Nelli Abla / Puna Pamir Endem

Nelli Abla

  

            Çocukken, ve önümdeki yaşam yılları hiç bitmeyecekmiş gibi gelirken, otuz yaşından büyükler ömürlerinin sonuna yaklaşmış yaşlı insanlar gibi görünürdü gözüme. Büyükler sanki biz çocuklardan farklı bir canlı türü gibiydi ve ben doğal olarak yalnızca çocuklarla bir arada olunca hayattan zevk alırdım. Bu duygum, pek çok gençte olduğu gibi, genç kızlığa adım attığım yıllarda bile böyleydi. Buna rağmen o yıllarda benden belki 30 yaş büyük olmasına rağmen arkadaş olmayı hep düşlediğim, sonraları da arkadaş olduğum bir komşumuz vardı; Nelli abla.

        Onu ilk gördüğüm zaman yaşının otuz beşle kırk arasında olduğunu yıllar geçtikten sonra şimdi kavrayabiliyorum. Benim çocuk gözümde önceleri o da diğerleri gibi “büyük”tü, ben de onun için “küçük”tüm. İkimiz o yıllarda gerçek anlamda arkadaş olamazdık. Sonraları ben de “büyük”lerin dünyasına katıldığım zaman, anladım ki Nelli Abla sanki orada, hep aynı yaşta kalmış ve arkadaşlık edeceğimiz günün gelmesi için benim büyümemi beklemiş.

           Aynı apartmanda otururduk. Pencereden dışarı baktığım bazı günler onu  şoförünün kullandığı otomobili ile gidip gelirken görürdüm. Otomobil kapının önünde durduğunda kendisi kapıyı açıp dışarı çıkmazdı. Pencereden bakarken, “Acaba bu sefer şoförü beklemeyip, kapıyı kendisi açıp çıkar mı?” diye düşünmeme rağmen hiç öyle olmazdı. Şoför fırlar, arabanın mutlaka arkasından dolanır, Nelli ablanın bulunduğu taraftan kapıyı açardı. Bu görüntüler, sonunu peşinen bildiğim bir oyun gibiydi ama yine de bakmak hoşuma giderdi.

        Bazı akşamlar, kapıya başka arabalar yanaşır, içinden gece elbiseli şık kadınlar, erkekler iner, Nelli ablayı alıp gezmeğe giderlerdi.  Burada sözünü ettiğim olaylar 60’lı yıllarda oluyordu. O yıllarda “gece çıkmak” tabiri henüz dilimize girmediği için, adet olduğu şekilde “gezmeğe giderlerdi” diyorum. Ankara’da zaten otomobil sayısı az olduğu için, özel arabalar ve şoförlerle gelen arkadaşları her seferinde bizim sokakta heyecan fırtınaları estirirdi. Arabaların önce motor seslerini, sonra açılıp kapanan kapılarının seslerini, en sonra da neşe ve kahkaha dolu insan seslerini duyan komşuların tümünün, benim gibi, odadaki elektriği söndürür söndürmez camlara yapışıp onlara baktığına eminim. 

        Nelli Abla’nın görünüşü, aslında yaşadığı şatafatlı olduğunu düşündüğümüz hayata pek uygun  değildi. Çok sade görünüşlü birisiydi o. Güzel  de değildi. Üstelik kendisini güzelleştirmek için çaba harcamadığı da kolayca anlaşılırdı. Siyah saçlarını daima yan topuz yaparak toplar, mesela kış aylarında   bir kazak altına, mutlaka kaliteli kumaştan bir yün etek, onun altına da alçak ökçeli deri ayakkabılar giyerdi. Giydiği kazakların, hırkaların son derece pahalı kaşmir yününden olduğunu yıllar sonra büyüyünce öğrendim. Herhalde o yıllarda Ankara’daki çoğunluk kaşmir kazağın nasıl bir şey olduğunu da görmemişti. Yazları, kaşmir kazağın yerini beyaz ipek bluzlar alır, omzuna yine ince kaşmir bir hırka oturtur, altına da evaze kesimli eteğini giyerdi. Makyaj yapmazdı, sadece dudaklarını her zaman aynı kırmızı renge boyardı.

           Pek çok erkek arkadaşı olmasına rağmen özel bir erkek arkadaşı yoktu. 60’lı yıllarda erkek arkadaşları olan bir genç kadın da çok ilginçti komşular için.  Belki bilmediğimiz bir sebepten romantik ilişkilerden uzak duruyordu, kim bilir? Evine gelen gidenler daima grup halinde arkadaşlarıydı. Tek bir erkeğin geldiğini hiç görmemiştik. Zaten bu yüzden hakkında dedikodu yapılmazdı.

           Çok sık seyahat ederdi. Yılın pek çok ayını İsviçre’de geçirdiğini duyuyordum. Avrupa’ya sık gitmesinin yarattığı ayrıcalık, sadeliğine rağmen dikkat çekici giyim kalitesi, yabancı aksanla konuşması, (Türkçeyi bir Fransız gibi konuşurdu) beden diliyle asil bir insan izlenimi bırakması ve komşularla kibar ama çok resmi bir tavırla selamlaşması, insanların ona yaklaşmasına engel oluyordu. Hiç kimse evine çat kapı gidemezdi. Birlikte oturduğu annesi ve babası da komşularla mesafeliydi. Ben hayatımda ilk defa, alt kattan üst kata bir şey vermek için bile olsa önce telefon ederek durumun uygun olup olmadığının sorulduğunu onlarda görmüştüm.

          O yıllarda Ankara’da vakitli vakitsiz komşu ziyaretleri o kadar olağandı ki, böyle telefonlu bir ziyaret, aynı apartman içindeki komşularda şaşkınlık yanında eziklik de yaratıyordu. Bizler, yani onun komşuları, şoförlü siyah arabayı, telefon etmeden iki dakika için kapıdan bir şey söylememeyi, çaldığımız zaman kapıyı açan hizmetçinin “biraz bekler misiniz, haber vereyim” demesini, bir kaç gün sonrası için bir program yapacaksa mutlaka ajandasına bakmasını ve gece gezmeye erkek arkadaşları ile çıkan bekar bir kadının  olabileceğini ilk defa onu izledikçe keşfediyorduk.

          Daha başka ilginç şeyler de vardı onunla ilgili. Babası, Türkiye’ye traktörü ilk ithal eden iş adamıydı. Çukurova’da makineli tarıma geçiş sırasında çok para kazanmışlardı. Galiba Tarsus’lu bir aileydiler. O bölgenin Süryanilerinden miydiler, yoksa kökleri Ermeni miydi, hiç bir zaman net olarak bilemedim. Bildiğim bir zamanlar Çukurova’nın en zengin ailelerinden biri olduklarıydı.  O bölgede büyük itibarları vardı. Nitekim yetmişli yılların başında Adana’ya birlikte bir yolculuğumuz olduğunda, şehrin en itibarlı aileleri bizi davet etme sırasına girmişler ve Nelli ablaya ne kadar sevgi ve saygı duyduklarını her vesile ile göstermişlerdi.

           Müslüman olmadığı için kırklı yıllarda varlık vergisi felaketine uğramışlar, ellerinde nakit ne varsa ve mülklerinden neyi satabilmişlerse vergi olarak ödemişler, ödeyemedikleri yüzünden de baba Mösyö Jorj, Doğu Anadolu’ya taş kırmaya yollanmıştı. Sanırım daha önceleri İsviçre bankalarına yatırdıkları paraları sayesinde varlık vergisi krizi bittikten sonra da zengin bir hayat yaşamaları mümkün olmuştu, ancak kendilerine artık bir ev satın almayı istememişlerdi. Varlık vergisinden aldıkları ders yüzünden bankada nakit para durursa, hayatları daha güvenli olur diye düşünüyorlardı. (Ben tabii bu bilgileri daha sonraki yıllarda öğrenecektim.)

          Çukurova’da gelişmekte olan sanayi kuruluşlarından Mösyö Jorj hisse senetleri almıştı. İş hayatından çekildiği zaman, bankadaki para ve hisse senetlerinden gelen gelirle geçinmeye başlamışlardı.  Yine de o zamanın şartlarına göre çok zengin bir hayat sürüyorlardı. Mösyö Jorj her gün koyu renk takım elbisesini giyer, şapkasını, bastonunu alır, öğle saatlerinde Ulus’a kadar yürür Karpiç’e yemeğe giderdi. Ankara’nın kuruluş yıllarında batı anlamında ilk restoranı olan ve Atatürk’ün pek çok kere yemek yediği Karpiç, artık şık ve popüler bir yer değildi. Önünden geçerken içini görmüştüm, kafeterya gibi bir haldeydi, herhalde o günlerde son demlerini yaşıyordu. Zaten kısa bir süre sonra kapandığını duymuştuk. Karpiç kapandıktan sonra ise Mösyö Jorj, Washington Restoranda öğle yemeklerini yemeğe başlamıştı. Nelli abla da sık sık annesini alarak öğle yemeğine çıkardı. Mösyö Jorj, Nelli abla ve annesinin öğle yemekleri için restoranlara gittiğini öğrenen komşular yemeklerini neden evde değil de dışarı da yediklerine bir türlü akıl erdiremezdi. Günaşırı restoranda yenen yemekler, ulaşamayacakları bir hayatın sembolü olarak görünüyordu.

