bir
zamanlar
BEN DE ÇOCUK OLDUM .....
Son günlerde yaşantımla ilgili ilk neleri
anımsayabilirim diye belleğimi iyice zorlamaya başladım. Usuma ilk düşen bir
yatak odası, mavi bir çocuk karyolası. Sonradan bana aktarılanlara göre daha
önce o karyolada Ağabey yatmış. Karyolanın arkasında bir pencere var, iki
kanatlı ve koyu yeşil boyalı. Pencerenin gerisinden sıkça trenler geçiyor.
Düdükleri ve tangırtıları tükenmiyor. Yatağın önünde yere oturmuş Çocuk çok
küçük, yaşça tabii, yoksa o zaman bile oldukça iri. Çocuğun önünde tombulca bir
kadın, Anne olmalı. O da Çocuğun önüne oturmuş. Otuz iki, otuz üç yaşlarında
gösteriyor, ellili yaşlarında normal kilolara düşecek. Ayaklarını öne doğru
uzatmış ve aralamış. Çocuk ta ayaklarını ileri uzatmış ve aradaki boşluğa
sığışmış. Anne Çocuğun iki elini elleriyle kavramış, birlikte bir ezgi eşliğinde
bellerinin üstünü ileri, geri sallıyorlar:
“Fış fış
kayıkçı / Kayıkçının küreği / Akşama fincan böreği / Bir parçacık etim var /
Bir yaramazca kedim var/ Kedim eti yerse / Annem beni döverse....
Son sözcüklerden sonra Anne Çocuğun karnını
gıdıklıyor, Çocuk ta gülücükler, kahkahalar atıyor.
Ev oldukça kalabalık. Yaşlı bir bey odasındaki
karyolada hep yatıyor. Anne ve baba dışındakiler o beye “Ağababa” diyorlar. Ağababa Babanın babası. Sürekli pijamayla
dolaşıyor. Güneşin ortalığı iyice ısıttığı günlerde koluna girip evin önündeki
bahçeye indiriyorlar ve sokağa yönelik şezlonga oturtuyorlar. Yaşlı adam orada,
sessizce saatlerce kalabiliyor. Ara sıra önünden geçen mahallenin genç
kızlarına “Küçük hanım! Mendiliniz düştü!”
diye takılıyor. Kızlar da “Günaydın!
Süleyman Bey Amca! Bugün inşallah daha iyisinizdir!” diye yanıtlıyorlar.
Ağababanın Çocuk ile ilişkileri üst düzeyde. Çocuk ara sıra onun yatağına
tırmanıyor, yan yana oturuyorlar. Ağababa torununa kitap, defter kaplamak,
sazlardan sepet örmek gibi pratik bilgiler aktarıyor. Zaman zaman da “Kırım Masalları” anlatıyor. Ne yazık ki
Çocuk o öykülerden hiç birini günümüzde anımsamıyor.
Ağababa 1860’larda Kırım’da doğmuş. Çift, çubuk
sahibi olmuş, zamanı gelince çoluk çocuğa kavuşmuş. Ancak askerlik başa düşünce
“Ben gavura hizmet etmem!” diye tutturmuş. Gavur dediği Çarlık Rusyası.
Bir yolunu bulmuş, tüm malını mülkünü ve yakınlarını Kırım’da bırakarak bir
başına, beş parasız İstanbul’a kaçmış. Karagümrük’te hemşehrilerinin yanına
sığınmış. Emlakçılık yapmaya başlamış. “Karagümrüklü
Tatar Süleyman” diye anılır olmuş. Sevap sahibi olmak isteyen hemşehrileri
Ağababayı İstanbullu bir bayan ile evlendirmişler. Bu evlilikten Baba ile iki
Hala doğmuş. Bu yüzden Çocuğun baba tarafından fazla akrabası yok. Ağababanın
İstanbullu eşi Babaanne uzun yaşamamış. Ailede çok kimse Babaanneyi
tanıyamamış.
