ANADOLU KAVAĞI’NDA BALIK
Ayhan, yan dönerek boy aynasında nasıl göründüğüne baktı. Bu ayna biraz şişman gösteriyordu
galiba. Giyim mağazalarındaki aynalarda
daha ince, daha göbeksiz görünüyordu oysa.
Yoksa mağaza aynaları mı hileliydi?
Bazen göbeğine ve sırtının yanlarından beline doğru inen yağ katmerlerine hiç aldırmamak geliyordu içinden. O, bu aldırmama isteğini “artık vazgeçmek” diye tanımlıyordu. Sonra “vazgeçmek” için erken olduğunu düşünüyor, aynada göbeğine kızdığı zamanlar, ilk fırsatta spora başlama kararı alıyor, sonra da bir türlü spor yapacak eşref saati yakalayamadığı için kendini mutsuz etmeyi bir kez daha başarıyordu... Özellikle son bir yıldır....
Aslında canı sıkılıyordu. Canı sıkılan bir erkek için ise spor yapmak
zordu. Esas zor olan ise bir erkek için
ellili yaşlardı. Gücü azalıyordu. Tam
olarak değil de biraz biraz... hissettirmeden....Yaşama gücü, çalışma gücü,
eğlenme gücü, seks gücü, gelecek için bir şeyler hayal etme gücü ve en önemlisi
kendini formda tutma gücü.... Tabii kendine güveni de azalıyordu. Bir yandan
sürekli hala genç olduğunu düşünürken, yanında yirmili yaşlarındaki oğlu varken
gözü aynaya takıldığı zaman ne kadar
yaşlanmış olduğunu görüyordu. Yaşlanmaya
başladığını düşünmek ise daha çok isteksizleştiriyor ve dolayısıyla
güçsüzleştiriyordu onu. Hele bir yıl
önce önemli bir sarsıntı geçirmiş bir erkek olarak güçlü olmak zaten zordu.
Kendini toparlamalıydı. Sigarayı, içkiyi ve yemeği bırakmalıydı. Çok yiyordu son bir yıldır. Spor yapmalıydı. Erken kalkmak için erken yatmalıydı;
televizyonun karşısında hiç de hoşlanmadığı ama alışkanlık oldu diye seyrettiği
dizilere bakmak yerine, erken yatıp uyumalıydı. Uyuyabilirse tabii. Peki bunları niye yapacaktı? Kimin için?
Kendisi için mi?
Dergilerdeki, gazetelerdeki
yazılarda, “Yapacağınız şeyleri kendiniz için yapın” nasihatlerinden
geçilmiyordu. Asla doğru değildi bunlar.
Gazeteler neden doğru olmayan şeyleri yazıp duruyorlardı sanki? Okuyucuyu aldatan yazılar daha renkli olduğu,
daha çok okunduğu için tabii.
Psikologlar, psikiyatrlar da sahtekardılar. Onlar da insanlara, asla kimsenin yapmayı
başaramayacağı şeyleri önerirlerdi.
“Mutlu olmak için olaylara iyimser gözle bakın” veya “Kendinizi iyi
hissetmek için formda olun” veya “Mutluluk
için kişisel gelişmenizi ihmal etmeyin” gibi... Bu sahtekarlar bunları hep
söylerler, gazeteler de bunları hep yazardı da, bir Allah’ın kulu çıkıp
bunların nasıl yapılacağını anlatmazdı.
Göbeğini küçültme azmini nasıl bulacaktı normal bir insan? Her gün spora gitme isteği yüreğine ve
bedenine nasıl gelecekti? Kişisel
gelişim ne demekti? Kişisel gelişimi
yapabilmek için, hayattaki pek çok faydasız ama haz veren şeyden nasıl
vazgeçilecekti? Hele artık kişisel
gelişim tümüyle önemini kaybetmişken.
Aslında bunların hepsini yapmak tek bir durumda mümkündü; aşık olunca...