          İlgimi çekmesine rağmen, çocukluktan henüz genç kızlığa adım atmadığım o yıllarda Nelli ablayı pencereden izlerken, büyüyünce onun gibi olma hayalleri hiç kurmazdım. Çünkü yaşam tarzı ne kadar özenilecek görüntüdeyse de, daha önce dediğim gibi, Nelli abla ne çekiciydi, ne de güzeldi. Küçük kızlar, kendilerini birisinin yerinde hayal ederken, genellikle çekici insanları seçer. Nelli abla ne yazık ki, güzellik açısından gözümde sınıfta kalıyordu.

          Onunla dostluğumuzun ilk adımları bir Pazar günü atılmıştı. On beş yaşıma gelmiştim. Bir sabah telefon etti, beni öyle yemeğine dışarı çıkartmak için annemden izin istedi. Annem, “Durup dururken nereden çıktı bu yemek” diye söylenmesine rağmen gitmeme izin verince hemen giyinmeye başladım. O günlerde annem, Burda dergisinden patron çıkartıp bana yeni bir elbise diktiği için giyim sorunum olmamıştı. Elbisem, bej rengi yünlü bir kumaştandı. Aynı kumaştan bir de kloş pardösüsü vardı. İçteki elbise kışlık olmasına rağmen kolsuzdu. İtiraf etmeliyim ki 15 yaşındaki bir kız çocuğuna uyacak bir model değildi bu ama ben biran önce büyümek veya büyümüş görünmek istiyordum.  

         O gün tam saat on ikide aşağı indim, Nelli ablanın bir aile dostu olan Mösyö Diap’ın görkemli arabasına bindik. Mösyö Diap, oldukça kısa boylu, biraz toplu, başında saçları yok denecek derecede dökülmüş, herhalde elli yaşlarında bir beyefendiydi. Adana’da otururdu ve çok zengin olduğu söylenirdi. Sık sık Nelli ablalara gelirdi. Komşulardan biri, Mösyo Diap’ın Nelli ablaya aşık olduğunu, ama Nelli ablanın onunla evlenmek istemediğini söylemişti. Belki bu dedikodu evdeki yardımcı aracılığı ile yayılmış olabilirdi ve gerçekleri yansıtıyordu. Mösyö Diap, biraz Dario Moreno’yu andırıyordu ama Dario Moreno kadar neşeli değildi.

        Dario Moreno’yu Ankara’lılar o yıllarda iyi tanırdı. Gar gazinosunda söylerdi. Yabancı şivesiyle, çoğu şarkıcıdan farklı neşeli söyleyiş tarzıyla dikkati çekerdi. Geniş batı müziği repertuvarında kendi besteleri de vardı. En çok sevilen şarkısı “Deniz ve mehtap- Sordular seni- Neredesin- Neredesin diye” sözleriyle başlayan şarkısıydı. Bugün bile şarkılarını dinlediğimde hala çok zevk alabiliyorum. Kendisini dinlemeye gitmemiş olanlar, onun resimlerini, sokaklardaki afişlerini mutlaka görmüşlerdi. 6-7 Eylül olaylarından sonra Fransa’ya gidip yerleşen Dario Moreno, şarkıcılığa orada devam etmiş, hatta Brigitte Bardot ile bir film de çevirmişti. (Başrolde değildi tabii.)

        İlk kez Nelli abla ile yemeğe çıktığımız  o Pazar gününü unutmamam için pek çok sebebim var. Mösyö Diap en başından itibaren bana yetişkin bir hanımefendiymişim gibi davranmıştı. Önce arabanın kapısını tutmuş, içeri girmeme yardım etmişti. Sonra yol boyunca benimle yine yetişkin biriymişim gibi saygı dolu bir ilgiyle konuşmuştu. Aniden kendimi çok arzuladığım bir rolü oynuyormuş gibi hissetmeye başlamıştım. Evden yemek yiyeceğimiz yere kadar geçen her dakikada biraz daha büyüyor, bana verilen önem sayesinde psikolojik olarak her dakika genç kızlığa doğru bir adım daha atıyordum.

         Washington restoran Ankara’nın gözde bir mekanıydı. Ankara’nın, Çankaya’ya yönünde Kavaklıdere’de bittiği o yıllarda  restoranların toplandığı yer Kızılay çevresiydi. O yıllarda Piknik’in hemen arkasında Bekir Restoran ve Kızılay meydanında Ulus Sineması yanında Süreyya Restoran vardı. Kebapçılar henüz açılmamıştı. Kızılay’da birkaç meyhane vardı ama onlar başka kategorideydi tabii ki. Süreyya Restoran da Atatürk zamanından kalma efsanevi bir yerdi. Yıllar sonra İstanbul’a taşınan Süreyya restoran, Washington Restorana göre biraz daha geleneksel ve daha pahalıydı.  Yıllar sonra Süreyya restoranda gittiğim bir özel davette, gümüş çatal bıçak takımları, kristal bardaklar ve antika porselenlerle servis yapıldığını görüp gözlerime inanamamıştım. Muhtemelen bu takımlar, Atatürk’e servis yapılırken kullanılmak üzere satın alınmıştı.

         Washington restoranın sade bir dekoru, düz duvarları ve beyaz örtülü yemek masaları vardı. Mönüsü çok çeşitliydi. Yemeklerin çoğu Fransız mutfağındandı ama arada birkaç da Rus yemeği vardı. Tavuk Kievski, Borç çorbası gibi. Türkiye o yıllarda İtalyan mutfağı ile pek tanışmadığı gibi Ankara, Güney Anadolu mutfağı ile de hiç tanışmamıştı, dolayısıyla cızbız köfte vardı ama kebap-ayran yoktu. Köfte, pide ile değil, pilav ve patates kızartması ile servis edilirdi. Paralı iş adamları, mebuslar ve özellikle sefaretlerde çalışan yabancılar öğle yemeklerini Washington restoranda yerlerdi. Çevrenizde çeşitli yabancı diller duyar, uluslararası bir toplulukta hissederdiniz kendinizi. Yıllar sonra, Kızılay çekiciliğini kaybettikten sonra Washington restoran Gazi Osman Paşa’ya ve Kale İçi’ne ikiye bölünerek taşındı. Ama bence hiçbir zaman Kızılay’daki kadar önemli olmadı. Çünkü Kızılay’dayken sanki uluslararası müdavimlerinin buluştuğu bir klüp gibiydi.

           Nelli Abla’nın, belki de bana ilgi göstermesinin sebebi, beni restorana götürmek, ev ortamının dışında nasıl bir hayat olduğunu göstermek değil, kendi çocuk özlemini de gidermekti. Bu arada ben de ondan çok özel bir öğrenecektim;  başka insanların özel hayatına girmeden dostluk etmenin yöntemlerini… Komşular, akrabalar ve annemin arkadaşlarıyla ilişkilerimiz tam aksi şekilde olduğu için, herhangi bir saatte bize misafir gelebilir, işimiz mi var, ben ders mi çalışacağım, yoksa o saatte banyo mu yapacağız, kimse aldırmazdı. Üstelik her türlü soruyu sorma hakkını bulurdu evimize gelen dostlar. Annemin maaşının ne kadar olduğundan tutun da, aldığımız ayakkabının fiyatına kadar. Nelli abla ise, merakını kontrol eden bir insandı. Kimsenin özel hayatını öğrenmek istemez, soru sormaz, anlattığınız kadarı ile yetinirdi. Bu özelliği de onu diğer insanlarla kıyaslayınca gözümde çok yüceltiyordu.  Kendi özel hayatını da anlatmazdı. Ne kadar yakın olursanız olun, aranıza öyle bir mesafe koyardı ki, söylemek istemediği hiç bir şeyi soramazdınız.

