Doğum Günü Sürprizi / Puna Pamir Endem

 

DOĞUM GÜNÜ SÜRPRİZİ

  90’lı yıllar, yaz, Antalya çevresi

 

              Otobüsün içindeki yolcular sıcaktan pişiyorlardı. Turu organize eden şirketinin, başta garantisini verdiği en önemli iki şey aksıyordu; Birincisi yemekler, ikicisi de otobüsün klimasıydı. Bu iki hayati ihtiyaç, geziye başlayalı üç gün olmasına rağmen bir türlü genel arzuya uygun duruma getirilememişti. Neyse ki geziye katılanların bir kısmı “yerli” idi de cefaya alışıktılar. Daha doğrusu yerli turistler seslerini sıcak konusunda pek çıkartmıyorlar, yemek konusunda ise  bir hafta aç kalsalar bir gram eksilmeyecek gibi görünenler şikayet ediyorlardı. Yabancılar ise büyük ihtimalle “Bu ülkede öğle üzerleri yemek adeti böyle olsa gerek” diye düşünüp, dönerli sandviç, dürüm veya peynirli pide ile ayrana talim ederken, her öğle üzeri yedikleri kuru yemeklerden hiç şikayet etmiyorlar, ancak ikide bir arızalanan klima yüzünden feryadı basıyorlardı.

           Otobüs, planlandığı şekilde tarihi kalıntıların birinden diğerine gidiyor, sevimliliğine güvenen rehber, (doğrusu sevimliydi de) geçtikleri ve gezdikleri yerler hakkında kah Türkçe, kah İngilizce bilgi veriyor, yolcular ise, bir an önce bir yerde durup açık havaya çıkma hayali içinde dinlediklerini pek anlayamıyorlardı.

          Yabancı turistler ayrıca dakikaları saymaya çok meraklıydılar; bu merakları çok dikkat çekiciydi çünkü gidecekleri yere kaç dakika kaldığını sürekli sormaktaydılar. Kim bilir, belki de dakikaları saymaları  kavuşacakları tarihi kalıntıların heyecanından değil, bayılmadan temiz havaya ulaşıp ulaşmayacaklarının hesabını yapmalarındandı. Tabii dakikaları sayan yerli turistler de vardı, onlar da bir demli çaya veya kolaya kavuşma, bir tost yiyip açlık bastırma arzusu ile kıvranmaktaydılar.

           Sabah, şehir içinden yola çıkarken, yabancı turistler, adetleri üzere ellerindeki broşürleri inceliyorlardı. Bazısı kendi ülkesinden ta buralara kadar taşıdığı resimli kitaplardan gidilecek tarihi yerler hakkında ön bilgi edinmekteydi. Onlar, sanki rehberin anlatacaklarını daha iyi anlamak için peşinen derslerini çalışıyorlardı. Yerli turistlerin ise rehberi dinleyip dinlemedikleri pek belli değildi; onlar gazete okuyorlardı.

          Otobüs, Antalya sokaklarından geçerken, yabancılar, Haziran sıcağına teslim olup ölü gibi yere yapışmış kocaman sokak köpeklerine, sıskalıktan yassılmış, halsizlikten ayaklarını zorlukla sürüyerek   yürüyebilen sokak kedilerine ilgiyle bakmış, bu kadar çok hayvanın neden ortalıkta dolaştığına akıl erdirememişlerdi. Rehber, onları bu konuda da aydınlatıp, kedilerin, köpeklerin sokakta yaşamalarının doğal olduğunu söyledi. Bunun üzerine pembe çiçekli elbisesi yanaklarının pembe rengine pek güzel uyum sağlayan tombul turist kadın, duyduklarını bir kere daha duyup, iyice anlamak için, o sırada otobüsle yanından geçtikleri iri bir köpeği göstererek,

           “Bunlar hep evsiz hayvanlar mı?” diye sordu.

           “Bunlar sokak hayvanları, yani onların evleri sokak” diye cevapladı rehber.

           “Nasıl yemek buluyorlar ki ?” diye bir diğer yabancı turist atıldı,

           “Pek yemek buldukları da söylenemez” dedi, yabancı dil bilen yerli turistlerden biri ve ilave etti, “yiyecek bulsalar su bulamazlar zaten”.

           “Susuz nasıl yaşarlar ki” dedi pembe emprime elbiseli olanı. İngilizce konuşmayı bilen yerli bir turist, yabancı dil konuşma fırsatını bulduğu ve pratiğini geliştireceği için sevinçle konuşmaya katıldı,

           “Bunların çoğunun ömrü zaten bir yılı geçmez”

           “Olmaz öyle şey, kediler de köpekler de 17, 18 yaşına kadar yaşayabilir” dedi bir yabancı.

          “Bunlar yaşayamaz, ya araba altında ezilir, ya susuzluktan bir yıla varmadan böbrekleri kuruyup ölür, ya da belediye tarafından zehirlenir”.

         Otobüsteki, İngilizce anlayan yerli turistlerden Türkçe itirazlar yükseldi.

        “Yahu yapmayın, şimdi memleketi kötülemenin alemi var mı, köpek zehirlediğimiz hiç söylenir mi turistlere.”

          Kötü propagandayı telafi etmek isteyen rehber hemen atıldı,

         “Halkımızın bir kısmı, evlerinden yemek getirip bu sokak hayvanlarını besler, siz hiç kaygılanmayın, her zaman bunlara bir kaç lokma veren çıkar”.

          Rehber ne derse desin, pembe çiçekli elbisesi sayesinde bir bahar dalı gibi pespembe görünen kadının pembe yanakları daha da pembeleşti ve sinirlenmemeye gayret ederek, yanındakine,

         “Bu benim en sinirlendiğim şey” diye açıkladı, “gelişmemiş ülkelerde hayvanların sokaklarda bırakılmasıdır. Açlık içinde sürünürler, açlıktan, susuzluktan hastalanıp acı içinde ölürler. Gelişmiş ülkelerde ise sokaklarda hayvan göremezsin, çünkü onları toplarlar ve barınaklarda bir süre bekletip, eğer bir sahiplenen çıkmazsa uyuturlar. Ama o arada hayvanlar aç kalmazlar, tok ölürler.”

         Bu konuşmayı dinlerken hiç sesini çıkartmayan genç kız, “Acaba hangisi daha iyi?” diye düşündü, “Ölümden kaçamayacağını ama ölene kadar besleneceğini bilerek tok ölmek mi, yemek bulup bulamayacağını bilemeden ama ölümden kaçabileceğin umuduyla aç ölmek mi?” 

