DOĞUM GÜNÜ SÜRPRİZİ
Otobüsün içindeki
yolcular sıcaktan pişiyorlardı. Turu organize eden şirketinin, başta
garantisini verdiği en önemli iki şey aksıyordu; Birincisi yemekler, ikicisi de
otobüsün klimasıydı. Bu iki hayati ihtiyaç, geziye başlayalı üç gün olmasına
rağmen bir türlü genel arzuya uygun duruma getirilememişti. Neyse ki geziye
katılanların bir kısmı “yerli” idi de cefaya alışıktılar. Daha doğrusu yerli
turistler seslerini sıcak konusunda pek çıkartmıyorlar, yemek konusunda
ise bir hafta aç kalsalar bir gram
eksilmeyecek gibi görünenler şikayet ediyorlardı. Yabancılar ise büyük
ihtimalle “Bu ülkede öğle üzerleri yemek adeti böyle olsa gerek” diye düşünüp,
dönerli sandviç, dürüm veya peynirli pide ile ayrana talim ederken, her öğle
üzeri yedikleri kuru yemeklerden hiç şikayet etmiyorlar, ancak ikide bir
arızalanan klima yüzünden feryadı basıyorlardı.
Otobüs, planlandığı
şekilde tarihi kalıntıların birinden diğerine gidiyor, sevimliliğine güvenen
rehber, (doğrusu sevimliydi de) geçtikleri ve gezdikleri yerler hakkında kah
Türkçe, kah İngilizce bilgi veriyor, yolcular ise, bir an önce bir yerde durup
açık havaya çıkma hayali içinde dinlediklerini pek anlayamıyorlardı.
Yabancı turistler
ayrıca dakikaları saymaya çok meraklıydılar; bu merakları çok dikkat çekiciydi
çünkü gidecekleri yere kaç dakika kaldığını sürekli sormaktaydılar. Kim bilir,
belki de dakikaları saymaları
kavuşacakları tarihi kalıntıların heyecanından değil, bayılmadan temiz
havaya ulaşıp ulaşmayacaklarının hesabını yapmalarındandı. Tabii dakikaları
sayan yerli turistler de vardı, onlar da bir demli çaya veya kolaya kavuşma,
bir tost yiyip açlık bastırma arzusu ile kıvranmaktaydılar.
Sabah, şehir içinden
yola çıkarken, yabancı turistler, adetleri üzere ellerindeki broşürleri
inceliyorlardı. Bazısı kendi ülkesinden ta buralara kadar taşıdığı resimli
kitaplardan gidilecek tarihi yerler hakkında ön bilgi edinmekteydi. Onlar,
sanki rehberin anlatacaklarını daha iyi anlamak için peşinen derslerini
çalışıyorlardı. Yerli turistlerin ise rehberi dinleyip dinlemedikleri pek belli
değildi; onlar gazete okuyorlardı.
Otobüs, Antalya
sokaklarından geçerken, yabancılar, Haziran sıcağına teslim olup ölü gibi yere
yapışmış kocaman sokak köpeklerine, sıskalıktan yassılmış, halsizlikten
ayaklarını zorlukla sürüyerek
yürüyebilen sokak kedilerine ilgiyle bakmış, bu kadar çok hayvanın neden
ortalıkta dolaştığına akıl erdirememişlerdi. Rehber, onları bu konuda da aydınlatıp,
kedilerin, köpeklerin sokakta yaşamalarının doğal olduğunu söyledi. Bunun
üzerine pembe çiçekli elbisesi yanaklarının pembe rengine pek güzel uyum
sağlayan tombul turist kadın, duyduklarını bir kere daha duyup, iyice anlamak
için, o sırada otobüsle yanından geçtikleri iri bir köpeği göstererek,
“Bunlar hep evsiz
hayvanlar mı?” diye sordu.
“Bunlar sokak
hayvanları, yani onların evleri sokak” diye cevapladı rehber.
“Nasıl yemek
buluyorlar ki ?” diye bir diğer yabancı turist atıldı,
“Pek yemek buldukları
da söylenemez” dedi, yabancı dil bilen yerli turistlerden biri ve ilave etti,
“yiyecek bulsalar su bulamazlar zaten”.
“Susuz nasıl yaşarlar
ki” dedi pembe emprime elbiseli olanı. İngilizce konuşmayı bilen yerli bir
turist, yabancı dil konuşma fırsatını bulduğu ve pratiğini geliştireceği için
sevinçle konuşmaya katıldı,
“Bunların çoğunun ömrü
zaten bir yılı geçmez”
“Olmaz öyle şey,
kediler de köpekler de 17, 18 yaşına kadar yaşayabilir” dedi bir yabancı.
“Bunlar yaşayamaz, ya
araba altında ezilir, ya susuzluktan bir yıla varmadan böbrekleri kuruyup ölür,
ya da belediye tarafından zehirlenir”.
Otobüsteki, İngilizce
anlayan yerli turistlerden Türkçe itirazlar yükseldi.
“Yahu yapmayın, şimdi
memleketi kötülemenin alemi var mı, köpek zehirlediğimiz hiç söylenir mi
turistlere.”
Kötü propagandayı
telafi etmek isteyen rehber hemen atıldı,
“Halkımızın bir kısmı,
evlerinden yemek getirip bu sokak hayvanlarını besler, siz hiç kaygılanmayın,
her zaman bunlara bir kaç lokma veren çıkar”.
Rehber ne derse desin,
pembe çiçekli elbisesi sayesinde bir bahar dalı gibi pespembe görünen kadının
pembe yanakları daha da pembeleşti ve sinirlenmemeye gayret ederek,
yanındakine,
“Bu benim en
sinirlendiğim şey” diye açıkladı, “gelişmemiş ülkelerde hayvanların sokaklarda
bırakılmasıdır. Açlık içinde sürünürler, açlıktan, susuzluktan hastalanıp acı
içinde ölürler. Gelişmiş ülkelerde ise sokaklarda hayvan göremezsin, çünkü
onları toplarlar ve barınaklarda bir süre bekletip, eğer bir sahiplenen
çıkmazsa uyuturlar. Ama o arada hayvanlar aç kalmazlar, tok ölürler.”
Bu konuşmayı dinlerken
hiç sesini çıkartmayan genç kız, “Acaba hangisi daha iyi?” diye düşündü,
“Ölümden kaçamayacağını ama ölene kadar besleneceğini bilerek tok ölmek mi,
yemek bulup bulamayacağını bilemeden ama ölümden kaçabileceğin umuduyla aç
ölmek mi?”
