BİR AMELİYAT HİKÂYESİ
Her şey arkadaşlarımızla ailece bir cuma akşamı kebapçıya gitmemizle başladı. Yaz olduğu, daha doğrusu kavurucu bir yaz olduğu için kısa kollu bir gömlekle gitmemle başladı demem daha doğru olur. Kebapçıdan çıkarken arkamdan gelen otuz küsur yıllık can dostum, ülkemizin yetiştirdiği değerli bir Profesör Doktor “Dur bakayım…” dedi, elini sol dirseğime değdirdi ve “Pazartesi muayenehaneme gel” dedi.
Öncelikle şunu belirtmek isterim ki bu hikâye her şey olup bittikten sonra bir seferde yazılmadı, gün be gün, bazen saat be saat gelişen durumları yazmaya çalıştım. Bir gün sonra olacakları bilemediğim için hikâyemdeki sürpriz durumlara hem kendimi hem de sizleri hazırlamak istedim.
Bütün bunları anlatmamdaki neden acemi bir hasta olduğumdan, belki de benim gibi acemi hastalara yardımcı olmak istememdendir. En son elli dört sene önce sekiz yaşımda iken eniştem olan bölüm başkanı bir hoca apandisit ameliyatımı yapmıştı. O gün bu gündür ne ameliyat oldum ne de anestezi gördüm.
İstanbul trafiğinde en geçerli mazeret köprüyü geçemedim olduğundan, bu olayda ben ne yazık ki bu mazeretin dışında kalan ender bir vatandaş olarak evimin üst katındaki muayenehaneye gitmemek için bir neden üretemedim. Tek çaremi kullandım ve iki kat yukarıya asansörle çıkmayı düşündüm. Ola ki asansör ben içinde iken arızalanır, gitmemi engeller, ne gezer, hain asansör tık demeden beni doktorun kapısına attı.
Dikkat ettiyseniz şu ana kadar ne bir isim ne de bir kurumdan bahsetmedim. Yazacaklarım reklama girmesin diye, bundan sonra da yazımda bölüm başkanı olan can dostumdan ve onun ekibinden hoca veya doktor, hastaneden de sadece hastane olarak bahsedeceğim. Öylesine mükemmellerdi.
Gelelim hocanın muayenehanesi faslına. Hoca muayene etti, sol dirseğimdeki sorunun ameliyatla alınması gerektiğini söyledi. Bir de müjde verdi. “Biz” dedi, “eşimle yarın yurtdışına on günlük tatile gidiyoruz, dönünce ameliyatını yapacağım” diye ekledi. On gün, yaşasın, tatilde nasıl olsa unutur diye umutlandım.
Neyse, on gün geçti ve hocanın tatilden döndüğü günün öğleden sonrası sekreteri aradı, “Hoca sizi bekliyor” dedi. Bu defa yine asansörün bana yardımını bekledim, ama hain asansör beni yine hocanın kapısına bıraktı.
Hoca bana “Yarın sabah hastaneye gel, işlemlere başlayalım” dedi. Ertesi sabah muayene, röntgen filan derken özel sigortamdan onay alınacağı söylendi. On beş yıldır özel sigortamdan bir aspirin bile almamış bana bir ümit ışığı daha doğdu, yok canım ameliyata ne gerek var derler dedim. Demediler…
Sabah anestezi uzmanına götürdüler. Hocam kusuruma bakmasın ama en az onun kadar güzel bir insanı tanıdım. Sohbet filan derken doktor meğerse benim Ankara Kolej’i öncesi ilk iki sene okuduğum Ankara, Necatibey Caddesi Sarar İlkokulu’nda okumuş. Bir anda okuldaş olduk.
Bana, sabah sekiz otuzda ameliyata yazıldın, saat yedi buçukta gel dedi birileri. Hastane dönüşü hocama çıkan iki katı asansöre yüz vermeden merdivenlerden çıktım. Hocama yarın sabah siftahın benim dedim. Hocam beni bilir, “Sen sabah uykusunu seversin, dokuz buçukta gel, rahatça hazırlan seni on birde alırım” dedi.
Ertesi sabah saat dokuz buçukta hastaneye yattım, daha doğrusu yatar gibi yaptım. Saat on gibi sevgili anestezi uzmanım okuldaşım doktor geldi. Kararını bir gün öncesinden söylemişti “Genel Anestezi”, güven veren gülen yüzü ile “Seni saat iki buçuğa yazmışlar ama büyük bir ihtimalle on ikide alırız” diye ekledi.
