Fındık Kabuğuna Sığar/ O. Üstünkök

  

FINDIK  KABUĞUNA SIĞAR

HAN KAPISINDAN GEÇMEZ

 

 

 

Çocukluğumun ve gençliğimin  bir kısmı Karagümrük’te geçti. O nedenle Cevat Hocam’la hemşehri sayılırsam da yollarımız orada kesişmedi, kesişemezdi.  Birlikteliğimiz  çok sonra, ODTÜ Mimarlık Fakültesi’nde onun önderliğinde kurulan Restorasyon Bölümü Y Lisans programına kaydolan yeni mezun mimarlardan biri olduğumda başladı. Yıl 1966.  Necva Tayga (Akçura),  Emre Madran, Alpay Özdural, bir de  ben,  Bölümün ilk dörtlüsüydük.(*)  O günden buyana geçen yarım yüzyılı aşkın sürede Cevat Erder’le hoca-öğrenci, usta-çırak, selef-halef, üst-ast olduk ama en  değerlisi şudur ki  kimbilir kaç bahar kaç güz arkadaş olduk, dost  olduk, ağabey-kardeş olduk Hocamla.  Zaman geçti de geçti, az gittik, uz gittik, her birimiz birlikte ya da  ayrı ayrı çeşitli görevler üstlendik kimisi Bölümde, Fakültede,  kimisi başka kurumlarda, hatta  kimisi de başka ülkelerde.

Öğrenciliğimizin ilk yarıyılı stüdyo çalışması Ankara Samanpazarı’ndaki Çengel Han’ın röleve / restorasyon projesiydi. ‘Restorasyon dünyasına girişimiz ve Hocalarımızla yakınlığımız Hanın kapısından geçtiğimizde  başladı’’ dersem yanlış olmaz. O bakımdan, hem bir nesne, hem de bir kavram olarak han kapısının / han kapılarının simgesel bir önemi, anlamı  vardır belleğimde. Geçmişte kişi nasıl kapısından girdiği hanın içinde kendini başka bir dünyada bulur idi ise, biz de Çengel Hanın kapısından geçince kendimizi ‘’tarihi çevre kaygısı ve bilinci’’ ortamında / dünyasında  bulduk. Gerçi o bilinen çocuk bilmecesi deyişiyle ‘’aman canım dünyada kaygı duyulası o kadar çok şey varken ‘tarihi çevre kaygısı’  dediğinizin önemi olsa olsa  fındık kabuğuna sığacak kadardır’’,  diyebilir bazıları. Oysa  Tarihi Çevre Kaygısı ve Tarihi Çevre  Bilinci aslında ‘’han kapısından geçemeyecek’’  denli büyüktür, ciddidir.  O konuda dünyada akla gelen en büyük ve en ciddi  isim de Cevat Erder Hocamdır.

Bu bağlamda,  sözünü ettiğim mantık  oyunlu bilmeceden yola çıkıp fındık kabuğuna sığmayacak denli önemsiz de olsa ‘’han kapısı’’  üzerine  öykümsü bir deneme  yazmadan edemezdim.

Hocama saygım, sevgim, ve  en iyi dileklerimle .

               


 

Kervanlar zamanında Burdur’dan güneye, Antalya’ya doğru giderken Dağ diye bir yerleşmeden geçerdi  yol. Hâlâ da öyledir.  Gerçi şimdi yollar elbette eskisi gibi değil. Toprağın  eski dokusu da değiştirildi Dağ’ın insanlarınca. Şimdilerde  oralar  tarla dolu. Benim zamanımda yamaçlarda cevizlikler vardı. Yörenin iklimi ceviz ağaçları için çok uygundu. Ne çok yağışlıydı, ne de kurak. Sıcak desen sıcak değil, soğuğu da dondurmazdı. Tam cevizlerin sevdiği gibi.