Bir gün Anne, gözleri yaşlı, Çocuğu
Anneannenin evine bırakıp dönüyor. Orada birkaç gün geçiren çocuk eve gelince
Ağababayı göremiyor. Ağababanın odasında ise Ağabey yatmaya başlamış. “Ağababam nerede?” diye soruyor. “Ağababa rahatsızlandı, bir süre hastanede
kalacak!” diyorlar. Bundan sonra ailenin dilinde dönüşü olmayan yere
gidenlerden hep “Hastanede” diye söz
edilecek. Aynı biçimde çocuk sahibi olmak isteyenler de hastaneye gidip oradan
bebek alacaklar. Birkaç yıl sonra Çocuk işin aslını öğrenecek, ancak olayları
fazla kurcalamayacak, öylece kabullenecek.
Evde bir Ağabey var, on iki, on üç yaşlarında.
Çocuğun Ağabeyden ilk anımsadığı kahverengi bir kısa pantolon. Aynı pantolonu
çocuk sekiz dokuz yaşlarına gelince birkaç yıl giyecek. Ağabey Çocuğa çok iyi
davranıyor. Ara sıra ön bahçede, arka tarafta birlikte dolanıyorlar. Bir gün
Ağabey koşarak eve geliyor. Çocuğa “Bak
şimdi pencereden atlayacağım! “ diyor. Oturma odasının penceresini açıyor.
Ev tek katlı olduğundan pencerenin alt bölümünün yerden yüksekliği bir buçuk
metre kadar. Ağabey kanatları açılan pencerenin boşluğuna ters olarak çömeliyor,
denizliğe tutunup bedenini yavaş yavaş aşağı doğru sarkıtıyor, sonra da
ellerini çözüp kendini yere bırakıyor, toprağa ayakları üzerine düşüyor. Bu
olay Çocuğu çok etkiliyor. Ağabeye insanüstü bir yaratık gibi bakıyor. Ağabey “Sen sakın denemeye kalkma! Daha çocuksun,
bir yerlerini kırarsın!” diyor. Zaten bir süre sonra evin tüm pencerelerine
demir parmaklık yapılıyor. Pencereden atlama oyunu böylece sona eriyor.
Ağabey bazı günler komşulardan Selçuk Ağabeyin
bisikletini ödünç alıyor, selenin önündeki uzun borunun üzerine Çocuğu
oturtuyor, birlikte yakındaki tren istasyonuna gidiyorlar. Gazinonun
yeşillikleri arasındaki kum havuzunda çeşitli oyunlar oynuyorlar.
Yorulduklarında, Ağabey büvetten gazoz, simit, kurabiye gibi şeyler satın
alıyor, yiyip içiyorlar. Ardından yine bisikletle eve dönüyorlar. Çocuğun da
bir bisikleti var, büyük bir olasılıkla Ağabeyden kalma, ama bu bisiklet üç
tekerlekli. Zaman zaman Çocuk kendi bisikletine biniyor, Ağabeyin gözetimi
altında ön ya da arka tarafta geziniyor.
Çocuğun en çok sevdiği şeyler Ağabeyin çocuk ve spor dergilerinin resimlerine
bakmak, bir de pul defterindeki türlü, çeşitli renk ve desendeki pulları
incelemek. İlkokul çağına geldiğinde dergiler ve pullar Çocuğun mülkiyetine
geçecek. Çocuk ayrıca Ağabeyin kendisine verdiği beyaz kağıtların üzerine,
üzerinde “Nur Kalem” yazan kurşun ve
renkli kalemlerle ya da mum boyalarla resim diye adlandırdığı karalamalar
yapmaktan çok hoşlanıyor.
Evde bir de abla var, o da yaşıtlarına oranla
tombulca, ancak Abla Anne gibi sonraki yıllarda ince bir bedene kavuşamayacak,
yapacağı tüm perhizlere karşın kilo yitiremeyecek. Ağabey de Ablaya “Abla” diyor. Abla lise öğrencisi.