          Yaş farkına rağmen dostluğumuz ilerledikçe Nelli abla ile pek çok şey paylaşıyordum ama çocukluğum boyunca uzaktan izlediğim şatafatlı hayatını paylaşmak için geç kalmıştım; ne yazık ki yavaş yavaş fakirleşiyorlardı. Washington restoranda yediğimiz ilk yemeği takip eden günlerde babası aniden ölmüştü. Bu ölüm, sebebini hiç bir zaman anlayamadığım şekilde annesi ile birlikte hayatlarında tasarruflar yapmalarına yol açtı. Göze çarpan ilk tasarruf, şoförlerine veda etmeleri ve arabalarını satmalarıydı. Ayrıca, her ay yapılan Avrupa yolculukları, mevsimlik yolculuklara dönüşmeye başlamıştı.

          Babasının ölümünden iki yıl sonra annesine kanser teşhisi konuldu. O yıllarda iyi bir kanser tedavisi için Avrupa’ya gitmeleri gerekirdi ama onlar gitmediler, tevekkülle hastalığın gidişatına teslim oldular. Bir kaç ay içinde annesi öldü ve Nelli abla emektar hizmetçisi ile baş başa kaldı.

          Annesinin ölümünün onu ne kadar derinden sarstığını çok iyi hatırlıyorum. Hiçbir akrabası yoktu, hayatta tek başına kalmıştı. Haftalarca evden çıkmadı, hiç kimseyle görüşmek istemedi. Her zaman arabalara doluşup gelen arkadaşları da gelmiyorlardı. Herhalde onlarla da görüşmek istemiyordu. Sonra ciğerlerinden hastalandı. Belki tüberküloz geçiriyordu, kim bilir? Merdiven sahanlığında rastladığım yardımcısı “Nelli hanım ciğerlerinden hasta” demişti. Hastalığını bahane ederek benden ve herkesten bir süre uzak kaldı. Aylar sonra bir akşamüzeri dayanamadım, önceden haber vermeden kapısını çaldım, ısrar edip içeri girdim. Pencerenin önünde oturduğu koltuğun yanındaki sehpanın üzerine kolalı, dantelli beyaz bir örtü serilmiş, bir tepsi içinde bir porselen çaydanlık, şekerlik ve fincan konmuş, kendi başına çay içiyordu. Kucaklaştık. O andan başlayarak hiç ara vermemişiz gibi arkadaşlığımızı sürdürdük. Demek ki o da benden ve belki de diğer tanıdıklarından, çat kapı bir ziyaret, resmi olmayan bir yakınlık beklemişti.

           O yıllarda liseyi bitirmekte olan bir genç kız olarak Nelli ablaya anlatacak gönül hikayelerim oluyordu. Hemen her gün, okuldan eve geldikten sonra bir süre ona giderdim. Çay saatinde pencerenin önündeki iki küçük koltuğa karşılıklı oturur, her zaman kokusu farklı, nefis çayını içerken, son günlerde yaşadığım her olayı ve o olaylara ilişkin her duygumu, her düşüncemi anlatırdım. Şimdi daha iyi değerlendirebiliyorum, Nelli ablanın kendine has bir psikanaliz tekniği vardı. Konuşurken, ara sıra öyle bir şey söylerdi ki, önümde bir pencere açılmış gibi olur, olayları bambaşka görmeye başlardım. Sonra çok özel bir şey daha yapardı. Üzüldüğüm bir konu olduğunda, çeşitli yöntemlerle o olayı birkaç kez anlatmamı sağlardı. Bazen aynı olayı üçüncü defa anlatırken “Herhalde Nelli abla çok aptal, bir türlü anlamıyor” diye düşünürdüm. “Yarasını deşmek” dediğimiz şeyi yapıyordu aslında. Ama konuşmamız bittiği zaman, içimdeki sıkıntının, üzüntünün tümüyle eriyip gitmiş olduğunu da hayretle görürdüm.

            Her zaman ölçülü ve dengeliydi.. Ben de yıllar geçtikçe onunla olduğum zamanlar ölçülü ve dengeliymişim gibi davranmaya çalışır, söyleyeceğim sözleri tartar, duygularımı kontrol ederdim. Bunu yapmayı onun yanında gayet kolay başarıyordum. Sanki onunla olduğum zamanlarda ve başka insanlarla olduğum zamanlarda kullandığım iki farklı kişiliğim oluşmuştu. Nelli abla ile edebiyat, müzik, tiyatro, sergi, konser, sinema gibi  konularda konuşurken, (aslında bu yerlere de sürekli beraber gider olmuştuk) en zarif oturuşumla oturup, en zarif el hareketleri ile çay fincanını tutan ben, sonra diğer arkadaşlarımla ayağımıza postallar giyip günün gençlik akımları doğrultusunda Che Guavera’yı veya komünizmi konuşuyor, kanyak içiyor, sarhoş oluyorduk. Tabii henüz yirmilerinde bir kız olarak kişiliğin oturmamıştı, ne Nelli ablanın yanındaki, ne de arkadaşlarımın yanındaki insandım. O yıllarda modaya uyarak benimsediğim sol fikirleri Nelli abladan saklamam gerektiğini de çok iyi biliyordum. Çünkü Nelli abla sol fikirlerden hem korkuyor, hem de nefret ediyordu.

           Sol fikirlerimi, üniversite kantinlerinde bırakıp Nelli ablanın karşısına oturduğum zaman, sohbet konularımız daha çok onun kişiliğine ve isteğine uygun seçiliyordu. O yıllarda yaşım gereği gezmek eğlenmek istiyor, süslenmekten, gece kulüplerinden, hoşlandığım insanları etkilemekten keyif alıyordum. Nelli abla süse ve giyime meraklı olmadığı için, her zaman modadan veya bunun gibi havai şeylerden konuşamazdık. Yine de bir çok Fransız dergisine abone olduğu için, bu dergilere onun evinde bakma imkanım oluyor,   Paris’te açıklanan yeni modayı ilk ben görüyordum.

           Altmışlı yılların sonunda Ankara’da yabancı dergiler sadece iki kitapevinde satılırdı. Yine o yıllarda hazır giyim Türkiye’de tam olarak başlamamıştı. İnsanlar elbiselerini çok paraları varsa terzilere, daha az paraları varsa evlerine çağırdıkları gündelikçilere diktirirler ve ya kendileri dikerlerdi. Nelli Abla, bana bir elbise dikileceği zaman çok yerinde bir öneride bulunur, dikişe yardım eder ve özellikle geceleri dışarı çıkacağım zaman çok şık olmamı sağlardı. Belki artık kendisinin yapamadığı bir şeyi benim yapmamla tatmin oluyordu. Artık arkadaşları gelip onu gece gezmelerine götürmüyorlardı. Daha az para harcadığı fark edilince, zengin insanlardan oluşmuş çevresi de hemen boşalmıştı.

          Onunla, akşamüzeri çay saati sohbetlerimiz sürüyordu. Bazen ona beğendiğim erkek arkadaşlarımı anlattırdım ve hemen de arkasından acaba bu onu rahatsız ediyor mu diye düşünürdüm. Her ne kadar bir psikoterapist gibi beni yönlendirerek konuşturuyorsa da, kendine ait hiçbir gönül macerasını paylaşmayarak benimle ortak nokta oluşturmaması acaba onu üzüyor muydu?  Hem arkadaşlarının eskisi onu aramaması, hem de herhangi bir duygusal ilişkisiyle ilgili bir şey anlatmaması yüzünden çok yalnız olduğunu düşünüyor, bazı geceler arkadaşlarla dışarı çıkarken Nelli ablayı da davet ediyordum. Aramızdaki yaş farkına rağmen arkadaşlarım da ondan çok hoşlanıyordu.

          Üniversite yılları boyunca arkadaşlarla her zaman severek yaptığımız şeylerden biri “memleketi kurtarma” sohbetleriydi. Nelli abla da bu konuşmalara katılır, ancak konuşmalar sırasında sosyalist fikirlere yaklaşılınca reaksiyonunu ortaya koymaktan çekinmezdi. Oysa o yıllarda aydın bir üniversite öğrencisinin sol fikirli olmaması düşünülemezdi bile. Önemli olan vatanı ve milleti kurtaracağına inandığımız hayallerimizi konuşmaktı. Çoğumuz, adalet ve eşitliği, malların eşit paylaşımı gibi algılardık ve sanırdık ki solcu bir rejim gelse herkes rahat hayat yaşayacak. Konuştuklarımız bilimsel temele dayansın veya tamamen teorik olsun, kişisel servetin devletleştirilmesi fikri Nelli Abla’nın tüylerini diken diken ederdi.  

