Arkadaşlarım ve kocaları / Puna Pamir Endem

ARKADAŞLARIM VE KOCALARI

 

 

        Yıllardır en az ayda bir kez lise sınıf arkadaşlarımla toplanırız. Onlarla birlikte geçirdiğimiz saatlere doyum olmaz. Sanki yıllar öncesindeki okul günlerindeymişiz gibi abuk sabuk şeylere gülüp eğleniriz. Genç kızlığa geçiş dönemimizde yedi yıl boyunca aynı sıralarda otururken ve aynı ortamda eğitilirken gelişen kişiliğimizin pekiştirdiği dostluğumuz sayesinde en önemli sırlarımızı, içimizi kavuran dertlerimizi, olmayacak hayallerimizi rahatlıkla birbirimize anlatabiliriz. Sonra da bazen çok acıklı bir durumu en gülünç tarafı ile ele alıp dalgasını geçebiliriz. 

 

        Bu toplantılar çoğunlukla ev toplantıları olur. Aslında Ankara’da da bir toplantı gurubu var. Ankara’da ulaşım daha kolay olduğu için çay saatinde toplanılıyor. İstanbul toplantıları ise öğle yemeğinde oluyor. İstanbul’da saat 16:30’dan önce dağılmamız ve yola koyulmamız gerekiyor ki, birkaç saat süren trafikle boğuşup akşam yemeği öncesinde evimizde olabilelim. Bazen bir restoranda da toplanıyoruz. Ama orada evlerdeki kadar rahat eğlenemiyoruz. Bazen o kadar komik şeyler konuşuyoruz ve gülüyoruz ki, çevredekiler merakla bize bakmaktan yemek yiyemiyorlar. Ben, bu yüzden ev toplantılarını daha çok seviyorum. İstediğimiz gibi konuşabiliriz, müstehcen fıkralar anlatabiliriz ve yüksek sesli kahkahalar atabiliriz. 

 

       Şimdi böyle bir toplantıda konuştuklarımızdan bazı bölümler anlatacağım ancak arkadaşlarımın isimlerini değiştirerek. Çünkü anlatacaklarım arkadaşlarımın kocalarıyla ilgili. Olur da bu yazımı okurlar ve eşlerinin kendilerini çekiştirdiğini anlarlarsa, belki bize gücenebilirler.

 

       Bir gün İclal’de toplanmıştık. Harika bir öğle yemeği yedik. Kuzu eti, bademli pilav, zeytinyağlı fasulye, ıspanaklı börek, salata ve sonra da iki çeşit tatlı. İclal, çok şık yemek masası hazırlar ve lezzetli yemek pişirir. O aslında tüm detaylara dikkat bir insandır. Yemekleri bir taraftan bol bol yiyip, diğer taraftan “Yine bugün de perhiz yapamadım” pişmanlıklarını paylaştıktan sonra sıra kahvelerimizi içmeye geldi. Kahveler içilirken konumuz da kocalar oldu. Meğer herkes ne kadar kocasından şikayetçiymiş ve ne kadar kocasıyla dalga çekmeye hazırmış da, haberimiz yokmuş, herkes içini dökmek için birinin öncü olup yapıp konuyu açmasını beklermiş. 

 

       Peşinen söylemem lazım ki bunlar kocalarının vurdum duymaz davranışlarıyla ilgili. Bu davranışları, her ne kadar mizahla yaklaşıp gülerek kabul etsek de, kocaların, uzayan evlilik yıllarıyla birlikte ilgi ve saygılarını karılarından esirgediğini de biliyoruz. Ama yine de bunlar karı koca ilişkilerini sarsacak derecede önemli sorunlar yaratmadığı için rahatça dalga geçilecek şeyler. 

 

       Önce her kafadan bir ses çıkarak, kocaların özellikle karısının yanında ne kadar dikkatsiz, dalgın veya umursamaz olduğu söylendi ve bu görüş herkes tarafından tasdik edildi. Bunun üzerine İclal kocasının umursamazlığına örnek olarak son günlerde başından geçen bir olayı anlattı. 