         Bunları düşünürken, yanında oturan büyükannesi ile bir yıl önce yaptığı Afrika yolculuğunu anımsadı. Orada hem açlar, hem de toklar birlikte yaşamaktaydılar. Safari için gittikleri Kenya’nın ünlü Masai Mara bölgesinde doğal dengenin bozulmaması, hayvanların bu doğal ortamlarında korunabilmesi için yerli halka tarım yapma yasaklanmıştı. Tarım bir yana toprağı birazcık kazmak bile yasaktı. Masai’ler, çok ince ve oldukça uzundular; çok endamlı ama çok da açtılar. Şişman Avrupa insanlarının gözüne bu incelik çok hoş görünüyordu ama bu hoşluğun arkasındaki gerçeği, yani onların hangi sebepten aç kaldıkları kimsenin aklına gelmiyordu. Avrupalılar, Afrika hayvanlarını görmek için safariye çıkıyorlardı; Afrika yerlilerinin neden aç olduğunu düşünmek için değil. Bunun yanında insanlar, yırtıcı hayvanların, yırtıcı olmayanları avlayıp, parçalayıp, yediğini görmek istiyorlardı. Aslanların, hala canlıyken yemeğe başladığı bir bizon Susan’ın aylarca gözünün önünden gitmemişti. Aslanlar, koskoca bizonu boynundan yakalayıp yaralamışlar, yere devirmişler, arka bacaklarından yemeğe başlamışlardı. Bizon ölmemişti ama ayağa kalkamıyor, başını ara sıra döndürüp kendini yemeği sürdüren aslanlara bakıp böğürüyordu. Bedeni parça parça koparılırken kendi ölümünü izleyen bir bizon görmek unutulacak anı değildi. Susan güçlünün güçsüzü her zaman avladığını biliyordu ama o gün gerçekleri bilmekle görmek arasında büyük fark olduğunu kavramıştı.  

         Masai’lerin avlanmaları uzun süredir yasaktı; , otlaklar bozulmasın, turistlerin görmek istedikleri hayvanlar azalmasın diye. Tarım yasağı yanında av yasağı da Masai’leri aç bırakmıştı. Onlar da ince uzun bedenlerine sardıkları kırmızı atkıları ve ellerindeki güç sembolü olan sopaları ile saatlerce kıpırdamadan durup, artık avlanmaları yasak olan geniş doğal otlaklara bakarak avunuyorlardı.

        Masai’lerin, kırmızı atkıları, boyunlarındaki boncukları ve ellerindeki sopalarından başka sahip olduğu iki şey daha vardı; çok zayıf keçileri ve  çok zayıf inekleri... İnekler ve keçiler çok zayıftılar ama doğal otlaklarda yaşayan diğer ot obur hayvanlar  şişmandı. Susan, daha sonra Masai’lerin, ineklerini kesip yiyemeyecek kadar yoksul oldukları için ineklerin boyun damarlarına batırdıkları içi boş ince çubuklardan küçük kaselere akıttıkları kanlarını içtiklerini öğrenmişti. Sık sık kanı sağılan inekler de şişmanlayamıyordu.       

       Susan bunları düşünürken, otobüs şehir dışına doğru ilerlemekteydi. Rehber, ilk duracakları yer hakkında çoğu kimse tarafından bilinen ama bilenlerin yine de hoşlanarak dinleyeceği hikayeler anlatmaya başlayınca turistler sokak hayvanlarını, Susan da Afrika hayvanlarını unuttu. Klima da çalışıyordu o sırada; Susan rehberi dinlemeye başladı.

       Büyükannesi ile bir çok yabancı ülkeyi gezmek hem olağanüstü bir imkan, hem de çok sıkıcı olmuştu. Genellikle yabancı ülkelere turlara katılarak gitmeyi seçen büyükannesi, yalnız kalmamak için yanına Susan’ı  almak istiyordu. Turlara genellikle yaşlı insanlar katıldığı için arkadaş olacağı birisiyle karşılaşması çok zordu. Oysa bu turda kendisine arkadaş olacak birisi vardı. Rehberleri... Sevimli bir adamdı, üstelik yaşı da kendi yaşına uygundu, iyi İngilizce konuşuyordu. Son üç gün boyunca arkadaşlıklarını giderek ilerletmeye başlamışlardı. Bir gün önce, akşam yemeğinden sonra denize ve yıldızlara bakarak yan yana dururken, doğayı ve hayvanları korumanın öneminden konuşmuşlar, rehber, yani Ahmet, şöyle demişti:

            “Bazen uzaya gitmişim de oradan dünyamıza bakıyormuşum gibi hayal ediyorum kendimi. Uzaydan bakınca dünyanın üzerindeki hayvanları, insanları, bitkileri tek tek değil de dünya ile bir bütün olarak görüyorum. Dünyanın uzaydan görünüşünü, bir de zaman kavramı içinde düşününce; doğan, büyüyen, ölüp toprağın içine geri dönen tüm canlıların, dünya üzerinde bir belirip bir kaybolan küçük kabarcıklar gibi olduğunu anlıyorum.

             “Dünya, aslında hiç değişmeden, üzerinde ve içinde hiç bir şey eksilmeden ve artmadan olduğu gibi kalıyor; insanlar, hayvanlar, balıklar, böcekler, kuşlar, bitkiler, dünyanın içinden çıkıp, yine dünyanın içine geri dönüyorlar. Dünya, milyonlarca yıl önceki dünya... Bir kabarcık gibi ortaya çıkıp ve sonra yine bir kabarcığın suda kaybolması gibi sönüp giden tüm canlılar, aslında dünyanın kendisi. Demek ki biz insanların, geldiğimiz ve gideceğimiz yerle, diğer canlıların geldiği ve ölünce gideceği yer aynı. Yani biz, dünyanın kendisiyiz ve bu gezegendeki tüm canlılarla aynı hamurdan oluşmuşuz. Hepimiz bu deniz, bu bulut ve şuradaki köpek, şu karşıdaki dağlarız. Peki neden kendi hamurumuzdan olan diğer canlıları da kendimizi sevdiğimiz gibi sevemiyoruz?. Neden onlara da kendimize gösterdiğimiz özeni göstermiyoruz? Madem ki, insan da olsa, hayvan da, böcek de, ağaç da, çiçek de, hepimiz bu dünya ile aynı şeyiz; nasıl oluyor da bazı insanlar, insanları seviyor da hayvanları sevemiyor? Veya ormanlara zarar verebiliyor?  Her canlı, dünyanın bir kabarcığı olarak topraktan çıkıp oraya döndüğüne göre ‘ben sol ayağımı severim ama sağ ayağımı sevmem’ demekle, ‘insanları severim de hayvanları sevmem’ demek arasında felsefi açıdan bir fark var mı sizce?” 

