60. sokakta aşk / Puna Pamir Endem


60.sokakta aşk

Yıl 2001

 

            

            Herhangi bir gün, herhangi bir sokakta yürürken yanınızdan geçip giden insanlara dikkatle bakın. Bunlar arasında kendilerini şeffaf hapishaneler içine kapatarak yaşamayı seçen ne kadar çok insan olduğunu hayretle göreceksiniz. Bu insanlar, yüreklerini dış dünyanın tüm uyarıcılarına kapatmış, bedenleri ile var oldukları ortamları beyinleri ile yaşamayı istemeyecek kadar ruhsal yalnızlığı seçmiş insanlardır. Onların, kendileri ve sizin hakkınızda ne düşündüğünü, geçmişlerinde neler olup bittiğini ve içinde bulundukları anı nasıl değerlendirdiklerini hiç bir zaman tam olarak bilemezsiniz. Çünkü onlar, sizinle konuşsalar bile, günlük hava durumuna ilişkin yorum yapmanın dışında başka bir konuya değinmek istemediklerini hemen belli edeceklerdir.

             Büyük ihtimalle, geçmişlerinde yaşadıkları ve içlerine canlı canlı gömmek zorunda kaldıkları duygusal bir olayın acısı, başka insanlarla bağlarının kopmasına sebep olmuş ve onları şeffaf hapishanelerini seven insanlar haline getirmiştir.  Bu insanları gördüğünüz zaman, cesaretiniz varsa onlara dokunabilirsiniz ama şeffaf duvarlarını aşıp duygularının içine giremezsiniz.

            Çoğunun, gençlik enerjileri sürerken köpekleri vardır. Kapalı yüreklerinin acısını, yalnızca bu sessiz dostlarla paylaşıyormuş gibi yaparak, kendilerini aldatırlar. Sonra bakımı daha kolay olduğu için evlerinde kedi beslemeye başlarlar. Daha sonraları da, yani iyice yaşlandıkları zaman, sokaklardaki güvercinleri, göllerdeki ördekleri beslerken görürsünüz onları. New York’ta, koluna taktığı torbadan avuç avuç yiyecek çıkartıp kaldırımlara serpen, biraz ürkek, biraz donuk bakışlı, biraz hüzünlü, biraz bıkkın, biraz bakımsız, biraz buruşuk, biraz zayıf ve biraz da gri renkte, böyle birçok insana rastlamanız mümkündür. Onları, dış görünüşlerine bakarak diğer insanlardan kolayca ayırt edebilirsiniz ama diğer insanlardan farklı olmalarına neyin sebep olduğunu, şeffaf duvarlarını aşıp asla öğrenemezsiniz.

            2. Bulvarla 60. sokağın kesiştiği köşede, hafta içi her gün rastladığım, güvercin besleyen bir kız vardı ki, kuşları beslemesi dışında, şeffaf hapishaneler içinde yaşayan insanların ortak tarifine hiç uymuyordu. Her şeyden önce o çok gençti. Biliyorsunuz, genç insanların yalnızlığa katlanması daha zordur; eğer ruhsal bir hastalıkları yoksa çoğunlukla yaşıtlarıyla bir arada olmayı isterler. Bu kız, çoğu insan için güzel de sayılabilirdi. Öncelikle dikkatimi çeken özelliği, her gün kuşları beslemesi değil de, ortadan ayırdığı saçlarıydı. Son yıllarda ortadan ayrılmış ve gevşek bir tarzda enseden bağlanmış uzun saçlar hiç görmüyordum. Sanki o 1970’li yılların Hippy modasını hala sürdürüyordu. Ayrıca her zaman uzun elbise, düz ayakkabılar veya düz sandaletler giyiyordu. Tüm gençlerin neredeyse yaz kış her gün pantolon giydiği günümüzde, sürekli elbise giyen biri de  ayrıca dikkat çekiciydi. 

          Yaz boyunca her iş günü onu güvercin beslerken görmeye alıştığım için olsa gerek, Ağustos ortalarına doğru bir gün, Roosevelt Adası’ndan bindiğim teleferik havada hafifçe sallanarak ilerlerken, aniden, acaba onu o gün de yine görecek miyim diye merak ederken buldum kendimi. Önceleri garip olduğunu düşündüğüm bu güvercin besleme töreni, giderek ilgimi çekmeye başlamıştı demek ki. Doğrusu ilgimi çeken, güvercinlerin beslenmesi miydi, yoksa uzun elbiseli kızın kendisi miydi, o anda bilemezdim tabii ki. Ancak onu, her gün aynı saatte, koluna taktığı hasır sepetten güvercinlere yem atarken gördükçe yüreğime ferahlık yayılmaktaydı, bunu çok iyi biliyordum.

           Günler geçtikçe onunla ilgili tahminlerde bulunmaya başlamıştım. Önce otuz yaşından büyük olmadığını keşfetmem, henüz profesyonelleşmemiş bakışlarından ve yorgunluk izi taşımayan ellerinden mümkün oldu. Daha sonra bir gün, teleferik istasyonundan caddeye indikten sonra, bir süre durup dikkatle ona baktım ve “Sanki beslediği her güvercinin ruhundaki kasvetten bir parça alıp götürmesini umuyor” diye düşündüm nedense. Yemleri yere serperken, ağız çevresinde kararlı bir gerginlik, kaşlarında ve göz kapaklarında hüzün vardı. Her türlü zorluğa katlanmaya çoktan gönüllü olduğunu belli eder şekilde başını ve omuzlarını dik tutuyor ama beden dili ile ruhu ve dış dünya arasında çoktan kalın şeffaf bir duvar ördüğünü anlatıyordu. Ruhunu ele geçirmiş olan kasvetle yaşamayı ve bu kasveti başka insanlara belli etmemeyi kaderi olarak kabullenmiş gibiydi.

          Acaba neden bu yaşta çevresi ile bağlarını kesmiş gibi görünüyordu? Ruhunu ele geçiren kasvetten kurtulmak için kolayca yeni ilişkilerden yardım alacak kadar güzeldi ve giyimine bakılırsa sanırım parasız da değildi. Sonra bir gün koluna astığı sepetten başka çanta taşımadığını fark edince, yakın bir yerden yürüyerek geldiği sonucunu çıkarttım. Ayrıca sabahları 10 buçukta sokakta kuş besleyebildiğine göre, en azından tam gün çalıştığı bir işi de yoktu.