          Sanıyorum Nelli abla, bizim gördüğümüz gibi resmi bir öğretimden geçmemişti; dadılar ve özel hocalarla yetiştirilmişti. Okul yıllarından ve okul arkadaşlarından hiç söz etmemesinden bunu anlıyordum. Hemen her konuda genel bilgisi vardı, beş yabancı dil bilirdi ve Fransızca ana diliydi. Geniş genel bilgisine rağmen inanılmaz derecede beceriksizdi. Mesela hiç yemek pişirmeyi bilmezdi. Ev işi de yapamazdı. Eğitim şekli sebebiyle iyi bir çalışma hayatı olamayacağına ve evde de hizmetçisiz yaşayamayacağına göre, sosyalist bir rejim geldiğinde bankadaki paralarını kaybetmekten korkması kadar doğal ne olabilirdi ki?

          O yıllarda Türkiye henüz enflasyonla tanışmamıştı. Bankada paranız varsa ömür boyu geçiminizi garantilediğinizi düşünürdünüz. Ama Türkiye’de kapitalin birikmediği o yıllarda bankada halk arasında kayda değer parası olan da azdı. Bankalar, mevduat toplamak için mesela apartman dairesi vaat ederek sık sık çekiliş yaparlardı. (Yakın çevremden banka çekilişinden kat sahibi olan iki kişi hatırlıyorum.) Hesap açtırmaya gittiğinizde -para yatırmasanız bile-  hesap cüzdanı ile birlikte banka şubeleri bir kaç da hediye verirdi mevduat sahibine. Nelli ablanın gelecek hayatının kalitesi bankadaki parasına devletin el koymamasına ve enflasyonun olmamasına bağlıydı. Tabii bir de aşırı sol yönetimlerin başa gelmemesine. Varlık vergisi felaketiyle ailesi çok para kaybeden Nelli abla, yönetim kararıyla oluşacak bir kaybın lafına bile tahammül edemiyordu. Tabii bu doğrultuda ne Marksizm’i, ne Mao’yu, ne de Che Guavera’yı duymak isterdi. İstediği şey, kimsenin kendisinden bir şey istemeyeceği ve parasına kimsenin karışmayacağı sakin bir hayat sürmekti. Şuur altındaki para kaybetme korkusu yüzünden hiç kimse ile maddi durumuna ilişkin konuşmaması belki bu yüzdendi; paranın ve malın çok kişisel olduğunu söyleyerek bu konuda herkesle arasına mesafe koyardı.

            Ne yazık ki, gelir artışına oranla fiyat artışının daha fazla olduğu günler gelmekte gecikmedi. Enflasyon sözcüğünün günlük konuşma dilimizde birden bire popüler olduğu günlerde Nelli ablanın ayak bileği kırılmıştı. Bir süre sokağa çıkamayacaktı. Yattığı yerde vakit geçsin diye bol bol okuyordu. Neden sonra okuduğu dergilerin eski tarihli,  kitapların daha önceden okunmuş olduğunu gördüm. “Artık yeni dergiler gelmiyor mu?” diye sordum. Cevap olarak “Paramız değer kaybediyor, yabancı dergilere abone olmak artık çok pahalı olmaya başladı.” dedi.

           Benim için paranın değer kaybetmesi yeni bir terimdi. Bunun uzun vadede nasıl bir sonuç doğuracağını kestiremiyordum. Doğrusu okulda aldığım ekonomi dersinde de paranın değer kaybetmesinin nasıl önleneceği okutulmamıştı. Günler geçtikçe, ülkemizin vatandaşları olarak paramızın hem içte hem de dışta nasıl değer kaybettiğini, değer kaybettikçe piyasada neler olduğunu çok iyi öğrendik. Bu arada, pahalılığın, eşyanın ve hizmetin fiyatının artması olduğunu, enflasyonunsa, gelir artışına rağmen satın alma gücünün düşmesi olduğunu da öğrendik. O yıllardan sonra ülkemizde hem sürekli artan bir pahalılık oldu, hem de sürekli yükselen bir enflasyon. Her eşya ve hizmetin fiyatı arttı ancak bir tek memurun ve işçinin emeğinin karşılığı artmadı.

           Enflasyon her sınıftaki ve her gelir düzeyindeki insanı etkiliyordu. Ev kiralarında artışlar başlamıştı. Yetmişli yıllardan önce bir kiracı oturacağı evi kaça tutmuşsa yıllar boyu aynı kirayı öderdi. Ev sahibi de kontratlara kira artışı koymayı aklının ucundan geçirmezdi, çünkü buna ihtiyaç yoktu. Nelli ablanın ev kirası artıyordu. Emektar hizmetçisi de maaşına zam istiyordu. Bankadaki vadeli mevduata, o güne kadar hiç duymadığımız faizler ödenmeye başlanmıştı. Parasına yüksek faiz almasına rağmen Nelli abla çok tedirgindi. Gelecek endişesi yaşadığı yüz hatlarından, düşünceli bakışlarından somut olarak belliydi.      Bir gün bana, “Eskiden İsviçre bankalarına para yatırdığımız zaman, paramızı korudukları için onlara biz para öderdik, şimdi onlar da faiz vermeye başlamışlar” dedi. Ancak oradaki faizler yüzde birler civarındaydı. Başkalarına özel sorular sorulmaması gerektiğini bana öğrettiği halde, bu konuşmayı üzerine Nelli ablaya hali hazırda İsviçre’de parası olup olmadığını soruverdim. Soruma nedense hiç bozulmadı, olmadığını söyledi. “Hepsini Türkiye’ye getirmiştim” dedi.  Herhalde dediği doğruydu, çünkü son yıllarda hiç İsviçre’ye gidip gelmiyordu.

          Nelli abla emektar hizmetçisine ve ev kirasına zam yapmak zorunda kaldı. O gün çok üzgündü. “Bu gidişat nereye varacak, nasıl geçineceğim?” diye hayıflanıyordu. Birden cesaretimi toplayarak, bir kaç gün önce yaptığım gibi yine para konusuna girip, bu derece endişelenmesine için çok az mı parası kaldığını  sordum. Çok şaşırdı ama somut bir cevap da verdi; bankada 460 bin lira kadar parası olduğunu söyledi. 70’li yılların başında bu oldukça işe yarar bir miktardı. Bir üniversite mezunu 600 lira civarında maaşla memuriyete girerdi. Elli bin liraya orta halli bir apartman katı almak mümkündü. Demek ki bu para ile bir kaç apartman katı satın alıp bunların kirası ile geçinebilirdi. Endişe etmemesini, söylediği miktarın işe yarar bir para olduğunu, iyi bir yatırıma dönüştürürse bitmesinin söz konusu olmadığını anlatmaya çalıştım ama parasını mülke yatırmayı aklı almıyordu. Aslında bankadan yüksek faiz alacağını bilen pek çok insan da aynı yanılgı içindeydi o günlerde.  Bir yandan da bana “Biliyor musun, harcadıkça anapara yok oluyor” diyordu. Anladığım kadarı ile bankadaki parasının değerini koruyabilmek için, aldığı faizi anaparanın üstüne yatırması gerektiğini,  yani faizi hiç harcamaması gerektiğini düşünüyordu. İşte burada kesinlikle haklıydı, çünkü aldığı faizi anaparanın üzerine eklemezse, anapara enflasyonla eriyip gidiyordu.

          O yıllarda, parasını bankaya yatırıp da faizi ile geçinmeyi planlayan insanlar için iyi bir gelecek sağlama açısından hiç şans yoktu. Banka reklamlarında öyle bir sahtekarlık başlamıştı ki, etki altında kalan pek çok insan evini barkını satıp, aldığı parayı bankaya yatırıyordu. Sonra bu insanlar, sanki hiç enflasyon yokmuş gibi aldıkları faizleri yiyorlardı. Bir iki sene sonra birden anladılar ki, sattıkları apartman katının karşılığı olarak bankaya yatırılmış paraları ile artık sadece bir bisiklet alınabilir. Tabii bu paranın faizi artık işe yaramıyordu.

           Ben de Nelli abla ile birlikte onun geleceği için endişelenmeye başlamıştım. Bazen konuşurken hayat pahalılığından söz açıyor, sonra da lafı banka faizlerine ve daha önce kendisinin bana söylediği gibi anaparanın erimesine kaydırıyor ve bankadaki parasını bir emlake yatırmasının doğru olacağını söylüyordum. Nedense mülke değil hala paraya güveniyordu. Oysa elindeki para ile hala üç daire alabilir, birinde oturup ikisinin kirası ile rahatça yaşayabilirdi. Benim gibi düşünenler için ev sahibi olmak en büyük güvenceydi. Bir gün kirasını ödeyemese hiç olmazsa kapı dışına atılma ihtimali olmazdı. Ama Nelli ablaya bunu bir türlü anlatamıyordum. Bir gün gazete ilanından bulduğum, Gazi Osman Paşa’da 440 bin liraya satılık, üç katlı bahçe içindeki bir evin önüne kadar götürdüm kendisini. İçine girip bakmadı bile.

