadığımız somut ve gerçek dünya olmadığı düşüncesine itaat/ iman her şeyden önce gelmeli, din adamları sivil toplumun nasıl yaşayacağını, gündelik yaşamın her aşamasında belirlemeli ve denetim altında tutmalı,

Yeryüzünün bütün kaynakları, kar etmek amacıyla işletilmeli, herhangi bir küresel varlık/ değer (hava-atmosfer, su kaynakları, denizler, ormanlar, madenler-yer altı kaynakları, kıyı çizgileri-toprak, biyolojik çeşitlilik vb.) eğer ekonomik bir getiri sağlayabilecek, pazarlanabilecek ve satılabilecekse, ekolojik dengeler gözetilmeksizin kar ve özel çıkar ön planda tutularak kullanılmalı.

Kentler, ekolojik kaygıları ve gereklilikleri, kamusal yararları, sadece gerekli durumlarda ve olasıysa en alt düzeyde tutarak ve temelde rant türü çıkarların hızla oluşmasına ve sürdürülebilirliğine hizmet edecek türde bir planlamayla, özel yarar ve rekabet önceliğine göre biçimlendirilmeli ve işletilmeli. Kentlerin karakterleri/ kimlikleri ve tarihleri, koruma amacından çok turizm gelirleri için düzenlenerek işletilmeli. Kentteki her türlü eşitsizlik ve ayrımcılıklar, “normal” olarak kabul edilmeli, güvenceye alınmalı.

*

Eğer statükonun ve karşı düşüncenin (muhalefetin) bunları önerdiğini ve Türkiye toplumunun çoğunluğu tarafından karşı düşüncelerin reddedilmiş, statükonun yeğlenmiş olduğunu düşünüyorsak, geleceğe yönelik olarak ne yapmalıyız/ ne yapabiliriz?


Bu aşamada ilk olarak söylenmesi (ya da tekrarlanması) gerekli olan düşünce, sanırım, “eleştirel” yaklaşımı;  hem kendi savlarımız/ önermelerimiz, hem de statükonun savları/ uygulamaları için dikkatle ön planda tutmak gereği veya eleştirelliği elden bırakmama zorunluluğu olmalıdır.

Yani, temel yaklaşımdaki ilkelerin, bugün içinde yaşadığımız toplumun özellikleri bakılımındın uygunluğu/ elverişliliği veya geçerliliği konusunda, “bunlar dünya standartları, herkes bir biçimde kabul etmek/ uymak zorunda olmalı” diyememeliyiz.  Yapabileceğimiz ancak, içinde yaşadığımız toplumun bu ilkelerle buluşma/karşılaşma ortamının-kültürel süreçlerinin, zamansal ve mekansal-coğrafi ayrıntılarını incelikle oluşturmaya çalışmak/ bunun için çaba harcamak olabilir. 

Ama nasıl? Bunun bilgisine şimdilik sahip olmadığımız kanısındayım.

Ayrıca, karşı savların/ statükonun toplumu bu kadar etkileyebiliyor/ inandırabiliyor, hatta “büyüleyebiliyor” olmasının nedenlerini anlayabilmek de önemli.

Bu bilgiye de sahip olduğumuzu sanmıyorum. 

Bu alanda kaba kötülemeler veya (statükonun toplumla sosyal-psikolojik buluşmalarının özellikleri, nedenleri ve çoğalan etkileri vb. konularında) yüzeysel eleştirilerin yetmediğini anlamamız gerekiyor.

Bu iki paragrafı, yapılabilecek işlerin kaba doğrultuları olarak ele alabiliriz. Ama bu düşünce şimdilik, çok uzak erimli ve operasyonel olmaktan, toplumsal-ekonomik ve ekolojik boyutları olan bir politikalar demeti veya kaba bir plan olabilmekten çok uzak. Ayrıca, plan veya stratejilerin, çok iyi tartışılmış ve inceltilmiş bir biçimde düşünülmesi ve müzakeresi, sonra da biçimlendirilmesi ve uygulamalara hazırlanması gerekiyor. Hepsi de çok uzun süreler gerektiren öneriler bunlar…

Ayrıca bunu nasıl yapacağız? Kim olarak yapacağız? Nasıl bir demokratik işleyiş, bu tartışmaları ve karar aşamalarını betimleyecek-belirleyecek, nasıl bir konvansiyon kuracağız?

*

Türkiye’deki her türlü sol düşüncenin ne durumda olduğunu, programlarını, örgütlenme özelliklerini ve özellikle de beraberlikler / ittifaklar oluşturmadaki tutumlarını/ bencilliklerini/ narsizmini gördük ve sanırım bunun tam bir kofluk/ başarısızlık yarattığını söylemek, Türkiye’deki sol düşünceye ve varoluş tarzına karşı haksızlık olarak düşünülmez.