          Tahminlerime dayanan bu detektiflik oyunumu sürdürürken, bir gün ilk defa bakışlarımız karşılaştı. Bakışlarını kaçırmadı ama sanki daha önce beni hiç fark etmemiş gibi aşinalık izi taşımayan ilgisiz bakışlarla baktı bana. (Nedense her gün karşılaştığımız için onun da benim varlığımı fark ettiğini ve hakkımda bir fikri olabileceğini düşünmekteydim; bakışlarında aşinalık yakalayamamak biraz kalbimi kırmıştı.) Fırsatı kaçırmadım, “selam” dedim. Gülümsemeden, yumuşak bir sesle “merhaba” diye karşılık verdi ve hemen sırtını dönerek, çevresini saran güvercinleri yemlemeyi sürdürdü. İlgisiz tavrına bozulmakla birlikte, günümüzde koskoca Manhattan’da her zaman uzun elbise, düz ayakkabılar giyen, her zaman saçını ortadan ayırıp ensesinde gevşek at kuyruğu yapan, her gün aynı saatte güvercin besleyen bir başka kızı görmemin ve o insana ilgi duymaya başlamamın mümkün olmayacağını bildiğim için, bozuk çalmanın sırası olmadığına karar verdim ve yeni bir konuşma denemesini bir başka sabaha erteleyip, iş yerime doğru yürümeye başladım.

          Büyük şehirlerin insana yüklediği en büyük streslerden biri, ulaşım sırasındaki olası gecikmelerin endişesidir. Bir dakikalık bir gecikme yüzünden kaçırdığınız bir araç, zincirleme olarak diğer ulaşım araçlarını kaçırmanıza yol açar ve o gün hiç bir işinizi vaktinde tamamlayamazsınız. Ben ise, işe geç kalma stresi yaşamayan ender New Yorklu erkeklerden biriydim.   Roosevelt Adasından bindiğim teleferikten Manhattan’da 2. Bulvarda indikten sonra 3. Bulvardaki psikolojik araştırmalar ve değerlendirmeler yapan iş yerime sadece bir kaç dakika içinde yürüyerek ulaşabiliyordum. Üstelik, erken saatlerde iş yerimde olmaktansa, öğleye doğru saat 11.00’de gelmem ve sonra ara vermeden akşama kadar çalışmam, yaptığım işin verimliliği açısından daha uygun oluyordu.

         Belki biraz da psikolojik araştırmalarla ilgilenmem yüzünden, güvercin besleyen genç kızın ne sebeple kendini gözle görünmeyen bir duvar arkasına kapattığını keşfetme isteğim giderek artıyordu. Bu isteğim arttıkça, her sabah teleferik istasyonunun merdivenlerinden aşağı 60. Sokağa doğru inerken, kendimi kızla yüz yüze gelecek gibi ayarlamaya çalışıyor, sonra da uygun bir an yakalanıp “günaydın” diyordum. O da “günaydın” diyordu ama günaydın dediği sanki ben değildim. O, sadece bir nezaket kuralını yerine getiriyordu ve benim yerimde her kim olursa olsun, eminim ki aynı ruhsuz ve ilgiden yoksun “Günaydın”ı söyleyecekti.

          Bir cumartesi sabahı, 10.30 yerine, daha erken saatte, 10.15 teleferiği ile Manhattan’a geçip, dikkati çekmeyecek bir yerde durarak, kızın hangi yönden geldiğini keşfetmeye karar verdim. O günü hiç unutmayacağım. Kendimi özel detektif gibi hissediyordum. Ancak ben, bildiğimiz detektiflerin aksine, sonuçta olayların gizemini değil, ruhsal durumların gizemini çözecektim. Bunu başarabilmek için de, kızla biraz olsun arkadaş olmalıydım. Aralamayı umduğum kapıya aptalca bir şey yapmam sonucu bir de kilit vurmasını önlemek için onu ürkütmemem, aksine bizi yakınlaştıracak bir rastlantı yaratmam lazımdı. Ara sıra bana bir “merhaba” lütfetmesi, bizi bir santimetre bile yaklaştırmamıştı bugüne kadar. Cuma gününden başlayarak hep onunla arkadaş olmak için doğru başlangıcı nasıl yapacağımı düşünmüştüm. Acaba ben de bir torba yem alıp aynı saatte güvercin mi beslemeliydim? Ona yaklaşmak için en iyi yol buydu ama elimdeki torbadan yemler saçtığımı hayal etmek bile bana çok komik geliyordu. Ayrıca, o sırada beni tanıyan birisiyle karşılaşsam kim bilir kendimi ne kadar aptal hissedecektim ve ne kadar utanacaktım. 

          Yaşamımızı neler yönetir, geleceğimizi çizen güç nedir?  Siz de bunu ara sıra düşünür müsünüz? Yaşantımızı kaderimiz mi yönetir? İrademiz mi? Yeteneklerimiz mi? Yetişme ortamımız mı? Yoksa Jean Paul Sartre’ın dediği gibi, kaderimizi karakterimiz mi oluşturur? Yani karakterimiz neyse, kaderimizi şekillendirecek davranışları irademiz dışında mı yaparız? Bu görüş, büyük ölçüde doğru olsa da, ben, rastlantıların yeni olayları başlattığına inanıyordum.  Karakterimiz, başlamış bir olayın nasıl süreceğini belirleyebilir ama rastlantı yoksa ne o olay başlayacaktır, ne de o olayın sonucu olacaktır. Belki de kader rastlantıların ta kendisidir. Rastlantı ile başlamış bir olay yoksa arzuların, yalanların, tembelliğin, komplekslerin, yanlış anlamaya yatkınlığın, iradenin, nankörlüğün, şehvetin, sevginin, şefkatin, güç ve para hırsının, iyi veya kötü niyetin, eli açıklığın veya cimriliğin, hayalciliğin veya gerçekçiliğin, yaratıcılığın veya ruhsuzluğun ne önemi olur ki?  Kaderimiz rastlantılarla başlar ve karakterimizin ortamını hazırladığı yeni rastlantılarla örülür.  Ana hatları her zaman rastlantılar belirler, ikinci derecede kalan ayrıntıları ise karakterimiz... Olayların son noktasına yaklaşıldığı anlarda ise rastlantılar ve karakter el ele iş görürler.