 

        Bir akşam üzeri oturdukları apartmanın giriş kapısı önünde durmuş, kapıyı açmak için çantasından anahtarını çıkartmaya çalışıyormuş. İclal, az önce de dediğim gibi, ilişkilerde detaylara dikkat eden biri, akşamüzeri kimseyi rahatsız etmeden evine girmeye çalışıyor. Aslında anahtarını arayacağına kapının zilini çalsa o saatte evde olan kızı kapıyı açacak. İclal, çoğu kadın gibi kimseyi rahatsız etmeden kendi işini kendi görmeye alıştığı için zili çalmayı belki de akıl etmiyor. Sonuç olarak kafası önünde, elindeki kocaman çantasının içinde anahtarını ararken, -biliyorsunuz ne zordur büyük çantalar içinde bir şey bulmak- arkasına bir adamın geldiğini fark etmiş. Adam sol tarafından üstüne üstüne gelerek onu zil tablosu önünden sağ yana doğru iteklemiş ve uzanıp bir zile basmış. İclal başını kaldırıp adama bakmadan (çünkü hala torba gibi olan çantasının içinden kapı anahtarını avlamaya çalışıyormuş) “Aman ne kaba adam,” diye geçirmiş içinden. O sırada sokak kapısı yukarıdan açılınca anahtarını daha fazla aramaktan vazgeçip, adamın arkasından içeri girmeye çalışmış. Ancak önden giren adam İclal’e kapıyı da tutmamış, neredeyse yaylı kapı suratına çarpacakmış. Ama İclal zamanında davranıp, kapıyı yakalamış da kendini apartmanın içine atmayı başarmış. İçeri girince bir de bakmış ki, kendisini zilin önünde itekleyen, sonra da kapıyı tutmadan önünden yürüyüp geçen adam bizzat kendi kocası. 

 

       Böyle hikayelerden sonra hemen benzeri bir olay daha anlatmak adettendir. Tabii önce bir süre gülüştükten sonra. Sıra Gül’ün hikayesindeydi. Gül uzun yıllar iş hayatında yönetici olarak çalıştıktan sonra yeni emekli oldu. Çok sorumluluğu olan bir işi vardı. Bir sonraki gün kafası iyi çalışsın diye erkenden uyumaya çalışırdı, zaten sabahları da çok erken kalkar, hemen evden fırlardı. Emekli olduktan sonra “Hafta boyunca sabahlığı üzerimden çıkartmadan kahvaltı masasında oturup gazete okudum, haftalarca da geç saatlere kadar televizyon seyrettim” demişti. Çalışma hayatındayken çoğumuzun özlediği ama yapamadığımız iki şeydi uzun sabah kahvaltıları ve sabaha kadar televizyon seyretmek. Gül, bir kaç gece önce, geç saatlere kadar televizyondaki bir açık oturumu izlemiş. Gül’ün de televizyonlardaki pek çok açık oturuma konuşmacı olarak çağırılmışlığı vardır. Kendi dalı olan finans konusunda kayda değer görüşleri olmuştur. Tabii emekli olduktan sonra artık onu ekranlarda göremez olduk. Kendini evine adadı. Neyse, o uzun saatler açık oturup seyrettiği gecenin sabahında kocasına  “Dün gece üçte yattım” demiş. Ardından da “İlginç bir açık oturum vardı, onu izledim” diyecek. Ama bunu diyemeden kocasından hemen bir soru gelmiş, “Ne oldu, çamaşır mı yıkadın?” 

 

        Gül diyor ki, “Kocam, bir kadın olarak benim geceleri ancak çamaşır yıkamak için uykusuz kalacağımı düşünüyor herhalde. Yani onun gözünde ben, geçmişte yaptığım gibi bir robot gibi işten gelince gece ev işlerini yapmak zorunda olan bir kadınım. Üstelik şimdi bir fikir üretemeyen veya bir fikir tartışmasından haz alma ihtimali olmayan biriyim.”