Önümüzdeki çalışmaya bakarken, gerçi Türkiye’nin hemen içinde bulunacağı ekonomik durum ve çöküntü, işsizlik, yatırımlardaki (belki sadece inşaat sektörü dışında) azalma ve çeşitliliğin azalması veya enflasyon, makro-ekonomik sorunlar, gelir bölüşümündeki bozulma veya kutuplaşmanın artması ve benzeri pek çok sorun, her gün güçleşen bir yaşama işaret ediyor olacaktır. Ancak seçimlerden, toplumun ekonomideki çöküşü, hatta depremin yıkımını pek de umursamadığı gibi bir sonuçun çıktığı düşünebiliriz.  

Depremzedelerin kendi felaketlerini hazırlayan yönetime sarılmaları ve onun kurtarıcılığını kılavuz edinmelerini anlayamadığımız gibi, ekonomik durumun ve özellikle en yoksular için giderek artan zorlukların, politik seçimlerde etkili olmadığı görüldü. Ama daha da önemlisi, seçim sonuçlarından, durumundaki dengeleri giderek zayıflayan orta sınıfların, özellikle kıyı bölgeleri ve metropoller hariç, ülkenin her yerindeki orta sınıfın, yine de mevcut iktidarla bir gelecek beklentisini koruduğunu veya ekonomiyi/ mali sistemi düzelteme amaçlı değişimden daha da çok korktuğunu anlayabiliyoruz sanki?

Asıl önemli sorun, toplumun yere/ bölgeye veya coğrafi konumlara, ya da demografik-kentsel dağılımlara göre farklılaşabilen bir biçimde, seçimini neden böyle yaptığını, bu hırsızlığın, rüşvetin ve kayırmacılığın var olduğu tekrarlanan ortamı seçerken ne beklemiş olabileceğini, sosyolojik olarak doğruya yakın bir biçimde yorumlayabilmekte... 

Bunun imkansız olduğunu biliyorum.

Ama toplumun birçok farklı kesiminin neden bu tür bir davranışı ve gelecek öngörüsünü (veya öngörüsüzlüğünü) yeğlediğini anlamaya ihtiyaç var. Türkiye belki çok partili seçimlerin yapıldığı ilk dönemlerden beri, bu soruyu kendisine soruyor. Ama bu soruyu daha çok politik olarak soruyor. Belirli siyasi partiler, belirli bir yörede neden kazandı veya kazanamadı? 

Oysa o yörelerdeki toplumsal yapılardaki değişim dinamiklerini anlamaya çalışmak, çok daha zor olmakla birlikte, çok daha önemli bir soru olmalıydı. Türkiye sosyolojisi, nerdeyse Mübeccel Kıray’dan beri bu soruyu sormuyor ve yanıtlamak için bir çaba harcamıyor veya harcayamıyor. Kıray’ın sorduğu soru, büyük dönüşümlerin temel motifleri, nitelikleri ve gelişme yönleri, bunlardan çıkacak sorunlarla baş edebilme arayışlarıyla ilgiliydi. 

Toplumun bütününü dikkate alarak ama belirli bir örneklem üzerinden çalışarak, toplumsal değişmeyle ilgili büyük ölçekli savlar oluşturmaya çalışmak, artık sosyoloji alanında pek rastlanan bir şey değil galiba. Sosyologlar sadece kendi örneklemleri kadar konuşuyor/ yazıyor ve daha fazlasını da aramıyorlar. Demograflar da böyle yapıyor... Milyonlarca küçük parça ve hızla eskiyen küçük öbeklere dair bilgi parçaları yığılıyor…

Ancak toplumdaki yapısal değişimler ve bu değişimlerin her defasında oluşturduğu veya çöktüğü için kaybettiğimiz bazı toplumsal örüntüler olmalı. Bu insanları, bu kesimleri, bu sınıfları ve onların gelecek beklentilerini, özlemlerini veya neyi daha iyi/ yaşanası bir düzen için öngördüklerini ve bunun nasıl bir evrim içinde olduğunu bilmeden, kim geleceğe daha iyi hazırlanacağını söyleyebilir ki?

Belki sosyal bilimcilerin/ sosyologların ve sosyal psikologların yanı sıra, tarihçilerin çalışmalarını da göz önünde tutmalıyız. Tarihçiler daha üst ölçekten bir bakışla, toplumların son bir-kaç yüzyıldır veya son dönemlerde nasıl bir değişim içinde olduğunu, gelişimin asıl doğrultularını ve geleceğin aranma kulvarlarının ne olduğunu daha iyi görüyor, seziyor ve yorumluyor olabilirler. 

