İstanbul '50’lerin Sonu ve ‘60’ların Başı 1 /Yücel Akyürek

 

 İSTANBUL

 ‘50’lerin Sonu ve ‘60’ların Başı

 

Yücel Akyürek, Yolboyu ’50, ’60 ve ‘70’li Yıllar, Yeni İnsan Yayınları kitabından alıntıdır.

    1   İstanbul’a taşınmıştık. Son sınıftaki kış tatilinden dönüşte Samsun’dan Talas’a; yaz tatili için de Talas’tan İstanbul’a gitmek, 16 yaşında bir çocuk için yeteri kadar sersemleticiydi. O zamanlar İstanbul’un nüfusu bir milyon dolaylarındaydı.

Kaçınılmaz geleceğin ipuçları görebilenler için ortada olsa da, hiç kimse, 60 yıl içinde İstanbul nüfusunun ve kapladığı alanın 16 kat büyüyeceğini kolay kolay öngöremezdi. Bulaşıcı hastalıklar ve bebek ölümlerine karşı yürütülen savaşların başarısı ve tarlalarda ırgatların yerini almaya başlayan traktör ve biçerdöverler, köylerine sığmayan işsiz insan yığınlarını çoktan “Taşı toprağı altın” bu kentin çekim alanına doğru itmeye başlamıştı. Sayıları yavaş yavaş artan apartmanların kalorifer tesisatları sobanın yerini alıyor;  kazanlara kömür atacak insanlara duyulan gereksinim yepyeni bir sosyal sınıf oluşturmaya başlıyordu. Bodrum katlarındaki kapıcı daireleri önce orada oturanların yakınları, sonra da kırsaldan koparak işe, çocuklarının eğitimine ve fırsatlara koşan diğer kalabalıklar için kullanışlı birer ilk sığınma yeriydi.

Henüz tam bir baskına dönüşmemiş olsa da göç, bu büyük kentin egemen kültürü ile karşı karşıya gelince kimi zaman hüzünlü; kimi zaman da komik kırılmalar meydana geliyordu. O yılların Türk filmlerinde cahil ve saf, ama aynı anda Keloğlan örneğindeki gibi biraz da kurnaz olan bu insanların serüvenleri, o günlerin en gözde güldürü konusuydu.  Bütün varlığını kemerindeki kesesine sığdırarak gelenler arasında, Galata Köprüsünün bir ucunda oturup gelen geçenden Deli Dumrul misali vergi almayı gözüne kestirecek kadar girişimci olanlar da, Aziz Nesin’in “Sülün Osman” öykülerindeki yerini alıyordu.  Tabii bu, sonraki yıllarda hızla tersine dönecek ve varoşlarda yeniden kurdukları köylerinde yarattıkları bir kırma kültürle yaşamın her safhasına damga vuran bu insanlar; sadece İstanbul ve diğer büyük şehirlerin değil, bütün Türkiye’nin yazgısını değiştirecekti.

 

İki üç yıl sonra Samsundaki evimizi satıp Ataköy 1. Kısımdaki yeni evimizi alana kadar babamın İstanbul’da bir arkadaşının yardımıyla bulduğu kiralık evimiz Fındıkzade’de, Millet caddesi üzerindeki bir çatı katıydı. Bir yandan bu eski binanın doğru dürüst kapanmayan kapı ve pencereleri ve diğer zorluklarıyla uğraşırken diğer yandan, İstanbul’u kasıp kavuran susuzlukla boğuşmak gerekiyordu. Bazen günlerce süren kesintilerde kardeşim Selçuk’la birlikte, mahalledeki sokak çeşmelerinden ip gibi akan suyun önündeki uzun kuyruklara girip dolu kovaları dört kat yukarı merdivenden taşımaya, sanki başka seçeneğimiz varmış gibi, gönüllü olmuştuk. Bu sevimsiz görev karşısında sızlanıp söylenmektense bu işi bir vücut geliştirme alıştırması gibi algılayıp mutlu olmanın bir yolunu bulmuştum. Annemin teşekkürleri ve altı yaşına yeni giren kız kardeşimiz Zehra’nın gururlu bakışları da işin cabasıydı.