 

       Tabii gülüşerek Gül’ü teselli ettik, kocasının boş bulunduğunu, onun bilgisini ve kafa yapısını küçümsemeyi asla aklından geçirmeyeceğini söyledik. Gül, “İnsanın fikri neyse, zikri o olur” dedi. 

 

       Selma’ya sıra gelmişti. Selma çok güzel bir arkadaşımızdır. Geçen yıllar sanırım en az onu etkiledi. Ben onun genç ve güzel kalmasını üç etkene bağlıyorum. Birincisi Selma hiç çalışmadı. Yani iş hayatının yorgunluğunu yaşamadı. Aslında çalışan kadın ayrıca evde de çalışan kadın olduğu için (örnek Gül.) özellikle bizim ülkemizde çok yoruluyor. Batı ülkelerindeki gibi hazır yemekler yemiyoruz ülkemizde. Ayrıca erkekler (hele bir önceki kuşak ise) işten eve gelen karısından tam servis bekler. Yemek örtüsünü bile sereyim, demez. Ben ne arkadaşlar bilirim, doğum yaptıktan bir gün sonra kocasına sofra kuran. Selma’nın genç kalmasındaki ikinci etken, genç kızlığından itibaren hayatı boyunca hiç kilo alıp vermemiş olmasıdır. Bu yüzden hiç formu bozulmadı, kasları gevşemedi. Üçüncü etken ise, Selma saat 11:00 den önce yataktan kalkmaz. Uyanınca, çayını, gazetelerini alır, tekrar yatağa giren ve yatak keyfi yapar.

      Selma bir gün bir gün mutfak masasının üstünde köfte yoğuruyormuş. O sırada kocası da mutfağa gelmiş ve masaya oturup, karısından bir elma  vermesini istemiş. Aslında normali, karısı yemek yaparken, hele elleri köfteliyken ondan bir şey istememesi, kendisinin buzdolabını açıp meyvesini alıp yemesi. Ama ülkemiz erkekleri, ancak karıları kesintisiz hizmet verince  kendilerine önem verildiğini hissettiği için, her şart altında hizmet talep etmeyi normal karşılar. Neyse, konu bu değil aslında. Selma ellerini yıkamış, peçeteye kurulamış, buz dolabını açıp bir elma alıp vermiş kocasına. Tabii bir tabak, bir bıçak, bir de peçete eşliğinde. Bıçağı, peçeteyi özellikle ekliyorum ki, Selma’nın bir eksik yaptığı düşünülmesin diye. O sırada elleri temizken radyonun da düğmesini çevirmiş, güzel bir müzik kanalı bulmuş ve sonra yine köftesini yoğurmaya başlamış. Kocası da elmasını yemiş, (nasılsa Selma’nın elmayı soymasını istemeden) yerinden kalkmış, radyoyu kapatmış ve sonra mutfaktan çıkmış. Selma, hemen arkasından neden radyoyu kapattığını sormak için seslenmiş kocasına. Bu soruya çok hayret eder şekilde, ”Nedeni var mı, sen radyo dinlemiyordun, ben geldim diye açtın, senin elin kirli, kapatamazsın diye mutfaktan çıkarken ben kapattım, fena mı ettim?” demiş. 

         Selma, kocası tarafından mutfakta radyo dinlemeyi bile hak etmeyen  bir kadın olarak görüldüğünü söyleyip kahkahalar atıyordu. Biz de katıldık onun kahkahalarına.

 

            Leyla, kocasının ne kadar bencil olduğunu vurgulayan bir olayı anlatmadan, “Bu anlatacağım olay aslında her zamanki tavrının sadece küçük bir örneği. Benzer durumlar her gün, her an olmaktadır” diye ön açıklama yaptı. 