Önümde daha bir saatten fazla zaman var. Kafeteryanın balkonuna çıkıp bir sigara içmenin vaktidir dedim ve refakatçım refikamla balkona çıktık. Benim üstümde başımda ne sigara ne de çakmak var. Refakatçım refikamın omuzunda ise içine ola ki gerekir diye koyduğu bir dolu eşya olan valiz benzeri kocaman bir çanta. Bana bir sigara ver dedim, çantanın içi dakikalarca karıştırıldıktan sonra bana söylenebilecek en gaddar sözü söyledi, “Sigaran odada kalmış!”.
Sağ olsun hızlıca odaya gidip sigarayı getirdi, ama “Seni ameliyathaneden aradılar, hemen bekliyorlar” diye heyecanla “Derhal gidiyoruz!” dedi. Odaya döndüm ve telefon acı acı çaldı, beni burada kim tanır derken hocamın sesi “Haydi hemen gel” dedi.
Girdim o getirilen kıyafete, yatırdılar yatağıma indik ameliyathaneye. Hocam başucumda. “Kıyafetini ters giymişsin!” dedi, sanki her sabah bu kıyafeti giymeye alışkın biriymişim gibi. Yine de rahatlattı, “Biz hallederiz…” dedi.
Anestezi uzmanım sevgili okuldaşım anesteziyi başlattığında, hocam elimi tutuyordu ve “Bir şey ister misin?” diye sormak gafletinde bulundu. Ağrı kesici olarak “Chivaspirin” istedim (bunu çözerek ne istediğimi anlayacak dostlarımın olduğunu biliyorum). Hocam altta kalmadı, (bu arada anestezi devam ediyor) “Daha farklı bir şey iste!” dedi. Aklıma hocam gibi geniş evrensel kültürü olan az sayıdaki yurttaşlarımızca bilinen, benim de hocam sayesinde öğrendiğim bir malt geldi, Aberlour diyecekken Aberloooo derken kayboldum.
Ameliyat sonrası uyandırıldığımda hocam yine gülen yüzü ve güven veren ifadesi ile yanımdaydı. Çıkartıldım odama. Bundan sonrası ise gerçek bir macera oldu.
Oda tek kişilik ve her türlü konforu haiz. Karşımda LCD TV ve bir dolu kanal, yanımda yorgun refakatçım refikam için yatak, tuvalet-banyo, yani her şey tamam.
Bir anda içeri hemşireler geldi, açık damarımdan ağrı kesici, antibiyotik verirlerken biri de oksijen seviyemi ölçüp kulağımdan ateşimi alıyor. İş tansiyona geldi. Bir alet getirdiler ve ölçtüler, 19’a 16. Hayatımda 12’ye 8’in üstüne çıkmadım diye itiraz edip üsteleyince başka bir alet getirdiler ve sonuç 12’ye 8, herkes rahat etti. Sordum bu işlemleri ne kadar zamanda bir yapacaksınız diye ve yıkıldım. Cevap “Her yarım saatte bir”. Yani yeni ameliyat olmuş bu hastaya bir huzur vermeyecekler.
Akşamüstü standart hastane yemeğimizi yedikten sonra, refakatçım refikama canım kahve istiyor dedim, birlikte kafeteryaya gittik. Tam o esnada bir başka can dostum eşi ile beni ziyarete gelmiş, odada bulamamış, kafeteryada yakalandık, söylediği tek söz “Sen hastaların yüz karasısın!” oldu, böylece olumsuz da olsa hastaların bir bölümünün lideri unvanına kavuşmuş oldum.
Haklıydı, hasta dediğin yatağında yatar, refakatçısından farkını göstermek için hafifçe inler, ziyaretçiler geldiğinde pipetle su içerek karşılar. Ziyaretçilerin anlattığı, kendi başlarından geçen veya yakınlarına ait hastalık ve ameliyat hikâyelerini dinleyerek kendinden geçer. Bir sonraki ziyaretçi saldırısından önce kendini toparlamaya çalışır. Yoksa kafeteryanın balkonunda bacak bacak üstüne atıp kahve içene hasta denilmez. Ziyaret için ise İstanbul’un trafiğinde ve dehşetli sıcakta böyle bir hasta için bu kadar zahmete de değmez.