        Susan, Ahmet’le konuşmaktan hoşlanıyordu. Derin düşünceleri olduğu belliydi. Onunla, belli ki, diğer insanlarla yaptığı basmakalıp konuşmalardan daha farklı şeyler konuşabilirdi. Onun da kendisi gibi doğayı ve hayvanları çok sevdiğini anlaması zor olmamıştı. Bu yolculuk boyunca onunla yakınlaşmak ve daha çok sohbet etmek istiyordu, ama ya sonra? Sonra ne olacaktı?... Sonra, sadece bir kaç gün sonra, bir daha birbirlerini hiç görmeyecekleri yönlere gitmek üzere yola çıkacaklardı. Henüz ne iş yaptıklarını, nerede yaşadıklarını bile öğrenmemişlerdi. Yıldızlara baktıkları gece, dünyanın uzaydan bakınca bir bütün olarak algılanması gerektiğini konuşmuşlardı ama bu bir yakınlaşma, birbirini tanıma değildi. Zaten o konuşmada başka insanlar da vardı, özel bir konuşma değildi. Belki ayrılmadan adreslerini verirlerdi birbirlerine. Ama bir iki kart yazdıktan sonra haberleşme son bulurdu. Büyükannesi ile katıldığı daha önceki gezilerde olduğu gibi... Tanıştığı ve hoşlandığı herkesi arkasında bırakmıştı. Bu sefer de yine İngiltere taşrasının bulutsuz gri günlerine döneceklerdi ve oradaki kütüphanedeki işine başlayacaktı. Akşamları arkadaşları ile o hep birbirinin benzeri olan ve aynı insanları gördüğü Pub’lara uğrayacaklar, sarhoş olacaklar, hafta sonu bir şey yapmış olmak için hoşlanmadıkları erkek arkadaşları ile geceyi birlikte geçireceklerdi. Hayatı,  kalbini ve kafasını aynı anda etkileyecek birini tanıma hayalini kurarak devam edecek ama bu hayal bir türlü gerçekleşmeyecekti. Çünkü bulunduğu küçük şehirde kendi yaşına uygun neredeyse tüm erkekleri zaten biliyordu ve bunların bir kısmı gözüne hoş görünse de hiç biri kafasına ve kalbine hoş görünmüyordu.

            Susan, bitmeyen bir enerji ile sürekli konuşmakta, sürekli espriler yaparak ilginç şeyler bulup anlatmakta olan Ahmet’e baktı. Yaşı, kendisinden küçüktü galiba. Çok enerjikti, çok hayat doluydu. Güneşten yanmıştı; bu da onu çok sağlıklı gösteriyordu. “Evet, fazlasıyla canlı, adeta hiperaktif” diye düşündü. Susan, üç gün sonra otuz yaşına basacaktı. Ahmet ise kendisinden kesinlikle küçük görünüyordu. “Acaba her zaman anlatacak ilginç şeyler bulur mu, yoksa bu onun profesyonel tavrı mı?” diye geçirdi içinden. İnsanlar, ilişkiler yeniyken her zaman ilginçtiler, her zaman konuşkandılar, sonraları ise sıkıcı ve suskun. Hayatın en zor günleri olan yaşlılık, suskun insanların birlikteliği içine hapsolarak geçiyordu çoğu zaman. Susan, bunun kendi başına gelmesinden çok korkuyordu.

         Üç yıldır, yaz tatilinin bir bölümünü büyükannesi ile birlikte iki hafta süren turlara çıkarak geçiriyordu. Henüz daha genç kızlığa adım atmadığı yıllarda annesini kaybetmenin acısını yaşamıştı. Kendisini babası ve büyük annesi birlikte büyütmüşlerdi. Daha sonra babası evlenip bir başka şehre taşınınca da Susan, büyük annesinin yanında yaşamayı sürdürmüştü. Yaşlı bir insanla yaşamak, yaşlılığın nasıl bir çaresizlik olduğunu göstermişti ona. Üstelik büyükannesi henüz tam anlamıyla yaşlı da değildi. Büyükannesinin evinde yaşamaktan sıkılsa da bundan sonra onu yalnız başına bırakmak istemiyordu. Evde olduğu akşamlar, karşılıklı sessizce yemeklerini yerler, sonra da birlikte yine konuşmadan televizyon seyrederlerdi. Sohbet etmeseler de iki kişi birlikteydiler; bu, tek kişi olmaktan daha iyiydi.

           Liseyi bitirdikten sonra Susan, yaşadıkları küçük şehirde bir iş bulup çalışmaya başlamıştı. Üniversiteye gidecek kadar parası yoktu. Esasen iddiasız bir kızdı. Londra’ya kapağı atıp renkli bir hayat yaşamaya başlayan lise arkadaşlarının yolundan gidebilirdi, ama gitmek istememişti. O, kendisine bağlı bir kocası ve çiçekli bir bahçesi olsun diye düşleyen tipik taşra kızlarındandı. Büyük şehirlerdeki konserlere, müzikallere, gece kulüplerine ve restoranlara gitmek yerine, çoban köpeği yarışmalarını izlemeyi, kırlarda dolaşmayı tercih ederdi.

            Bazı akşamlar, kütüphaneden çıkıp eve doğru yürürken veya aydınlık yaz gecelerinde evin verandasından yıldızlara bakarken, hayattan az şey bekleyen insanların isteklerine kavuşmalarının daha zor olduğunu düşünürdü. Keşke o da arkadaşları gibi beklenti dolu olabilseydi, gerçekleşmeyen bir beklentinin yerini hemen bir başka beklenti ile doldurabilecekti. Oysa kendisinin o kadar az beklentisi vardı ki hayattan... Belki de buna ‘tek bir beklenti’ demek daha doğruydu; yaşlandığında  sohbet edebileceği, karşılıklı anlamlı şeyler söyleyecekleri veya anlamlı bir şekilde susacakları, sustukları zaman da hala bir şey söylemeyi sürdürecekleri bir hayat arkadaşı istiyordu. O, çoğu insanın aksine büyük bir aşk değil, büyük bir dostluk beklentisindeydi. Bu beklentisi gerçekleşmezse, yerine koyacağı başka beklentisi yoktu ki.

           Otobüs durunca herkes sabırsızlıkla, birbirini biraz da itekleyerek dışarı fırladı. Son dakikalarda yine klima durmuş, otobüs hareket halindeyken tavandaki kapakçıktan giren hava kimseye yetmemişti. İçerdeki boğucu sıcaktan sonra, yakıcı öğle güneşinin altında olmak bile ferahlatıcı geldi herkese.