Leyla en fedakar arkadaşımızdır, bu sebepten bencilliği hiç hak etmez. Kocasının anne ve babası ayrıydılar. İşe gittiği ve iki küçük çocuğunu büyütmeye çalıştığı yıllarda önce hafif bir felç geçiren kayınvalidesini evinde altı ay baktı. Sonra hastalanan kayınpederini evine aldı. Kayın peder kanser olmuştu, üç haftada bir kemoterapiye de gitmesi gerekiyordu. Kayınpeder bir yıl kadar kaldı onlarda. O iyileşip evine gittikten sonra bacağı kırılan kayınvalidesi onlara geldi. Hep bu hastaların yemek yatağına taşınırdı.  Kocası iyi adamdı ama Leyla’ya hiç yardım etmezdi. Misafir yatak odasında bir kanepe vardı. Kocası, e o kanepeye uzanır, büyün gece hastalarla sohbet ederdi. İçerde çocukların beslenmesi, derslerinin çalıştırılması, yemeğini hazırlanması, sofranın toplanması, Gül’ün yaptığı gibi gece çamaşırın yıkanması, varsa ütü yapılması için Leyla’nın aksam 7:30’da eve gedikten sonra yatma saatine kadar bir saniye boş vakti olmazdı. Ama gıkı çıkmadı yıllarca. Sonra 38 yaşında tansiyon hastası, 41 yaşında şeker hastası oldu. 44 yaşında ise menapoza girdi.   

 

       Bir gün Leyla banyoda dişini fırçalamaktaymış. Ağzı diş macunu dolu, fırçalama işlemini sürdürürken, banyonun kapısı açılmış, kocası içeriye girmiş. Leyla’yı lavabonun önünden uygun bir vücut çalımı ile yana doğru itmiş, suyu açmış, ellerini yıkamaya başlamış. Leyla, dudaklarından dışarı yayılmış macun dolu bir ağız ve elinde diş fırçası ile şaşkınlık içinde kala kalmış. Beklemeye başlamış, kocası elini yıkayıp işini bitirsin diye. Üstelik o an kocasının elinin acilen yıkanmasını gerektiren bir durum falan da yokmuş. Hani bir yeri kesilir, kanıyordur, acele yıkanması gerekir gibi. Bu arada uzun süre beklediği için diş macunu ağzını da yakmaya başlamış. O arada kocasının dönüp bir “Pardon” demesini de beklememiş değil ama ne gezer. Sonuçta kocası, dişini fırçalamakta olan karısına engel olduğunu ve lavabonun önünden kenara ittiğini algılamamış olarak elini kurulayıp banyodan çıkıp gitmiş. 

 

         Evde bunun benzeri davranışlarla çoğu kadının karşılaştığını konuşulduktan sonra bir banyo hatırası da Ayla’dan geldi. Ayla kısa boylu, bıcır bıcır bir kadındır. Eli son derece çabuk, düşünce hızı ise ondan da çabuktur. Onun az zamanda çok iş başarabilmesinin sırrı belki de çocuğunun olmamasıdır. Yani evde ayağının altında dolaşan bir çocuk iş yapma hızına engel olmamıştır.

Ayla yarım saat içinde ziyafet sofrası donatabilir. Telefonla konuşurken, bir yandan bir raporu daktiloda (bilgisayar öncesi bir tarihten söz ediyorum) hatasız yazabilir. Belki aynı anda başka raporları da okuyor, bir yandan sigara, bir yandan çay içiyor olabilir. 

 

       Ayla’ların evindeki banyonun yanında bir de küçük tuvalet varmış. Yıllar boyunca Ayla, kocası sabahları kalktığında banyodaki klozeti rahatça kullansın, ve rahatça sabah duşunu alsın diye küçük tuvaleti kullanırmış. Ayrıca sabahları duş sırası sorun olmasın diye hayatı boyunca hep akşamları duş yapmış, banyoyu sabahları tümüyle kocasının emrine bırakmış. Aslında işe gitmek için kendisi de kocasıyla aynı saatte evden çıkarmış ama (Ayla halkla ilişkiler uzmanıydı) sabahları telaş olmasın diye ayrıca her zaman kocasından erken kalkıp kahvaltı da hazırlamış. Yıllar sonra ikisi de emekli olmuşlar ve artık sabah işe gitme telaşı olmadığı için banyoyu ve küçük tuvaleti paylaşmak gibi bir zorunluluk kalmamış. Ayla da böylece sabahları banyoya girmeye, sabah duşları almaya başlamış. Bir gün kocası bu işe ciddi bir tavır koymaz mı? Banyo sadece kendisine ait değil miymiş yıllardır? İstemezmiş sabahleyin başkasının banyosunu kullanmasını. Ayla kulaklarına inanamamış, önce “O zaman sen artık sadece küçük tuvaleti kullanacaksın” diye kestirip atmak gelmiş içinden ama sonra evde huzursuzluk olmasın diye yine küçük tuvaletine gitmeye başlamış.