Bunları düşünürken,
yanında oturan büyükannesi ile bir yıl önce yaptığı Afrika yolculuğunu
anımsadı. Orada hem açlar, hem de toklar birlikte yaşamaktaydılar. Safari için
gittikleri Kenya’nın ünlü Masai Mara bölgesinde doğal dengenin bozulmaması,
hayvanların bu doğal ortamlarında korunabilmesi için yerli halka tarım yapma
yasaklanmıştı. Tarım bir yana toprağı birazcık kazmak bile yasaktı. Masai’ler,
çok ince ve oldukça uzundular; çok endamlı ama çok da açtılar. Şişman Avrupa
insanlarının gözüne bu incelik çok hoş görünüyordu ama bu hoşluğun arkasındaki
gerçeği, yani onların hangi sebepten aç kaldıkları kimsenin aklına gelmiyordu.
Avrupalılar, Afrika hayvanlarını görmek için safariye çıkıyorlardı; Afrika
yerlilerinin neden aç olduğunu düşünmek için değil. Bunun yanında insanlar,
yırtıcı hayvanların, yırtıcı olmayanları avlayıp, parçalayıp, yediğini görmek
istiyorlardı. Aslanların, hala canlıyken yemeğe başladığı bir bizon Susan’ın
aylarca gözünün önünden gitmemişti. Aslanlar, koskoca bizonu boynundan
yakalayıp yaralamışlar, yere devirmişler, arka bacaklarından yemeğe
başlamışlardı. Bizon ölmemişti ama ayağa kalkamıyor, başını ara sıra döndürüp
kendini yemeği sürdüren aslanlara bakıp böğürüyordu. Bedeni parça parça
koparılırken kendi ölümünü izleyen bir bizon görmek unutulacak anı değildi.
Susan güçlünün güçsüzü her zaman avladığını biliyordu ama o gün gerçekleri
bilmekle görmek arasında büyük fark olduğunu kavramıştı.
Masai’lerin avlanmaları uzun süredir yasaktı; , otlaklar bozulmasın, turistlerin
görmek istedikleri hayvanlar azalmasın diye. Tarım yasağı yanında av yasağı da
Masai’leri aç bırakmıştı. Onlar da ince uzun bedenlerine sardıkları kırmızı
atkıları ve ellerindeki güç sembolü olan sopaları ile saatlerce kıpırdamadan
durup, artık avlanmaları yasak olan geniş doğal otlaklara bakarak
avunuyorlardı.
Masai’lerin, kırmızı atkıları,
boyunlarındaki boncukları ve ellerindeki sopalarından başka sahip olduğu iki
şey daha vardı; çok zayıf keçileri ve
çok zayıf inekleri... İnekler ve keçiler çok zayıftılar ama doğal
otlaklarda yaşayan diğer ot obur hayvanlar şişmandı. Susan, daha sonra Masai’lerin,
ineklerini kesip yiyemeyecek kadar yoksul oldukları için ineklerin boyun
damarlarına batırdıkları içi boş ince çubuklardan küçük kaselere akıttıkları
kanlarını içtiklerini öğrenmişti. Sık sık kanı sağılan inekler de şişmanlayamıyordu.
Susan bunları düşünürken,
otobüs şehir dışına doğru ilerlemekteydi. Rehber, ilk duracakları yer hakkında
çoğu kimse tarafından bilinen ama bilenlerin yine de hoşlanarak dinleyeceği
hikayeler anlatmaya başlayınca turistler sokak hayvanlarını, Susan da Afrika
hayvanlarını unuttu. Klima da çalışıyordu o sırada; Susan rehberi dinlemeye
başladı.
Büyükannesi ile bir çok
yabancı ülkeyi gezmek hem olağanüstü bir imkan, hem de çok sıkıcı olmuştu.
Genellikle yabancı ülkelere turlara katılarak gitmeyi seçen büyükannesi, yalnız
kalmamak için yanına Susan’ı almak
istiyordu. Turlara genellikle yaşlı insanlar katıldığı için arkadaş olacağı
birisiyle karşılaşması çok zordu. Oysa bu turda kendisine arkadaş olacak birisi
vardı. Rehberleri... Sevimli bir adamdı, üstelik yaşı da kendi yaşına uygundu,
iyi İngilizce konuşuyordu. Son üç gün boyunca arkadaşlıklarını giderek
ilerletmeye başlamışlardı. Bir gün önce, akşam yemeğinden sonra denize ve
yıldızlara bakarak yan yana dururken, doğayı ve hayvanları korumanın öneminden
konuşmuşlar, rehber, yani Ahmet, şöyle demişti:
“Bazen uzaya gitmişim
de oradan dünyamıza bakıyormuşum gibi hayal ediyorum kendimi. Uzaydan bakınca
dünyanın üzerindeki hayvanları, insanları, bitkileri tek tek değil de dünya ile
bir bütün olarak görüyorum. Dünyanın uzaydan görünüşünü, bir de zaman kavramı
içinde düşününce; doğan, büyüyen, ölüp toprağın içine geri dönen tüm
canlıların, dünya üzerinde bir belirip bir kaybolan küçük kabarcıklar gibi
olduğunu anlıyorum.
“Dünya, aslında hiç değişmeden,
üzerinde ve içinde hiç bir şey eksilmeden ve artmadan olduğu gibi kalıyor;
insanlar, hayvanlar, balıklar, böcekler, kuşlar, bitkiler, dünyanın içinden
çıkıp, yine dünyanın içine geri dönüyorlar. Dünya, milyonlarca yıl önceki
dünya... Bir kabarcık gibi ortaya çıkıp ve sonra yine bir kabarcığın suda
kaybolması gibi sönüp giden tüm canlılar, aslında dünyanın kendisi. Demek ki
biz insanların, geldiğimiz ve gideceğimiz yerle, diğer canlıların geldiği ve ölünce
gideceği yer aynı. Yani biz, dünyanın kendisiyiz ve bu gezegendeki tüm
canlılarla aynı hamurdan oluşmuşuz. Hepimiz bu deniz, bu bulut ve şuradaki
köpek, şu karşıdaki dağlarız. Peki neden kendi hamurumuzdan olan diğer
canlıları da kendimizi sevdiğimiz gibi sevemiyoruz?. Neden onlara da kendimize
gösterdiğimiz özeni göstermiyoruz? Madem ki, insan da olsa, hayvan da, böcek
de, ağaç da, çiçek de, hepimiz bu dünya ile aynı şeyiz; nasıl oluyor da bazı
insanlar, insanları seviyor da hayvanları sevemiyor? Veya ormanlara zarar
verebiliyor? Her canlı, dünyanın bir
kabarcığı olarak topraktan çıkıp oraya döndüğüne göre ‘ben sol ayağımı severim
ama sağ ayağımı sevmem’ demekle, ‘insanları severim de hayvanları sevmem’ demek
arasında felsefi açıdan bir fark var mı sizce?”