           Enflasyon önlenemiyordu; hepimizi esir almıştı. Ne zaman maaşımız arttı diye sevinsek, bir kaç ay içinde artıştan daha çok para harcamak zorunda kalıyorduk. Duruma en uygun yapılacak şey, lüks olan masraflardan ve zorunlu olmayan harcamalardan vazgeçmekti. Ankara’da büyük çoğunluk böyle yapmaya başlamışken, nasıl zenginleştiği pek anlaşılamayan bazı aileler, inanılmaz bir lüks tüketimine başlamıştı. Bu insanların talepleri doğrultusunda yavaş yavaş lüks mağazalar, oteller, restoranlar açılmaya başladı. Resmen ithalat yapılmadığı halde (çünkü Türkiye’nin döviz rezervleri ithalat yapabilmeye uygun değildi) dükkanlarda bol bol yabancı mal buluyordu. 

           Nelli Abla artık bu yabancı mallardan kullanamıyordu. Uzun zamandır Avrupa’ya da gitmediği için evindeki Avrupa malı tükenmişti. İlk defa yerli malı çorap giymeye başlamıştı. Yerli malı tuvalet kağıdı kullanıyor, yerli ayakkabı satın alıyor, ayağındaki nasırdan şikayet ediyor ama bütçesi, ayağını vuran ayakkabıya katlanması gerektiğini söylüyordu.

           Üniversiteyi bitirdikten sonra çalışmaya başlamıştım. Nelli abla ile sık sık beraber oluyorduk ama eskisi gibi her gün görüşemiyorduk. O, ailemizin bir üyesiydi sanki, ben de onun sanki en yakın akrabası. Özel günleri daima ailece birarada kutlamak isterdik. Noel, doğum günleri, bizim bayramlar, yılbaşları… O, Noel sabahları daima İtalyan Kilisesine gider  (Katolikti kendisi) duasını eder, sonra da süslediği çam ağacının yanında bizi pasta yemeğe davet ederdi. Bizim bayramlarda da ilk ziyaretçimiz o olurdu.

          O sene Aralık ayındaydık, neredeyse Noel günü gelmek üzereydi. Nelli abla bir türlü çam ağacını satın alıp süslemiyordu. Sebebini sordum. Önce konuyu değiştirmek istedi, sonra birden karar verip itiraf etti, “Çamlar çok pahalı oldu,” dedi ve ilave etti, “Noel geçince biraz ucuzlar ben de o zaman alır, yılbaşı için süslerim diye düşündüm.” Sorduğuma pişman olmuştum.  “İsteseniz bu sene hiç yapmayın, Noel geçince nasıl olsa yapılmasa da olur” dedim. Gülümsedi, “Ben zaten kaç senedir sen seviyorsun diye ağaç süslüyorum, senin için Noel değil, yılbaşı önemli, o yüzden bu sene de süsleyeceğiz.” diye cevap verdi.

           Daha sonraki yılbaşı ise Nelli abla, bütün bir çam ağacı yerine büyük bir çam dalı aldı. Büyük ihtimalle buna para ödememişti. Dal, oldukça büyük bir daldı ve Nelli abla bunu eve kadar elinde taşımıştı. Son zamanla pek taksiye binmiyor, yürümenin sağlık için çok yararlı olduğunu söyleyerek her yere yürüyerek gidiyordu.

           Keyfi için para harcadığı tek yer, Cuma geceleri Konser Salonundaki klasik müzik konserleriydi. Çoğunluk beraber gidiyorduk. Konser biletleri   ucuzdu. Bir yolunu bulup önceden biletleri ben satın almaya çalışıyordum ama Nelli abla parasını vermek için mutlaka ısrar ederdi.

           Zamanla iş hayatımın yarattığı şartlar daha çok vaktimi almaya başlayınca, Nelli abla ile görüşmelerimiz seyrekleşmişti ama sık sık telefonla konuşuyorduk. Nelli abla’nın bazı arkadaşları ile eskiden beri ben de tanışırdım. Ne zaman onlarla karşılaşsam, sözleşmiş gibi hemen Nelli ablanın geleceği için duyduğumuz endişeyi paylaşırdık. Sonra da birbirimizi teselli ederdik, “Herhalde bir köşede biriktirdiği biraz parası vardır” diye. Aslında ne kadar parası olduğunu ben biliyordum; bu paranın faiziyle yiyecek alıyor, kira ödüyor, giyiniyor, ısınıyor, hastalandığında tedavi oluyordu; yani faizi harcadıkça birikim enflasyonla her gün küçülüyordu.

            Bir gün Nelli ablanın hayatında önemli bir değişiklik yapmasına sebep olan bir gelişme oldu. Seksenli yıllarla birlikte daha yüksek kat izni alınan eski evleri yıkıp yeni apartmanlar yapmak için inşaat şirketleri ev sahipleriyle kat karşılığı anlaşırdı. Nelli ablanın da oturduğu 4 daireli eski apartmanımızın 20 daireli yeni bir apartmana dönüşmek üzere yıkılması kararlaştırıldı. Tabii bu durumda herkes gibi Nelli ablanın da taşınması gerekecekti. Oturduğu evden çıkmak istemeyince müteahhitle anlaşma yapıldı; inşaat bitene kadar taşınacağı katın kirasını müteahhit ödeyecek, isterse inşaat bittikten sonra da yeni bir daireye makul bir kira ile dönebilecekti. Taşınmalar sırasında kendisine ekstra masraf çıkmayacaktı, çünkü taşınmanın bedelini müteahhit karşılayacaktı. 

           Aksilikler tek başına gelmez derler ya;  Nelli abla için de aynen böyle oldu. Altı ay sonra taşındığı apartmanın da yıkılıp, kat karşılığı büyük bir binaya dönüşmesi için müteahhitle anlaşıldı ve Nelli abla bir kez daha taşınmak zorunda kaldı. Aslında bütün bu taşınmaları yaşarken ben de İstanbul’a taşındım ikinci taşınmasına yardımım olamadım. Belki olmadığım da iyi oldu, çünkü daha ilk taşınması sırasında antika gümüşlerinin çalındığı söyleyerek, arkadaşları dahil ona yardımcı olan herkesi suçlamıştı.

          Nelli ablanın davranışları kibar ve ölçülü olmasına rağmen kontrol edemediği bir huyu vardı; kafasına bir şeyi taktı mı aradan aylar geçse de defalarca konuyu açar, aynı şeyleri tüm detaylarıyla defalarca konuşmak isterdi. Bazen çoğu insan için önemli olan şeyin hiç üzerinde durmaz, ama çok basit bir şeyle ilgili sabit fikir geliştirip karşısındakini bıktırana kadar hep o konuya dönerdi. Çalınan antika gümüşler konusu da aynen böyle oldu; bıkmadan defalarca bunu konuşmak istiyordu. Polise başvurmayı ise reddediyor, taşınmanın yorgunluğu sırasında bir de polisle uğraşamayacağını söylüyordu. İş yapmaya alışık olmadığı ve de artık yaşlandığı için, taşınmak çok büyük bir işti  tabi ki.   Yine de polise gitmesi gerektiğinde ısrar edince sinirleniyor, “Tamam, tamam kapatalım bu konuyu” diyor, ama ertesi günü yeniden açıyor, sanki ilk defa anlatıyormuş gibi gümüşlerinin nasıl yok olduğunu anlatıyordu. Yeni evine taşındıktan sonra, paketlerini açmaya başlayınca, gümüşlerin konduğu kutuda olmadığını görmüştü. Tüm kutulara baktığını ve gümüşlerini bulamadığını söylüyordu.  İstanbul’a taşındıktan sonra aylar boyunca bana yazdığı mektuplarda da konuyu gündemde tuttu. O yıllarda insanlar uzun uzun mektup yazardı birbirlerine.  Eşyalar toplanırken müteahhidin adamları yardım etmişler,  gümüşleri herhalde onlar almışlardı. Aslında ben ve birkaç arkadaşı da o gün evindeydik ve bu şekilde konuşunca bizi de itham etmiş oluyordu. Her seferinde ona neden polise durumu aksettirmediğini soran bir cevap mektubu yazıyordum. Sanırım iki sene boyunca bu olayı dinledi Ankara’daki tanıdıkları. Ancak kimse ondan, neden polise gitmediğine ilişkin akla yatan bir açıklama duymadı. 