 

     Bu hikayeye de hep birlikte güldük. Sonra Tansel’in hikayesine sıra geldi ve onun hikayesi öncekilere baskın çıktı.

    

        Tansel birkaç sene önce bir trafik kazası geçirdi. Kolu, bacağı kırıldı ve vücudunda açık yaralar oluştu, aylarca yatmak zorunda kaldı. İyileştiği zaman, çok yatmaktan kasları mı zayıflamıştı, tam bilemiyorum ama artık eskisi gibi güçlü değildi. Kolunda da yanlış kaynamış bir kemik vardı. Bunu tamir ettirmek için bir ameliyat olması gerekiyordu ancak doktordan, hastaneden o kadar bıkmıştı ki, bu ameliyattan da vazgeçti, kolu biraz eğri kaldı. Otomobil kullanırken, alış veriş poşetlerini taşırken veya evde ağır bir tencereyi tutmak istediği zaman zorlanıyordu.

 

     Tansel ve kocası bir hafta sonu, kocasının Ankara’daki ailesini ziyaret etmeye karar vermişler. Kocası yola sabah çok erken çıkmak istemiş. Tansel, “Telaş yapmayalım, bir saat geç gitsek de olur, sabah evi, mutfağı rahatça toplayıp yola çıkayım” demiş. Kocası buna rağmen “Hadi, hadi geç kalıyoruz” diye söylenmeye başlamış. O telaş sırasında Tansel halıya takılıp düşmüş ve daha önce kırılan bacağı burkulmuş, bileği adamakıllı şişmiş. Ama sesini çıkartmadan hemen arabaya binmiş, yola koyulmuşlar. Ankara’da yürüyünce bileği daha çok şişmiş, rahatsız etmeye başlamış. Hastaneye gitmesini söylemelerine rağmen İstanbul’a dönünce geçmezse film çektirmeyi planlayarak, Ankara’da doktora gitmemiş. 

    

      Ertesi gün İstanbul’a doğru yola çıkacakları zaman, bu sefer de kocası yere eğilirken belini incitmiş. 

 

       Tansel “En kötü hastalık, her zaman kocaların hastalığıdır” diyerek, hikayesini anlatmayı sürdürdü.

 

       Kolu sakat, ayak bileği şiş ve ağrılı olduğu halde Tansel İstanbul’a kadar otomobil kullanmış. Bacaklarını kıpırdatınca kocasının beline sancı girdiği için otomobil kullanmasına imkan yokmuş. Yolda yağmur yağmış, görüş mesafesi azalmış, karanlık basmış ve Tansel gerçekten çok zorlanarak sağ salim evin önüne kadar gelmeyi başarmış. Tabii beli ağrıdığı için kocasının çantaları bagajdan alı eve taşımasına imkan yokmuş. Tansel kocasını kapını önünde indirdikten sonra otomobile park yeri aramış, -İstanbul’da özel garajınız yoksa, eve yakın park yeri bulmaya zaten imkan yok- sonra çantaları yüklenip sakat kol, burkuk bilek ile bir de ağır taşıyarak evinin kapısına kadar gelmiş. Kapı duvar. Kocası önden girmiş ve doğru gidip yattığı için, çalan kapıyı da duymamaktaymış. Tansel belki 10 defa kapıyı çalmış, ama açan yok. İçerde kocasına fena bir şey mi oldu diye de merak etmiş bu arada. Yanında anahtarını da almamışmış o gün. Tansel’in cep telefonu da yok. (henüz herkesin cep telefonunun olmadığı günlerdeyiz ya) Sonunda üst kat komşusundan eve telefon edip kocasına kapıyı açtırmış. Kocası “Pardon” bile dememiş o gün.