           Benim her gün 10.30 teleferiğine binmem, güvercin besleyen kızın da aynı yere aynı saatte gelmesi bir rastlantı değil miydi? Bir psikolog olarak, dış dünyanın uyarıcılarına gönlünü kapatmış bu insanın sırlarını merak ederken yine bir rastlantının açtığı yolda ilerlemiyor muydum? 10.30 yerine 10.15 teleferiğine binmeye karar verdiğim o cumartesi gününü, az önce dediğim gibi hiç unutmayacaktım, çünkü o kararı da o gün almış olmam, sadece bir rastlantıydı. Neden daha önce değil de “o gün”, veya neden daha sonraki bir gün değil?

           Teleferikten inince, güvercin besleyen kız, tahmin ettiğim gibi ortada yoktu. Yapmam gereken şey, nereden geleceğini görebilmem için dikkat çekmeyecek bir şekilde durup beklememdi. Önce karşı köşedeki restoranda oturup bir kahve içsem mi diye düşündüm. Ama oturarak beklemek, görüş açımı daraltacaktı. En iyisi, 60. Sokak boyunca sıralanmış antikacı vitrinlerini inceleyerek oyalanmamdı. İlk baştaki antikacıya yaklaşıp, vitrindeki eşyalara bakmaya başladım. Aslında, önünde durduğum vitrin camına yansıyan görüntülerden karşı kaldırımı da rahatça gözetleyebilmem işimi kolaylaştırıyordu. Ne var ki vitrinden karşı kaldırımı gözetlemek kolay olsa da, vitrinin önünde durarak vakit geçirmek biraz zordu. Bir dakika sonra insan kendini orada fazlaymış gibi hissediyordu. Her şeyden önce vitrinde sergilenen çok fazla eşya yoktu. Uzun uzun neye bakacaktım ki? Vitrindeki oymalı koltuk, sehpa, minicik antika iskemle, el yapımı oymalı varak çerçeve içindeki minik tablo, ilginç motifleri olan zarif bir gümüş tabak, porselen biblo bana “Gel bize içeriden bak, öyle uzaktan bakmakla olmaz” diyordu. Biraz da mağazanın iç taraflarına baktım. İçeride daha çok eşya vardı. Sonra da antika eşyalardan ziyade dikkatimi, vitrin camına vuran görüntülere odaklayıp, oyalanmaya çalıştım.

          Vakit geçmek bilmiyordu; sürekli bir sağa, bir sola çevirdiğim bakışlarımla aklım sıra kontrolüm altında tuttuğum 60. sokağın iki ucundan da kız ortaya çıkmıyordu. Bir diğer antikacı vitrininin önüne gittim ve bu vitrini de iyice ezberledikten sonra karşı kaldırıma geçtim.

           Bu kaldırımda da antikacılar vardı. Kaldırımda bir kaç adım attıktan sonra kapısında Serendipity  yazan bir dükkan (bu ad tesadüf anlamına geliyordu) beni mıknatıs gibi kendine çekti; onun vitrininin önünde uzun süre sıkılmadan kalabilirdim. Burası esasında bir restorandı ama restoranın içine bir hediyelik eşya bölümünden geçilerek giriliyordu. Vitrininde bin çeşit eşya sergiliyordu; yok yoktu. Her gün işe, 60. değil de 59. sokaktan yürüyerek gitmekle meğer neler kaçırmışım? Dantelli bir kırmızı korse, bir oyuncak ayı, yine oyuncak ebatta bir dikiş makinesi, (çalıştığına ve dikiş diktiğine emin olabilirsiniz) bir sürü sahte mücevher, işlemeli kumaş mendiller, çok sayıda porselen tabak, çanak ve biblo, ayrıca tahta ve metal biblolar, bir kaç cam şişe, bir kaç parfüm şişesi, papyon, klozet biçiminde bir hardallık, takma göz şeklinde tuzluk ve biberlik, sedef saplı bir bıçak, sedef kakmalı bir kutu içinde bir kaç makyaj malzemesi, zebra desenli uzun eldivenler, taşlı içki kadehleri, kedi başı şeklinde seramik fincan, kırmızı küçük el çantası, deri erkek kasketi, çiçek görünümünde mumlar, meyve şeklinde sabunlar, süslü bir şişe içinde sıvı yağ ve daha bir çok karmakarışık şey, bakışlarımı ayıramadığım vitrine gelişi güzel yerleştirilmişti.

        Kendimi vitrinin çekiciliğine kaptırmış, güvercin besleyen kızın yolunu gözlemeyi neredeyse unutmuşken Serendipity’nin kapısı açıldı ve ortadan ayrılmış saçları arkaya toplanmış bir kafa, kaldırım seviyesinden bir kaç basamak aşağıdaki dükkan kapısından dışarı çıkıverdi. İçinde can taşımıyormuş gibi salınan uzun bir elbise, gün ışığına hayatında hiç çıkmamış gibi bembeyaz kollar, kuş maması konduğu kesin olan kocaman bir naylon torba, yavaşça yanımdan geçip karşı kaldırıma doğru yürüdü.

            Şaşkınlıktan kalakalmıştım. Onu aniden yanı başımdan geçerken bulacağımı nasıl düşünebilirdim ki? Arkasından koşup “merhaba” deme şansını da yaratamazdım artık. Ama en azından Serendipity ile bir bağlantısı olduğunu öğrenmiştim, bu da benim için çok önemliydi. Ya orada çalışıyordu, ya da oradan kuşları beslemek için yemek alıyordu. Bulunduğum yerden, kendilerine doğru yaklaştıkça heyecanla havalanan ve sonra çevresinde biriken kuşları görebiliyordum.

          Acaba o kuşları beslerken ben de Serendipity’ye girip hakkında bilgi toplayabilir miydim?  Bir an tereddütten sonra aynen de öyle yaptım ve içeri daldım.