 

Yıkımlar ve Köşe Başı Zenginleri

 

Evimizin en keyifli yanı, serin akşam saatlerinde terasın kenarında oturup yan binanın altında yanıp sönen neon tabelalı yarı gece kulübü yarı pastane görünüşlü Sayonara’ya kuyruklu Amerikan arabalarıyla gelip giden şık giyimli erkek ve kadınları seyretmekti. Bir süre sonra Menderes’in, caddenin karşı tarafındaki yıkımları da gösteriye katıldı. Bir tarafı buldozerlere; diğer tarafı da kolonlara bağlı çelik halatlar gerildikçe, eften püften binaların yola bitişik bölümleri olduğu yere çöküyor; ortalığı toz toprak kaplıyordu. Menderes’in yerinde ve doğrudan göstererek belirlediği doğrultunun berisindeki bina bölümleri yıkılıyor; ötesindeki yarı yıkık yerler ise Berlin bombardımanından sonraki görüntüleri andırıyordu. Ortasından yarılan mutfaklardan, oturma ve yatak odalarından arta kalan davlumbazlı, fayanslı ve resimli iç duvarın şekillendirdiği girintili çıkıntılı karanlık cephelerin gerisinde ayakta kalan bölümler, yol yapımı tamamlandıktan sonra bile uzunca bir süre daha derme çatma yaşamları barındırmaya devam edecekti.

 

Babam, denizden bakınca, acemi bir berberin elinden çıkmış kötü bir saç tıraşı gibi Beşiktaş’tan dosdoğru yukarı tırmanan Barbaros Bulvarı’nın yapımında görevliydi. Yine el terazi göz mizan yöntemlerle yürütülen bu imar etkinliği, başbakanın en gözde uğrak yerlerinden biriydi. Annemle konuşmalarından babamın, o bölgedeki hukuksuz ve düzensiz istimlak faaliyetlerinden huzursuz olduğunu sezinlerdik. Demokrat partinin yarattığı değişiklikler sadece şehrin fiziksel görüntüsü ile sınırlı değildi. Toplumsal ve ekonomik yaşam daha da büyük bir ivme kazanarak son hızda değişiyordu.

Menderes’in her yerde tekrarladığı:

      Her mahallede bir milyoner yaratacağız

Sözünün ne anlama geldiği yavaş yavaş toplum tabakalarında da anlaşılmaya başlanmıştı. Diğer ülkelerin ve önceki iktidarların nasıl akıl edemediklerine şaşıp kalarak yepyeni bir finansman yöntemi buldular. Para lazımsa Merkez Bankası basacaktı. Kimse bir yere kaçmıyordu. Sonraki nesiller nasılsa bunu öderdi. Hem paranın harcandığı yerler de zaten onların refahı içindi. Gelecekten ödünç alınarak bollaşan ama değeri gittikçe düşen parayı çabuk döndürerek yaratılan fırsatları hemen kullanabilen tefeci, toptancı, ithalatçı ve diğer uyanıklar giderek zenginleşmeye başlamıştı. İkili hanelere yükselen yıllık enflasyonun gelirlerini her seferinde bir yıl öncesine döndürdüğü sabit gelirli işçi ve memurlar ise yoksullaşmaya başlamıştı.

 

Sirkeci / Beyoğlu

 

Babamın teknik elemanlara özel on bin yüz doksan beş sayılı kararnameyle uyumlu maaşı Samsun’da iyi kötü idare ederken ben Talas’tan sonra Tarsus Amerikan Kolejine kaydolduğum; Selçuk da Samsun Maarif Kolejinden Kadıköy Maarif Kolejine nakledildiği için hepimizi zorlamaya başlamıştı. İstanbul’da fazla tanıdığımız yoktu.  Çevreyi tanımanın en kestirme yolu kapımızın önünden geçen Topkapı-Eminönü tramvayı ile Eminönü’ne; Galata köprüsünü de geçtikten sonra da Tünel’e binerek İstiklal caddesine ulaşmaktı. Tramvayın önündeki kırmızı birinci mevki vagon 10 kuruş; arkadaki yeşil ikinci mevki vagon öğrenciye 3 kuruştu. Gençlere yakışan, tramvaya yürürken binmek ve durmadan inmekti. Başka şekilde davranmak ise hımbıl veya taşralı izlenimini göze almak demekti. Hareket halindeki tramvayın arka kapısından inmeyi iyice öğrenmek için birkaç kere raylar veya granit parke taşları üzerine kapaklanmak işin doğasında vardı.


 Resim 1. 1. Bir zamanlar İstanbul'un en düzenli toplu taşıma araçları tramvaylar

Benim gibi İstanbul’a yeni gelen Talas’tan arkadaşım Adnan’ın İstanbul’la bağlantısı, Sirkeci’de bir yedek parça dükkanı olan abisi nedeniyle benden eskiydi. Neredeyse bütünüyle tramvay menzili içinde kalan tarihi yarımadanın ticaret ve hareket merkezi Sirkeci ve Eminönü; Haliç’in karşı yakasındaki Pera’nın merkezi ise Beyoğlu ve Taksimdi. Beyoğlu sadece bar, pavyon ve randevu evi gibi bizimle ilgisi olmayan başıboş yerlerin değil, aynı zamanda “İçli Macera” veya “Kahraman Silahşor” falan gibi basmakalıp isimlerle Türkçeleştirilmiş Hollywood filmleriyle sihirli bir dokunuşla her şeyi mutlu sona bağlayan Türk filmlerinin gösterildiği sinemalara da ev sahipliği yapıyordu. Televizyondan henüz çok uzaklarda olduğumuz o dönemlerde Amerika ve Avrupa’dan yıllar sonra gösterime giren filmler Allahtan herkesin izleyebileceği kadar ucuzdu.