           Turistler tarihi yerleri gezerken kafa dengi buldukları insanlarla küçük gruplar oluşturmaya başladılar. Evinde yedi kedi ve bir düzine koyun besleyen Danimarkalı genç karı koca ile konuşacak çok şey bulan bir İngiliz hanım, bahçesindeki çiçekleri anlatmaya çabalıyordu da Danimarkalı kadından konuşmaya fırsat kalmıyordu. Danimarkalılar,  kediler ve koyunlardan başka iki köpek ve dört de at beslemekteydiler. Bu çiftin bunca hayvandan başka, dört çocuğu da vardı. Şehirdeki iş yerlerine bir saat uzakta oturuyorlardı. Evlerinde yardımcıları  yoktu. Eziyetli bir hayat seçmişlerdi kendilerine ama bunun farkında değillerdi. Her sabah hayvanların mekanlarını temizliyorlar, onları suluyorlar, yemliyorlar, sonra çocukları doyurup okula yolluyorlar, bir saat araba kullandıktan sonra iş yerine ulaşıp akşama kadar çalışıyorlardı. Sonra bir saat yine araba kullanıp eve dönüyor, yine hayvanlarla ve çocuklarla ilgileniyorlardı. Üstelik Danimarka gibi yılın yarısında gündüzleri yarı karanlık, çok yağmurlu bir ülkede oluyordu bunlar. Konuştukları İngiliz kadın bunca işle nasıl başa çıkabildiklerini sorunca şaşırmış gibi bakarak,

        “Ne var bunda, biz hayvanları severiz, onlara bakmak zor gelmez, zaten çocukların biri de 16 yaşında, o da yardım ediyor” dedi adam. Danimarkalı kadın, kocasına göre daha konuşkandı, yanındaki İngiliz hanıma yine bahçesini anlatma fırsatı vermeyerek, konuşmayı sürdürdü,

            “Oturduğumuz evin bahçesi oldukça büyük. Mevsimine göre sebze ekeriz. Bir gün bahçemizin bitişiğindeki tarlanın, belediye kararı ile bize verilebileceğini öğrendik. Danimarka’da böyle hibeler olağandır; boş toprak var, nüfus az. Yöneticiler toprak dağıtacak adam ararlar. Biz de arazimiz genişleyecek diye sevinerek tarlayı kabullendik. Ancak belediyenin bir de şartı vardı; görüntünün çevreye uyum sağlaması için, otların sürekli kesilmesini istiyorlardı. Tarlayı aldık ama bir süre sonra ot biçmenin hayvan bakmaktan çok daha zor olduğunu gördük. Bahçemiz o kadar genişlemişti ki, ot biçmeye başladığımız zaman hayvanları ve çocukları beslemeye vakit kalmıyordu.  Derken aklımıza koyunlar geldi. Hemen bir kaç koyun satın alıp tarlaya saldık. Koyunların, en iyi ot biçme makinesinden daha iyi olduğunu görünce de sayılarını on ikiye çıkarttık. Artık her sabah yaptığımız tek iş, suyunu verdikten sonra koyunların peşimizden tarlaya kadar götürmek ve akşam üzeri de eve döndüğümüzde  onları ağıla getirmek. Tarlanın otlarını böylece hallederken, koyunların beslenmesini de neredeyse bedavaya getirdik”.

            Susan, kendisini bu kadının yerinde görmeye çalıştı. Bu kadar çocuk ve bu kadar hayvan ister miydi hayatında?  Hayır, o, sadece bahçesi çiçekli bir ev istiyordu, bir de köpek, o kadar. Ama sohbet edebileceği bir kocayı kesinlikle istiyordu. Çocuk isteyip istemediğinden henüz emin değildi. Çocukları pek sevmiyordu galiba. Yalnız büyümüştü, çocukların aile hayatında keyif mi, yoksa eziyet mi olduğunu öğrenememişti, ama arkadaşlık edecek bir insana sahip olmanın gerçek bir keyif olduğunu biliyordu, çünkü bunun yokluğunu kendini bildi bileli yaşamış, birkaç yıl önce böyle bir arkadaşlığı yakalamak üzere olduğunu hissetmiş ama hızla elinden kaçırmıştı. O günleri hatırlamak istemiyordu.

             Tarihi kalıntıları dolaşırken Susan, Ahmet’e yakın olabilecek şekilde yürüyordu. Ahmet, gerçekten ilginç bir rehberdi; hem şakacıydı, hem saygılı; hem bilgiliydi hem de hayali geniş. Bir ara onun kalıntılar hakkında bilgi verirken gözlerinin içine bakarak konuştuğunu fark edince kalbi daha hızlı çarpmaya başladı ve elinde olmadan bakışlarını başka tarafa kaçırdı. Sonra kendini toparladı, başını çevirdi o da Ahmet’e baktı; bakışları sadece ikisinin anlayacağı bir mesaj taşıdı aralarında. Ahmet, telaşlı parmak hareketleriyle saçlarını düzeltti. Susan, biraz sonra öğle yemeğinde ikisinin daha da yakınlaşacağını hissetti o anda.

            Kalıntıları dolaştıktan sonra içi fırın gibi olmuş otobüse doluşup yemek yiyecekleri yere gittiler. Susan, otobüste büyükannesinin oturduğu koltuğun yanına yaklaşıp, kulağına eğildi, yemek sırasında belki onunla aynı masada oturamayacağını, çünkü rehbere bazı şeyler sormak istediğini söyledi. Büyükannesi, pipo içen bir adamın yanına oturmuştu, sohbete dalmış görünüyordu. Pipolu adam da İngiliz’di, bahçesindeki gülleri nasıl ilaçladığını anlatıyordu. Büyükanne, “tamam canım, beni merak etme” dedi. Aslında Susan, büyükannesini merak etmiyordu, tek istediği kendisinin merak edilmemesiydi.

             Susan, iki arka sıradaki koltuğa oturduktan sonra büyükannesini ve yanındaki adamı incelemeye başladı. Pek mutlu görünüyorlardı. Yoksa suskun büyükannesi gelecekteki daha yaşlılık günlerinde konuşacak yakın bir arkadaş mı  buluyordu bu yolculukta? Büyükannesi henüz hayattan elini ayağını çekecek yaşta değildi, zaten öyle olsa bu yolculuğa çıkamazlardı. O yaşlı olduğunu söylerdi ama pek çok insan için gençti bile. “Ben otuz olduğuma göre, annem sağ olsaydı herhalde elli olacaktı, büyük annem de yetmiş bir” diye hesap etti. Sonra pipolu adamı incelemeye başladı. Adam da büyükannesiyle aynı yaşlarda görünüyordu. Kısa kesilmiş kır saçları, yine kısa tutulmuş bir keçi sakalı vardı. Sakalı, adama entelektüel bir görünüş veriyordu. Turun başından beri Susan, bu adamın emekli bir eğitimci olması gerektiğini düşünüyordu ama düşüncesini doğrulamak için gidip kendisi ile konuşmamıştı. Yaşlı insanlarla konuşmayı sevmiyordu. Adamın burnunun ucu ve yanaklarının üstleri biraz kızarmıştı sanki. Bu güneşten de olabilirdi, sürekli fazla kaçırdığı biradan da. Piposunu, dişlerinin arasına sıkıştırmıştı ama hiç yakmıyordu. “Küçük bir çocuğun lastik emziğine bağımlılığı gibi” diye düşündü Susan. Sonra neden keçi sakallı insanların ağzında genellikle bir de pipo olduğunu da düşündü. Bu bir tesadüf olabilir miydi? “Bu yaşta pipo içmeyi sürdüren adamlar genellikle yalnız yaşayanlar arasından çıkar” diye bir tahmin de yürüttü.