Susan, Ahmet’le
konuşmaktan hoşlanıyordu. Derin düşünceleri olduğu belliydi. Onunla, belli ki,
diğer insanlarla yaptığı basmakalıp konuşmalardan daha farklı şeyler
konuşabilirdi. Onun da kendisi gibi doğayı ve hayvanları çok sevdiğini anlaması
zor olmamıştı. Bu yolculuk boyunca onunla yakınlaşmak ve daha çok sohbet etmek
istiyordu, ama ya sonra? Sonra ne olacaktı?... Sonra, sadece bir kaç gün sonra,
bir daha birbirlerini hiç görmeyecekleri yönlere gitmek üzere yola
çıkacaklardı. Henüz ne iş yaptıklarını, nerede yaşadıklarını bile
öğrenmemişlerdi. Yıldızlara baktıkları gece, dünyanın uzaydan bakınca bir bütün
olarak algılanması gerektiğini konuşmuşlardı ama bu bir yakınlaşma, birbirini
tanıma değildi. Zaten o konuşmada başka insanlar da vardı, özel bir konuşma
değildi. Belki ayrılmadan adreslerini verirlerdi birbirlerine. Ama bir iki kart
yazdıktan sonra haberleşme son bulurdu. Büyükannesi ile katıldığı daha önceki
gezilerde olduğu gibi... Tanıştığı ve hoşlandığı herkesi arkasında bırakmıştı. Bu
sefer de yine İngiltere taşrasının bulutsuz gri günlerine döneceklerdi ve
oradaki kütüphanedeki işine başlayacaktı. Akşamları arkadaşları ile o hep
birbirinin benzeri olan ve aynı insanları gördüğü Pub’lara uğrayacaklar, sarhoş
olacaklar, hafta sonu bir şey yapmış olmak için hoşlanmadıkları erkek
arkadaşları ile geceyi birlikte geçireceklerdi. Hayatı, kalbini ve kafasını aynı anda etkileyecek
birini tanıma hayalini kurarak devam edecek ama bu hayal bir türlü
gerçekleşmeyecekti. Çünkü bulunduğu küçük şehirde kendi yaşına uygun neredeyse
tüm erkekleri zaten biliyordu ve bunların bir kısmı gözüne hoş görünse de hiç
biri kafasına ve kalbine hoş görünmüyordu.
Susan, bitmeyen bir
enerji ile sürekli konuşmakta, sürekli espriler yaparak ilginç şeyler bulup
anlatmakta olan Ahmet’e baktı. Yaşı, kendisinden küçüktü galiba. Çok enerjikti,
çok hayat doluydu. Güneşten yanmıştı; bu da onu çok sağlıklı gösteriyordu.
“Evet, fazlasıyla canlı, adeta hiperaktif” diye düşündü. Susan, üç gün sonra
otuz yaşına basacaktı. Ahmet ise kendisinden kesinlikle küçük görünüyordu.
“Acaba her zaman anlatacak ilginç şeyler bulur mu, yoksa bu onun profesyonel
tavrı mı?” diye geçirdi içinden. İnsanlar, ilişkiler yeniyken her zaman
ilginçtiler, her zaman konuşkandılar, sonraları ise sıkıcı ve suskun. Hayatın
en zor günleri olan yaşlılık, suskun insanların birlikteliği içine hapsolarak
geçiyordu çoğu zaman. Susan, bunun kendi başına gelmesinden çok korkuyordu.
Üç yıldır, yaz tatilinin
bir bölümünü büyükannesi ile birlikte iki hafta süren turlara çıkarak
geçiriyordu. Henüz daha genç kızlığa adım atmadığı yıllarda annesini
kaybetmenin acısını yaşamıştı. Kendisini babası ve büyük annesi birlikte
büyütmüşlerdi. Daha sonra babası evlenip bir başka şehre taşınınca da Susan,
büyük annesinin yanında yaşamayı sürdürmüştü. Yaşlı bir insanla yaşamak,
yaşlılığın nasıl bir çaresizlik olduğunu göstermişti ona. Üstelik büyükannesi
henüz tam anlamıyla yaşlı da değildi. Büyükannesinin evinde yaşamaktan sıkılsa
da bundan sonra onu yalnız başına bırakmak istemiyordu. Evde olduğu akşamlar,
karşılıklı sessizce yemeklerini yerler, sonra da birlikte yine konuşmadan
televizyon seyrederlerdi. Sohbet etmeseler de iki kişi birlikteydiler; bu, tek
kişi olmaktan daha iyiydi.
Liseyi bitirdikten
sonra Susan, yaşadıkları küçük şehirde bir iş bulup çalışmaya başlamıştı.
Üniversiteye gidecek kadar parası yoktu. Esasen iddiasız bir kızdı. Londra’ya
kapağı atıp renkli bir hayat yaşamaya başlayan lise arkadaşlarının yolundan
gidebilirdi, ama gitmek istememişti. O, kendisine bağlı bir kocası ve çiçekli
bir bahçesi olsun diye düşleyen tipik taşra kızlarındandı. Büyük şehirlerdeki
konserlere, müzikallere, gece kulüplerine ve restoranlara gitmek yerine, çoban
köpeği yarışmalarını izlemeyi, kırlarda dolaşmayı tercih ederdi.
Bazı akşamlar,
kütüphaneden çıkıp eve doğru yürürken veya aydınlık yaz gecelerinde evin
verandasından yıldızlara bakarken, hayattan az şey bekleyen insanların
isteklerine kavuşmalarının daha zor olduğunu düşünürdü. Keşke o da arkadaşları
gibi beklenti dolu olabilseydi, gerçekleşmeyen bir beklentinin yerini hemen bir
başka beklenti ile doldurabilecekti. Oysa kendisinin o kadar az beklentisi
vardı ki hayattan... Belki de buna ‘tek bir beklenti’ demek daha doğruydu;
yaşlandığında sohbet edebileceği,
karşılıklı anlamlı şeyler söyleyecekleri veya anlamlı bir şekilde susacakları,
sustukları zaman da hala bir şey söylemeyi sürdürecekleri bir hayat arkadaşı
istiyordu. O, çoğu insanın aksine büyük bir aşk değil, büyük bir dostluk beklentisindeydi.
Bu beklentisi gerçekleşmezse, yerine koyacağı başka beklentisi yoktu ki.
Otobüs
durunca herkes sabırsızlıkla, birbirini biraz da itekleyerek dışarı fırladı. Son
dakikalarda yine klima durmuş, otobüs hareket halindeyken tavandaki kapakçıktan
giren hava kimseye yetmemişti. İçerdeki boğucu sıcaktan sonra, yakıcı öğle
güneşinin altında olmak bile ferahlatıcı geldi herkese.