Okuluna giderken kocaman beyaz düğmeleri olan siyah bir önlük giyiyor, beyaz
yaka takıyor. Abla ile Milli Şefin (Zamanın Cumhurbaşkanı İsmet İnönü) kızı
aynı liseye gidiyorlar, ama aynı sınıfta değiller. Milli Şefin kızı liseye
makam arabası ile değil, uray (belediye) otobüsü ile geliyormuş. Çocuk
yaramazlık yaptığında Anne terliğinin tersiyle poposuna birkaç darbe vuruyor.
Çocuk ağlamaya başlıyor. İşte o anlarda Abla, Çocuk ile Annenin arasına
giriyor, o zaman Çocuk Ablayı çok seviyor.
Bir de “Ünzüle
Abla” var. Abladan bile daha büyük olmalı. Çocuk dışında her kes ona “Ünzüle” diyor. Ünzüle Abla Çocukla çok
ilgili, yemeğini yediriyor, uykuya yatırıyor, halının üzerine dağılmış
oyuncaklarını topluyor ve hatta Çocuk lelle (oturak – lazımlık) üzerindeki
işini bitirip “bitti’” diye
seslendiğinde bir pamukla Çocuğun poposunu temizliyor. Çocuğun uzun süre aileden
biri sandığı Ünzüle Ablayı Baba bir iş gezisi sırasında Çankırı’nın Ildızım
köyünde yetim olarak bulmuş ve henüz Abla
bile doğmadan Anneye yardımcı olur diye evlat edinmiş. Ünzüle Abla evde
ailenin bir bireyi olarak kabul görüyor, Anne onun da çeyizini hazırlıyor ve
zamanı gelince Ünzüle Abla Enişteye gelin gidiyor. Çocuk büyüyüp adam olduğunda
bile Ünzüle Ablasını unutmuyor, bayram günleri ziyaretine gidip elini öpüyor ve
kendisi için özel olarak yapılan gözlemelerin tadına varıyor.
Anne Anneannenin en büyük kızı. Baba ile
görücü yöntemi ile evlenmişler. Çocuk doğduğunda Anneanne diğer iki kızı, “Bedia Abla” ve “Rebia Abla” ile Hacıbayramda eski bir Ankara evinde oturuyorlar. (Bkz. Anneannemin Evleri...Ankara Magazine,
Eylül 2007, Sayı 67 ) Rebia Abla hiç evlenmiyor. Bedia Abla ise yaşantısını
“Selim Ağabey” ile birleştirdikten
sonra Çocuğun kuzini “Derya”yı hastaneden alırken orada kalıyor. (Bu olgu
Çocuğun dilinde, çevirisi şöyle: “Derya’nın
doğumu sırasında vefat ediyor.”)
Anne Çocuğa biraz sertçe davranıyor.
Anneanneden gördüğü çocuk eğitimi yöntemi bu yönde. Çocuğun da buna karşı
direnme yöntemleri var, örneğin bazı yiyecekleri, ne kadar poposuna terlik
yerse yesin, ağzına koymuyor. Bu yiyeceklerin başında domates geliyor. Çocukluk
yaşlarında yemediği diğer besinlere zamanla alışsa bile yetmişli yaşlarına
merdiven dayadığı günümüzde Çocuk (artık Adam mı demeli?) için domates,
patlıcan ve kabak hala büyük bir sorun. Domatesi eliyle tutamaz, doğranırken
çıkan sese tahammül edemez, çevresinde domates yiyen olursa ona bakamaz.