             Öğle yemeği için, pembe zakkumların arasından yürüyüp serin bir restorana girdiler. Susan aynen planladığı gibi Ahmet’in yanına gitmeye hazırlanıyordu ki, fazla çaba harcamasına gerek kalmadan Ahmet’in zaten yanına geldiğini gördü. Her zaman yaptıkları bir şeyi yapıyorlarmış gibi   masanın ucundaki sandalyelere karşılıklı oturdular, geri kalan yerlere de başka insanlar yerleşti. Susan,

            “Otobüsün sıcağı konuşma hızını hiç kesmiyor senin” dedi.

            “Hayatta hızlı yaşamak lazım. Hızlı düşünmek, hızlı konuşmak, hızlı karar vermek…” dedi Ahmet gülümseyerek, bir taraftan da Susan’ın bardağına su doldurdu.

            “Sizin buralarda hayat daha hızlı, benim kasabamda biz yavaş yaşarız, hızlı hayatları televizyondan izleriz”

            “Esas hızı sen İstanbul’da göreceksin, sizin Londra gibi, insana yirmi dört saat yetmez.”

            “Sen nerede yaşıyorsun?” diye sordu Susan,

            “Evim, annem, babam Antalya’da, ben Antalyalıyım, şimdilik orada onlarla oturuyorum. Üniversiteyi İstanbul’da okudum.”

            “Ne okudun?”

            Ahmet gülümsedi, ne zaman üniversitede ne okuduğu sorulsa içini “Orası senin için değildi” duygusu kaplardı. Tabii kendi isteğiyle seçtiği için okumuş değildi o bölümde; giriş sınavında kazandığı puan, kendisini o bölüme ittiği için orada okumuştu. Sonra da bir kez daha sınavlara girip şansını başka bir dal için deneyeceğine bir an önce bu bölümü bitirip hayata atılmaya harar vermişti.

            “Antropoloji” dedi. Susan hiç şaşırmadı,

            “Ben de pek çok antropoloji kitabı okudum” dedi Susan, Ahmet’in ağzını hayretten açık bırakarak.

             “Neden bir insan antropoloji kitaplarını okur ki?”

             “Kütüphanede çalışıyorum, onun için her tür kitabı okurum. Bir gün bir antropoloji kitabı okuyunca, ilgimi çekti, sonra kütüphanedeki  diğer antropoloji kitaplarını da okudum.

            “hayatındaki tek amacın kitap okumak olduğunu söyleme sakın bana.”

            Susan kendisini, bir taşralı olarak ilginçlikten çok uzak hissetti. Bütün dünyası kitaplar değildi kuşkusuz ama kitaplardan daha renkli bir dünyayı da tadamamıştı bugüne kadar. Yaşadığı küçük kasabada nasıl bir dünya olacaktı ki? Ahmet’in gözünde ilginç olabilmek için renkli bir dünyası olması gerektiğine karar verdi.

          “Ben sık sık seyahat ederim” dedi tereddütle, “sonra çok arkadaşım vardır, onlarla gezeriz” diye ekledi, “ve kışları kayak yapmak hoşuma gider.” diye bitirdi cümlesini, bu üç aktiviteyle kendini ilginç gösterdiğini umarak.

           Ahmet, restoranın içinden görünmese de arka taraflarında haşmetle  yükseldiğini bildiği Toros Dağlarını işaret etti,

        “Çok yakınımızda, şu dağlarda Saklı Kent adında harika bir kayak merkezi olduğu halde, ne yazık ki ben kaymayı öğrenemedim” dedi ve ekledi, “biliyor musun, oraya gitseydik eğer, şimdi karla karşılaşacaktık. Restorandan çıkınca dağların zirvelerine bak, karları buradan da göreceksin”.

        “ Haziranda Akdeniz bölgesinde kar oluyor mu?”

         “Evet, oluyor. Bu bir mucizedir ama orada çok özel bir ortam var,  mucizeler de ancak özel ortamlarda ortaya çıkar”.

         “Mucize sensin, senden çok hoşlanıyorum” diye düşündü Susan.

         “Masmavi gözlerin ve tişörtünün üstünden sivri başları belli olan göğüslerin ne kadar güzel” diye düşündü Ahmet.

          Susan, garsonun getirdiği ve o gezinin bir diğer mucizesi gibi görünen kebap tabağına bakarak, “Ahmet’le bu akşam bir yolunu bulup yalnız kalmalıyım” diye düşündü.

          “Susan’ı bu gece odama çağırsam ne der acaba” diye düşündü Ahmet.

          “Biz İngiltere’de mucizelere çok inanırız” dedi Susan, düşüncelerine ara vererek.

          “İnansan da, inanmasan da, mucizeler her zaman zaten olacaktır” diye garanti verdi Ahmet ve başladı yine kendince derinliği olan bir konuşma yapmaya.

       “Mucizeler, etrafımızda her dakika oluşup durur ama çoğumuz onları görmeyiz; onları fark etmediğimiz için de gözümüzü ve gönlümüzü onların bize açtığı yollardan başka taraflara çeviririz. Pek azımız ise, bunlar tanrının seçilmiş kullarıdır diyebiliriz, mucizeleri fark eder, onları kullanmayı bilir. Mesela bence liderler bu insanlardan çıkar. Onlar diğer insanlara yön verir.  Gösterdikleri yön, daha önce küçük mucizelerin kendilerine açtığı yoldur aslında”.

         “Sen aslında rehber değil de filozof olmalıydın.”

         “Rehber olmak filozof olmaya engel değil ki.”

            “O zaman sen bir filozofsun.”

         “Tabii, senin bir antropolog olduğun kadar ben de bir filozofum.”

           İkisi de bir birlerine gülümsediler  ve  akşam yemeğinden sonra guruptakilerden ayrı bir yerde buluşmaya karar verdiler. Masadaki İngilizce bilen bir yerli turist, yanındakinin kulağına eğildi,

        “Bizim rehber kızı tavladı” dedi.