Bu utançla odaya döndüm, refakatçım, sevgili refikam günün yorgunluğu ve gerilimi ile uyudu. Dışarıdan anlamadığım dilden bağırışlar geldi. Elimin altına bir düğme vermişlerdi, yıllar önce bir uzun uçuşta o düğmeye basıp da kimsenin gelmediğini anımsayıp bastım düğmeye, on saniye sonra bir görevli geldi. Bu gürültü nedir dedim, meğer Iraklı hastalar varmış, ikisi karşı komşum, birisi de yan komşum kapıları açık, uzaktan sohbet ediyorlarmış. Hiç dokunma dedim, kargaşada kaçmak daha kolay diye düşündüm, haklıymışım.
Çaktırmadan kafeteryaya yöneldim, kimse fark etmeden balkona çıktım, gözüm saatte, bir sonraki hemşireler seferine daha yirmi dakika var, mis gibi havada sigaramı yaktım.
Odaya döndüğümde her şey normaldi, kaçtığımı refikam ve hemşireler fark etmemişlerdi, ancak sonraki denememde, kafeteryada üniformalı bir hanımın bana ters bir bakış attığını gördüm ve en kısa sürede yatağıma kaçtım.
Sabah oldu, viziteye hocam ve yardımcısı sevgili doktorum geldiler, ama yanlarında beni kafeteryada yakalayan hanımla birlikte. Hanım bana kendini ben kat sorumlusuyum diyerek tanıttı ve hocama tek kaşı havada “Bu hasta çok hareketli…” dedi. Hocam beni biliyor, “Bu hasta öyledir!” sözleriyle beni yine kurtardı.
Vizit bitti, artık taburcu olacağım, odanın önüne çıktım, hoca gidiyor, kat sorumlusu gidiyor, artık ben de bir kahveyi hak ettim diye arkadan cırcırla tutturulmuş, bir takım cırcırları istemim dışında açılmış hasta giysisi üzerine robdöşambrımı alarak kafeteryaya girdim ki, hocam ve yardımcısı sevgili doktor tezgâhın önünde, hoca beni gördü ve eliyle işaret edip gülümseyerek “Hasta firarda!” dedi. Kaçacak iki yer vardı, ya odam, ya da balkon, yorumu size bırakıyorum.
Artık son kontrollerim yapılacak, sabah vardiyasındaki genç hemşire bir tansiyon cihazını iterek getirdi, ben bu cihazı tanıyorum, bozuk bu. Kızcağız ölçtü, 19’a 16. İtirazım üzerine “Manuel ölçüm yapacağım” dedi ve 12’ye 8. Barışmış olduk.
Sizi muhasebeden çağırıyorlar dediler, sigortamın her şeyi karşıladığına emin olduğum için göğsümü gererek muhasebeye gittim. “Borcunuz var, sigortanız onu karşılamıyor” dedi muhasebedeki zarif hanım. Yutkunarak sordum nedir diye, “Tıraş bıçağı” dedi zarif hanım. Ben kendi tıraş bıçağımı getirdim, sabah da tıraş oldum dedim ama dinlemedi. “On lira on kuruş tıraş bıçağı borcunuz var” dedi. Bahsi geçen tıraş bıçağının kullanım alanının ne olduğunu günler sonra dirseğimin sargısı açıldığında gördüm ve berberimi değiştirmemeye karar verdim.
Sevgili baldızım, Taksimdeki iş yerinden arıyor, “Sizi almaya geliyorum bekleyin” dedi. Bu amansız köprü trafiğine giriyor sevgili baldızım. Gelme biz buradan yirmi dakika sonra evde oluruz dedik, dinlemedi, taksi ile gitmeme razı olmadı. Mecburen bir buçuk saat daha hastanede kaldık.
Sevgili baldızım geldi ama yüzü biraz asık, soramadım, olur ya iş yerinde bir terslik olmuştur. Değilmiş, eve vardığımızda öğrendik. Yepyeni B harfi ile başlayan markası olan (reklama girmesin diye tüm markayı vermiyorum) arabasına köprü gişelerinde bir araç sürtmüş.