           Sonra şeker hastalığı başladı. Şeker hastalığı sanki huylarını da hızla değiştiriyordu. Kim bilir, belki de değiştirmiyordu da, kendini kontrol etme gücünü etkilediği için, eskiden var olan gizli huyları ortaya çıkıyordu. Ona yeni bir fikri kabul ettirmek çok güçleşmiş, dışardan gelebilecek her türlü tavsiyeye kendisini kapatmıştı. Bu belirtilerin aslında bunama belirtileri olduğunu da hiç birimiz (yani onu tanıyanlar) akıl edemiyor, sorunların sebebi olarak şeker hastalığını düşünüyorduk.

          Şeker seviyesi bir türlü normale düşmüyordu. O kadar yüksekti ki, her an bir komplikasyon olabilirdi. Farklı bir doktora görünmeyi önerdiğimizde kesinlikle kabul etmiyordu.  Acaba iyileşmek mi istemiyordu, yoksa 400-500 arasındaki şeker seviyesi yüzünden arkadaşlarından gördüğü ilgiyi kaybetmek istemiyordu? Şekerinin neden düşürülemediğini sorduğum da vücudunda ensülin direnci oluştuğunu, hiç bir çabanın şekerini düşürmeyeceğini söylüyordu. Perhizine dikkat ediyordu ama sonuç değişmiyordu.

          Yıllar öncesinden Nelli ablayı tanıyan yakın arkadaşlar ve özellikle kendini hayır işlerine adamış olan avukat dostumuz Dilek, ayda bir iki kez aksatmadan onu yoklamaya gidiyordu. İlaçlarını alıyor, elektrik, su parası gibi faturalar gelmişse ödemeleri yapıyor veya alışverişinde yardımcı oluyor, sonra ne durumda olduğunu bana telefonla anlatıyordu. Dilek’ten, evinin dehşet verici şekilde pis ve dağınık olduğunu duyuyordum.  abii ki ne kendisi evini temizleyebilecek durumdaydı, ne de bir temizlikçi çağırmaya gücü vardı. Zaten Dilek, hiç bir temizlikçinin gelip o evi temizlemeye yanaşmayacağını söylüyordu.  Demek ki evi “çöp ev” dediklerinden olmuştu. 

          Bütün bu aksiliklere parasızlığın sebep olduğunu iyi biliyorduk. Çoğu zaman, bankada enflasyonla eriyip gittiğine emin olduğumuz parası ile ev kirasını nasıl ödeyebildiğine hayret ederdik. Ama yardım etmek istediğimizde de kabul etmezdi.  Sonunda ona yardım etmeyi isteyen eski tanıdıkları bir ekip oluşturduk, her ay aramızda para toplayıp banka hesabına yatırmaya karar verdik. Parayı yatırdıktan sonra da geri vermesine engel olacaktık. Hiç olmazsa bu katkıyla kirasının bir kısmını ödeyebilirdi. Hayat şartları, Nelli ablayı üniformalı hizmetçi kullandığı günlerden, ancak dostlarının yardımı ile geçinecek hale getirmişti.

          Önceleri birkaç ay verdiğimiz parayı sesini çıkartmadan kabul etti. Zaten ne yapabilirdi ki? Doksanlı yıllara ulaşmıştık, hayat pahalılığı müthişti, hiç bir geliri yoktu ve seksen yaşına yaklaştığı için bakıma ihtiyacı vardı. Sigortası veya emekliliği olmadığı için sağlık harcamaları zaten çok tutuyordu. Daha sonra  para istemediğini söylediği zamanlar oluyor, bunun üzerine “Peki artık hesabına bir şey yatırmayacağız” diyor ama ertesi ay yine aramızda para toplayıp banka hesabına havale çıkartıyorduk. 

           80’li yıllarda İstanbul’da reklam sektöründe çalışıyordum. Sürekli reklam kampanyaları için teklifler hazırlardık. O kadar yoğun bir çalışma tempom vardı ki, eve geceleri ancak dokuzdan sonra gelir, yatarken baş ucuma bir akıl kağıdı ile kalem koyar, şuur altıma yerleşmiş günlük sorunlara uykumda çözümler buldukça gece boyunca birkaç kez uyanıp aklıma gelenleri yazar, sabahları bulduğum çözümleri hayata geçirme umudu içinde erkenden ajansa doğru yola koyulurdum. İstanbul’un meşhur trafik yoğunluğu o yıllarda başlamış olduğu için işe giderken de, eve dönerken de yollarda çok vaktim geçerdi. Bazen yürüyerek yarım saatte ulaşacağım yere araba ile bir saatte ulaşırdım.  Trafikte sıkışmışken beni sinir eden bir reklam görmeye başlamıştım. Bilboard’lara Murat otomobillerin o yıl 200 bin adet üretileceği yazılmıştı. Fabrika üretimiyle iftihar edecekti tabi ki ama 200 bin araç daha trafiğe girince İstanbul’da yaşamanın ne kadar imkansız olacağı fikri beni dehşete düşürüyordu. O yıl ayrıca Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Adapazarı’nda bir fabrikanın temel atma töreninde “Patates yetişen bu tarlalarda bundan sonra otomobil üretilecek” demişti iftiharla. Hem verimli topraklara kurulması çok yanlış olan bu fabrikaya, hem de ülkemizi yöneten bir insanın bu yanlışı görmüyor gibi yapabilmesine üzülüyor, artacak otomobil sayısı ile İstanbul’daki trafiğin geleceğini düşünüp moral bozukluğu ile işe ulaşıyordum. (O yıllar İstanbul nüfusu 18 Milyon değil, sadece 4.643.000’di)

         Ankara’ya  gidemiyordum ama Nelli ablayla telefonla konuşuyorduk. Nasıl olduğunu sorduğumda “İdare ediyorum ama çok hastayım” derdi. Eski gururlu havasını korumasına rağmen, sesindeki çaresizliği hissetmemek mümkün değildi.

          Kan şekeri komplikasyonlar yapmaya başlayınca dostlarının maddi ve manevi yardımı ile bir kaç defa hastaneye yatıp tedavi olmaya çalıştı. Şekeri normale inmiyordu; çoğunlukla 400’ün üzerindeydi. Her an gözlerini kaybedebilir, böbrekleri, damarları veya kalbi iflas edebilirdi. Hastanedeyken bir süre biraz düzeliyor, ama sonra yine yükseliyordu.

           Bu sağlık sorunları sırasında oturduğu evden bir kez daha taşınması gerekti, çünkü bu sefer de oturduğu daire satılmıştı. Neyse ki karşısındaki daire boş olduğu için oraya taşınabildi. Hasta, yoksul ve yaşlı bir insanın, karşı daire de olsa taşınabilmesi büyük zorluktu. Kuşkusuz yine dostlarının yardımı ile başarabilmişti bunu. Kendisini gören arkadaşlar öğrendiğime göre, artık yeni dairede içini boşaltamadığı karton koliler arasında yaşıyor, sadece bir tek koltuk ve bir iskemle kullanıyordu. Geri kalan her şeyin üzerinde bir başka eşya yığılmıştı. Hatta bir gün telefonla konuşurken ilk taşınması sırasında müteahhidin kutuladığı eşyalarını bile henüz boşaltmadığını söyledi. Ben de o zaman, yıllardır kutularını açmadıysa, gümüşlerinin kaybolduğunu nasıl biliyor diye düşündüm ama hemen zihnimden bu fikri kovmuştu. Nelli abla yalan söyleyecek değildi ya. Gençliğinde yatağını bile kendi toplayamayan bir insan şimdi hastayken tabii ki evini toplayamayacak, karton kutular ve pislik içinde yaşayacaktı.

            Ama ne zamana kadar? Nasıl? Bir arkadaşımız ona bakacak bir kadının aylık maliyetini yine aramızda bölüşerek ödememizi önerdi ama bir diğer arkadaşımız evin içinin karışıklığı yüzünden hiç kimsenin oraya çalışmaya gelmek istemeyeceğini hatırlattı. Üstelik satın aldığı yoğurt kaplarını, şişeleri, paket kağıtlarını, naylon torbaları, belki de yiyecek artıklarını bile biriktiriyor, biriktirdiklerine kimsenin el sürmesini istemiyordu. Daha sonra evi temizleme  önerisi götüren arkadaşları da evine almamaya başladı. Mesela bir gün bir arkadaşımız, birkaç kez telefonla aramış, cevap veren olmayınca merak edip kapısını çalmış, açan olmamıştı. Sonra kapıcıdan evde olduğunu öğrenince, kapısını tekrar tekrar çalmış, sonunda kapının arkasına gelen Nelli abla kapıyı açmadan hasta olduğunu söylemiş, onu içeri almamıştı. Sonunda ben de işlerimi  ayarlayıp Ankara’ya gittiğimde aynı şekilde hastalığını bahane edip beni de evine sokmamıştı. Belki de geçmişinin şatafatlı hayatını bilenleri, şimdiki yoksulluğunu, dağınıklığını ve pisliğini göstermemek için içeri almıyordu. 