           İçeri girince kendimi vitrindekinden daha fazla hediyelik eşya ile kuşatılmış buldum. Biraz ilerideki yemek bölümü henüz boştu. Beni selamlayan Serendipity çalışanına, yemek için değil de sadece alış veriş için geldiğimi söyleyerek, bakınmaya başladım. Benimle ilgilenen genç adam nasıl bir şey almayı düşündüğümü soruyordu. Ne alacağımı, hatta orada ne yapacağımı bilmiyordum ki anlamlı bir cevap verebileyim. O sırada, alacağım hediyeye kaç para harcamayı düşündüğümü sordu. Yumuşak ve düz saçları sürekli bir gözünün üstüne düşüyor, o da sürekli, şuh bir tavırla başını sallayarak saçlarını arkaya fırlatıyordu. Aşırı kibar tavrı ve saçını savurma tiki sinirimi bozmakla birlikte, güvercin besleyen kızla ilgili bilgi alabileceğim, görünürdeki tek insan olduğu için ben de en kibar sırıtmamla karşılık verdim ve sordum “Ne dersiniz, burada yüz dolar civarında ilginç bir hediye bulabilir miyim?”

             Zor bir matematik problemi çözüyormuşçasına ciddiyetle işaret parmağını çenesine dayayarak bir süre düşündükten sonra, “Hem de pek çok şey” diye cevapladı ve önüme alternatifler dizmeye başladı. Sonra duraksadı,

           “Ah, az kalsın ikimiz de unutuyorduk” dedi, anlamlı bir bakışla ve sordu, “Bu hediye kadın için mi, erkek için mi?”

            Gözlerindeki ışıltıdan “Erkek için” deseydim nasıl da mutlu olacağı belliydi, ama ben aksini söyledim. Yine anlamlı bir şekil vererek kaşının birisini havaya kaldırdı, saçını bir kere daha savurdu,

           “Bu şanslı kadın kaç yaşında?”  Duraksadım, kimin için hediye alıyordum ben? O kız için alıyor olabilir miydim?

           “Otuz dolaylarında” diye mırıldandım. Kalbim daha hızlı çarpmaya başlamıştı. Meğerse duygusal düşüncelerin insanın kalbine ılık heyecan rüzgarları üflemesi ne özel bir durummuş. Bu ılık rüzgarla giderek hızlanan kalp atışım, seçeceğim o hediyeyi, kesinlikle güvercin besleyen kız için almam gerektiğini haber verdi bana.

           Sıra onun hoşlanacağı bir hediyeyi seçmeye gelmişti. Gülümsedim. Tanımadığım, ne ruhuna, ne düşüncelerine, ne de bedenine yaklaşamadığım, belki hakkında bundan sonra da bir şey öğrenemeyeceğim, belki de hediyesini hiç bir zaman eline veremeyeceğim bir insan için alış veriş yapacaktım. Ama ne macera... Yoksa aptal mıydım ben? Hayır, kesinlikle, bin defa hayır; aptal değildim tabii ki. Ben sadece, sıradan insanların yapmayacağı şeyleri yapabilen bir insan olmuştum son bir kaç gün içinde.

            Ben, kendimi başka bir düşünsel mekana transfer etmiş, ılık rüzgarlı heyecanımın tadını çıkartırken, satıcı genç, önüme bir kaç seçenek daha dizmişti. O sırada gözüme, karşımdaki rafta biraz arkalara saklanmış kocaman bir ördek ilişti. İşte kıza uygun hediye o kırmızılı, sarılı, yeşilli porselen ördek olabilirdi. İşaret ettim. Satıcı canı sıkılmış gibi yaparak,

           “ O, iki yüz yirmi dolar” dedi ve ilave etti, “ve de vergi.”

            Eminim ki aynı ördek, başka bir dükkanda bunun yarısından çok daha az fiyata satılmaktaydı ama o sırada, pahalı da olsa o ördeği almam gerektiğini biliyordum. Sanmayın ki havalara saçacak kadar çok param var; bütçem her ay açık verir benim. Ancak insanları veya kendimi mutlu etmem gerektiğinde, çoğunlukla hesap kitap yapmadan para harcamanın gerekli olduğuna inanırım. Mesela canı sıkılan bir arkadaşımı keyiflendirmek için yemeğe davet eder, çoğunlukla da pahalı bir restorana götürebilirim. Ben, hala eski eşine doğum gününde çiçek yollayan bir adamım. Çünkü beni bırakıp gitmesine benim bilinçsizce yaptığım hatalarımın yol açtığını düşünür, kendi gözümde kendimi yolladığım çiçeklerle affetmeye ve teselli etmeye çalışırım. (Ayrıca her çiçek buketinde beni bırakıp gittiği için biraz da teşekkür gizlidir.) Aynı prensip doğrultusunda, bu ördeği satın almakla güvercin besleyen kızı ve kendimi mutlu edeceğimi varsayabilirim.

           “İşte istediğim hediye bu” dedim neşeyle, “sarın onu, alıyorum.”

            Artık sıra, kız hakkında konuşmaya gelmişti. Zaten kız da her an restorana geri dönebilirdi. Sanki önem vermiyormuş gibi bir tavır takınmaya çalışarak,

            “Biraz önce buradan bir torba yiyecekle çıkan kız güvercinleri beslemeye gitti galiba” dedim. Satıcı genç, benimkine benzer bir kayıtsızlıkla,

             “O her gün güvercinleri besler” dedi, önüme imzalamam için kredi kartı fişini uzatırken. İmzaladım ve sordum,

              “Burada mı çalışıyor? ” Hemen yüzüme şüpheli bakışlarını dayadı, biraz beni tarttı, saçını savurdu, isteksizce cevapladı.

              “Burada çalışıyordu ama pazartesi günü başka bir yerde işe başlayacak.” Panik içinde atıldım,

              “Nerede çalışacak, yani şey, bu gün çalışmayacak mı? Demek istiyorum ki, o giderse güvercinleri kim besleyecek?” Gülümsedi satıcı genç, anlamlı anlamlı bana bakarak,

              “Kuşları her zaman besleyen birileri çıkar” dedi. O sırada paketlediği ve ayrıca naylon poşete koyduğu ördeği elime tutuşturulurken “konuşma bitmeli artık” mesajını veren vücut dili eşliğinde, bana alış verişim için sonsuz teşekkürlerini sunuyordu. Ben ise son şansını kullanmak zorunda kalan her aptal gibi üsteliyordum,

             “Ona söylemek istediğim bir şey vardı, bu gün, yani biraz sonra çalışmaya buraya gelecek değil mi?”