Turistler tarihi
yerleri gezerken kafa dengi buldukları insanlarla küçük gruplar oluşturmaya
başladılar. Evinde yedi kedi ve bir düzine koyun besleyen Danimarkalı genç karı
koca ile konuşacak çok şey bulan bir İngiliz hanım, bahçesindeki çiçekleri
anlatmaya çabalıyordu da Danimarkalı kadından konuşmaya fırsat kalmıyordu.
Danimarkalılar, kediler ve koyunlardan
başka iki köpek ve dört de at beslemekteydiler. Bu çiftin bunca hayvandan
başka, dört çocuğu da vardı. Şehirdeki iş yerlerine bir saat uzakta
oturuyorlardı. Evlerinde yardımcıları
yoktu. Eziyetli bir hayat seçmişlerdi kendilerine ama bunun farkında
değillerdi. Her sabah hayvanların mekanlarını temizliyorlar, onları suluyorlar,
yemliyorlar, sonra çocukları doyurup okula yolluyorlar, bir saat araba
kullandıktan sonra iş yerine ulaşıp akşama kadar çalışıyorlardı. Sonra bir saat
yine araba kullanıp eve dönüyor, yine hayvanlarla ve çocuklarla
ilgileniyorlardı. Üstelik Danimarka gibi yılın yarısında gündüzleri yarı
karanlık, çok yağmurlu bir ülkede oluyordu bunlar. Konuştukları İngiliz kadın
bunca işle nasıl başa çıkabildiklerini sorunca şaşırmış gibi bakarak,
“Ne var bunda, biz
hayvanları severiz, onlara bakmak zor gelmez, zaten çocukların biri de 16
yaşında, o da yardım ediyor” dedi adam. Danimarkalı kadın, kocasına göre daha
konuşkandı, yanındaki İngiliz hanıma yine bahçesini anlatma fırsatı vermeyerek,
konuşmayı sürdürdü,
“Oturduğumuz evin
bahçesi oldukça büyük. Mevsimine göre sebze ekeriz. Bir gün bahçemizin
bitişiğindeki tarlanın, belediye kararı ile bize verilebileceğini öğrendik.
Danimarka’da böyle hibeler olağandır; boş toprak var, nüfus az. Yöneticiler
toprak dağıtacak adam ararlar. Biz de arazimiz genişleyecek diye sevinerek
tarlayı kabullendik. Ancak belediyenin bir de şartı vardı; görüntünün çevreye
uyum sağlaması için, otların sürekli kesilmesini istiyorlardı. Tarlayı aldık
ama bir süre sonra ot biçmenin hayvan bakmaktan çok daha zor olduğunu gördük.
Bahçemiz o kadar genişlemişti ki, ot biçmeye başladığımız zaman hayvanları ve
çocukları beslemeye vakit kalmıyordu.
Derken aklımıza koyunlar geldi. Hemen bir kaç koyun satın alıp tarlaya
saldık. Koyunların, en iyi ot biçme makinesinden daha iyi olduğunu görünce de
sayılarını on ikiye çıkarttık. Artık her sabah yaptığımız tek iş, suyunu
verdikten sonra koyunların peşimizden tarlaya kadar götürmek ve akşam üzeri de
eve döndüğümüzde onları ağıla getirmek.
Tarlanın otlarını böylece hallederken, koyunların beslenmesini de neredeyse
bedavaya getirdik”.
Susan, kendisini bu
kadının yerinde görmeye çalıştı. Bu kadar çocuk ve bu kadar hayvan ister miydi
hayatında? Hayır, o, sadece bahçesi
çiçekli bir ev istiyordu, bir de köpek, o kadar. Ama sohbet edebileceği bir
kocayı kesinlikle istiyordu. Çocuk isteyip istemediğinden henüz emin değildi.
Çocukları pek sevmiyordu galiba. Yalnız büyümüştü, çocukların aile hayatında
keyif mi, yoksa eziyet mi olduğunu öğrenememişti, ama arkadaşlık edecek bir
insana sahip olmanın gerçek bir keyif olduğunu biliyordu, çünkü bunun yokluğunu
kendini bildi bileli yaşamış, birkaç yıl önce böyle bir arkadaşlığı yakalamak
üzere olduğunu hissetmiş ama hızla elinden kaçırmıştı. O günleri hatırlamak
istemiyordu.
Tarihi kalıntıları
dolaşırken Susan, Ahmet’e yakın olabilecek şekilde yürüyordu. Ahmet, gerçekten
ilginç bir rehberdi; hem şakacıydı, hem saygılı; hem bilgiliydi hem de hayali
geniş. Bir ara onun kalıntılar hakkında bilgi verirken gözlerinin içine bakarak
konuştuğunu fark edince kalbi daha hızlı çarpmaya başladı ve elinde olmadan
bakışlarını başka tarafa kaçırdı. Sonra kendini toparladı, başını çevirdi o da
Ahmet’e baktı; bakışları sadece ikisinin anlayacağı bir mesaj taşıdı
aralarında. Ahmet, telaşlı parmak hareketleriyle saçlarını düzeltti. Susan,
biraz sonra öğle yemeğinde ikisinin daha da yakınlaşacağını hissetti o anda.
Kalıntıları
dolaştıktan sonra içi fırın gibi olmuş otobüse doluşup yemek yiyecekleri yere
gittiler. Susan, otobüste büyükannesinin oturduğu koltuğun yanına yaklaşıp,
kulağına eğildi, yemek sırasında belki onunla aynı masada oturamayacağını,
çünkü rehbere bazı şeyler sormak istediğini söyledi. Büyükannesi, pipo içen bir
adamın yanına oturmuştu, sohbete dalmış görünüyordu. Pipolu adam da İngiliz’di,
bahçesindeki gülleri nasıl ilaçladığını anlatıyordu. Büyükanne, “tamam canım,
beni merak etme” dedi. Aslında Susan, büyükannesini merak etmiyordu, tek
istediği kendisinin merak edilmemesiydi.