         Türkiye’de Nelli abla gibi bankadaki tasarrufunun getirisi ile yaşlılığında rahat yaşayacağını sanan ve gerçeğin sandığı gibi olmadığını birkaç sene içinde anlayan kim bilir kaç insan vardı. Kim bilir kaç aile banka faizlerine güvenerek sefaletin sınırına yaklaşmıştı. Yakın çevremden bir çok insanın evini satıp parasını bankaya yatırdığını çok iyi biliyordum. İnsanlar, reklamlarla kandırılmış, yüksek faizler vaat edilmiş, ama enflasyonun faizden daha yüksek olacağı hiç söylenmemişti. Ayrıca aldatıcı reklam vermek yasak olmasına rağmen, bu reklamların arkasındaki yalanı ortaya çıkartmaya hiçbir gazete, hiçbir köşe yazarı teşebbüs etmemişti. Reklam demek, basın için para demekti, gerçekleri söylemek para musluğunu kapatmaktı. 

          Nelli ablanın kan şekeri 500’ler civarında dolaşıyordu. Masraf olmasın diye acaba yeterli ensülin yapmıyor muydu? Belki artık kafası bulandığı için kendi başına ensülin yapamıyordu. Belki de yememesi gereken şeyleri yiyordu. Aslında her yemeği tartarak yediğini söylüyordu ama bu kadar yüksek şekerle acaba söylediği şeyleri gerçekten yapabiliyor muydu?  Bu arada şeker hastalığı yüzünden dolaşım bozukluğu artmıştı. Bacakları giderek şişiyordu. Yataktan kalkması, kışın sobasını yakması, banyoya gidip günlük temizliğini yapması, yemek hazırlaması ve daha pek çok şeyi halletmesi imkansızdı.

          Bir gün yine telefonla konuşurken  cesaret edip mali durumunun nasıl olduğunu sordum. “Çok kötü” diye cevap verdi. “Ne yapabilirim Nelli abla?” dedim. Cevabı ve sesi hala kulağımda; “Hiç bir şey yapamazsın canım, bu enflasyon olduğu sürece hiç bir şey yapamazsın.”  Daha kişisel çapta bir şeyler yapmaktan söz ettiğimi anlatmaya çalışarak üsteledim. “Mümkün olduğu kadar hayatımı basitleştirmeye çalışıyorum ve idare ediyorum,” dedi, sonra ilave etti, “Buradaki dostlarım yeterince yardım ediyorlar, ben de idare ediyorum.”

           Ama idare edemiyordu. İdare etmek, Ankara’nın soğuk kışında soba yakamadan tek bir koltuk üzerinde oturmak; yıkanmadan, pis bir ev içinde  her gün kucağına bir tepsi alıp  iki lokma yemek ise, tabii idare ediyordu. İdare edebilmesi için eski arkadaşı Selçuk hanım başta olmak üzere, Dilek ve az sayıda kalan dostları (bunların içinde Ankara Koleji’nin emekli Fransızca hocası Janet Hanım’ı da sayabiliriz) çırpınıyorlardı ama gerçek anlamda neyi idare ediyordu, belli değildi.

           Son konuşmamızda, bacaklarındaki şişler ve ağrılar yüzünden artık oturduğu yerden kalkamadığını söylemişti. Kendisini o günlerde görmeyi başaran Dilek’ten gelen haberler ise çok iç kapayıcıydı. Hiç yürüyemiyordu. Evinin içi her zamankinden daha pis ve dağınıktı. Dilek, Nelli ablanın bir an önce hastaneye yatırılmasını önerdi, “Bacaklarının aşırı şişine rağmen o kadar zayıf ki, her an ölebilirmiş gibi geldi bana” dedi telefonda.

           Nelli ablanın son zamanlarda en çok yakınlık duyduğu Selçuk hanım, bir ara şekeri çok yükseldiğinde kendi evine götürüp bakmıştı. Bu sefer de Selçuk Hanım’ın ve Dilek’in yardımı ile Nelli abla hastaneye yatırıldı. Kuşkusuz yatırıldığı hastane devlet hastanesiydi, orada da pek çok yokluk yaşanıyordu. Mesela kendisini taşıyacak tekerlekli iskemle bulunamadığı için Nelli Abla büyük ıstırap çekerek yatağına kadar yürümek zorunda kalmıştı. Ayrıca, devlet hastanesi olmasına rağmen ödenmesi gereken pek çok masraf çıkmıştı. Selçuk Hanım, yeşil kart çıkartarak hastane masraflarından hepimizi kurtarmaya çabalıyordu. Yeşil kart çıkartmak için, bir insanın hiç geliri, bankada hiç parası ve hiçbir emeklilik maaşı olmaması gerekiyordu. Demek ki Nelli abla bu şartlara uygundu.

          Yeşil kartlıları o zamanlar “üçüncü sınıf” denilen odalarda bir kaç hasta ile birlikte yatırıyorlardı. Odaların şartları kötüydü. Hastanede zaten hastabakıcı ve hemşire sıkıntısı vardı, daha fazla personel için bakanlığın ödenek vermediği söyleniyordu. Bu durumda hastaların bakımı tümüyle refakatçilerine kalıyordu ama refakatçiler geceyi yatmadan, bir sandalye üzerinde geçirmek zorundaydılar; tabii o sandalyeyi de bulurlarsa. Refakatçi yoksa, hastanın ne altını temizleyecek, ne de yemeğini yedirecek kimse vardı. Tuvalet ihtiyacı olan ama yatağından kalkacak durumda olmayan refakatçisiz bir hasta altına kaçırabiliyordu. Bu sefer, hastanın altını ve yatağını temizleyecek kimse de bulunmuyordu. İnanılır gibi değildi ama bazı hastalar kendi pisliği içinde yatmaya mahkum oluyordu. Hastanın altına sürgüyü zamanında yetiştirme işi başka refakatçilerin insafına kalıyordu. İşte Nelli Ablanın bakımı da başka insanların yardım severliğine kalmıştı. Selçuk hanım ve Dilek mümkün olduğunca sık Nelli ablayı ziyaret ediyor, hastane yemeğini beğenmeyeceğini bildiği için Selçuk hanım ayrıca her gittiğinde ev yemeği getiriyordu. Yemeğini severek yesin diye de, uzun bir yol giderek Nelli ablanın sevdiği kasaptan etini satın alıp pişiriyordu. Janet hanım da kirli çamaşırlarını alıp yıkıyordu. 

          Bu arada hastaneden  Nelli ablanın bitlendiği haberi geldi. Neyse ki kisa zamanda aslında bitlenmediği, uzun süredir yıkanmadığı için keçeleşen saçlarındaki kepeklerin bit gibi göründüğü anlaşıldı. Hemen bir berber çağırılıp saçları erkek çocuk gibi kestirildi. Derken hastane yönetimi, mutlaka yatılı bir refakatçi temin etmemizi istedi. Sonunda bu sorun hastane personeli tarafından çözüldü ve yanında nöbetleşe bakıcı kalmaya başladı, bizler de ortaklaşa onların paralarını ödemeye başladık. Tam bu sorun da çözüldü derken, şişleri inmediği için bacaklarının kesilmesi ihtimali ortaya çıktı. Bacakları kesilirse Nelli ablaya nerede ve nasıl bakacağımızı konuşmaya başladık. Yaptırılan anjio sonucu ana damarlarda tıkanıklık olmadığı anlaşıldı da bacakları kesilmekten kurtuldu. 

          Bir ay kadar sonra, hastane Nelli ablayı taburcu etmek istedikleri zaman (eve çıkacak durumda değildi, şekeri hala 300 dolaylarındaydı, hala yürüyemiyordu) evinde bakılmasına imkan olmadığı için bakılabileceği hastaneye yakın bir bakım evi bulundu. Bakım evinin şartları hiç birimizin içine sinmediği halde, kışı orada geçirmesi için ısrar ettik. Daha sonra da o bakım evinde çalışan bir hasta bakıcı Nelli ablayı kendi evine götürüp bakmayı teklif etti. 

          Nelli ablaya bakan hasta bakıcının evinde telefon yoktu, (80’li yıllarda büyük şehirlerde telefonu olmayan hala pek çok ev vardı) ve bu durum, o insanların aslında yoksulluklarının da bir işaretiydi. Telefonsuzluk yüzünden Nelli ablanın sağlık haberlerini ancak onu görmeye giden birisi olursa alabiliyordum ve her haberle birlikte durumunun kötüye gittiğini öğreniyordum.  