Aslında Çocuğun domatesten nefret etmesinin esas nedeni başka. Güz aylarında ön bahçeden
toplanan domatesler önce güneşe karşı bahçede bekletiliyor. Birkaç gün sonra,
kapaksız tencereler içinde kuzinenin üzerinde saatlerce kaynatılıyor, salçaya
dönüşüyor. Evin her yanına sinen kaynatılmış, koyu domates kokusu günlerce
Çocuğun burnundan eksik olmuyor. Buna karşılık kimin nesi olduğunu
anımsayamadığı Resmiye Ablanın çıplak ayaklarıyla büyük bir leğende tülbentle
örtülü hamuru “Günahı sahibinin boynuna!”
diyerek yoğurduğu ve ardından dört beş teyzenin kocaman bıçaklarla keserek
ürettiği erişteden o kadar nefret etmiyor. Belli ki Çocuk kötü kokuya karşı
oldukça duyarlı.
Anne ara sıra çocuğu elinden tutuyor, tren
istasyonunun üst katında oturan Refika Hanım Teyzelere konuk gidiyor. O evde
istasyonun arkasındaki caddeye bakan bir pencere var. Anne, Refika Hanım Teyze
ile sohbet ederken, çocuğu pencerenin önündeki yükseltiye oturtuyor “Haydi oğlum! Say bakalım biz gidene kadar
caddeden kaç tane otomobil geçecek?” diyor. Çocuk pür dikkat pencere
önündeki yerini alıyor, sesini fazla çıkarmadan geçen otomobilleri sayıyor.
Konuk kaldıkları üç, dört saatlik sürede caddeden beş, altı otomobilden fazlası
geçmiyor. İşte kırklı yılların ortalarına doğru Ankara Garının önünde motorlu
trafik yoğunluğu bu düzeyde.
Baba da Ağababa gibi bir önceki yüzyıldan.
1896 doğumlu. Liseyi bitirdikten sonra askere alınıyor, Birinci Dünya Savaşı
ile Kurtuluş Savaşına yedek subay olarak katılıyor ve iki kez yaralanıyor. (Bkz. Karartma Geceleri...Ankara Magazine,
Haziran 2008, Sayı 76) Savaşlar bitip Cunhuriyet Yönetimi kurulunca Baba
Devlet Demiryollarına girip emekli olana kadar çalışıyor. Babaya herkes değişik
biçimde sesleniyor. Anne “Efendi”,
Abla “Beyba”, Ünzüle Abla “Bey”, Ağabey ve Çocuk “Baba”, Anneanne ise “Bayburak” diyor. Anneanne için Babanın
işi “şimendifercilik”. Çocuk Babanın
sık sık yola gidip birkaç gün eve uğramamasına alışık. Baba özellikle yol
dönüşlerinde Çocuğu kucağına alıyor, göğüs kafesine sıkıca bastırıyor ve “Gürültüye gidecekti, garibim benim’” diyerek okşuyor,
yanaklarından öpüyor. Çocuk bu sözcüklerin neden söylendiğini yıllar sonra
öğreniyor. Aile kurulup iki de çocuk sahibi olunca tamam diyorlar ve başka
çocuk yapmamayı kararlaştırıyorlar. Ablanın doğumundan on üç, Ağabeyinkinden
sekiz yıl sonra Anne karnında şişlik duyumsuyor. DDY Hastanesinde yapılan
muayenede ur olduğunu söylüyorlar ve ameliyat için gün veriyorlar. Anne
ameliyattan ürküyor, bir de özel doktora gözüküyor. Özel doktor “Ne uru hanım, düpedüz bebek bu, gözün aydın,
hamilesin!” diyor. Nitekim gerekli
süre dolunca nur topu gibi bir oğlan çocuğu doğuyor. Çocuğa önce uzun ömürlü
olsun diye “Baki” adını vermeyi
düşünüyorlar, ancak bu sözcüğün Türkçe kökenli olmaması yüzünden cayılıyor,
muradına ersin anlamında “Ersin” de
karar kılınıyor.
