KÜLTÜR
Sonunda engin kültürümün değerini anlayan birisi çıktı. Tahmininiz
doğru, Doktorum!..
Doktorum beni aradı, senden kültür almam gerekiyor dedi. Nasıl heyecanlandım anlatamam. Bunca yıl kendimde titizlikle sakladığım kültürümü artık toplum hizmetine sunacaktım. Okuduğum kitaplar, sanat ve edebiyat tarihi, ekonomi, politika, artık aklınıza ne gelirse bir anda sınava hazırlanan lise öğrencisi gibi aklımdan geçiverdi. Kültür vermeye artık hazırdım. Doktora giderken bütün bildiklerimi mırıldanırken yanımdan geçen arabaların şoförleri bana hayretle bakmaktan kaldırıma çıkma tehlikeleri atlattılar.
Kültür vereceğim doktorumun kapısını çalarken senelerin eğitmeni havalarına girdim, kolay değil yılların kültür birikimi bu. Doktor beni rahat bir koltuğa oturttu, bir kültür uzmanına nasıl değer verileceğini iyi biliyor, aferin. Koltuğu birkaç hareketle yükselterek bana daha da özen gösterdiğini belli etti ama koltuğun ilk durumu bence daha iyi idi. Yine de bunca özenine karşılık ayıp olmasın diye bu düşüncemden kendisine bahsetmedim.
Engin kültürümü kendisine sunmaya hazır iken o engin değil de derin kültür istiyormuş ki şiş benzeri uzun bir metalle gırtlağımın derinliklerine daldı. Arada bir haaa, hımmm gibi sesler çıkarmasına ben de altta kalmayıp, gırrrk, gıyyyk gibi seslerle karşılık verdim. Sonunda kültürü aldım deyince vay be ben kültürü kafamda sanırken gırtlağımın dibindeymiş diye düşündüm. Bu buluşumu beni kültürsüz sanmaması için kendisine söylemedim tabii.
Asıl macera bundan sonra başladı. Doktorum ilaçları düzenli alıyor musun diye sordu. Yalan söyleyemedim. Az önce nadide vazoyu kırmış gündelikçi mahcubiyeti ve hafif bir sesle, dün gece dedim ve devam etmedim. Doktor tek kaşı havada tekrar etti, evet dün gece? Arkadaşlarla yemeğe çıktık dedim ve önüme bakıp sustum. Yani dedi iki kadeh içki içtin ve antibiyotiki almadın öyle mi? Sadece hüzün dolu bir ifade ile evet anlamında kafamı salladım. Doktorum devam etti, iki kadeh içkinin antibiyotikle zararı olmaz, ilacını almaya devam edebilirdin dedi. Bir şehir efsanesi daha böylece yıkıldı. Ben bu doktoru sevmeye başladım.
Doktorum bir de dedi sana gargara yazacağım. Oldum olası ilaç isimlerine dilim dönmez, o nedenle benim için ilaçlar, ufak pembe haplar, iri sarı kapsüller, acı beyaz köpüren şeyler gibi üç beş klasmana sığar. İlaç firmaları onca garip isimli binlerce ilacı neden imal eder bilmiyorum, benim gibi engin ve derin kültürlü bir insan bile bu durumda iken.
Doktoruma hemen itiraz ettim, o yeşil iğrenç sıvı mı istemem. O zaman dedi filanca gargarayı yazıyorum. Ben imkansız dedim o kırmızı yapış yapış garip akışkanı bu kültürlü ağzıma yakıştıramam. Doktor çaresiz, o zaman dedi sana bir terkip söyleyeyim. Neee terkip mi? Aydan ve Zerrin kulaklarınız çınlasın bu doktor sonunda doğru yolu buldu. Doktorumun antibiyotik ve içki karmasına rağmen benden kurtulamama ihtimaline karşın bir de iksir tarifine girip işi sağlama almayı düşündüğü izlenimine kapıldım. Bunda onun bu sözleri söylerken gözünde yanıp sönen sinsi ışığı ve dudak kenarındaki ızdırap dolu gizli tebessümü görmem etkin oldu galiba.
Yine de içimi rahatlatan husus doktorumun hipokrat yemini ettiğini hatırlamam oldu. Acaba bunu kendisine de hatırlatmam gerekir miydi? Ama o bir bilim adamı ve Zerrin gibi ölçek filan deyip yuvarlak laflar etmiyor. Bir çorba kaşığı veya yarım çay kaşığı gibi bilimsel sözcükler kullanıyor. Ben yine de kendimi emniyete almak istedim. Şirin bir tavırla, doktorcuğum, lafla anlatmayı anlamam şunları bir yazıver dedim. Oltaya düştü, ne de olsa benim gibi bir kültürlü ile aşık atacak durumda değil. El yazısı ile bütün terkibi yazdı, artık elimde kesin bir delil var. Yarın bu yazıyı noterden onaylatıp kasaya saklayacağım. Bana birşey olursa o doktorun çekeceği var.
Terkibin tümünü tabii ki size vermeyeceğim, ama doktorum her mutfakta olan şeyler dediğinde aklıma benim mutfağım geldi, içimden bir ses olmaz, olamaz, imkansız diye çığlık attı. Mutfak mı, asla. Gerçekten de yazdıkları her olağan ve dürüst mutfakta bulunabilecek nesneler, ama benim mutfağım bana bunları hayatta vermez. Ayrıca her dürüst ve aklı başında mutfakta bulunabileceklerin dışında doktorum öyle bir şey yazdı ki iyi niyetinden iyice şüphe ettim. Karbonat, evet karbonat. Ne kadar masum bir söz değil mi? hiç de değil.