 

         Susan, rüyada gibiydi. O gün öğleden sonra gezdiği, gördüğü yerlere aklını veremiyordu,  çünkü zihninin algılama kapıları, Ahmet’in değiştirdiği vücut kimyası ile kapanmıştı.

         Geceyi ikisi de iple çekti. Yemekten sonra otelin bahçesinde buluştular. Ahmet, kolunu Susan’ın omzuna doladı. Susan, Ahmet’in kendisine  iki koluyla birden sarılmasını istiyordu. Belki de Ahmet Susan’a sımsıkı sarılmak istediği için oluşuyordu bu his kim bilir? Işık almayan ağaç altlarına doğru yürüdüler, Ahmet, Susan’ın başının iki yanını avuçlarıyla kavradı, dudaklarını öptü. Kısa süre sonra ikisi de artık orada kalmak istemiyorlardı. Ahmet “gel” dedi. El ele tutuştular ve başka bir şey konuşmadan  Ahmet’in odasına gittiler.

       Susan, kendi odasına döndüğünde vakit gece yarısını geçiyordu, büyükannesi çoktan uyumuştu. “İyi ki de uyuyor, yoksa konuşmamız gerekebilirdi” diye düşündü, soyunup onu uyandırmadan yatağına yattı. O kadar mutlu, o kadar haz doluydu ki, uyuyup bu hazzı bitirmek istemiyor, az önce yaşadığı heyecanı, doyumu ve aralarında geçen konuşmaları zihninde yeniden canlandırmak istiyordu. Ahmet’le sadece heyecanla  sevişmemiş, sonradan birbirleriyle konuşacak pek çok şey de bulmuşlardı. Konuştukları aşk sözleri değildi elbette ama duygu yüklü konuşmalar olmuştu aralarında.

        Susan’ın o geceden sonraki gezisi, daha anlamlı oldu. Yolcularla profesyonelce ilgilenmesi gereken Ahmet, sonraki iki gün boyunca Susan’a göstermesi gereken özel ilgiyi geç saatlere sakladı ve yalnız kaldıklarında büyük bir coşkuyla sundu. Susan mutluydu, ondan çok hoşlanıyordu.

            Bir ara Susan, “Yarın benim doğum günüm, yarın gecenin özel olmasını istiyorum” dedi.

           “Doğum günün için bütün grubun katılacağı bir kutlama yapmamızı ister misin?” diye sordu Ahmet.

           “Hayır, ben özel olsun derken, ikimiz arasında özel bir şey düşünmüştüm” diye cevapladı Susan.

           “O zaman biz de öyle yaparız, zaten yarın akşam serbest gece” dedi Ahmet.

            Susan, Ahmet’in yüzünde bir tereddüt bulutunun dolaştığını gördü. “İşte yine bir aptallık ettim, bir şey istedin mi bu erkeklerden, arkası da gelecek diye hemen kendilerini geri çekerler” diye düşündü. Daha sonra odasına sessizce girdiği zaman, mışıl mışıl uyumakta olan büyükannesine baktı ve onun ne kadar huzurlu olduğunu anladı. Büyükannesinin, hayattan hiç bir beklentisi, heyecan veya mutluluk peşinde koşma ihtiyacı, dolayısıyla düş kırıklığı yaşama olasılığı yoktu. Yok, hayır, onun da hayattan bir beklentisi vardı, kalan günlerini keyifli geçirmek... Belki de dünyadaki en akıllıca beklenti buydu. Kimseye sırtını dayamadan, yük olmadan, hiç bir insana kalbini ve evini açmadan, hayatın olağan akışı içinde küçük keyifler yakalayarak mutlu olmak... Bundan daha iyi bir beklenti olabilir miydi?

           Büyük acılarla karşılaşmış ve sonra bu acıları yenebilmiş insanların beklentisiz huzuruna çoktan kavuşmuştu büyükannesi. Peş peşe, evlilik hayatları boyunca hiç dostluk kuramadığını sonradan torununa itiraf ettiği kocasını, arkadan oğlunu, en son da kızını, yani Susan’ın annesini kaybetmişti. Kafasına uyan bir erkekle hayatını paylaşma arayışına girmeyip, torununa karşı görevlerini yerine getirmenin tatmini ile yetinerek, ama torununu da aşırı ilgi ile bunaltmadan, yaşamayı başarmıştı.  Susan’ın durumu ise zordu. Kendisiyle ihtiyarladığında da arkadaş olacak bir hayat ortağı istiyordu. Büyükbabası gibi konuşmadan köşesinde oturan biri değil de, kendisi ile sohbet edecek bir arkadaş... Keşke hayattan beklentisi, çoğu insan gibi, para, şöhret, başarı, eğlence veya aşk heyecanları olsaydı. Ama o, dünyada çok az insanın elde ettiği bir şeyin peşindeydi. Yaşlılığında arkadaşlık edebileceği bir eş...

         Ertesi sabah, kafileyi hoş bir sürpriz bekliyordu. Otobüsün kliması kesin olarak tamir edilmişti. Kesintisiz serinliğin sunduğu mutluluk içinde yola çıktılar. Bir halı fabrikasında, halı dokuyan kızları, sonra da halı gösterisini izlediler. Satış elemanları, halıları havaya fırlatarak döndürüyor,  yere üst üste yere düşürüyor, bu arada özelliklerini anlatıyorlardı. Aynı ebatta ama farklı desende iki halıdan hangisini seçeceğine karar veremeyen pipolu, keçi sakallı adam, büyükannesinin yardımı ile soluk kırmızı ve mavi renklerin hakim olduğu bir Hereke seccadesi satın aldı.

         Susan, “İyi ki büyükannem bu adamla dostluğu ilerletti, yoksa  Ahmet’le rahatça beraber olamazdım” diye düşündü. Açık havada yedikleri öğle yemeği sırasında ise Ahmet’i göremedi, ortadan kaybolmuştu. Büyükannesinin yanına oturdu, her zamanki gibi, sakin bir sessizlik içinde, yediklerinden pek hoşnut kalmayarak yemeğini yedi, kolasını içti.

        Ahmet ortaya çıktıktan sonra otobüse binerek gezi programına göre   Antalya bölgesinde son olarak gitmeleri planlanmış tarihi şehir kalıntılarına doğru yola koyuldular.

       O günden sonra grubun yolculuğu artık Kapadokya’da sürecekti ve Ahmet onlardan ayrılacaktı. Antalya çevresinde son olarak gezecekleri  tarihi bölgenin az ilerisinde taşları temizlenmiş, otları kesilmiş toprak alanda otobüs park etti. Antik şehrin girişinde bir bekçi kulübesi görülüyordu. Çevre, dikenimsi yeşillikler ve kırık taşlarla doluydu. Çok uzakta alçak bir köy göze çarpıyordu. Görünürde, kulübe kapısı yanında duran bekçiden başka canlı yoktu.