Susan, iki arka sıradaki koltuğa oturduktan
sonra büyükannesini ve yanındaki adamı incelemeye başladı. Pek mutlu
görünüyorlardı. Yoksa suskun büyükannesi gelecekteki daha yaşlılık günlerinde
konuşacak yakın bir arkadaş mı buluyordu
bu yolculukta? Büyükannesi henüz hayattan elini ayağını çekecek yaşta değildi,
zaten öyle olsa bu yolculuğa çıkamazlardı. O yaşlı olduğunu söylerdi ama pek
çok insan için gençti bile. “Ben otuz olduğuma göre, annem sağ olsaydı herhalde
elli olacaktı, büyük annem de yetmiş bir” diye hesap etti. Sonra pipolu adamı
incelemeye başladı. Adam da büyükannesiyle aynı yaşlarda görünüyordu. Kısa
kesilmiş kır saçları, yine kısa tutulmuş bir keçi sakalı vardı. Sakalı, adama
entelektüel bir görünüş veriyordu. Turun başından beri Susan, bu adamın emekli
bir eğitimci olması gerektiğini düşünüyordu ama düşüncesini doğrulamak için
gidip kendisi ile konuşmamıştı. Yaşlı insanlarla konuşmayı sevmiyordu. Adamın
burnunun ucu ve yanaklarının üstleri biraz kızarmıştı sanki. Bu güneşten de
olabilirdi, sürekli fazla kaçırdığı biradan da. Piposunu, dişlerinin arasına
sıkıştırmıştı ama hiç yakmıyordu. “Küçük bir çocuğun lastik emziğine
bağımlılığı gibi” diye düşündü Susan. Sonra neden keçi sakallı insanların
ağzında genellikle bir de pipo olduğunu da düşündü. Bu bir tesadüf olabilir
miydi? “Bu yaşta pipo içmeyi sürdüren adamlar genellikle yalnız yaşayanlar
arasından çıkar” diye bir tahmin de yürüttü.
Öğle yemeği için,
pembe zakkumların arasından yürüyüp serin bir restorana girdiler. Susan aynen
planladığı gibi Ahmet’in yanına gitmeye hazırlanıyordu ki, fazla çaba
harcamasına gerek kalmadan Ahmet’in zaten yanına geldiğini gördü. Her zaman
yaptıkları bir şeyi yapıyorlarmış gibi masanın ucundaki sandalyelere karşılıklı
oturdular, geri kalan yerlere de başka insanlar yerleşti. Susan,
“Otobüsün sıcağı
konuşma hızını hiç kesmiyor senin” dedi.
“Hayatta hızlı
yaşamak lazım. Hızlı düşünmek, hızlı konuşmak, hızlı karar vermek…” dedi Ahmet
gülümseyerek, bir taraftan da Susan’ın bardağına su doldurdu.
“Sizin buralarda
hayat daha hızlı, benim kasabamda biz yavaş yaşarız, hızlı hayatları
televizyondan izleriz”
“Esas hızı sen
İstanbul’da göreceksin, sizin Londra gibi, insana yirmi dört saat yetmez.”
“Sen nerede yaşıyorsun?”
diye sordu Susan,
“Evim, annem, babam
Antalya’da, ben Antalyalıyım, şimdilik orada onlarla oturuyorum. Üniversiteyi
İstanbul’da okudum.”
“Ne okudun?”
Ahmet gülümsedi, ne
zaman üniversitede ne okuduğu sorulsa içini “Orası senin için değildi” duygusu
kaplardı. Tabii kendi isteğiyle seçtiği için okumuş değildi o bölümde; giriş
sınavında kazandığı puan, kendisini o bölüme ittiği için orada okumuştu. Sonra
da bir kez daha sınavlara girip şansını başka bir dal için deneyeceğine bir an
önce bu bölümü bitirip hayata atılmaya harar vermişti.
“Antropoloji” dedi.
Susan hiç şaşırmadı,
“Ben de pek çok
antropoloji kitabı okudum” dedi Susan, Ahmet’in ağzını hayretten açık
bırakarak.
“Neden bir insan
antropoloji kitaplarını okur ki?”
“Kütüphanede
çalışıyorum, onun için her tür kitabı okurum. Bir gün bir antropoloji kitabı
okuyunca, ilgimi çekti, sonra kütüphanedeki
diğer antropoloji kitaplarını da okudum.
“hayatındaki tek
amacın kitap okumak olduğunu söyleme sakın bana.”
Susan kendisini, bir
taşralı olarak ilginçlikten çok uzak hissetti. Bütün dünyası kitaplar değildi
kuşkusuz ama kitaplardan daha renkli bir dünyayı da tadamamıştı bugüne kadar.
Yaşadığı küçük kasabada nasıl bir dünya olacaktı ki? Ahmet’in gözünde ilginç
olabilmek için renkli bir dünyası olması gerektiğine karar verdi.
“Ben sık sık seyahat
ederim” dedi tereddütle, “sonra çok arkadaşım vardır, onlarla gezeriz” diye
ekledi, “ve kışları kayak yapmak hoşuma gider.” diye bitirdi cümlesini, bu üç aktiviteyle
kendini ilginç gösterdiğini umarak.
Ahmet, restoranın
içinden görünmese de arka taraflarında haşmetle
yükseldiğini bildiği Toros Dağlarını işaret etti,
“Çok yakınımızda, şu
dağlarda Saklı Kent adında harika bir kayak merkezi olduğu halde, ne yazık ki
ben kaymayı öğrenemedim” dedi ve ekledi, “biliyor musun, oraya gitseydik eğer,
şimdi karla karşılaşacaktık. Restorandan çıkınca dağların zirvelerine bak,
karları buradan da göreceksin”.
“ Haziranda Akdeniz
bölgesinde kar oluyor mu?”
“Evet, oluyor. Bu bir
mucizedir ama orada çok özel bir ortam var,
mucizeler de ancak özel ortamlarda ortaya çıkar”.
“Mucize sensin, senden
çok hoşlanıyorum” diye düşündü Susan.
“Masmavi gözlerin ve
tişörtünün üstünden sivri başları belli olan göğüslerin ne kadar güzel” diye
düşündü Ahmet.
Susan, garsonun getirdiği
ve o gezinin bir diğer mucizesi gibi görünen kebap tabağına bakarak, “Ahmet’le
bu akşam bir yolunu bulup yalnız kalmalıyım” diye düşündü.
“Susan’ı bu gece odama
çağırsam ne der acaba” diye düşündü Ahmet.
“Biz İngiltere’de
mucizelere çok inanırız” dedi Susan, düşüncelerine ara vererek.
“İnansan da, inanmasan da, mucizeler her zaman zaten olacaktır” diye
garanti verdi Ahmet ve başladı yine kendince derinliği olan bir konuşma
yapmaya.
“Mucizeler, etrafımızda
her dakika oluşup durur ama çoğumuz onları görmeyiz; onları fark etmediğimiz
için de gözümüzü ve gönlümüzü onların bize açtığı yollardan başka taraflara
çeviririz. Pek azımız ise, bunlar tanrının seçilmiş kullarıdır diyebiliriz,
mucizeleri fark eder, onları kullanmayı bilir. Mesela bence liderler bu
insanlardan çıkar. Onlar diğer insanlara yön verir. Gösterdikleri yön, daha önce küçük
mucizelerin kendilerine açtığı yoldur aslında”.
“Sen aslında rehber
değil de filozof olmalıydın.”
“Rehber olmak filozof
olmaya engel değil ki.”