        Bu hikayelere kahkahalarla gülmemize rağmen, eminim ki hepimizin içinde hafif bir burukluk da vardı. Hepimiz hak etmediklerimizle zaman zaman karşılaşıyorduk. Ama ya Anadolu kadınları?  Kaderiyle savaşmanın bile hayal olduğu ortamların  kadınlarıyla kıyaslayınca, şehirde doğmuş, eğitimli kadınlar olarak, eğitimli kocalarla evlendiğimiz için aslında ne kadar şanslı olduğumuzu birbirimize hatırlattık. 

8 yorum:

  1. Dikkatten kaçmamıştır: P P Endem Blog’daki her yazısında insan ilişkilerinin ve kişiliklerin tümüyle sağlıklı denemeyecek yanlarını da düşündürüyor okurlara. Bu kez ise çok ciddi bir yaraya --mizah yoluyla da olsa-- neşter vurmakta. Şöyle :
    Ne yazık ki toplumumuzun her katmanı ve her yöresinde, derecesi ne olursa olsun (kaba davranışlar ve saygısızlıklardan hunharca işlenen cinayetlere kadar) kadına şiddet her gün, ama her gün, giderek artıyor da artıyor. 2019 yılındaki BMK İcralık Resimler söyleşisinde yakınmıştım, orada olanlar anımsar: 2002-2019 arasında ülkede kadına şiddet yüzde 400 artmış durumdaydı. Bu ayıp yetmedi de, Kadına Şiddetin Önlenmesi amaçlı uluslararası İstanbul Sözleşmesi 84 milyonluk koskoca Türk toplumu adına tek kişinin kararıyla ve bir kalemde tüm TC için feshedildi. (20 Mart 2021) Ne üzücü ve ne kadar utandırıcı.
    İşte ilgili TRT Haberi:
    Türkiye Cumhuriyeti adına 11/5/2011 tarihinde imzalanan ve 10/2/2012 tarihli ve 2012/2816 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile onaylanan Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi'nin Türkiye Cumhuriyeti bakımından feshedilmesine, 9 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinin 3'üncü maddesi gereğince karar verilmiştir."
    Gerçi P P E her zamanki ince dokunuşuyla bu acı olguyu, arkadaşlarının karşılaştıklarını yumuşatarak anlatmakla hoşgörülebilirlik sınırına çekiyor ama bence her birimizin kız arkadaşlarımızdan, kız kardeşlermizden, ve hatta annelerimizden dileyecek özürlerimiz var, hem de çok.
    Teşekkürler Puna.
    Okan Ü

    YanıtlaSil
  2. Sevgili Okan Üstünkök'e değerli yorumu yazdığı için ve mizahla ele almaya çalıştığım bu önemli konuya daha da açıklık getirdiği için çok teşekkür ediyorum. P. P. E.

    YanıtlaSil
  3. Puna, anılarını çok güzel bir dille yazmışsın , aslında açıkcası ben gülmedim burada Kocaların davranışlarına, Aklıma güleriz ağlanacak halimize deyişi geldi . Gülsün hala geçmişte yaptıklarımı hatırlatıp başıma kakar bazen yani erkek olarak hepimizin bir kusuru var ancak yazındaki olaylar benim için bile fazla umursamaz geldi . Gülmememin nedenide bu. Okan aslında Geneli iyi özetlemiş. Çoğumuzun evlilik hayatı 50 yıllar civarı uzun bir zaman . Bence önemli bir şeyde yaptığımız hata / yanlış davranışların farkına varıp tekrarlamamak ve özür dileyip gönül almak . Bunu bir öz eleştiri kabul edin .