Baba Annenin aksine Çocuğa karşı çok sevecen
ve bonkör. Çocuğun bir dediğini iki etmiyor. Onu armağanlara, oyuncaklara
boğuyor. Ancak İkinci Dünya Savaşı dönemi olduğundan Çocuğun oyuncakları yine
de sınırlı. Daha çok Ağabeyden kalanlarla idare ediyor. Çocuğun favori oyuncağı
birkaç günlüğüne İstanbul’dan konuk gelen Büyük Halanın kendisine armağan
ettiği koyu lacivert renkli lastik bir top. Tenis topu büyüklüğündeki bu topun
üzerinde kabartma yıldız desenleri var. Zamanla yıldızlar aşınıp ortadan
kalkıyor.
Baba çok sık gittiği iş yolculuklarından
elinde paketlerle dönüyor. Bu paketler arasında Çocuğun en çok sevdiği içinden
tulum peyniri çıkanı. Günümüzde plastik bidonlarda seri olarak üretilen tulum
peynirleriyle tat olarak hiçbir benzerliği olmayan bu peynirleri çocuk kısa
sürede tüketiyor. Bir keresinde Babanın getirdiği paketlerin birinden metal
tabak içinde sarı renkli bir yiyecek çıkıyor. Annenin verdiği her yeni yiyeceğe
“Ben bunu sevmem, yemiyeceğim!”
demeye alışmış Çocuk aynı sözcükleri yineleyince Baba “Sen tatlı seversin diye getirdim oğlum, ucundan çatalla tadına bak,
beğenmezsen yeme!” diyor. Çocuk çatalın ucu ile bir parça kopartıyor,
ağzına atıyor. Duyumsadığı lezzeti betimlemeye sözcükler yeterli değil. Adı “bal” olan bu besini Çocuk bir ömür boyu
afiyetle yiyor. Baba başka bir sefer kan lekeli gazete kağıtlarına sarılmış,
kedi yavrusu iriliğinde, cansız bir hayvan ile geliyor. Mutfakta, musluğun
altındaki döşemenin üzerinde bulunan süzgeçin yakınına bırakılan hayvancağıza
Çocuk ara sıra mutfak kapısını aralayıp korkarak bakıyor. Bu, Çankırılı
köylülerin av partisinde vurarak Babaya armağan ettikleri bir tavşan. Çocuk
tavşan etini yiyip yemediğini, yediyse tadının nasıl olduğunu anımsamıyor.
Baba yola gitmediği günlerde öğle yemeğine eve
geliyor. İş yeri on dakikalık uzaklıkta. Yemekten sonra da pantolonuyla
sedirlerden birine yanlamasına uzanıyor. Ünzüle abla Babanın önce altta kalan
pantolon paçasını düzlüyor, ardından aynı işlemi üsttekine uyguluyor. Şekerleme
adını verdiği bu on beş, yirmi dakikalık uykuları Baba çok seviyor. Bir gün
Baba uyurken pantolon cebinden birkaç bozuk para sedire dökülüyor. Baba
uyanınca Çocuk “Baba! Paralarınız sedire
döküldü!” diyor. Baba da “Al onlar
senin olsun!” diye yanıtlıyor . Beş kuruşluk, on kuruşluk bozukluklardan
oluşan yaklaşık elli kuruşluk tutar Çocuğun yaşantısında eline geçen ilk
servet. Ertesi günlerde Babanın şekerleme yaptığı anlarda erketeye yatan çocuk
servetini artıracak başka bir olanağa kavuşmuyor. Asıl yükünü ise yaz günleri
öğleden sonra uykuya yattığında Anneden aldığı beş kuruşlarla tutuyor. Paralar
belli bir düzeye eriştiğinde Ağabey Ulustan tatlı ya da pasta getiriyor, hep
birlikte afiyetle yiyorlar.