“Tabii, senin bir
antropolog olduğun kadar ben de bir filozofum.”
İkisi de bir birlerine
gülümsediler ve akşam yemeğinden sonra guruptakilerden ayrı
bir yerde buluşmaya karar verdiler. Masadaki İngilizce bilen bir yerli turist,
yanındakinin kulağına eğildi,
“Bizim rehber kızı tavladı” dedi.
Susan,
rüyada gibiydi. O gün öğleden sonra gezdiği, gördüğü yerlere aklını
veremiyordu, çünkü zihninin algılama
kapıları, Ahmet’in değiştirdiği vücut kimyası ile kapanmıştı.
Geceyi ikisi de iple çekti. Yemekten sonra
otelin bahçesinde buluştular. Ahmet, kolunu Susan’ın omzuna doladı. Susan,
Ahmet’in kendisine iki koluyla birden sarılmasını
istiyordu. Belki de Ahmet Susan’a sımsıkı sarılmak istediği için oluşuyordu bu his
kim bilir? Işık almayan ağaç altlarına doğru yürüdüler, Ahmet, Susan’ın başının
iki yanını avuçlarıyla kavradı, dudaklarını öptü. Kısa süre sonra ikisi de
artık orada kalmak istemiyorlardı. Ahmet “gel” dedi. El ele tutuştular ve başka
bir şey konuşmadan Ahmet’in odasına
gittiler.
Susan, kendi odasına
döndüğünde vakit gece yarısını geçiyordu, büyükannesi çoktan uyumuştu. “İyi ki
de uyuyor, yoksa konuşmamız gerekebilirdi” diye düşündü, soyunup onu
uyandırmadan yatağına yattı. O kadar mutlu, o kadar haz doluydu ki, uyuyup bu
hazzı bitirmek istemiyor, az önce yaşadığı heyecanı, doyumu ve aralarında geçen
konuşmaları zihninde yeniden canlandırmak istiyordu. Ahmet’le sadece heyecanla sevişmemiş, sonradan birbirleriyle konuşacak pek
çok şey de bulmuşlardı. Konuştukları aşk sözleri değildi elbette ama duygu yüklü
konuşmalar olmuştu aralarında.
Susan’ın o geceden
sonraki gezisi, daha anlamlı oldu. Yolcularla profesyonelce ilgilenmesi gereken
Ahmet, sonraki iki gün boyunca Susan’a göstermesi gereken özel ilgiyi geç
saatlere sakladı ve yalnız kaldıklarında büyük bir coşkuyla sundu. Susan
mutluydu, ondan çok hoşlanıyordu.
Bir ara Susan, “Yarın
benim doğum günüm, yarın gecenin özel olmasını istiyorum” dedi.
“Doğum günün için
bütün grubun katılacağı bir kutlama yapmamızı ister misin?” diye sordu Ahmet.
“Hayır, ben özel olsun
derken, ikimiz arasında özel bir şey düşünmüştüm” diye cevapladı Susan.
“O zaman biz de öyle yaparız, zaten yarın
akşam serbest gece” dedi Ahmet.
Susan, Ahmet’in
yüzünde bir tereddüt bulutunun dolaştığını gördü. “İşte yine bir aptallık
ettim, bir şey istedin mi bu erkeklerden, arkası da gelecek diye hemen kendilerini
geri çekerler” diye düşündü. Daha sonra odasına sessizce girdiği zaman, mışıl
mışıl uyumakta olan büyükannesine baktı ve onun ne kadar huzurlu olduğunu
anladı. Büyükannesinin, hayattan hiç bir beklentisi, heyecan veya mutluluk
peşinde koşma ihtiyacı, dolayısıyla düş kırıklığı yaşama olasılığı yoktu. Yok,
hayır, onun da hayattan bir beklentisi vardı, kalan günlerini keyifli
geçirmek... Belki de dünyadaki en akıllıca beklenti buydu. Kimseye sırtını
dayamadan, yük olmadan, hiç bir insana kalbini ve evini açmadan, hayatın olağan
akışı içinde küçük keyifler yakalayarak mutlu olmak... Bundan daha iyi bir
beklenti olabilir miydi?
Büyük acılarla
karşılaşmış ve sonra bu acıları yenebilmiş insanların beklentisiz huzuruna
çoktan kavuşmuştu büyükannesi. Peş peşe, evlilik hayatları boyunca hiç dostluk
kuramadığını sonradan torununa itiraf ettiği kocasını, arkadan oğlunu, en son
da kızını, yani Susan’ın annesini kaybetmişti. Kafasına uyan bir erkekle
hayatını paylaşma arayışına girmeyip, torununa karşı görevlerini yerine
getirmenin tatmini ile yetinerek, ama torununu da aşırı ilgi ile bunaltmadan,
yaşamayı başarmıştı. Susan’ın durumu ise
zordu. Kendisiyle ihtiyarladığında da arkadaş olacak bir hayat ortağı
istiyordu. Büyükbabası gibi konuşmadan köşesinde oturan biri değil de, kendisi
ile sohbet edecek bir arkadaş... Keşke hayattan beklentisi, çoğu insan gibi,
para, şöhret, başarı, eğlence veya aşk heyecanları olsaydı. Ama o, dünyada çok
az insanın elde ettiği bir şeyin peşindeydi. Yaşlılığında arkadaşlık edebileceği
bir eş...
Ertesi sabah, kafileyi
hoş bir sürpriz bekliyordu. Otobüsün kliması kesin olarak tamir edilmişti.
Kesintisiz serinliğin sunduğu mutluluk içinde yola çıktılar. Bir halı
fabrikasında, halı dokuyan kızları, sonra da halı gösterisini izlediler. Satış
elemanları, halıları havaya fırlatarak döndürüyor, yere üst üste yere düşürüyor, bu arada
özelliklerini anlatıyorlardı. Aynı ebatta ama farklı desende iki halıdan
hangisini seçeceğine karar veremeyen pipolu, keçi sakallı adam, büyükannesinin
yardımı ile soluk kırmızı ve mavi renklerin hakim olduğu bir Hereke seccadesi
satın aldı.
Susan, “İyi ki
büyükannem bu adamla dostluğu ilerletti, yoksa
Ahmet’le rahatça beraber olamazdım” diye düşündü. Açık havada yedikleri
öğle yemeği sırasında ise Ahmet’i göremedi, ortadan kaybolmuştu. Büyükannesinin
yanına oturdu, her zamanki gibi, sakin bir sessizlik içinde, yediklerinden pek
hoşnut kalmayarak yemeğini yedi, kolasını içti.
Ahmet ortaya çıktıktan
sonra otobüse binerek gezi programına göre
Antalya bölgesinde son olarak gitmeleri planlanmış tarihi şehir
kalıntılarına doğru yola koyuldular.