Doktordan çıkıp karşıdaki eczaneye girdiğimde beni neyin beklediğini bile bilmiyordum. Eczacı yaşlıca tonton bir hanım, gafletle "buyurun" dedi. Ben de aynı gafletle sizde karbonat var mı diye sordum. Kadıncağızı zor durumda bırakmamak için veya nerede bulabilirim söyler misiniz diye devam ettim. Kadıncağızın gözleri buğulandı biran geçmiş güzel günleri hatırlayıp yumuşak bir sesle hafif bir ahh çekip, biz bir zamanlar bunu kullanırdık, hatta satardık bile dedi. O anda doktorumun bana hazırladığı oyunu farkedip dehşete düştüm. İksirin en önemli hammaddesini bulamayacaktım.
Neyse ki eczane yarım asırlık ve kadıncağız da kendisini hastalara şifa dağıtmaya adamış bir hanımefendi. Ayrıca da inatçı mı inatçı. İllaki karbonatı bulacak, o dolap, bu dolap, yok, yok, yok. Sonunda yılladır açmadığı en alttaki dolap aklına geldi. Dolap kapağı bir orta çağ şatosunun kapısını andırır bir gıcırtı ile açılınca gözlerimize inanamadık. Yıllardır kapalı kalan o dolabın içinde tek başına masum bir eda ile tozlanmış bir küçük kutu yatıyordu. O, evet o bulunmaz malzemeye nihayet ulaşmıştık. Kadıncağız ters V pozisyonunda bir eliyle kutuya hamle ederken bir eli ile benim kendisinden önce o değerli malzemeye ulaşmama mani oluyordu. Kutuyu okşarcasına eline alıp üzerindeki kaba tozları önce bir üfürüp, sonra da kalan ince tozları şefkatli eliyle temizledi. Hınzırlığım tutmuştu. Kadıncağıza en can alıcı soruyu sordum. Kaça? Zavallıcık zafer sarhoşluğu içinde bunu hiç beklemiyordu. Şaşkınlıkla kutuyu evirdi, çevirdi ve soluk bir el yazısı ile yazılmış 750 rakamını okudu. Ben inadına üsteledim. 750 ne diye. İkimiz de biliyorduk ki bu eski kutunun üstünde yazan YTL veya YKr olamazdı. Bence bu o güzelim yıllardan kalma yediyüzelli kuruştu. Bu parayı ancak sarraflarda bulma fikri beni bir anda durdurdu. Kendimin de inanmadığım bir sesle yediyüzellibin olabilir mi diye sordum. Kadıncağız bu çözüme dünden razı hemen evet deyiverdi.
Sonunda eczaneden elimdeki o değerli kutu ile çıktığımda sevineceğim yerde bütün huzurum kaçtı. Otoparka kadar olan elli metrelik mesafede karşıma bir kapkaçcı çıkabilir miydi? Koşar adım otoparka yöneldim, arabaya girer girmez kapıları kilitleyip karbonat kutusunu özenle yanımdaki koltuğa yerleştirip emniyet kemerini bağladım. Arabayı saatte on km hızla sürerken diğer sürücülerin kaba sözlerine muhatap olmamayı tercih ettim. Ne de olsa ben kültürlü bir insandım ve çok değerli bir malzemeyi taşıyordum.
Sabah ne kadar haklı olduğum bir kere daha ispatlandı. Kültürlü adamın hali başka. Kimsenin bulamayacağı yer demiştim ya, tam anlamı ile doğru çıktı. Ben dahil kimse henüz onu bulamadı ve ben o iksiri yapıp da bu hastalıktan kurtulamadım. Doktorum aradığında ise kendisine kesinlikle hiç bir şey söylemeyeceğim, hatta yanlış numara diyerek telefonu kapatabilirim.
Bu öyküyü liradan altısıfır atılıp YTL ye geçildiği sene yazmıştım. Doktorla arkadaşlığımız devam ediyor. Öyküde isimleri geçen Aydan ve Zerrin ODTÜ'den sınıf arkadaşlarım.
YanıtlaSilOkuduğum en “şeker” hikayelerden biri. Bu yorumu yazarken hala gülümsüyorum.
YanıtlaSilSevgili Puna, her zamanki nezaketinle yazdığın yorumuna çok teşekkür ederim. Mizahi öykülerimi yakında göndermeye devam etmeyi düşünüyorum.
YanıtlaSilKeyifli bir öykü. Bunu bir parodi / monolog olarak sahnede Ferhan Şensoy ya da Genco’nun canlandırdığını düşünseniz e . Tadından yenmez. Çok hoş...Teşekkürler Hilmi.
YanıtlaSilOÜ
Hilmi
YanıtlaSilŞiirlerini beğenerek okurken bunuda şiir diye açtım . Çok güzel bir mizahi öykü çıktı . Bekliyoruz yenilerini
Şiirlerinle tanışmıştım ve galiba da yorum yazmamıştım. Nedeni de beğendiklerimi nasıl ifade edeceğimi bulamamaktan herhalde.. Ama bu apayrı. Çok ince ve derin....
YanıtlaSilMehmet Hamuroğlu