Aşık adam, göbeğini küçültmek için spora gidecek enerjiyi de buluyordu, kişisel
gelişimini artıracak azmi de. Hele
biraz da kaçamaklar içinde yaşanan bir aşksa bu, metabolizma, heyecandan öğle
bir hızlanıyordu ki, insan spor yapmadan da zayıflıyordu, uyumadan da dinç
oluyordu, gayret sarf etmeden de kişiliğindeki en iyi tarafları ortaya
çıkartıyordu. Bir irade gücü, bir yaşama
isteği, sebepsiz bir mutluluk, bir akıllılık, bir enerji....
Yüreğinde, önceleri çok sık duyduğu, şimdi ise sıklık periyodu azalan
ama hala aynı derecede acıtan sızıyı yine duydu Ayhan, kaybetme sızısını.... Sadece bir insanı kaybetmeyi değil, kasıklarına kadar vuran heyecanını, hak etmediği
şartlarda bile bulacağını bildiği mutluluğun umudunu, sebepsiz sevinçlerini,
yaşama isteğini kaybetmesine sebep olan sızıyı....
Bunları düşünürken karısı, banyonun kapısından başını uzatıp “Hazır
mısın canım?” diye sormaktaydı. Hazırdı tabii. Karısının yanında olmaya, onunla Pazar
gezmelerine gitmeye, onunla birlikte yaşlanmaya hazırdı. İstediği bu değildi ama duygularını belli
etmemeye ve bundan sonra hep yaşayacağı
evlilik monotonluğuna katlanmak için hazırdı. Tabii bunları bilmek de canını
sıkıyordu.
Aslında ikisinin de canı sıkılıyordu da sıkıntılarını belli etmemek için
karşılıklı dikkatli davranıyorlardı.
Neriman’ın da sıkılmaması mümkün müydü? Evlilikte koskoca bir yirmi iki
yıl.... Çocuk büyümüş, üniversiteye
başlamış... İş hayatı hiç olmamış....
Hafta içinde kadın arkadaşlarla sabah kahveleri, vakit öldürmek için
çarşı pazar gezmeleri, öğleden sonraları
konken partileri, pastalar, börekler, çörekler... Başlıca değişmez konu pasta
ve çörek tarifleri..... Kocasıyla giderek azalan kucaklaşmalar, azalan sevgi
sözleri, sıklaşan can sıkıntıları....
Galiba Neriman’da Ayhan’ın, Ayhan da Neriman’ın pek çok şeyden
sıkıldığını biliyordu da bunu bildiğini karşısındakinin tahmin etmediğini
umuyordu. Çünkü “Neyin var” diye sormak
gerekse, çorap söküğü gibi anlatılacak pişmanlıkları, karşılanmamış
beklentileri ve artık birbirlerini pek umursamaz olduklarının itiraflarını
duymayı ikisi de istemiyordu.
Evliliklerdeki en umutsuz nokta zaten artık her şeyi olduğu gibi kabul
etme noktasıydı; yani umursamama noktası, veya Ayhan’ın dediği gibi “artık
vazgeçme”.....
Vazgeçmek duygusu, bir evliliği sürdürmek için “gözümü kaparım vazifemi
yaparım” şartlanmasını da beraberinde getiriyordu ve bu evliliklerin ölene
kadar devamını sağlayan başlıca koşuldu.
Sanki bir insanın hayatındaki en
önemli şey evliliğini yürütmesiymiş gibi.... Zaten uzun sürebilen bir evliliğin
sırrı, gizlenmesi gereken duyguları gizleyebilme yeteneğinde, tekdüzeliğin
yarattığı can sıkıntısına dayanabilme gücünde saklı değil miydi?
Duygularını kelimelere
dökmeye susuzluk gibi ihtiyaç duydukları, birbirlerini keşfetmeye doyamadıkları
günleri çok gerilerde bıraktıkları günlerden bu yana, can sıkıntılarını ve ne
olduğunu tam olarak isimlendiremedikleri duygusal açlıklarını, beraberce
oyalanacak bir şeyler bulma becerileriyle doyurmuşlardı. Ta ki Ayhan, duygusal
açlığını doyuracak bir fırtınaya yakalanana kadar. Gerçekten bir fırtınaydı o.
Ardında dinmeyen sızılar bırakan bir fırtına, hatta bir tayfun.
“Hadi, çıkalım da
vapuru kaçırmayalım” dedi Neriman.