O günden sonra grubun
yolculuğu artık Kapadokya’da sürecekti ve Ahmet onlardan ayrılacaktı. Antalya
çevresinde son olarak gezecekleri tarihi
bölgenin az ilerisinde taşları temizlenmiş, otları kesilmiş toprak alanda
otobüs park etti. Antik şehrin girişinde bir bekçi kulübesi görülüyordu. Çevre,
dikenimsi yeşillikler ve kırık taşlarla doluydu. Çok uzakta alçak bir köy göze
çarpıyordu. Görünürde, kulübe kapısı yanında duran bekçiden başka canlı yoktu.
Otobüs durduktan hemen
sonra, nereden çıktığı belli olmayan bir köpek, koşarak yanlarına geldi, hemen otobüsün
kapısı önüne, zayıflıktan birbirine yapışmış içi boş memelerini gösterecek
şekilde sırt üstü yere yattı. Otobüsten inenlerin gözlerinin içine tek tek
bakıyor, bir taraftan da kuyruğunu küçük hareketlerle yerde sürterek
sallıyordu. Zayıflıktan karnı içeri çekilmiş, kaburgalarının arasında çukurlar
oluşmuştu. Susan’ın aklına, Afrika’da açlıktan ölmekte olan çocuklar geldi. Hani
annelerinin sarkmış boş memelerinin yanında kucağında tuttuğu çocuklar. Köpeğin
boş memeleri yakında bir yerde yavruları olduğunu gösteriyordu. “İnsanlarda olduğu gibi hayvanlarda da
doğurganlık, açlıkla birlikte daha çok artıyor galiba” diye düşündü Susan.
Köpek, grubun tümü
otobüsten indikten sonra, yattığı yerden kalkıp, koşarak, şehir kalıntısının
girişine doğru yürüyenlerin önüne geçti ve iri siyah mahzun gözlerini yine
insanların gözlerine dikip, yine sırt üstü yere yatarak memelerini açıp
açlığını ve aç yavrularını bir kez daha anlatmaya çalıştı. Bu hayvan,
şaşkınlık, şefkat, sorumluluk, acıma, çaresizlik, sevgi, merak gibi pek çok
duyguyu oradaki insanlara aynı anda yaşatmaya başlamıştı. Özellikle yabancılar,
yerli turistlere köpeğin neden bu kadar zayıf olduğunu, neden kimsenin ona
sahip çıkmadığını sormaya başlamışlardı. Ahmet,
“Sanırım buraya çok
turist gelmiyor, gelse de yanlarında yiyecek bir şey getirmiyorlar, bu zavallı
da herhalde yavrularını bırakıp köye kadar yiyecek aramaya gidemiyor” dedi.
Antik şehri görmeyi
hevesle bekleyen grup, duydukları bu sözlerle ellerinden oyuncağı alınmış
çocukların mahzunluğuna büründü. Köpeğin açlığı ve yavrularının oluşu, rehberlerinin
ağzından da teyit edilmişti. Artık hiç kimse bu çaresiz köpeği bırakıp tarihi
kalıntıları görmek istemiyordu.
Pipolu adam, nemli
gözlerle yerde hala sırt üstü yatmakta olan köpeğe baktı ve
“Benim için bu köpeğin
durumu şehri gezmekten daha önemli, ben burada kalıp buna yiyecek bulacağım”
dedi. Susan’ın büyükannesi,
“Ben de burada kalsam
iyi olacak” diye ekledi.
Grubun tümü, ne
yapacağını bilemeden ayakta durup köpeğe bir çare bulmanın yolunu tartışmaya
başlamıştı. Artık çoğunluk kalıntıları gezmeyi değil de sadece köpeğe yiyecek
bulmayı istiyordu. Çantalar karıştırılmaya başlandı ama hiç kimsede bir küçük
kutu kraker bile yoktu. İnsanlar, çantasından yiyecek çıkaran olacak mı diye
umutla birbirine bakarken, köpek yer değiştirip bir başka yere yatıyor, boş
memelerini açarak yardım istemeyi sürdürüyordu. Bir İngiliz, otobüsle ilerdeki
köye kadar gidip yiyecek satın almayı önerdi. Şoför buna itiraz etti, köyün
yolu hem topraktı hem de bozuk. Bu arada Ahmet koşarak giriş kulübesindeki
bekçinin yanına gidip, yakında bir yerlere yiyecek satılır mı diye öğrenmeye
çabaladı fakat sonuç yine olumsuzdu. Kulübede buzdolabı vardı ama içi sadece
kola ile doluydu; tabii kimse köpeğe kola içirmeyi önermedi.
“Bu köpeğe kim
bakıyor” diye sordu Ahmet,
“Kimse bakmıyor” dedi
bekçi kayıtsızca,
“Ama yavruları var”
“He ya, yavruları var,
yeni doğurdu”
“Nerede yavrular?”
“Nah orada, taşların
arasına saklamış”
“Sende yiyecek bir şey var mı?
“Bende yoh.”
“Sen nereden yemek
yiyorsun?”
“Ben gelirken evden
getiriyom”
“Yiyeceğinden köpeğe
vermiyor musun?”
“Vermiyom”
“Neden?”
“O benim köpegim
degildir.”
Yanlarına yaklaşan ve
konuşmayı işiten şişman bir adam kararlı bir tavırla önerisini söyledi,
“Köpeği yanımıza alıp
şehre götürelim, orada daha çok şansı olur.” Birçok kişi hep bir ağızdan itiraz
ettiler,
“Nasıl götürürüz, yavrularından
ayıramayız ki, yavrularla götürürsek şehirde perişan olur”
Köpeğin açlığına
çare bulma çabalarının sonuç vermeyeceği anlaşılınca, Ahmet Antik şehri gezmeyi
tekrar önerdi.
“Beni seven arkamdan
gelsin” diyerek, suratları asılmış turistleri neşelendirmeye çalıştı. Bir kaç
kişi peşinden isteksizce yürümeye başladı. Ahmet’in gözleri Susan’ı aradı.
Susan, sırt üstü yatıp memelerini göstermeyi sürdüren köpeğin yanında çömelmiş,
yanaklarını, karnının okşuyordu. Ahmet,
Susan’ın gözlerinden yaşların da aktığını gördü. Biraz düşündü, sonra Susan’a
yaklaşıp, elini uzattı,
“Hadi kalk, benimle
gel Susan, sana söz veriyorum, dönüşte köpeğe yiyecek bulacağım” dedi.
“Burada yiyecek bulman
için mucize lazım” diye konuşurken Ahmet’in gözlerine bir mucize yaratır mı
umuduyla baktı Susan,
“İki gün önce ne
demiştik, hatırlıyor musun? Mucizeler olağan üstü durumlarda ortaya çıkar. Ben
de biraz sonra senin için bir mucize yapacağım.”