İşte ben de o ceviz ağaçlarından biriydim.  Yel işlemez, sel etkilemezdi hiçbirimizi. Sağlıklıydık. Mevsiminde köylüler gelir, olmuş cevizlerimizi toplardı. Yararlıydık, mutluyduk.

Ne var ki, herşey gibi  bu da sonsuza dek sürmedi. Zamanla cevizin kerestesi daha çok para getirir oldu.  Ağaçları kesmeye başladılar. Ama benim zamanımda ceviz ağacı kesilecekse ancak padişah fermanıyla kesilirdi.  Bana da öyle oldu.  Cevizliğin sahibi fermanı aldığında kıştan yeni çıkılmıştı. Köklerim daha uyanmamıştı. Özsuyum dolaşmıyordu henüz gözeneklerimde. Uyuşuktum anlayacağınız ama olan bitenin farkındaydım.  Öğleye doğru, güneş biraz yükseldiğinde adamlar geldiler. Ellerinde ipler, baltalar falan vardı. Çıkınlarında da azıkları. Hava serindi. Gene de sırtlarındaki kalın abaları paltoları işe başlarken çıkarıp kenara koydular. Baltalarını bilediler. Sonra kesmeye başladılar. Gövdemde baltaları nişanladıkları yer toprak zeminden yüksekti. Neden o yüksekliği seçtiklerini anlamakta gecikmedim. Baltayı omuzlarıyla bel arasındaki bir yükseklikte savurunca daha fazla güç alıyorladı. Kısa sürede gövdemde merkeze doğru daralan bir yarık açtılar. Siz insanların parmağı falan kesilince nasıl hissederseniz ben de öyleydim. Duygusuzdum sanki. Canım acımıyordu pek ama gözeneklerime dolan rüzgârdan içim ürperiyordu doğrusu. İş çok sürmedi. Gövdemin ters tarafından da benzer bir yarık açtılar baltalarla. Sonra da son bir kaç darbeyle istedikleri yönde devirdiler beni yere. Hep tepeden seyrettiğim toprakta yatıyordum şimdi. Köküm hâlâ oradaydı ama ben orada değildim artık. Adamlar işin ilk aşamasını bitirmişlerdi. Oturup azıklarını açtılar. Hızlı hızlı karınlarını doyurdular. Sonra karanlığa kalmamak için yeniden çalışmaya koyuldular. Dallarımı gövdeden ayırdılar. Onları kısa parçalara bölüp kenara istiflediler. Sonradan duydum ki dallarımdan kestikleri parçalar büyük kentteki marangozlara satılmış. Kimi sandalye bacağı olmuş, kimi masa üstü kaplaması. Gövdem dersen karanlık basmadan kağnılarla değirmene taşındı. Orada su gücüyle çalışan destereler vardı. Önce tomruğumu kalaslara ayırdılar. Aylarca kurumaya bıraktılar. Sonra yeniden kağnılara yükleyip kente getirdiler. Kalenin yakınlarında bir han inşaatına indirdiler. İnşaatı yapanlar kalaslarımın etrafında dolaştılar. Beğendikleri anlaşılıyordu. En iyi parçaları ayırıp bir araya koydular. Sonra bir dülger geldi. Ayrılanları farklı boylarda kesti. Yanyana dizdi. Demir kenetlerle bağladı. Ben böyle kısaca anlatıyorum şimdi ama adamcağız günlerce uğraştı. Böylece sonunda kapı oldum işte. Marangoz, çıraklarıyla birlikte kaldırıp hanın ana girişindeki yere yerleştirdi beni. İşinin ustasıydı anlaşılan ki hiç sorunsuz bir defada trak diye yeni yerime oturttu. Dövme demir menteşelerle yandaki taş sövelere bağladı. Kabaralarla süsledi. Bir kaç haftada tam da yeni hana yakışır bir kapı olmuştum ha!. Açıp kapanırken demir kısımlar biraz gıcırdıyordu ama kimse aldırmıyordu.  Bu yeni yaşam hoşuma gitmedi diyemem. Sevdim yeni  yerimi.  Lâmı cimi yok, han kapısıydım,  yapıya gelen herkes benden geçiyordu. Küçük kapıdan insanlar, iki kanat tam açılınca da kervanlar gelip gidiyordu.  Böylece  yıllar geçti. Zamanla rengim değişti. Güneş, yağmur, rüzgâr, etkilediler bünyemi doğal olarak.  İnsanların bile saçları ağarır, derileri kırışır, biliyorsunuz. Bana da öyle oldu. Grileştim. Yüzeyimde çatlaklar falan oluştu. Ama sertleştim de. Daha dayanıklı  olmuştum artık galiba. Arılar, böcekler ilgilenmiyordu benle. Yaşlandıkça ben de gelip geçenlere artık fazla aldırış etmez olmuştum. Kimler geldi, kimler geçti kapısı olduğum handan. Ne var ki eskidikçe  sanki beni daha çok beğenir oldu gelip geçenler. Eh, övünmek gibi olmasın ama gerçekten belki de hanın en alımlı parçasıydım ama doğrusu gene de durumu yadırgıyordum. Eskidikçe neden daha çok beğenildiğimi anlayamıyordum  o zamanlar.