Eve geldik, sıcaklık gölgede 33 derece, ev deniz kıyısında, nem %83, yani hissedilen sıcaklık 45 derece civarında. Hata yine bende, ameliyatımın üzerinden daha bir gün geçmeden arabamda çizik giderici var dedim. Çıktık, o sıcakta ve güneş altında bir kolum boynuma asılı ve sargılı, tek elimle yarım saat kadar arabasındaki çiziği gidermeye çalıştım. Eve girdiğimde ter içinde, ben hastayım, yatmam gerekir, siz gidip bir şeyler atıştırın dedim ve gittiler.
Şöyle bir soyunup kendimi yatağa bırakayım dedim, ama siz hiç tek elle hem de boyun askısına takılmış sarılı kolu gömlekten dışarı çıkmış halde giysilerinizi çıkartmayı denediniz mi? Bence hiç denemeyin çünkü mümkün değil. Sadece tek bacağımı yarıya kadar çıkartabildiğim pantolonumla sekerek cep telefonuma ulaşıp refikamı aradım, sağ olsun yarı yoldan dönüp beni düğüm olduğum o durumdan kurtardı.
Akşamüstü hocam ilk kontrolünü yapmak üzere çağırdı. Sevgili dostum, hocam sağ olsun o sıcak havada benim için muayenehaneye gelmiş. Neticeyi çok güzel buldu, o sırada gelen bir başka doktor arkadaşımızla uzunca bir süre sohbet ettikten sonra ayrıldık.
Gece apartman görevlimizin küçük oğlu kapıyı çaldı. Hilmi abi dedi (herkes bana amca derken kendince on, bizce dokuz yaşındaki bu afacanın bana abi demesine bayılıyorum), sözünü tamamladığında gerçekten bayılacaktım. Arabamın motor bölümüne bir kedi yavrusu girmiş, ciyaklayarak kimseyi uyutmuyormuş. Sol kolum askıda motor kaputunu açtım, yavru en ulaşılamayacak noktadan bana bakıyor. Zaten bende de ona ulaşacak kol ve takat yok. Fark ettim ki kedi istediği zaman dışarı çıkıp tekrar içeri girecek yolu öğrenmiş. Bir kap sütü dışarı koyup işi hallettim sanıyordum, ertesi gece kapı yine zır, aynı macerayı tekrar yaşadık.
Özetle kedi acıkınca görevlinin eşini, o da görevliyi uyandırıyor, görevli büyük oğlunu, büyük oğlu küçük oğlunu, küçük oğlan kapıyı çalarak refikamı, refikam beni derken dışarı çıktığımızda çevrede toplanan meraklılarla birlikte izleyici sayısı olimpiyatları aşmaya başlayınca o da rahatsız olmuş ve sonunda gitmiş. Olan benim o halimde iki gecelik uykuma oldu.
Ameliyatımın üstünden dört gün geçip ikinci kontrolden de sınıfı geçtikten iki gün sonra hocamın sekreteri aradı, “Hocam sizi bekliyor” dedi. Hocam sargımı açacakmış. Bu sıcakta o kalın sargıdan kurtulmak benim için gerçek bir müjde idi. Hocam maharetli elleri ile sargımı açtı, dirseğini boşaltmam gerekir dedi. Enjektörü eline aldı, acı ile aramın iyi olmadığını bildiği için en acıtmayacak iğneyi aradı, en uygunu sarı olan dedi, ben de bu bilgiyi hemen kafamın bir köşesine yazdım. İğneyi batırırken “Bunca yıldır iğne yaparım, hiç canım yanmadı, bu hastalara da ne oluyor?” demeyi de ihmal etmedi.
İki gün daha geçti, günlerden Cuma, hocamın zarif sekreteri en yumuşak sesi ile “Hoca sizi bekliyor” dedi. Anımsarsınız, hikâyemin başında ilk çağrıldığımda asansörden medet ummuştum ama hiçbir işe yaramamıştı. Asansöre bindim, üçüncü katın düğmesine bastım ve evet, asansör ilk isteğimi yeni anlamış olacak ki ikinci ve üçüncü katın arasında arızalandı, yani içinde kaldım. Alarma bastım, bu arada hain asansör doğru dürüst arızalanmamış, üç santim yukarı, üç santim aşağı devamlı hareket halinde. Apartmanın görevlisi, kardeşi olan diğer bir apartmanın görevlisi, refikam, hocam, sekreteri geldiler, asansörün kapısı açıldı, iki kat arasında olduğum için sadece seksen santim aralığından görüyorum. Asansör bu arada aşağı yukarı oynayıp duruyor. Abi seni alalım dedi görevli, iyi de alırken harekete geçerse bir yerine iki Hilmi alırsınız dedim. Neyse bir anda dışarı alındım, iki ayağım birden asansör boşluğuna kaydı, ama sahanlığa ulaştım. Sonra gelen teknik servis asansörde hiçbir arıza bulamamış, hain alet o gün bu gündür herkesi taşıyıp duruyor.