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sevgili Cahit, yazıda ortaya konan duruma zarafetle yaklaşman ne güzel. Teşekkür ederim.

      Sil
  4. Puna
    Kadın-Erkek eşitliğinin büyük ölçüde sağlandığı veya sağlanacağına en yatkın toplum kesiminde bile bu değişime ince ince erkek direnişini sergilemekle önemli bir mesaj verdin. Erkek şiddetine maruz kadınlar bile senin çizdiğin bu tablodaki erkeklerin böyle davranışlarını kendilerine yönelmiş bir aşağılama olarak görmeyebilirler. Yanız erkekleri değil kadınları da uyandırıcı bir yazı olmuş.. Kadına şiddetin yanız cinayet, işkence, dayak gibi yasal suçlarla değil yasalarda tarif edilmiş suçların dışında psikolojik baskı, anlaşılması zor aşağılamalar, yalnızlaştırma gibi mobbing denilebilecek davranışlar da şiddettir. Mobbing yasal suç olarak artık cezalandırılabiliyor. Ama senin anlattığın olayların yargıya mobbing vakası olarak yansıyabileceğini zannetmiyorum. Ciddiye alınmaz hukuki olarak....Yalnız, bu konuda kadınların bu tür psikolojik şiddete kişilik gücüyle engel olabileceğini düşünüyorum. Bunu kabul edemeyeceğini gösterebilen bir kadın böyle şeylere maruz kalmaz. Geçen yıllarda TRT 1 de Kırmızı Oda adlı bir dizi vardı.. Psikolojik veya maddi şiddete maruz kalan her kesimden insanlara, erkek veya kadın fark etmiyor, psikiyatrik tedavi ile kişiliklerini kazandırmaya çalışan bir doktoru anlatıyordu. TRT 1 de yayımlandığı için çok insan bunu izleyemedi. TRT Aforozu yüzünden tabii.. Neyse... sonuç olarak bu olguya parmak bastığın için de önemli bir adım oldu. İçinde Kadın-Erkek ilişkilerinin olduğu binlerce roman, hikayede bu tür olaylar zaten yazılıyor. Ama olguyu tecrit ederek sergilemek daha önemli bir başarı...
    Aklına ve kalemine sağlık..
    M.Hamuroğlu

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sevgili Mehmet, her zamanki gibi okuduğun ve yorum yazmak için vakit ayırdığın için teşekkür ederim. Burada anlattıklarım gerçek olaylar ve belirttiğin gibi daha niceleri çeşitli şekillerde yaşanıyor. Ama belki kadınlar da, kocalarına kendilerini ihmal edilmiş hissettiren pek çok davranış yapıyorlardır. Sanırım bir gün bunlardan da bir öykü oluşturmak lazım.

      Sil
  5. ey millet (masculen) itiraf edelim. Kadınların müşfik, sevgi dolu, analık vasıfları olmasa bizim bu sınavı geçmemiz bir hayli zor olmaz mıydı? Okuduğumda hakkikaten erkeklerin biraz çocukça ve saf tarafları var, dedim. Ama ben de yanlız değilim.

    YanıtlaSil
  6. Yorumuna teşekkürler sevgili Sadık. Aslında kişisel eleştiri yapın diye değil de biraz siz de okuyunca eğlenin diye yazılmış bir öyküydü benimkisi. Ama galiba daha geniş anlamda konuya yaklaşırsak sadece bizim toplumumuzda değil, her ülkedeki kadınların ihmaline ve on lardan çok şey beklenmesine parmak mı basmış oluyorum acaba?

    YanıtlaSil

Yorumunuz okunduktan sonra yayınlanır. Yorumunuzun altına ad ve soyadınızı yazınız, Kimliği belirsiz yorumlar yayınlanmaz.

ÖNE ÇIKAN YAYIN

And They Died / Gün Gencer

  AND THEY DIED (THE ROAD TO GALLIPOLI) (ÇANAKKALE SAVAŞINA GİDEN YOL) A TRAGEDY IN THREE ACTS  (A Docu-drama with music written in memory o...