 

Haydarpaşa bağlantısı, Trakya – Avrupa yönü tren istasyonu ve otobüs terminalleri nedeniyle Sirkeci, İstanbul’un giriş kapısı ve ilk konaklama yeriydi. İrili ufaklı küçük oteller, ikinci sınıf pavyon ve barlar, vitrinlerinde buhar tüten yemeklerle dolu lokantalar, kaldırım ve küçük meydanlardaki leke ve pire tozu satıcıları, üç kağıtçılar, kapkaççı ve dolandırıcılar buranın asal unsurlarıydı.

Arada bir Adnan’ı görmeye gittiğimde “Ford Yedek Parçaları” yazan vitrinin önündeki basamaklara oturur; yaz ortasında bile yün ceket ve kasketlerini çıkarmayan köylülerle etrafımızda yaşanan görkemli kargaşayı şaşkınlıkla izlerdik.

 

Dar sokaklara sıralanmış yazıhanelerinin önünde park eden otobüsler, uzaktan gelen bitkin yolcuları boşaltırken bir yandan da oraya buraya çekiştirilen yeni yolcuların gürültücü çığırtkanlar tarafından yaka paça otobüslere doldurulmasını beklerdi. Aynı pazarın müşterisi olan dolmuş ve taksiciler de yazıhaneler dizisinin orasına burasına birer ikişer serpiştirmiş yedek parça mağazalarından buji, platin, fren balatası, motor yağı falan almak için yanaşırlardı.

Menderes hükümetlerinin önünü açtığı karayolu taşımacılığındaki patlama ile Türkiye’nin ithalata dayalı yeni zenginler sınıfını oluşturan yedek parça satıcılarının birinci merkezi Sirkeci; ikincisi de Taksim’in arkalarındaki Şehit Muhtar Caddesi dolaylarıydı.

                              


Resim 1.2. Adalar İskelesi Kadıköy

 

Vapurla geçilen Kadıköy, bu tarafa kıyasla daha sakin bir görünümdeydi. Daha uzaktaki Adalar ise herkesin imrendiği kıskançlık yaratan ayrıcalıklı bir yerdi. Kıbrıs mitinglerinde, sokak ve meydanlarda ortalığı çınlatan:

     ya taksim ya ölüm

haykırışları, günlük konuşmalarda sık sık kulağa çalınan:

     Vatandaş Türkçe Konuş!

kampanyası ve

     toplu iğne bile yapamıyoruz

serzenişleri o günlerdeki siyasal iklimin bir özetiydi. Neyse ki o dönemde kurulan Atlı Toplu İğne ve Zincir Sanayii yüreklere biraz olsun su serpiyordu.

 

Uzun zamandan beri ihmal edilmiş olan Kıbrıs’ın Yunanistan’a katılmasını önlemek için kasıtlı olarak çıkarılan:

     Rumlar Selanik’te Atatürk’ün evini bombaladı!

asılsız söylentisi üzerine 6-7 Eylül 1955’te meydana gelen utanç verici olayların üzerinden 3 yıl geçmişti. Kışkırtılan ipsiz sapsız lümpen kalabalıklar sadece Rumların değil; İstanbul’daki bütün azınlıkların işyerlerine ve evlerine saldırmış ve buraları yağmalamıştı. İstanbul’un yaşantısına büyük renk katan ve ekonomik ve duygusal olarak incinen bu insanların bir kısmı ülkeyi terk etmiş; bu işi sonraya erteleyenlerin büyük bir bölümü ise Adalara sığınmıştı. Bir iki kere bindiğim Ada vapurlarında Rumca, Ladino ve Ermenice Türkçeye karışır; ancak jestlerle destekli çok coşkulu bir dil olan Rumca, konuşanların sayısından bağımsız olarak yine de hepsini bastırabilirdi

İstanbul Köşe Bucak

 