Çocuk belli bir yaşa gelene kadar Anne-Babanın
yatak odasındaki mavi karyolasında uyuyor. Özellikle babanın işe gitmediği
tatil günlerinde, sabahları uyandığında, Anne-Babanın yatağına gidip ikisinin
ortasına yatmaktan mutluluk duyuyor. Bir bacağını Annenin iki bacağının arasına
uzatıyor. Annenin beden ısısı böylece kendisine geçmiş oluyor. Sabah
kahvaltısında bir marifet yapmışçasına “Ben
ayağımı Annenin ayağının içine soktum!” diyince masadakiler kahkahayı
basıyor. Kendisiyle alay edildiğini sanan Çocuk tümüne küsüyor, dilinin
saflığına güldüklerini yıllar sonra anlayacak.
Bir gece rüyasında kendisini oturağının
(lellesinin) üzerinde gören Çocuk uyandığında yatağını ıslattığının bilincine
varıyor. Annenin terlik darbelerinden korkuyor ve uykuyu sürdürüyormuş gibi
yapıyor. Olağan zamanda kalkmadığı anlaşılınca Anne geliyor ve yorganı kaldırıp
yatağın ıslak olduğunu görüyor. Yatak odasının kapısını örtüyor, “Üzülme yavrum, bu olay hepimizin başına
gelebilir!” diyor, Çocuğun çamaşırlarını değiştiriyor, yorgan ve yatak
çarşaflarını banyoya götürüyor, odanın penceresini açıyor, havalandırıyor,
ıslaklıkların kurumasını sağlıyor. Diğer bireylere olaydan söz etmiyor ya da
Çocuk öyle sanıyor.
Anne enstitünün biçki dikiş bölümünü bitirmiş.
Evde kollu ve ayaklı iki tane dikiş makinası ile bir de manken var. Yakın
çevreye elbise dikip ailenin bütçesine katkıda bulunan Anne ayrıca üç çocuğunun
iç çamaşırlarını da üretiyor. Ağabeyin zamanla küçülmüş giysilerini Çocuğun
boyutuna uydurmak için elden geçiriyor.
Bu işlemler sırasında yapılan provalarda birkaç dakika ayakta durmak bile
Çocuğa zor geliyor, ağlamaya başlıyor. Annenin ürettiği iç çamaşırları çok
güzel de her yaz yenilerini diktiği çiçek desenli basma tulumlardan Çocuk
nefret ediyor. Bir kere kız giysisi gibi bir şey, ayrıca tam apış arasından üç
düğme ile ilikleniyor. Tulumu giydiren Anne ya da Ünzüle Abla düğmeleri
iliklerken ara sıra Çocuğun etini kıstırıp canının yanmasına neden oluyorlar.
Üstelik mahallede tulum giyen başka oğlan çocuğu yok.
Çocuk bahçede oynarken biraz hızlı koşsa
bademcikleri şişiyor, ateşi yükseliyor. O zaman kapı komşusu Zehra Hanım Teyze
“Vah benim Çocuğumu yine horozlar mı
gagaladı?” diyerek evinde pişirdiği ıhlamuru getiriyor. Çocuğun başında bir
süre oturuyor, ona masallar anlatıyor. Çocuk Zehra Hanım Teyzenin
masallarını çok seviyor, ama hasta olup
yatmayı sevmiyor. İlkokula başlamadan Çocuğun bademciklerini alıyorlar. Savaş
yılları, ancak uyuşturmadan ameliyat yapılabiliyor, Çocuğun canı çok yanıyor.
Bademcikleri alındıktan sonra Çocuk istediği kadar koşabiliyor, dondurma
yiyebiliyor.
Çocuğun ilk arkadaşı Üç dört ev aşağıda oturan
Gürel. Gürel’in de bir Ağabeyi var. Erol Ağabey. O daha çok yaşıtlarıyla,
Çocuğun Ağabeyi ile falan takılıyor. Gürel’in Babası Hikmet Bey Amca, Gürel’in
kardeşi Adil doğduğunda, muştuyu kendisine veren Ağabeye tam beş lira veriyor.