Tarihçiler, Bizans’ın böğründe kurulmuş onun pazısı kuvvetli bir öğrencisi olmuş Osmanlı’nın başlangıcından beri ve en son 300 yıldır özellikle, iyice Batılaşma ve modernleşme kulvarı içinde yol almayı yeğlemiş olan toplumun, bir yol ayrımında mı olduğunu yorumlamaya yardımcı olabilir belki. Türkiye, artık bu yörüngeden ayrılmak mı istiyor, ya da bu batıya dönük yüzüyle bulunduğu yerdeki pozisyonunu yeniden ve başka türlü tasarlamak mı istiyor? En azından toplumun bu aşamadaki gelişme öngörüsünün, bir Türk-İslam sentezi mi olduğu, ya da IŞID türü bir örgütlenmenin/ komşularla savaşmanın ve yeniden şiddete göre tasarlanmış bir varoluş halinin, sıkışmalara göre tek çıkış yolu olduğunu mu düşündüğünü, vb. yorumlamakta yardımcı olabilirler.

Bu bizi, milliyetçi ideolojilerdeki yükselişin ve milliyetçilikle İslam ve bütün tarikatlarla ilgili ayrı var olma özlemlerinin nasıl buluştuğu, güç devşirdiği (ya da tam tersi bocalamalara doğru bir gidiş başlattığı) sorusuna getiriyor. Bu ideolojilerden, toplumu uzun erimli bir yücelmeye/ yükselmeye, yeni bir geleceğe doğru götürmesinin beklendiğini anlamak mı gerekiyor? İdeolojilerin güçlenmesi çağının, popülist-totaliter politik pratiklerle birlikte, nasıl olup da toplumları bu kadar çekebildiği üzerinde, düşünmek gerekiyor.

Teknolojik gelişmeler, özellikle iletişimde ve ulaşımda ama daha da önemlisi üretimde, hem yeni bir değerler/ hakikat çağını besliyor veya mevcut bilim ve kültür kodlarını eritiyor ama bir yandan da, değişmek istemeyen milliyetçiliğin ve İslami muhafazakarlık içindeki yerini güçlendiren bir konum ediniyor, hem de üretim/ emek örgütlenmelerini parçalıyor ve dönüştürüyor. Bu durumu yani, hem gerçekten uzaklaşan ve sığlaşan, teknolojikleşen ortamı, hem de muhafazakar değerlerin savunusunun bütünleşmesini, nasıl yorumlayacağız?

Giderek artan bir şiddet ve savaş ortamında, düşünceleri nasıl sakince geliştirebileceğiz ve tartışacağız?

Toplum hem bütün özelliklerini oluşturan farkları, hem de bütünsellikleri içinde tanıyamadan, etkili bir politikanın da tasarlanamayacağını düşünüyorum. Bu nedenle politik konularda, bugün en çok merak edilen konuları biraz olsun aydınlatabilme çabası, böyle bir altyapıya dayanabilirse, anlamlı yanıtlar alabiliriz.

Bu önerilerin hem çok akademik, hem de çok zor ve uzun erimli bir süreç gerektirdiğini de biliyorum.

Ayrıca bütün bu tartışmaları, çökmekte olan bir evrende, hızla ekolojik dengelerini kaybetmekte olan, küresel olarak ısınma ve iklim değişikliği ile baş etme stratejileri geliştirmek ve uygulamak zorunda olan uluslararası örgütlenmelerin, tam tersine savaşalar/ taktik nükleer güç kullanımı tehditlerinin ve genişleyen cephe tehditleri savurduğu bir ortamda yapıyor olacağız.

Küresel olarak ekolojik sorunlarla baş etme çalışmalarını önemsemeyen bir ortamda, kendi doğasına karşı çok daha acımasız ve saldırgan davranan bir iktidarın, kendi gücünü derleyeceği alanlardan bazılarının doğa yağması ve katliamı olması örneklerini zaten çokça gördük. Türkiye’nin bunca stratejik dönemeçlerle karşılaştığı ve oldukça çatışmalı geçmeye aday kısa ve orta erim perspektifinde, gerçekten bir “kurtuluş/selamet” perspektifi oluşturulabilir mi? Oluşturulsa bile, buna değer verecek/ politik olarak benimseyecek bir toplum, bir konjonktür var mı, olacak mı?

Ama yine de bir şeyler yapmak zorundayız.

Nerden başlayacağız? Nasıl geliştireceğiz ve uğraşlarımız nasıl etkili ve sağ kalma/ var kalma, daha alçak gönüllü ve daha barışçıl/ demokratik ve özgür bir geleceğe doğru taşıyabileceğiz?

Kendimizi hemen yeniden toplamamız ve aklımızı yeniden kurmamız gerekiyor galiba.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuz okunduktan sonra yayınlanır. Yorumunuzun altına ad ve soyadınızı yazınız, Kimliği belirsiz yorumlar yayınlanmaz.

ÖNE ÇIKAN YAYIN

And They Died / Gün Gencer

  AND THEY DIED (THE ROAD TO GALLIPOLI) (ÇANAKKALE SAVAŞINA GİDEN YOL) A TRAGEDY IN THREE ACTS  (A Docu-drama with music written in memory o...