             “Hayır gelmeyecek” dedi satıcı genç ve lütfeder gibi bir tavırla açıkladı. “Aslında işten dün ayrıldı, bugün buraya sadece kuşları beslemek için yemek almaya geldi.” Eyvah, kızı kaçırıyordum elimden.

             “Peki onun nerede yaşadığını bana söylemeniz mümkün mü?”

             Satıcının az önceki kuşkulu bakışları, artık bana bir ders vermenin zamanı geldiğini açıklayan kararlı bir ifadeye bürünmüştü. Ciddi bir tavır takındı, kaşlarını hafifçe çattı,

             “Neden öğrenmek istiyorsunuz?”

             Bakışlarında “Bu adam bir sapık falan olmasın?” şüphesini görmemek imkansızdı. Telaşımı yatıştırmaya çalışırken, elimde tuttuğum iki yüz yirmi dolarlık ördek paketinden güç alarak açıkladım,

              “O, tanışmayı çok istediğim bir kızdı, (derin bir nefes aldım, otuz beş yaşındaki bir insanın daha fazla ne kadar aptal görünebileceğini merak ederek devam ettim) ben de güvercin beslemeyi çok severim de. Ancak fırsat yaratıp onunla bu konuda konuşamadım. Aslında, belki bugün konuşuruz diyordum, ama çıkıp gidiverdi önümden, yani onu bir daha burada göremeyecek miyim?”

               Satıcının çöp çatanlık yapmaya niyeti olmadığı belliydi. Belki güvercinler hakkında konuşmak gibi saçma bir yalana sığınmayıp, doğrudan bu kıza aşık olduğumu falan söyleseydim, daha fazla ikna edici olacaktım ve o da bana daha fazla yardımcı olacaktı. Yine de hakkımdaki şüphelerine rağmen biraz düşündükten donra,

               “Belki yarın yine güvercinleri beslemeye gelir” dedi. Dudağını, emin olamam anlamında kıvırdı, konuşmaya son noktayı koydu, “Sanırım adresini size vermemem ama buraya gelip onu görmeyi deneyebilirsiniz.”

               Elimde ördeğim, telaşla dışarıya çıktım, sepet yerine yemleri torba ile taşımasının, kuşları besleyince hemen oradan uzaklaşacağının belirtisi olduğunu daha önce neden akıl etmediğime lanetler ederek, istasyonuna doğru koştum. Belki hala kuşlara yem serpmekteydi, kim bilir? Ama orada yoktu. Bulunduğum yerden sadece 50 metre uzaklıktaki teleferik istasyonunun altına ulaştığımda, kuşlar, yerlere serpilmiş ekmek ufaklarından kalan son parçaları yutmaktaydılar. İstasyonun kirli ve sevimsiz merdivenlerinin yanından geçip çevresinde dolaştım, 2. Bulvarda görebildiğim en uzak noktalara kadar bakışlarımı uzattım. Kız gitmişti, ben etrafımda paytak bacakları ile yürüyen güvercinler ve elimde pahalı bir ördekle 2. Bulvarla 60. sokağın köşesinde kalakalmıştım.

              Daha sonraları o Eylül sabahını çok düşündüm. Rastlantıların hayatımızın akışını nasıl da başka yönlere çevirebildiği üzerine ne zaman bir söz söylemem gerekse, o günü yeni baştan yaşamadan edemem.

          O günkü halimi, kendimi bir aynada görür gibi hala görebiliyorum. 2. Bulvarla 60. sokağın köşesinde bir süre durduktan sonra karşı taraftaki La Favia’ya gidip, (orası bir İtalyan restoranıydı) cadde üzerine konmuş masalarından birine oturmuştum. Önümde akıp giden trafik, kırmızı trafik ışığı yanınca duruyor, bir an hafif bir sessizlik oluyor, sonra Queens Borough Köprüsünden gelip 60. sokağa ve 2. Bulvara hızla giren araçların gürültüsü ortalığı yeniden kaplıyordu. Açık havada oturmak için çok gürültülü bir seçimdi La Favira ama 2. Bulvarın bu çevresinde sokakta oturarak bir şeyler yiyebileceğiniz ender yerlerden birisiydi. Bulunduğum yerden teleferiğin gidip geldiğini, yanaştığı platformdan inen, çıkan insanları, istasyonun 59 ve 60. sokaklar arasında oluşturduğu meydancıktaki parke taşlar üzerinde dolaşmayı sürdüren güvercinleri, giderek artan yaya trafiğini görebiliyordum. Çevremdeki insanlara bakarken, onların arasında güvercin besleyen kızı görme umudunu hala taşıdığımı kendime itiraf ettim. Eylül güneşi kollarımı yakıyor, sırtımı terletiyordu. Yüreğimdeki sıcaklık da giderek bedenime yayılmaktaydı. Bir yandan da içimi sıkıntı kaplamaya başlamıştı. Bir şeyi yanlış yapmıştım. Acaba neydi yanlışım? Baştan gereksiz bir meraka mı kapılmak? Yanlış bir hayalin peşine düşecek kadar saf mı olmak? Durup dururken kendime hayali bir macera yaratmaya mı çalışmak? Kendime itiraf etmeyi istemesem de, her gün işten eve, evden işe gidip gelmekten oluşan yaşam seçeneğim yüzünden, kendi etrafıma şeffaf bir duvar örüp, bu şehirdeki yalnız insanlar arasına mı katılmış olmam? Konuşurken ve paylaşırken eğlenmek yerine, kendimi, kendi düşüncelerimin içine mi hapsetmek? Sonra da başkaları ile paylaşılmayan düşünceler yüzünden şeffaf hapishanemin duvarlarını mı sağlamlaştırmak? Kalbim hala çarpıyordu. Adrenalinimi yükselten neydi? Bu yaşta, bir hayale aşık mı oluyordum? Bunun ne kadar saçma bir şey olduğu düşüncesi mi beni rahatsız ediyordu şimdi?