          Kısa süre sonra da ölüm haberi geldi. Sanırım hiç birimiz, (onun için üzülen dostları) ölümünü bu kadar çabuk beklemiyorduk. Son günlerinde yanında kaldığı aileye Hıristiyan kuralları ile gömülmesi gerektiğini anlatamamıştı, biz de gömüleceği mezar için tedbir alamamıştık. Apar topar cenazesi kaldırılıp, namazı camide kılınıp Müslüman mezarlığında toprağa verildikten sonra ölümünden haberim olmuştu. Şanssızlığı ayrıca şuradaydı ki, öldüğü gün Selçuk Hanım da Ankara dışındaydı ve cenaze töreninin dinine uygun şekilde yapılmasını o da sağlayamamıştı. Hıristiyan olarak doğan Nelli Abla bir Müslüman gibi gömülmüştü.  Neyse ki ona yardım eden arkadaşlardan bir kaçı, Selçuk hanım ve Dilek cenaze törenine katılabilmişti.

           Dilek, cenazeden hemen sonra telefon edip çok ilginç bir şey anlattı: 

           “Cenaze töreninde Nelli ablaya bakan insanların konuşmalarına kulak misafiri oldum,” dedi ve devam etti, “Nelli abla oturduğu daireyi yıllar önce satın almış.”

          “Olamaz, yanlış duymuşsundur” diye itiraz ettim. O da bana itiraz etti,

          “Bunun yanlışı yok, oturduğu evi çok önceden satın almış. Bunu oradaki insanlara anlatıyordu bakıcı hanım, istersen Selçuk hanıma da sor, o da bunu duydu.”

            Daha sonra Selçuk hanıma telefon etmeden önce Nelli ablanın son günlerinde içinde kendisini güvende hissedeceği bir ev sahibi olmasına sevinmem mi, kızmam mı gerektiğine karar vermem gerekiyordu. Evine temizlik yaptıracak parası olmayan bir insan nasıl ev satın alabilirdi. Ev satın alacak parası varsa neden bize kira parasını ödetmişti? Bir evi varken, neden sefalet içinde, bir hastabakıcının evinde kalmaya razı olmuş, neden kendine evinde bir bakıcı tutmamıştı? Neden bakıcının giderlerini bize ödetmişti? Ayrıca ev sahibi olan bir insana yeşil kart nasıl çıkartılabilmişti? Ev almayı organize edebilen bir insan neden karton kutularını boşaltmayı organize edemedi?  Neden parası olduğu halde hastanede üçüncü sınıf bir odada yatar, neden pislik içinde yaşar, bitlendiği sanılacak kadar pis saçla dolaşırdı? 

            Bir kaç gün sonra Selçuk hanımla konuşunca, evini sağlığının nispeten iyi olduğu, yani yürüyebildiği günlerde satın aldığını öğrenecektim. Bu bilgi hepimiz için bir şoktu aslında ama esas şok edici haber bir kaç ay sonra gelecekti.

            Selçuk hanım, bir avukattan, Nelli ablanın Fransa’da yaşayan ve general olduğunu hepimizin bildiği varislerini bulması ve veraset işlemlerini yapması için ricada bulunuyor. Tesadüfen bu avukat benim de tanıdığım. Böylece hikayenin geri kalanını ben bu avukattan öğreniyorum.

             Avukata, Nelli ablanın evinde bulunan 32 adet banka cüzdanı teslim ediliyor. Ayrıca eşitli bankalardaki dört kasanın anahtarları ve belgeleri var evde. Bulunan banka cüzdanlardaki vadeli toplam mevduat altı yüz bin dolardan daha fazla tutuyor. Kasalardan birinden toprak altı tarihi eserler çıkıyor. Bunlar son derece değerli eserler ve hemen Kültür Bakanlığı’na teslim ediliyor. Bir başka kasada pek çok hisse senedi daha bulunuyor. Bunlardan bir kısmı o zamanki Çukurova Holding’in son derece değerli hisseleri. Bunlar da yüz binlerce dolar değerinde. Bir başka kasada ise mücevherler var; antika mücevherler. Tabii bunlar da çok değerli. Ama kasadan çıkan benim için en umulmadık şey,  evini taşıması sırasında çalındığını iddia ettiği antika gümüşler. Gümüşlerinin çalındığından aylarca yakındığı halde neden polise başvurmadığını artık anlayabiliyoruz. Ama bunları kasaya saklayıp, hayatı boyunca ona dostluk gösteren insanları neden üzmeyi amaçladığını anlayamıyoruz. Ayrıca anlayamadığımız bir diğer şey de bu kadar çok parası varken, kendini neden sefalete mahkum ettiği, neden bir çöp ev içinde yaşadığı, neden yeşil kart çıkarttırdığı, neden bir hastabakıcının evine sığınıp yoksul bir insanmış gibi onları da kullandığı ve neden çevresindekileri cezalandırmak isterken kendini de cezalandırdığı.   

 

  

5 yorum:





  1. Bir küp düşünelim. Su ya da turşu küpü değil de geometrik biçim olarak bir küp. Hani toplam 6 yüzü olan. İnsanlar vardır, küpün 6 yüzünden sadece birini görür, algılar ve yalnız onu tarif eder. Kimileri biraz geri çekilip küpün üst yüzünü de görür, etti iki. En yeterli tanımı küpü eline alıp 6 yüzünü de algılayanlar yapabilir. Doğrusu, sağlıklısı da odur, çünkü küpün yüzleri, boyutları dışında, birbirinin tıpkısı olmayabilir.
    Sonra P P Endem oturur, öykü(ler) yazarken küpün altı yüzünü anlatmakla yetinmez. Kapağını açar, içine girer, küpün yüzlerini bir de içerden gösterir okura. ‘’Ferhan Teyze’’ öyküsünde öyleydi. Şimdi ‘’Nelli Abla’’ küpü de tüm yüzleriyle –içerden, dışardan- özet tanımlar ve teğet yollamalarla (örneğin postal ve devrimcilik ilintisi, vd) bir Escher çizimi gibi anlatılıyor. Yoğun, ayrıntılı, girift ve sürprizli. ‘’Nelli Abla’’ küpünün (pardon, anı-öyküsünün) içi de dolu. O bakımdan hani ‘’Rize ili küçük değil, buruşuktur. Ütülenip açılırsa Konya’dan bile büyük olur’’ denir ya. Endem’in öyküleri de ‘’ütülenir, açılırsa’’ her birinden bir roman çıkar. Bunu ‘’Doğum Günü Sürprizi’’ başlıklı öyküsü için de yazmıştım. Endem, sağolsun, Bloga her yüklediği ürünüyle beni haklı çıkarıyor. Kendisine sadece yazdıkları için değil, bu nedenle de ayrıca teşekkür ediyorum.

    O



    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Değerli arkadaşım, bence herkes bir öykü yazabilir, ama herkes bir kritik (yorum) yazamaz. bence senin bloga yazdığın yorumlar, senin kendi yazıların gibi değerli ve ayrıca benim öykülerimden çok daha ilginç ve anlatım ustalığı taşıyor. Okuduğun, değerlendirdiğin ve sonra da en güzel şekilde yazdığın için çok teşekkür ediyorum.

      Sil
  2. Puna, sanki bir Balzac romanında geçiyor ... Eugenie Grandet mi desem, Vadideki Zambak mı desem aynı tadı veriyor, aynı atmosferi anlatıyorsun.. Taklit değil aynı ustalık bu yazdığın..

    Mehmet Hamuroğlu

    YanıtlaSil
  3. Mehmet, beni şımartacak derecede olumlu sözler yazmışsın. Nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Puna

    YanıtlaSil
  4. Öykünün ötesindesin Puna. gerçek bir gözlem yapmışsın. okurken ortaları geçince üstüme hafakanlar bastı.(Öyle derler) ama ruh tahlillerin bile doğru ve sağlıklı olmuş ellerine ve aklına sağlık. Ben de bu kadar sabır yok...
    Seçkimiz içinde yer almayı hak etmiyor mu sence?

    YanıtlaSil

Yorumunuz okunduktan sonra yayınlanır. Yorumunuzun altına ad ve soyadınızı yazınız, Kimliği belirsiz yorumlar yayınlanmaz.

ÖNE ÇIKAN YAYIN

And They Died / Gün Gencer

  AND THEY DIED (THE ROAD TO GALLIPOLI) (ÇANAKKALE SAVAŞINA GİDEN YOL) A TRAGEDY IN THREE ACTS  (A Docu-drama with music written in memory o...