Giderek hanın kullanılışı yavaş yavaş  azaldı. Gelen giden seyreldi. İşler artık başka yerlerde, başka nitelikte yapılarda görülüyor herhalde.  Günün büyük kısmında beni kilitli, yapıyı kapalı tutuyorlar. Yapacak şey olmadığı için ben de günleri çoğunlukla uyuklayarak geçiriyorum. Zaten  etrafta görülecek pek bir şey de kalmadı artık. Han boş. Odaların kimisini depo olarak kullananlar var ama eski işleklik nerede? Arada bir turist murist getirip gezdiriyorlar. Bu haliyle kimsenin hanı pek beğendiğini sanmıyorum. Gerçi gelip geçerken ‘vay be kapıya bak’ diye beni övenler oluyor ama o kadar.

Ha, bir de geçenlerde birileri geldi. Hanın her yerine iyice baktılar, incelediler. Konuşmalarından anladığım kadarıyla yapıyı onaracaklarmış. İçine cafcaflı bir restoran, yeni dükkânlar  falan yerleştirmekten söz edildi. ‘’Bu kapıyı da iyice bir elden geçirmek gerek’’ dediler yanımdan geçerken. Bakalım bunca seneden sonra ne olacak. Doğrusunu isterseniz pek de umurumda değil. Nasıl olsa beni eski ormanıma götürüp bırakacak değiller. Hiç olur mu? Olsa olsa yerime yeni bir kapı takarlar. Beni de kaldırıp atarlar. Canları sağolsun. Ben yaşadığım kadar yaşadım. Ağaç olarak kalsaydım bu kadar da yaşamazdım belki. Hayatım boşa harcanmış değil. Mutluyum. Nasıl olsa sobada falan yakamazlar. Fazla kuru ve sertim. Belki bir antikacı…

 

Aman canım boşver. Ne olursa olsun.

Fırsat bulursam haber veririm.

Hakkınızı helâl edin. Gözlerinizden öperim.

 

 

Okan Üstünkök

Nisan 2021

Bristol, Rhode Island, ABD

                                                                                                                 

-----------------------------

(*)  Alpay Özdural ve Emre Madran yalnız ODTÜ’den değil, ailelerimizin görevleri nedeniyle kısmen Manisa’da  geçen çocukluk yıllarımızdan da arkadaşımdı. İkisini de çok erken ve sırasız yitirdik. Huzur içinde uyusunlar.

Necva’ya ve ODTÜ Mimarlık Fakültesi Restorasyon Bölümü’nün tüm kadrosuna da bu vesile ile sevgilerimi, saygılarımı iletmek isterim.