            Ismarladığım kocaman pizzanın tamamını farkında olmadan çoktan yiyip yutmuş olmam, beni bir kez daha dehşete düşürmüştü. Bu ne dalgınlıktı böyle? Sonra kahvemi içerken biraz sakinleşmeye başladım. Güvercinlerin yanında kızla merhabanın ötesinde bir konuşmayı gerçekleştirseydim, sonradan da onu yemeğe davet edebilseydim ne olacaktı? Bana hüzünlü göz kapaklarının altından aldırmaz bakışlarla bakıp “Hayır, ben sizinle yemeğe falan gelemem.” dese ne yapacaktım? O zaman “En azından sizin için aldığım ördeği kabul edin ve beni aptallığımla baş başa bırakın,” mı diyecektim? Kendimi, hoşlandığı bir kız karşısında acemileşen, pot üstüne pot kıran, sonra da yaptığı saçmalıklarla alay konusu olan yeni yetmelere benzetiyordum. Tanrıya şükür durumumu gören, duygularımı bilen kimse yoktu henüz. Bir yandan da, bir yolunu bulup önümdeki ördeği kıza vermek için karşı koyamadığım bir arzu dalgası beynimde, yüreğimde ve bedenimde dört dönüyordu. 

           Önsezilerin, önemli olaylar için bizi uyarma görevini yüklenmiş olarak beynimizde şimşek gibi çaktığına ama çok az iz bırakarak uçup gittiğine inanırım. Zaten çoğu zaman işimize gelmediğinden bu önsezilerin söylediklerini bizzat kendimiz zihnimizden çıkartıp atarız. İçimizde duyduğumuz endişeler, açıklanamayan sıkıntılar, karşı konulamayan istekler hep önsezilerin başka şekillerde ortaya çıkışlarıdır. Mesela, ne zaman “Uzun süredir nezle olmadım, ne güzel” diye düşünseniz, bir kaç gün sonra nezle olursunuz veya büyükannenizden kalan antika fincanı yıkarken, “Aferin bana, kaç yıldır kırmadan bu fincanı kullanabildim,” diye düşünseniz, ertesi günü fincanın kenarını çarpıp çatlatırsınız. Bazen de içinizdeki ses, “Bunu yapma, böyle konuşma veya oraya gitmeyi kabul etme” der. İçinizdeki sesi, kendinize bir engel gibi görürsünüz ve tabii ki aksini yaparsınız. Sonra da başınıza bir sürü dert açılır. Aslında aklınıza gelen bu düşünceleri birazcık olsun değerlendirseniz, daha kalın giyinip nezle olmazsınız, fincanı daha dikkatli tutup kırmazsınız, gitmemeniz gereken yere gitmezsiniz. Yapmanız gereken şey, “Aklıma gelen umarım başıma gelmez” deyip önsezileri beyninizden uzaklaştırmak değil, daha dikkatli olup onların neyi haber verdiğini keşfetmektir ama çoğu insan bunu yapamaz, çünkü önsezilerin hurafe olduğunu düşünür. Oysa önseziler bize tabiatın ve akıp gitmekte olan zamanın kutsal hediyeleridir ve yapmamız gereken, hediye paketini açıp içinde bakmak, sonra da tanrıya şükretmektir.

          Benim önsezilerim de son günlerde güvercin besleyen, saçları ortadan ayrılmış, uzun elbiseler giyen bir kızla arkadaş olma zamanının geldiğini söylemişti. Ama neden içimdeki önseziyi değerlendirmekte geç kalmıştım, neden cumartesiyi beklemiştim ki? Hafta arasında da işime biraz daha geç gidip, onun nerede çalıştığını öğrenebilirdim, sonra da henüz Serendipity’deki işinden ayrılmadan onunla konuşmam, yemeğe davet etmem daha kolay olurdu.

           Peki ya ördek? Durup dururken ona bir ördek satın almam da bir önsezi miydi acaba?  “Bu ördek, kaderimin ilerleyeceği yola açılan kapının anahtarı” dedim kendi kendime ve garsondan bir kağıt getirmesin istedim. Orada, hayatımda yaptığım ikinci en garip şeyi yaparak, tanımadığım bir kıza bir mektup yazdım. Hayatımda yaptığım birinci en garip şey, tanımadığım aynı kıza o ördeği satın almamdı kuşkusuz. Yazdığım kısa bir mektuptu ve oldukça resmiydi. Ona, güvercinleri beslemesinden dolayı hayranlık duyduğumu, şefkat dolu bir kuş sever olduğum için güvercin besleme işini nasıl müesseseleştirebileceğimizi kendisi ile konuşmak istediğimi ve bu fedakar davranışını kutlamak için de bir ördek armağan etmek istediğimi yazdım. Tabii beni araması için mevcut tüm telefon numaralarımı da mektubuma ekledim.

          Artık rahattım. En doğru şeyi yapmıştım. Bu davranışımda üstelik asil bir taraf sezdiğim için kendime güvenim geri gelmekteydi. Bundan sonraki kapıların kolaylıkla açılacağına emindim. Ertesi günü, yani pazar günü aynı saatte kızı görmeye gidecektim. Kuşları beslemeye gelmezse, Serendipity’deki durmadan saçını savuran satıcıdan, mektubu ve ördek paketini ona iletmesini rica edecektim.

               Pazar günü 10.00 teleferiği ile geçtim Manhattan’a. Kız yoktu ortalarda. Bir yerde oturup beklemek gerekiyordu, Serendipity’ye girmek için erkendi. Bu sefer, 60. sokağın köşesinde tam teleferiğin karşısındaki lokantayı seçtim. Oradan tüm 2. Bulvarı ve kızın kuşları beslediği meydancığın tamamını görebiliyordum. Pencere kenarına oturup saat 12.30’a kadar bekledim. Kız gelmedi. O arada bir sürü gereksiz şey yedim ve fincanlarca kahve içtim. İnanmayacaksınız ama bu kadar çok şey yiyip içtikten sonra da Serendipity’ye öğle yemeğine gittim. Saçını savuran genç adam, içeri girince bana anlamlı bir yakınlık gösterdi. Belki de elimdeki naylon poşeti tanıdığı ve içinde ördeğimin olduğunu anladığı için, önceden yer ayırtmadığım halde yer bulmama yardımcı oldu. Orada uzun süren bir yemek daha yedim. Yüzüm kapıya dönüktü, her içeri giren, yüreğimde bir heyecan kıpırtısına sebep oluyordu.