Ayhan, karısı ile birlikte sokak kapısından çıkarken, şehir yaşantısı
içinde sıkıntı dağıtmanın adının “yemeğe
gitmek” olduğunu düşündü. O sıcak ve
nemli Pazar gününde de kendilerini oyalamak, sıkıntılarını unutmak için
buldukları çare Boğaziçi’nde vapurla kısa bir yolculuk ve sonrasında Anadolu
Kavağı’nda balık yemekti. Ne bitmeyen
yeme arzusu, ne zavallılık, ne kadere teslim olunmuşluk..... Oysa bir önceki yaz, Ayhan da iştah mı
kalmıştı? Ne Kavaklarda balık yemek
istiyordu, ne de evde. Cani bol bol
içki istiyordu sadece. İçtiği zaman,
Bilge ile geçirdiği dakikaların izi beyninde daha uzun kalıyor, yüreğinde ve
bedeninde duyduğu heyecan daha yoğunlaşıyordu.
Bilge küçük bir kızdı. Boy olarak ve yaş olarak. Bilge sadece yirmi sekiz yaşındaydı. Ayhan ise ellisinde. Bilge, Ayhan’ın gömlek almak için girdiği
dükkandaki tezgahtardı. Ayhan ünlü bir
avukat, aynı zamanda üniversitede hoca;
bilgili, görgülü, saygın.... Hayattan beklentisi ve yaşama sevinci oldukça
azalmış, mesleki başarılarıyla kendini
oyalamaya ve aile dostlarıyla çeşitli yerlere yemeğe giderek can sıkıntısını
yenmeye çalışan ciddi bir adam. Bilge
bir zıpır. Liseyi zar zor bitirmiş bir varoş kızı. Ama çok güzel. Daracık
blucin, elma desenli tişört giyen, elinde kırmızı kalp şeklinde çanta taşıyan, açık sarı saçlarını
kısacık kestirip, hepsini havaya doğru jöleleyen, ağzında sakız, zıplaya zıplaya
yürüyen bir çılgın. Ama çok neşeli, çok
hayat dolu... ve rahat.
Ayhan, Bilge’yi
dükkana girip ilk gördüğü an, kendini,
ilk görüşte aşık olan yeni yetmeler gibi hissetmiş ve onu o gün umutsuzca
kafasına takmıştı.
Aynı gün
gömleklerini satın aldıktan sonra Osmanbey’deki gömlek mağazasına çok yakın
olan ofisine, gözlerinin önünde Bilge’nin hayaliyle dönmüştü. Tabii bu durum, bir erkeğin hoş bir kadın
görünce canlanan hormonlarıyla açıklanacak kadar basit bir olaydı. Ancak biraz sonra sekreteri, kendisi görmek
isteyen ve kendisine verecek özel bir şeyi olduğunu söyleyen bir genç kızın
geldiğini söyleyince, kalbi, hayatında hiç olmadığı kadar çok çarpmaya
başlamıştı. Neden sekreteri “bir genç
kız” deyince aklına Bilge gelmişti, belli değildi... Ve bir dakika sonra Bilge
kapıda belirmişti. Elinde Ayhan’ın
mağazada unuttuğu cüzdanını tutarak....
Evlerinin kapısından
çıktıktan sonra Ayhan, düşüncelerinden Bilge’yi uzaklaştırmak için karısına
baktı. Orta yaşı yaşamaya başlamasıyla birlikte aynaya baktıkça kendinden
memnun olmayan çoğu kadının yaptığı gibi, yüzündeki çöküklükleri açık renk pat,
allık ve bol pudra ile kapatmaya çalışarak makyaj yapmıştı. Genişleyen basenini gizlediğine inandığı spor
pantolon-ceket takımını giymişti ve Ayhan bal gibi biliyordu ki, karısı o
sırada, öğle üzeri hangi yemekleri yerse daha az kiloya dönüşür diye
hesaplamaktaydı.