       Otobüs durduktan hemen sonra, nereden çıktığı belli olmayan bir köpek, koşarak yanlarına geldi, hemen otobüsün kapısı önüne, zayıflıktan birbirine yapışmış içi boş memelerini gösterecek şekilde sırt üstü yere yattı. Otobüsten inenlerin gözlerinin içine tek tek bakıyor, bir taraftan da kuyruğunu küçük hareketlerle yerde sürterek sallıyordu. Zayıflıktan karnı içeri çekilmiş, kaburgalarının arasında çukurlar oluşmuştu. Susan’ın aklına, Afrika’da açlıktan ölmekte olan çocuklar geldi. Hani annelerinin sarkmış boş memelerinin yanında kucağında tuttuğu çocuklar. Köpeğin boş memeleri yakında bir yerde yavruları olduğunu gösteriyordu.  “İnsanlarda olduğu gibi hayvanlarda da doğurganlık, açlıkla birlikte daha çok artıyor galiba” diye düşündü Susan.  

            Köpek, grubun tümü otobüsten indikten sonra, yattığı yerden kalkıp, koşarak, şehir kalıntısının girişine doğru yürüyenlerin önüne geçti ve iri siyah mahzun gözlerini yine insanların gözlerine dikip, yine sırt üstü yere yatarak memelerini açıp açlığını ve aç yavrularını bir kez daha anlatmaya çalıştı. Bu hayvan, şaşkınlık, şefkat, sorumluluk, acıma, çaresizlik, sevgi, merak gibi pek çok duyguyu oradaki insanlara aynı anda yaşatmaya başlamıştı. Özellikle yabancılar, yerli turistlere köpeğin neden bu kadar zayıf olduğunu, neden kimsenin ona sahip çıkmadığını sormaya başlamışlardı. Ahmet,  

          “Sanırım buraya çok turist gelmiyor, gelse de yanlarında yiyecek bir şey getirmiyorlar, bu zavallı da herhalde yavrularını bırakıp köye kadar yiyecek aramaya gidemiyor” dedi.

        Antik şehri görmeyi hevesle bekleyen grup, duydukları bu sözlerle ellerinden oyuncağı alınmış çocukların mahzunluğuna büründü. Köpeğin açlığı ve yavrularının oluşu, rehberlerinin ağzından da teyit edilmişti. Artık hiç kimse bu çaresiz köpeği bırakıp tarihi kalıntıları görmek istemiyordu. 

         Pipolu adam, nemli gözlerle yerde hala sırt üstü yatmakta olan köpeğe baktı ve

         “Benim için bu köpeğin durumu şehri gezmekten daha önemli, ben burada kalıp buna yiyecek bulacağım” dedi. Susan’ın büyükannesi,

         “Ben de burada kalsam iyi olacak” diye ekledi.

         Grubun tümü, ne yapacağını bilemeden ayakta durup köpeğe bir çare bulmanın yolunu tartışmaya başlamıştı. Artık çoğunluk kalıntıları gezmeyi değil de sadece köpeğe yiyecek bulmayı istiyordu. Çantalar karıştırılmaya başlandı ama hiç kimsede bir küçük kutu kraker bile yoktu. İnsanlar, çantasından yiyecek çıkaran olacak mı diye umutla birbirine bakarken, köpek yer değiştirip bir başka yere yatıyor, boş memelerini açarak yardım istemeyi sürdürüyordu. Bir İngiliz, otobüsle ilerdeki köye kadar gidip yiyecek satın almayı önerdi. Şoför buna itiraz etti, köyün yolu hem topraktı hem de bozuk. Bu arada Ahmet koşarak giriş kulübesindeki bekçinin yanına gidip, yakında bir yerlere yiyecek satılır mı diye öğrenmeye çabaladı fakat sonuç yine olumsuzdu. Kulübede buzdolabı vardı ama içi sadece kola ile doluydu; tabii kimse köpeğe kola içirmeyi önermedi.

           “Bu köpeğe kim bakıyor” diye sordu Ahmet,

           “Kimse bakmıyor” dedi bekçi kayıtsızca,

           “Ama yavruları var”

           “He ya, yavruları var, yeni doğurdu”

           “Nerede yavrular?”

           “Nah orada, taşların arasına saklamış”

           “Sende yiyecek bir şey var mı?

           “Bende yoh.”

            “Sen nereden yemek yiyorsun?”

            “Ben gelirken evden getiriyom”

            “Yiyeceğinden köpeğe vermiyor musun?”

            “Vermiyom”

            “Neden?”

            “O benim köpegim degildir.”     

            Yanlarına yaklaşan ve konuşmayı işiten şişman bir adam kararlı bir tavırla önerisini söyledi,

            “Köpeği yanımıza alıp şehre götürelim, orada daha çok şansı olur.” Birçok kişi hep bir ağızdan itiraz ettiler,

             “Nasıl götürürüz, yavrularından ayıramayız ki, yavrularla götürürsek şehirde perişan olur”            

              Köpeğin açlığına çare bulma çabalarının sonuç vermeyeceği anlaşılınca, Ahmet Antik şehri gezmeyi tekrar önerdi.

             “Beni seven arkamdan gelsin” diyerek, suratları asılmış turistleri neşelendirmeye çalıştı. Bir kaç kişi peşinden isteksizce yürümeye başladı. Ahmet’in gözleri Susan’ı aradı. Susan, sırt üstü yatıp memelerini göstermeyi sürdüren köpeğin yanında çömelmiş, yanaklarını, karnının   okşuyordu. Ahmet, Susan’ın gözlerinden yaşların da aktığını gördü. Biraz düşündü, sonra Susan’a yaklaşıp, elini uzattı,

           “Hadi kalk, benimle gel Susan, sana söz veriyorum, dönüşte köpeğe yiyecek bulacağım” dedi.

          “Burada yiyecek bulman için mucize lazım” diye konuşurken Ahmet’in gözlerine bir mucize yaratır mı umuduyla baktı Susan,

           “İki gün önce ne demiştik, hatırlıyor musun? Mucizeler olağan üstü durumlarda ortaya çıkar. Ben de biraz sonra senin için bir mucize yapacağım.”

          Turistler ve Susan, Ahmet’le birlikte antik şehrin kapısından içeri girdiler. Köpek, arkalarından gelmedi, kendisini bırakıp gittiklerine inanmayan bakışlarla bakıyor, orada beklemeyi sürdürerek, hala yiyecek verilmesi umudunu kaybetmediğini anlatmaya çalışıyordu.