İstanbul’daki günlerimiz benden 4-5 yaş büyük olan Halamın oğlunun yaşantımıza katılmasıyla biraz daha canlanmıştı. Sultanahmet’teki Yüksek Ticarette okuyan ve İstanbul’a geldiğimizden beri daha sık görüşme olanağı bulduğumuz Hüsnü Abi, Safranbolu’nun en tanınmış ailelerinden birinin oğlu; aynı zamanda başka çocukları olmayan küçük halamların nüfusuna kayıtlı manevi oğullarıydı. Bizim eve fırtına gibi girer, gür sesi, el ve kol hareketleriyle desteklediği hızlı konuşmasıyla hepimizi etkisi altına alır, konuşma bitince de bana:

     “hadi!”

derdi. O günlerde daha hızlı bir ulaşım aracı olan dolmuşlarla bir yerden bir yere gitmek onsuz becerebileceğim bir şey değildi. İstanbul’un bütün semtlerini, anayollarını ve dolmuş hatlarını ezbere bilen Hüsnü abiyle, kovboy filmlerinin at değiştirerek hızla ilerleyen postacıları gibi aktarmalar yaparak, Beyoğlu’ndan Beşiktaş’a; oradan da Aksaray’a uça kona ulaşmamız mümkün olabiliyordu.

 

Direksiyondan vitesli Chevrolet, Dodge, Chrysler vb. markalı eski Amerikan otomobilleri, ufak tefek düzeltmelerle iki kişilik yere üç; üç kişilik yere de dört kişi alacak şekilde dolmuş kullanımına uygun hale getirilmişti.  Otobüsler daha sıkışık; acil durumlarda kullanılabilecek taksiler de tarifesiz ve taksimetresiz olduğu için bu oturma şekli kimseyi rahatsız etmiyor; iyi kötü bir yerlere ilişiliyordu. Bazı dolmuşların ön camlarındaki son varış noktalarını gösteren yazılar dışında, tepelerinde tabelalar yoktu. Dolmuşun hangi yolu izleyerek gideceğini yolcunun zaten biliyor olduğu kabul edilirdi. Kenarda bekleyenlerin, önlerinden geçen dolmuşçuyla anlaşmak için en çok 3-4 saniyeleri vardı. Özellikle müşterinin bol olduğu iş çıkışı saatlerinde ve yağmurlu günlerde dolmuşçular seçici davranıp fazla şişman ve yaşlı kimselerden uzak dururdu.

 

Yolcularla sürücüler arasında bir işaret dili gelişmişti. Gitmek istediğin yönü işaret parmağınla gösteriyor; ağzınla da semtin adını söylüyordun. Dolmuşların kaldırım tarafındaki camları kapalıysa bile sürücüler dudak okumayı biliyor; müşteri tereddüt gösteriyor veya başka yere gidiyorsa hemen hızlanarak 5-10 metre ilerde bir sonraki yolcu grubuna yanaşıyordu.

Hüsnü abi bütün fazla kilolarına rağmen bu koşullarla müthiş bir uyum içindeydi. Fazlaca para derdi olmadığı için de yağmurlu veya çok kalabalık zor günlerde fazla uzatmadan taksiye bindiğimizde pazarlık etmez,  kaç lira hak etmişse inerken sormadan sürücüye öderdi. Çabuk karar vermede ve çeviklikte onu örnek alırdım.

 

Yücel Akyürek

Sürecek….

 

1 yorum:

  1. ‘’Teşbihte hata olmaz’’, sık kullanılan bir atasözü. Yazıya, konuşmaya renk kattığını söylemek abartı olmaz. Yücel’in bu bölümde kullandığı ‘’denizden bakınca kötü bir berber elinden çıkmış ense traşı’’ benzetmesi de, tek başına, bir kaç sözcükle okuru yıllar yıllar öncesine götürüveren bir ustalık. Sadece onun anılarındaki Barbaros Bulvarı için değil, çocukluğumun Vatan ve Millet caddeleri açılışındaki yıkımlar için de tam yerinde bir teşbih. Öyleydi tüm yeni açılan yollar. Gene de söylemek gerekir ki Yücel’in diğer deyişiyle ‘’tarihin bin yıllık eskiliğiyle görgüsüzce alay eden’’ Londra Asfaltı gibi acaba onlar da bugünün İstanbuluyla karşılaştırılınca Yeşilçam’ın Ayşecik’i kadar masum sayılmalı mı dersiniz ?
    Sağol Yücel.

    YanıtlaSil

Yorumunuz okunduktan sonra yayınlanır. Yorumunuzun altına ad ve soyadınızı yazınız, Kimliği belirsiz yorumlar yayınlanmaz.

ÖNE ÇIKAN YAYIN

And They Died / Gün Gencer

  AND THEY DIED (THE ROAD TO GALLIPOLI) (ÇANAKKALE SAVAŞINA GİDEN YOL) A TRAGEDY IN THREE ACTS  (A Docu-drama with music written in memory o...