Bilge ise hep aç olurdu;
şişmanlama derdi hiç yoktu. Hiç yemek
seçmezdi ve yassı karnı, midesini tıka basa doldursa da asla şişmezdi. Ayhan elinde olmadan karısının bol ceketinin
altından yağlandığı belli olan karnına baktı ve elini gezdirdiğinde
gerginliğinden nasıl da tahrik olduğunu unutamadığı Bilgenin karnını
düşündü. Zaten onu ofisinde gördüğü gün
düşük pantolonundan görünen gergin karnını görünce, elini değdirmeye gerek
kalmadan, Bilge ile yatmaktan başka bir şey düşünemez olmuştu.
Cüzdanını getirdiği için
Bilge’ye teşekkür borçluydu. Para ile ödüllendirme teklifini Bilge kahkahalar
arasında reddedince, o akşam birlikte yemek yemeği önermişti, Bilge’de hemen
kabul etmişti. Yapılacak ilk iş bundan sonra evde bekleyen karısına iş yemeğine
gideceğini söylemekti. Bundan sonrası
çok hızlı, çok basit gelişmişti:
Bilge’nin isteğine uyarak ofise uzak olmayan bir kebapçıya gitmek,
kebaplarla birlikte sarhoş olana kadar kırmızı şarap içmek, yemekten sonra
Ayhan’ın ofisine gelmek....
Bu ilişki böyle birden
bire başlamıştı ve yaz boyunca Ayhan’ın kanı gençlik günlerindeki gibi
kaynamıştı. Ayhan, Bilge’nin yanında
çocuklaşıyor, varoş gençlerinin
gittikleri yerlerde, karısına veya kendi dostlarına yakalanma korkusu olmadan
dolaşmanın rahatlığı eşliğinde onunla hamburger, dürüm, patates kızartması
yiyor, ofiste sevişiyor, mutlu oluyor, sonra evine dönünce, karısına ayrı
geçirdiği tatil günleri veya geceler için yaratıcı yalanlar uyduruyordu. Bu
arada sürekli hediyeler alıyordu Bilge’ye.
İki taraf da mutluydu. Daha ne isteyebilirdi ki. Üstelik ilerde halimiz ne olacak diye
düşünmesini gerektiren bir baskı yoktu Bilge tarafından.
Bu arada Ayhan’ın evdeki davranışları
tabii ki değişmişti. Daha az konuşuyordu. Geceleri eve geç geliyordu. Karısına daha az sevgi gösteriyor, daha çabuk
sinirleniyordu. Eve gelir gelmez banyo
alıyordu. Sabahları jimnastik
yapıyordu. Acaba karısı sevgilisi
olduğundan şüpheleniyor muydu? Galiba şüphelenmiyordu. Bazen, şüphelendiği halde gerçeği öğrenmemek
için hiç soru sormadığını düşündüğü de
olurdu ama işine gelmediği için bunların hiç üstünde durmazdı.
Neriman ve Ayhan,
arabalarına binip Anadolu Kavağı vapuruna binecekleri iskeleye ulaştıkları
zaman, her ikisinin de hayalinde Boğaziçi kıyılarında geçirdikleri gençlik
günlerinin özlemleri vardı. Ayhan, bir yıl önce kısa bir süre için bir kez daha
yakalayıp sonra hızla kaçırdığı sanal gençliğinin pek çok anısını düşünerek,
bir zamanlar gerçek gençliğini üzerinde sürat motorlarıyla gezerek geçirdiği
sulara bakmaya başladı. Kocasının düşüncelerini hissetmiş gibi,
“Biz değişiyoruz ama
bu kıyılar kırk yıldır hep aynı” dedi Neriman, sonra da iç geçirerek ilave
etti, “Ben değişiklik sevmiyorum, çünkü Boğaziçi’nin değişmediğini gördükçe yıllar geçmiyormuş
gibi geliyor.”
Ayhan, karısının sözleri üzerine, son otuz yıl
içinde, binaların katlanarak arttığı tepelere baktı. İçinden “Ağaçlar iyi ki bu kadar sık, yoksa,
ne kadar çok bina yapıldığı daha çok ortaya çıkacaktı” diye düşündü. Hemen ardından da “İstenmeyen gerçekleri
örtecek her zaman başka gerçekler oluyor hayatta” diye geçirdi içinden.