Her gün bahçede ya da evlerden birinde Çocukla Gürel birlikte oluyorlar. Gürel
futbol oynamaya bayılıyor. Çok küçüklükten beri patiklerinin önü deliniyor ve
ayak baş parmakları meydana çıkıyor. Sık sık tarlada ya da arka tarafta iki iri
taşla belirlediği kaleye Çocuğu geçirip ayakla veya kafayla şutlar atıyor.
Çocuklar mahalle takımı kurulunca Çocuk kaleye geçecek, Gürel de ileride
oynayacak. Gürel çocuğa oranla daha afacan. Bir gün Gürellerin evinde birlikte
helaya girince Gürel Çocuğun bacağına çişini ediyor, bunun üzerine Çocuk
günlerce küsçülük oynuyor, nedenini de kimselere söyleyemiyor.
Mahalledeki sıra evlerin sayısı sekiz. Her
çatı altında iki demiryolcu aile oturduğundan sokak on altı aileyi
barındırıyor. Bir süre sonra evlerin sağına ve soluna dörder ev daha eklenince
konut sayısı otuz ikiye yükseliyor. Bu yeni çocuklar, yeni arkadaşlar anlamına
geliyor. Çocuk bir gün evlerinin önünde tek başına oynarken sokaktan geçen
tombulca bir teyze “Yavrum! benim de
senin yaşlarında bir oğlum var, yarın sabah annenden izin alıp bize gel,
oğlumla oynayın, bizimki sağ baştan üçüncü ev, sağdaki kapı, ben Kıymet Hanım
Teyzen!” diyor. Çocuk ertesi sabah Kıymet Hanım Teyzelerin evine damlıyor,
yeni arkadaşı Temel ile ablaları Emel Abla ve Aysel Abla ile tanışıyor. Öğlene
kadar Temel ile oynuyorlar. Kıymet Hanım Teyze bu ilişkiden çok memnun kalıyor,
Çocuk evine dönerken “Çocuğum biz seni
çok sevdik, her gün gel, Temel ile oynayın!” diyor. Ertesi sabah Çocuk Temellere
gitmek için sokağa çıkınca Anne “Oğlum,
her gün konukluğa gidilmez, ayıp olur, bekle yarın gidersin!” diyor, Çocuk
sokakta ağlamaya başlıyor, onu evin içine almak için Anne de sokağa çıkıyor,
birkaç ev ileride merdiven sahanlığına çıkmış Kıymet Hanım Teyzenin korkuluktan
beline kadar sarkarak “Gel, Ersin, gel!”
diye seslendiğini görüyorlar. Bunun üzerine, Çocuk sabahları Temellere gitmeyi
ve onunla birlikte oynamayı sürdürüyor.
Yeni arkadaşlardan biri de Temellerin bir ev
ötesinde oturan Aykut. Çocuğun Aykut’la yaşı da tutuyor. Birlikte ilkokula
başlıyorlar ve Çocuğun babası emekli olup başka mahalleye taşınana dek, üç yıl
iki ay, aynı sınıflara birlikte gidiyorlar. Aykut’un bir ablası, “Ayla Abla”; bir de kız kardeşi, “Nevin” var. Sonraki yıllarda bir kız
kardeş daha geliyor,” Gülseren.”
Daha sonra mahalleye başka çocuklar da
taşınıyor: Güven, Engin, Osman ile Sevda kardeşler, Nesrin ile ağabeyi Büyük
Yalçın, Özkan, Dölen, Suat ile Tuncer kardeşler, Attila, Altay, İhsan, tümü
Çocuğun yaşantısındaki ilk arkadaşları oluyor ve kişiliğinin gelişmesinde
ailesinden sonra önemli oranda pay alıyor.
Aralık 2008
Ersin Arısoy
Bahçeşehir Üniversitesi Mimarlık Fakültesi
Öğretim Görevlisi
Elektronik posta earisoy@bahcesehir.edu.tr
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuz okunduktan sonra yayınlanır. Yorumunuzun altına ad ve soyadınızı yazınız, Kimliği belirsiz yorumlar yayınlanmaz.