Muayenehaneye çıktığımızda hocamın bu günlük bu kadar heyecan yeter, kontrolü erteleyelim demesini beklerken, “Haydi içeri geçelim” dedi. Sargımı açtı, “Dirseğin yine dolmuş, boşaltacağım” dedi. Enjektörü eline aldı, iğne seçerken, bir önceki deneyimimle, sarı iğne dedim. Bunca yılın hocası, işine karışılmasından rahatsız olmuş ki cevap bile vermedi, ama yine de önerimi dinlemiş, sarı iğne ile geldi.
İğne ile vakumlama faslı bitti, “Sen kolunu çok hareket ettiriyorsun, elastik bandaj saracağım” dedi. Aklıma beni hastane kafeteryasında yakalayan kat sorumlusu hanım geldi, hatırlarsanız o da “Bu hasta çok hareketli” demişti. Elastik bandajı pek bilmem, olimpiyatlarda sporcuların bileklerine, baldırlarına sardığı gibi bir şeymiş. Tek farkı onlar on, on beş santimlik kısıma sararlarken benim bandajım bileğimden omuzuma kadar uzandı, firavun mumyası gibi oldu.
Hocam “Haftanın yorgunluğu ile artık hafta sonuna başlıyorum, biraz dinleneceğim” dedi ve beni de ihmal etmeyip ameliyattan hemen önceki sözünü hatırlayıp ağrı kesici olarak bir doz Aberlour vererek uğurladı.
Aradan beş gün geçti, muayenehaneye davet edildim. Dirseğim yine dolmuş, artık deneyim kazandım ya, sarı iğne dedim. Hocam zaten hazırlamış. Vakumlama bittikten sonra hocam bu defa sana sadece dirseğin için elastik bant takıyorum dedi, kolumun kalan kısmının şükranlarını kendisine arz ederek ayrıldım.
İki gün sonra hocamın sekreteri bekliyoruz dedi. Yukarı çıktım, namert dirsek yine çalışmış. Hocam enjektörü hazırladı, neme lazım diye sarı iğne dedim, bu defa gülmekle yetindi. İğneyi sokarken “Sen de bu işe alıştın…” dedi, altta kalmadım Stockholm Sendromu dedim, bu defa birlikte güldük. Bu sendromu duymamış olanlar araştırıp bulurlar ve halime acırlar.
Hocam enjektöre baktı ve “Bu ne?” dedi, ben kan dedim. “Sana söylemedim” dedi. Sağa sola baktım, odada ikimizden başkası yok. Anlaşılan sıcak hava hocamı da mat etti düşüncesi ile muayene masasının en ucuna kadar çekilip büzüldüm. Hocam dirsekte damar yoktur dedi, meğerse bu işlemi gören bütün hastalardan sarımsı bir sıvı alınırmış, huysuz dirseğim inatla kan verip duruyor. Artık açıklamanın zamanı geldi, ben uzaydan geldim, bizim oralarda herkesin dirseğinde damar vardır dedim ama ciddiye almadığına eminim. Koluma sıkı bir esnek bandaj takılıp, gerekli ikazlar yapıldıktan sonra, zannediyorsunuz ki hemen muayenehaneyi terk ettim. Hani ameliyatımın ertesi günü muayenehaneye gelen sevgili bir doktor dostumuz vardı ya, o gün yine geldi. Sohbetimiz koyulaşınca, refikam da gelip bize katıldı, özetle ben dirseğimi, dirseğim beni, her ikimiz hocamı, hocam da bizi devre dışı bırakarak güncel konuları konuşarak ve gülüşerek bir sonraki kontrolde buluşmak üzere vedalaştık.