Turistler ve Susan,
Ahmet’le birlikte antik şehrin kapısından içeri girdiler. Köpek, arkalarından
gelmedi, kendisini bırakıp gittiklerine inanmayan bakışlarla bakıyor, orada
beklemeyi sürdürerek, hala yiyecek verilmesi umudunu kaybetmediğini anlatmaya
çalışıyordu.
Kalıntıların kapısının biraz ilerisinde iri
kesme taşlara oturmuş iki köylü kadın, el örgüsü dantel örtüler satıyorlardı.
Kadınlara, yanlarında ekmek veya herhangi yiyecek varsa satın almak istediğini
söyledi Susan. İngiliz hanımlardan biri ise bir kaç dilim ekmek verirlerse, tüm
dantellerini satın almayı teklif etti. Ama köylü kadınlarda bir lokma bile
yiyecek yoktu.
Hiç kimse köpekten
fazla uzaklaşmak istemiyordu. Herkesin aklı bir an önce geri dönmekte ve köpek
için nasıl bir mucize gerçekleşeceğini görmekteydi.
Tüm kafilenin otobüsün çevresinde
toplandığı ve köpeğin de son bir umutla sırt üstü yatıp memelerini açtığı
sırada, otobüsün bagaj kapaklarını açan şoför ve muavini, içinden sekiz parça
kutu çıkardılar. Kutularda baklavalar vardı. Baklava dilimlerinin bir kısmının
üzerine küçük mumlar dikilmişti. Muavin, kapakları açık kutuları bagaj
kapağının kenarına yerleştirip mumları yakmaya başladı. İnanılmaz bir
görüntüydü bu. Herkes heyecanlanmış, bir ağızdan konuşuyordu. Ahmet, elini
kaldırıp konuşanları susturdu,
“Lütfen, beni dinleyin,
bugün, sevgili Susan’ın doğum günü. Ben,
bu sıcak günde kremalı bir doğum günü pastası yerine Susan için tatlı olarak baklava
almayı uygun buldum. Bunları, Susan’ın hayatının baklava gibi tatlı geçmesini
dileyerek yiyeceğiz” dedi.
Ahmet, yiyecek bulmuştu; bir mucize
gerçekleştirmişti. Susan, “Demek ki öğle üzeri bunları almak için ortadan
kaybolmuş” diye düşündü. Sonra alkışlayanlara teşekkür ederek mumları üflemeye
başladı, çok mutluydu. Daha sonra sarılıp Ahmet’in yanaklarından öptü. Ahmet
ise, Susan’ın başını ilk defasında
yaptığı gibi ellerinin içine alıp kimseden çekinmeden dudaklarına uzandı,
“Seni yeni tanıdım ama hep
benimle olmanı istiyorum Susan” diye fısıldadı kulağına.
Heyecanla herkes onları
alkışlıyordu, Ahmet’in söylediklerini Susan’dan başka kimse duymamıştı ama
herkes ikisinin arasında özel bir ilişkinin başladığını anlamıştı.
Sonra hep birlikte sözleşmiş
gibi, birer baklava dilimi alıp, ucundan azıcık ısırıp, geri kalanını köpeğin
ağzına uzatmaya başladılar. Sanki köpeği baklava ile besleme yarışı oluşmuştu;
kim daha çok besleyebilirse, mutluluk ödülünü o kazanacakmış gibi.
Köpekçik önce ne olduğunu
anlayamamıştı, ilk baklava parçalarını henüz sırt üstü, patileri havadayken
yutuvermişti. Sonra ayağa kalkmıştı ve hayret dolu bakışlarla uzatılan her
baklava parçasını çiğnemeden yutmaya başlamıştı. Baklava kutuları boşaldığı
zaman köpeğin karnı artık kocaman olmuştu, artık ayakta duramayacak haldeydi,
aşırı tatlıdan veya aşırı tokluktan gözleri baygın baygın bakıyordu.
Pipolu adam, kolunu
Susan’ın büyükannesinin sırtına doladı, kulağına şöyle fısıldadı,
“Biliyor musun, köpekler
doğal olarak şeker hastasıdır” ve göz kırparak ekledi “Şimdi bunu başkalarına söylemek
hiç yakışık almaz değil mi? Ama biz
ilerde kendimize köpek alırsak, tatlı vermemeye dikkat etmeliyiz.”
Saf ve temiz bir anlatım, tam işler bozulacak diye düşündüğüm anda bir köpecikle olayı mutlu sona bağlamışsınız. Köpeciğin sekerli bir gıdayla beslenmesi ise başlı başına traji komik bir sonlama olmuş. aslında yöre insanlarının duyarsızlığı insanı çileden çıkarıyor. Taş yutan köpeği hatırlattı. Kaleminize kuvvet. Sadık
YanıtlaSilBana öyle geliyor ki, P. P. Emden’in oldukça sıradan bir turistik gezinin kliması arızalı otobüsüne yerleştirdiği öyküde bir kaç cümleyle değiniverdiği pasajlar açılsa, sündürülse, bu malzemeden koca bir roman çıkar. Danimarkalı aile, diğer yerli ve yabancı turistler, Susan-annesi-büyükanne ilişkileri, pipolu İngiliz Ahmet ve Susan’ın öyküde kesişiveren --aslında apayrı-- çizgileri.... capcanlı sahneleriyle film gibi akıyor okurken. Sonra da bakımsız bir ören yerinin perişan köpeği her şeyi bir yana ittirip senaryoyu taa baştaki sokak köpeklerine bağlayıveriyor. O zaman durgun düzenli bir kasabanın kütüphanesinde zor geçen çalışma saatleri de, Afrika Safari sahneleri de, Masai kabileleri de, gün ışığından nasipsiz kuzey ülkelerinin farklı zaman ekonomilerine insanların neler sığdırdıkları da otobüsteki (romandaki ?) yerlerine oturuyor. Baklava da cabası... :))
YanıtlaSilÇok güzel. Sağol Puna.
O
Pardon Yazar, pardon Okurlar:
YanıtlaSilYukardaki yorumda dördüncü satırda ''pipolu İngiliz'' ve ''Ahmet'' sözcükleri arasında bir virgül koymam gerekiyordu, atlamışım. Öykünün kahramanlarından Ahmet sanki ''pipolu bir İngiliz'' olmuş gibi. Elbette farkedilmiştir ama yine de düzeltmek isterim. Gerek Yazardan gerekse de Okurlardan özür diliyorum.
O
Bence öyküden daha ilginç ve hatta öyküyü daha değerli kılan, hakkında yazılan yorumlar olmuş. Yorum sahiplerine aonsuz teşekkürler.
YanıtlaSilPuna