          Kalıntıların kapısının biraz ilerisinde iri kesme taşlara oturmuş iki köylü kadın, el örgüsü dantel örtüler satıyorlardı. Kadınlara, yanlarında ekmek veya herhangi yiyecek varsa satın almak istediğini söyledi Susan. İngiliz hanımlardan biri ise bir kaç dilim ekmek verirlerse, tüm dantellerini satın almayı teklif etti. Ama köylü kadınlarda bir lokma bile yiyecek yoktu.

          Hiç kimse köpekten fazla uzaklaşmak istemiyordu. Herkesin aklı bir an önce geri dönmekte ve köpek için nasıl bir mucize gerçekleşeceğini görmekteydi.

         Tüm kafilenin otobüsün çevresinde toplandığı ve köpeğin de son bir umutla sırt üstü yatıp memelerini açtığı sırada, otobüsün bagaj kapaklarını açan şoför ve muavini, içinden sekiz parça kutu çıkardılar. Kutularda baklavalar vardı. Baklava dilimlerinin bir kısmının üzerine küçük mumlar dikilmişti. Muavin, kapakları açık kutuları bagaj kapağının kenarına yerleştirip mumları yakmaya başladı. İnanılmaz bir görüntüydü bu. Herkes heyecanlanmış, bir ağızdan konuşuyordu. Ahmet, elini kaldırıp konuşanları susturdu,

         “Lütfen, beni dinleyin, bugün, sevgili Susan’ın doğum günü.  Ben, bu sıcak günde kremalı bir doğum günü pastası yerine Susan için tatlı olarak baklava almayı uygun buldum. Bunları, Susan’ın hayatının baklava gibi tatlı geçmesini dileyerek yiyeceğiz” dedi.

         Ahmet,  yiyecek bulmuştu; bir mucize gerçekleştirmişti. Susan, “Demek ki öğle üzeri bunları almak için ortadan kaybolmuş” diye düşündü. Sonra alkışlayanlara teşekkür ederek mumları üflemeye başladı, çok mutluydu. Daha sonra sarılıp Ahmet’in yanaklarından öptü. Ahmet ise,  Susan’ın başını ilk defasında yaptığı gibi ellerinin içine alıp kimseden çekinmeden dudaklarına uzandı,

        “Seni yeni tanıdım ama hep benimle olmanı istiyorum Susan” diye fısıldadı kulağına.

        Heyecanla herkes onları alkışlıyordu, Ahmet’in söylediklerini Susan’dan başka kimse duymamıştı ama herkes ikisinin arasında özel bir ilişkinin başladığını anlamıştı.

         Sonra hep birlikte sözleşmiş gibi, birer baklava dilimi alıp, ucundan azıcık ısırıp, geri kalanını köpeğin ağzına uzatmaya başladılar. Sanki köpeği baklava ile besleme yarışı oluşmuştu; kim daha çok besleyebilirse, mutluluk ödülünü o kazanacakmış gibi.

       Köpekçik önce ne olduğunu anlayamamıştı, ilk baklava parçalarını henüz sırt üstü, patileri havadayken yutuvermişti. Sonra ayağa kalkmıştı ve hayret dolu bakışlarla uzatılan her baklava parçasını çiğnemeden yutmaya başlamıştı. Baklava kutuları boşaldığı zaman köpeğin karnı artık kocaman olmuştu, artık ayakta duramayacak haldeydi, aşırı tatlıdan veya aşırı tokluktan gözleri baygın baygın bakıyordu.

        Pipolu adam, kolunu Susan’ın büyükannesinin sırtına doladı, kulağına şöyle fısıldadı,

         “Biliyor musun, köpekler doğal olarak şeker hastasıdır” ve göz kırparak ekledi “Şimdi bunu başkalarına söylemek hiç yakışık almaz değil mi?  Ama biz ilerde kendimize köpek alırsak, tatlı vermemeye dikkat etmeliyiz.”  

4 yorum:

  1. Saf ve temiz bir anlatım, tam işler bozulacak diye düşündüğüm anda bir köpecikle olayı mutlu sona bağlamışsınız. Köpeciğin sekerli bir gıdayla beslenmesi ise başlı başına traji komik bir sonlama olmuş. aslında yöre insanlarının duyarsızlığı insanı çileden çıkarıyor. Taş yutan köpeği hatırlattı. Kaleminize kuvvet. Sadık

    YanıtlaSil
  2. Bana öyle geliyor ki, P. P. Emden’in oldukça sıradan bir turistik gezinin kliması arızalı otobüsüne yerleştirdiği öyküde bir kaç cümleyle değiniverdiği pasajlar açılsa, sündürülse, bu malzemeden koca bir roman çıkar. Danimarkalı aile, diğer yerli ve yabancı turistler, Susan-annesi-büyükanne ilişkileri, pipolu İngiliz Ahmet ve Susan’ın öyküde kesişiveren --aslında apayrı-- çizgileri.... capcanlı sahneleriyle film gibi akıyor okurken. Sonra da bakımsız bir ören yerinin perişan köpeği her şeyi bir yana ittirip senaryoyu taa baştaki sokak köpeklerine bağlayıveriyor. O zaman durgun düzenli bir kasabanın kütüphanesinde zor geçen çalışma saatleri de, Afrika Safari sahneleri de, Masai kabileleri de, gün ışığından nasipsiz kuzey ülkelerinin farklı zaman ekonomilerine insanların neler sığdırdıkları da otobüsteki (romandaki ?) yerlerine oturuyor. Baklava da cabası... :))
    Çok güzel. Sağol Puna.

    O

    YanıtlaSil
  3. Pardon Yazar, pardon Okurlar:
    Yukardaki yorumda dördüncü satırda ''pipolu İngiliz'' ve ''Ahmet'' sözcükleri arasında bir virgül koymam gerekiyordu, atlamışım. Öykünün kahramanlarından Ahmet sanki ''pipolu bir İngiliz'' olmuş gibi. Elbette farkedilmiştir ama yine de düzeltmek isterim. Gerek Yazardan gerekse de Okurlardan özür diliyorum.

    O

    YanıtlaSil
  4. Bence öyküden daha ilginç ve hatta öyküyü daha değerli kılan, hakkında yazılan yorumlar olmuş. Yorum sahiplerine aonsuz teşekkürler.
    Puna

    YanıtlaSil

Yorumunuz okunduktan sonra yayınlanır. Yorumunuzun altına ad ve soyadınızı yazınız, Kimliği belirsiz yorumlar yayınlanmaz.

ÖNE ÇIKAN YAYIN

And They Died / Gün Gencer

  AND THEY DIED (THE ROAD TO GALLIPOLI) (ÇANAKKALE SAVAŞINA GİDEN YOL) A TRAGEDY IN THREE ACTS  (A Docu-drama with music written in memory o...