                                                                                                                 

 

                                                                                                                               

Okan Üstünkök 1943 yılında Gemlik’te doğdu. İlk ve orta öğrenimini Manisa’da tamamladı. ODTÜ Mimarlık Fakültesi’nden 1965/66 yılında mezun oldu.  Lisansüstü dereceleri de aynı kurumdan. İngiltere ve Türkiye’de mimarlık yaptı. Londra Belediyesi’nde, TC Karayolları Tarihi Köprüler Şefliği’nde ve Dalokay Mimarlık Ofisi’nde çalıştı. (1967-1972) ODTÜ Mimarlık Fakültesi Restorasyon Bölümü öğretim üyeliği / Bölüm Başkanlığı (1972-1983), Ürdün Yarmouk Üniversitesi Mimarlık Bölümü öğretim üyeliği (1983-1988), Suudi Arabistan Kral Faysal Üniversitesi Mimarlık Bölümü öğretim üyeliği / Bölüm Başkanlığı (1988-2000), Rhode Island (ABD) Roger Williams Üniversitesi Mimarlık Fakültesi öğretim üyeliği / Dekanlığı (2000-2010) görevlerinden sonra 2010 yılında emekli oldu.

Evlidir. Bir oğlu ve bir kız torunu var.

3 yorum:

  1. Okurlara not:
    Hatırlanacağı gibi, Cevat Erder Hocamızı 25 Eylül 2022 günü aniden yitirdik. Cevat Erder ODTÜ Mimarlık Fakültesi’nin sadece Restorasyon Bölümü içinde değil, tümünde etkili, verimli, sevilen, sayılan, ve gerçek anlamda uluslararası bir değerimizdi. Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi Hoca için bir anı kitabı derleyip 2022 yılı Ocak ayında yayınladı. Yukardaki yazı, Oda’nın kitap için benden yazmamı istediği pasajdır. Blog’a katkıda bulunanların -ve belki de okurların- çoğunun kendisini tanıdığını, bildiğini düşünerek daha yaygın bir ortamda da paylaşılsın istedim. Hocamla 60 yıllık bir geçmişimiz olduğu ve anı kitabı için yazıldığı hatırda tutulursa yazının fazla kişisel ifadesi anlaşılır ve bağışlanır umarım. Huzur içinde uyusun.

    YanıtlaSil
  2. Cevat Hoca'ya yazılabilecek en güzel armağan yazısı bu olmalı! Severdi böyle zekice kurguları ve sözcük sanatlarını... Ne şanslı hoca imiş ki, okuyabildi onun için derlenmiş bu kitabı da. (Armağan kitabının basılışını göremeyen Murat'a referansla diyorum bunu.) Kalemin/klavyen uzun ömürlü olsun sevgili Okan; alternatif tarıh yazımı olarak sınıflandırabildiğim bir alanda eserler vermektesin. :) Sevgiler, Aydan

    YanıtlaSil
  3. Hocamızı hissederek anlatmak, anlatabilmek kolay değildir dostlar. Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür der ya şair, işte öyle yaşadı Cevat hocam, koca bir iz bıraktı giderken bir de kendini anacak adını yaşatacak bir sürü insan, tıpkı o Dağ kasabasından kesilen asırlık cevizden yapılma açılıp kapandıkça geçen yolculara seslenen han kapısı gibi. Okan hocam ince bir duyguyla naif bir masal yazmış ki çağrıştırmış bu kendi küçük, koca adamı ve onun kaygısını.

    YanıtlaSil

Yorumunuz okunduktan sonra yayınlanır. Yorumunuzun altına ad ve soyadınızı yazınız, Kimliği belirsiz yorumlar yayınlanmaz.

ÖNE ÇIKAN YAYIN

And They Died / Gün Gencer

  AND THEY DIED (THE ROAD TO GALLIPOLI) (ÇANAKKALE SAVAŞINA GİDEN YOL) A TRAGEDY IN THREE ACTS  (A Docu-drama with music written in memory o...