           Pazar günü olduğundan mı bilemiyorum, restoran son derece kalabalıktı ve bir masa boşalsın diye ayakta bekleyen müşteriler, bakışlarıyla adeta beni taciz ediyorlardı. Saat 14.30 olduğunda, masamdan hayalini kurduğum heyecanımı yaşayamadan kalkmaya karar verdim. Hesabı ödedikten sonra, ön bölümde satıştan sorumlu, sarı saçlarını durmadan savuran genç adama yaklaştım, elimdeki ördek paketini ve bir gün önce yazdığım mektubu ellerine bırakıp, gördüğünde güvercin besleyen kıza vermesini rica ettim. Geniş bir tebessüm yayıldı yüzüne, bu sefer çok anlayışlıydı bana karşı, ilk fırsatta vereceğine söz verdi.

            “Bana telefonunu vermek istemeyeceğinizden eminim ama siz onu arayabilir, burada bir paketi olduğunu söyleyebilirsiniz değil mi” diye sordum.

            “Neden olmasın?” diye muzip bir ifade ile kaşlarını kaldırdı. Bunun üzerine ben de ona bir 20 dolarlık uzattım. Bunları nasıl yaptığıma hala inanamıyorum. Hediyenin bir an önce ulaşmasını garanti etmeliydim.

             Artık bundan sonra sıra gelecek telefonu beklemekteydi, başka bir şey yapmama gerek yoktu. O pazar gecesi, büyük ihtimalle ördek ve mektup eline geçmeyeceği için beni arayamazdı, ama pazartesi gecesi arayabilirdi. Aramadı. Belki ertesi günü arar diye umuyordum, yani salı gecesini beklemeliydim.

           Ertesi günü salı sabahı, yani 11 Eylül 2001 tarihli Salı sabahı, Dünya Ticaret Merkezi’nin çökmesinden sonra hayatımızın akışı, günlük detaylara bakışımız, olayları algılayışımız, yorumlayışımız ve hayattan beklentilerimiz öylesine değişti ki, güvercin besleyen kız ve sunmak istediğim hediye, ancak on gün geçtikten sonra, önemini kaybetmiş bir hatıra gibi isteksizce aklıma gelebildi. Neden beni aramadı diye araştırmamın zamanı gelmişti demek ki. 

           O gün işe gitmeden önce Serendipity’e uğradım. O saatte dükkan ve restoran boştu. Düz saçlı genç yine ön kısımdaydı. Kendimi ve aramızda geçen konuşmayı hatırlattım, sonra hediye paketimi kıza verip vermediğini sordum. Sorgulayan karanlık bakışlarla gözlerimin tam içinde baktı,

          “Neden şu masaya oturup bir şey içmiyoruz ki?” diye sordu.

           Hemen anladım bir şeylerin yolunda gitmediğini ve duymayı istemeyeceğim şeyleri duymaya hazır olmam gerektiğini. Beni, belli ki bir şeyden korumaya çalışıyor; duyacaklarımdan etkilenmemem için beni oturtuyor ve önüme de içecek bir şey koyuyordu. Kızayım mı, minnet mi duyayım karar veremeden bir masaya oturdum. O da yanıma oturdu ve anlattı:

        Güvercin besleyen kız, yani Laura, (ne kadar da romantik bir ismi varmış meğer ) iki sene boyunca, Serendipity’de önce yönetici asistanı olarak çalışmış. Sarı saçlı genç adam, Laura’dan daha eski olduğu için onun ilk gününden nasıl da içine kapalı bir insan olduğunu çok iyi biliyormuş. Aynı benim tahmin ettiğim gibi Laura, özel dünyasına iki yıl boyunca kimseyi sokmamış. Neden içine kapandığını, geçmişinde onu kimin nasıl kırıp, yaraladığını öğrenememişler. Ruhsal bir hastalığı falan da yokmuş. Sadece bir matemin bitmesini bekler gibi sabırla çektiği acılara katlandığını görüyorlarmış.

           Sonra bu yaz, Laura’da bir değişiklik olmuş. Her gün aynı saatte kuşları beslemek için dışarı çıkmaya başlamış. Öylesine dakik bir şekilde kuş beslemeye çıkıyormuş ki, bir gün bu konuda yorum yapmadan edememişler ve “Yoksa tam bu saatte görmek istediğin biri mi var?” diye sormuşlar. Laura kıp kırmızı olmuş, tabii cevap vermemiş. (Ah tanrım meğerse ben mi ?.. ) Derken, her güvercin beslemesinden sonra daha heyecanlı, daha mutlu göründüğünü fark etmeye başlamışlar. Bir gün, sadece bir gün, şöyle bir şey söylemiş, “İnsanlar birbirine ne kadar çok benzeyebiliyor; hayret ediyorum. Teleferikten inen bir adam var, kaybettiğim birisine o kadar çok benziyor ki, onu gördüğümde,  hangisini gördüğümü ayırt edemiyorum” demiş. (Kimdi bana benzeyen o adam? Onun için ne ifade ediyordu acaba?...)

          Böylece, Serendipity’deki arkadaşları Laura’nın, her gün aynı saatte kuşları neden beslediğini de anlamaya başlamışlar. Anlamaya başlamışlar ama yine de Laura’nın şeffaf duvarlarını yıkıp soru sormaya, onu konuşturmayı başaramamışlar. Sanki uzun süre sonra bulduğu mutluluğu kimseyle paylaşmamak için sürdürdüğü suskunluğuna herkes saygı gösteriyormuş. Aradan bir ay kadar geçtikten sonra Laura bir gün birden bire oradaki işinden ayrılmak istediğini söylemiş. Nedenini sorduklarında ise “Burada kalırsam beni yine üzecek birisi olacak, yine beni dayanamayacağım üzüntüler bekleyecek” diye cevap vermiş. (Kendisini üzecek kişinin ben olacağımı, onu üzecek bir şey yapacağımı düşündüğüne inanmıyorum...)