Pazartesi günü hocamla apartmanın kapısında karşılaştık, bana “Yukarı gel, durumuna bir bakayım” dedi. Enjektörü hazırlarken apartmandan haber verdim, bu gün sizinkiler de dâhil, radyatörlerin vanaları değiştirildi dedim. Hiç ilgi göstermedi. Şimdi siz bir ameliyat hikâyesi ile radyatör vanaları arasında ne ilişki var derseniz bir sonraki paragrafı bekleyin.
Hocam iğneyi batırırken, senin derin de epeyce sertleşmiş dedi. Dirsek derimin iğneye karşı korunmak için mutasyona uğradığı yorumuma yüzündeki müstehzi ifadeye dayanarak benim bu görüşüme katıldı olarak kabul ettim. “Çarşamba tekrar bakayım” dedi.
Ancak salı günü hocamın söylediğimde hiç ilgi göstermediği vanalar harekete geçti. Dikkatli refikam evdeki radyatörlerin üçünün altında bir miktar su sızıntısını gördü. Tesisatı yapan firmayı aradım ki hocamın alt kat komşusu telaşla “Yukarıdan su akıyor!” dedi. Hemen sekreter hanımı aradım, o gün izinli imiş, hocam ise hastaneden eve ancak ulaşmış, evi de İstanbul’un bir ucunda. Sular yoğun bir şekilde akmaya devam ediyor. Hocamın karşı komşusu da hekim, onun da muayenehanesini su basmış. Biz kapı önünde anahtarı getirecek sekreter hanımı bekliyoruz.
Biz derken; üzerinde önlüğü, ayağında galoşları ve boğazı hizasına indirdiği maskesi ile komşu hekim, boynumda kol askısı ile ben, tesisatçılar, apartman görevlisi, onun büyük ve küçük oğulları, kardeşinin çocukları, yandaki apartman görevlisinin çocukları derken, izinsiz gösteri yapan tuhaf bir gruba benzedik.
Sevgili sekreter hanım geldi, en önde anlar gibi ben, arkada tesisatçılar, onların arkasında maskeli hekim ve az önce bahsettiğim diğer güruh içeri girdik. Koridordaki ıslak halının üzerinde yürürken ayağımın altından cırk-cırk diye ses geliyor. Haftalardır iğne ile vakumlandığım o meşum muayene odasına adımımı attım ki, cırk sesi oldu cork. Radyatör vanası artezyen olmuş, yerde iki santim su, elimi ıslak muayene masasına dayadım ve masaya n’aber der gibi haince bir bakış attım.
Ertesi gün bu defa hocam beni cep telefonumdan doğrudan aradı, bunca yıllık arkadaşımın bir sıkıntısı olduğu aşikârdı ki bu sıkıntısı benim için bir akşam öncesinden belli idi, muayenehanesini görmüştü. Önce teselli ettim, halledilir, önemli değil dedim, ama gündem dirseğim yerine su baskınına dönmüştü. Özetle hocamın mesleği yerine benim mesleğim öne çıkmıştı ve ben bu zevki yaşıyordum. Mekân üstünlüğü olan hocam keyfimi yarıda kesip “Dirseğini göreyim” dedi. Koluma çeşitli hareketleri yaptırdıktan sonra, “Geçmiş olsun, artık bandajları atabilirsin” dedi. “İki, üç hafta daha dirseğini bir yerlere çarpma!” diye ilave etti, hocamın beni yakın korumaya aldığını düşünerek sesimi çıkartmadım.
Muayenehaneden çıkarken, zafer kazanmış bir komutan edası ile ve asansöre ters ters bakarak merdivenleri ağır ağır indim, eve gelip müjdeyi vereceğim esnada, son haberlerimi dinlemeye sabrı olmayan dikkatli refikam “Bandajını yukarıda unutmuşsun!” diye karşıladı ve muzafferiyetim böylece sona erdi.
Bir sonraki ameliyatımda, elli dört sene sonra yine hocam ve ekibi ile birlikte olmak üzere ve son anda bir sürpriz olay daha yaşamanın endişesi ile hikâyeme şimdilik ara veriyorum.
Hilmi Berk
Ağustos 2012
Bir ameliyat olayı bundan daha eğlenceli anlatılamaz. Çok yaşa Hilmi. Alkış... OÜ
YanıtlaSilSevgili Okan hocam, nazik yorumuna çok teşekkür ederim. Selam ve sevgiler.
YanıtlaSil