            Kendisine iş bulduğunu söylediği zaman, ona “İyi de güvercinlerin ne olacak” diye sormuşlar. O da cevap olarak “Güvercinlerden de, teleferikten de uzak bir yerde olmalıyım” demiş. (Onunla ilgilendiğimi çok daha önceden belli etmeliydim, Tanrım ne yaptım ben?...) Hiç kimse tam olarak neden 60. sokaktan uzaklaşmak istediğini anlayamamış. Acaba Onu rahatsız eden birisi mi var diye düşünmüşler ama Laura’nın şeffaf duvarlarından içeri girip hiç bir şey öğrenememişler. Ve Laura kendisine yeni bir iş bulmuş.

          Sonra 10 Eylül pazartesi akşamı Serendipity’ye gelmiş, o gün Seredipity kapalı olsa da orada buluşmuşlar, eski çalışma arkadaşları ile birlikte içki içmişler, yeni işini kutlamışlar. O sırada hem kendi aldıkları veda hediyelerini hem de benim ördek paketimi vermişler ona. Benim paketimi alınca çok şaşırmış. Kimin verdiğini sormaya fırsat kalmadan mektubu görmüş, açıp okumuş, uzun süre mektuptaki yazılara takılı kalmış bakışları. Ağlayacak gibi olmuş ama kendini tutmuş. (Hediyenin benden geldiğini hemen anlayacağını biliyordum...) Yanakları dikkatlerini çekecek kadar kızarmış. Sonra paketi açmış, ördeği görünce de, Ne garip, bunun eşini ilkbaharda kendim için satın almıştım” demiş sadece. (İşte doğru seçim yaptığımın kanıtı...) Sevindiği, gözlerinde ilk defa parlak bir ışığın belirdiği ve sürekli bir tebessümün dudaklarına yerleştiği açıkça ortadaymış.  

             Ve eminim ki, bu sözlerinden sonra Laura huzur verici sakinliğine bir pelerin gibi sarınmış olarak, uzun elbisesi ve bembeyaz kolları ile süzülerek çıkmıştı Serendipity’den. O akşam çok mutluydu. Evine gidince, yeni ördeği diğer ördeğin yanına yerleştirmişti.

        Sonra... benim yazdığım mektubu binlerce defa okumuştu. Sonra... beni hemen aramak istemişti ama o saatte aramanın doğru olmadığını düşünmüştü. Sonra... artık kuşları beslerken üzüleceği bir olay yaşamayacağının rahatlığı içinde uyumuştu. Sonra... sabah kalkınca mektubu çantasına yerleştirmiş, iş yerine ulaşınca bana telefon etmeye karar vermişti. Sonra... benimle telefonla uzun uzun konuşabilmek için işine biraz erken gitmek istemişti. Sonra... iş yerine geldiğinde saatin henüz 8.40 olduğunu görmüştü. Sonra... “Yeni bir işe başlarken yeni bir mutluluk umudu da başlıyor” diye düşünmüştü. Sonra... benim mektubumu yine eline almıştı. Sonra... belki bin birinci defa okumuştu mektubumu. Sonra ...telefon etmek için biraz daha zaman geçmesini beklemişti. Sonra... ilk uçak, İkiz Kuleler’e, tam onun çalıştığı kata, bekli de tam onun masasının bulunduğu noktaya çarptığı an, ne olduğunu anlamamıştı. Belki korkacak zaman da bulamamış, yüreğindeki o mahmur sabah mutluluğu ve yıpranmamış umutlarla bir anda ölmüştü.

       Ben ve ördek, rastlantıların bize açtığı yol üzerinde Laura’nın mutlu ölmesi için kaderinin örülmesine yardımcı olmuştuk.

       O gün Dünya Ticaret Merkezi çökerken oradaki diğer insanların kaderini ören başka rastlantılar nelerdi acaba, hiçbir zaman öğrenemeyeceğim.  

 

 

 


4 yorum:

  1. Bâkî’nin ‘’Mufassal kıssa başlarsın, garip efsane söylersin’’ deyişiyle başlar Yusuf Atılgan Aylak Adam’a. ‘’60. Sokakta Aşk’’ da o çizgide. Öykü ayrıca Orhan Seyfi Orhon’un ‘’Tereddüt’’ şiirinin de koşutunda. (Ali Rıfat Çağatay besteledi. Nihavend şarkının güftesidir. Münir Nurettin’den dinleyenler anımsar. Youtube’da var) Puna da çekingenlikten ziyan olan duyguları bir dantel gibi işliyor ve sonra da güm! Gitti güzelim sade elbiseli güvercin besleyen kız duygularından kaçıp ikiz kulelerdeki yeni işine başladığı gün. Gel de dövünme...
    Yazarın araya sıkıştırıverdiği iki sözcükle (göz ışıltısı) tezgâhtarın cinsel eğilimlerine ilişkin ayrıntıyı gözümüzden kaçirtmaması ise başka bir ustalık. İyi ki yazıyorsun Puna. Varol.

    YanıtlaSil
  2. Puna Hanım; yıllar önce öğrettiklerinizle nasıl yolumu aydınlattıysanız, şimdi de öykülerinizle yüreğimi ısıttınız. Bu öyküyü okuduktan sonra bu gece, sizinle yolumun kesişmesinin amacını düşünmek için harika bir gece olacak.

    YanıtlaSil
  3. Nefis bir hikaye, orada kaldırımın kenarında olaylara şahitmişim gibi hissettim. Elinize gönlünüze sağlık.

    YanıtlaSil
  4. (Bana göre mutlu son)la bitseydi ,büyüsünü kaybederdi bu hikaye.Okuyanda merak uyandıran dokusu,oldukça etkileyici ve sürükleyiciydi.Hikayede yaşananlar öylece sürüp gidecekmiş ya da bir yerde bir şekilde havada kalacakmış hissi verirken,şoke ederek,şaşırtıyor okuyanı...Emeğinize sağlık,sevgili Puna....Daha başka hikayelerinizi de bekleyeceğiz...

    YanıtlaSil

Yorumunuz okunduktan sonra yayınlanır. Yorumunuzun altına ad ve soyadınızı yazınız, Kimliği belirsiz yorumlar yayınlanmaz.

ÖNE ÇIKAN YAYIN

And They Died / Gün Gencer

  AND THEY DIED (THE ROAD TO GALLIPOLI) (ÇANAKKALE SAVAŞINA GİDEN YOL) A TRAGEDY IN THREE ACTS  (A Docu-drama with music written in memory o...