Boğaziçi’nde en belirgin değişiklik, geçirdikleri
restorasyon sonrası yeni yapılmış gibi görünen yalılardaydı. Uzaktaki yalıları
gösterdi eli ile,
“Bizim çocukluğumuzda bu yalıların tahtaları
kapkaraydı, çürümüştü. Bak şimdi çoğu restore edildi. Pırıl pırıl. Bu iyi bir
değişiklik” dedi.
Neriman, yalıları,
kararmış tahtalarıyla seviyordu; kararmış tahtalar, son yıllarda silikleşen
çocukluk hatıralarının bir parçasıydı.
Ayrıca her değişiklikte ürkütücü bir taraf da vardı onun için.
Yeniliklere kendini uydurmakta zorluk çekerdi.
Ne yenilenen yalılardan, ne de herhangi bir değişikliklerden söz etmek
istiyordu o pazar. Bu yüzden kocası ile
aynı fikirde olmadığını söyleyecekken vazgeçti. Geçen yıllar ona çoğu zaman susması
gerektiğini öğretmişti.
İskelede bekleyen
vapur hareket ettikten sonra Neriman, bazen akşam çayına, bazen öğle yemeğine,
bazen denize girmeye, bazen de yatıya gittiği yalılardaki çocukluk ve genç
kızlık günlerini hatırlamaya çalıştı.
Artık çoğu yaşamayan akrabalarının ve artık görüşemediği eski
arkadaşlarının bir zamanlar sahip oldukları yalıların önünden geçerken, içini
her zaman hüzün kaplıyordu. Bir daha yaşamasının
mümkün olmadığını iyi bildiği genç kızlık heyecanları, hayalleri ve umutları,
sanki sisler içinden ara sıra görünüp kaybolan Boğaziçi vapurları gibi
hafızasına gelip gittikçe, yüreğini açlık benzeri bir sızı kaplamaktaydı.
“Gençliğim bitiyor” dedi içinden, yüksek sesle söyleyip kocasının dikkatini bu
gerçeğe çekmemesi gerektiğini bilerek.
Sonra da sesli olarak, kendisini bu gerçekten uzaklaştırmak
istermişçesine anlatmaya başladı;
“Yakın zamana kadar
bir sürü pırtık görünüşlü, kararmış suratlı yalı vardı ya, bak, şimdi senin de
gösterdiğin gibi hepsi tamir olmuş. Bu
demektir ki hepsinin artık yeni sahipleri var.
Eski yalılarda oturanlar doğma büyüme İstanbulluydular. Yalılar harap görünürdü ama, yine de ruhu
vardı onların. Şimdi bu tamir olanlar tiyatro dekoru gibi görünüyor; çok güzel,
çok bakımlılar ama artık canlı değiller.
Çoğunun panjurları hep kapalı.
Nerede bunların içinde yaşayan insanlar?
Eskiden, çocukluğumda, bu yalıların rıhtımlarında denize giren, esen
poyraza rağmen açık havada oturup keyif yapan insanlar görmez miydik? Her zaman rıhtımların bir köşesinde elinde
olta, balık tutan birileri vardı. Yani,
bu yalıların eski sahipleri, yalıda yaşama sanatını bilirlerdi. Şimdiki sahipleri ise bu evleri prestij için
satın alıyorlar”
Kocası sözünü kesti;
“Senin genç
kızlığında deniz temizdi, girilebilirdi, denizde balık vardı, tutulabilirdi.
Şimdi niye insanlar olta atsınlar ki”
“Yine balık var”
dedi, kadın bezgin bir sesle. “Az önce Arnavutköy’de akıntı burnunun önünden
geçerken görmedin mi, sahilde ne kadar çok balık tutan vardı”
Adam cevap vermedi.
O da bir gün Bilge ile balık tutanlara katılmıştı. Araba ile oradan
geçerlerken, Bilge arabayı park edip tutulan balıkları bakmak için ısrar
etmişti. Ve o gün bir dönüm noktası
olmuştu.
Neriman, başını
çevirip kocasına baktı, kendisini dinlemediğini hemen anladı ama yine de
konuşmasını sürdürdü;
“Annem anlatırdı, eskiden, altmış yetmiş sene önce yalılar kolay kolay
satılamazmış. Çünkü Boğaziçi’nde kara
ulaşımı çok azmış. Hatta annemin
çocukluk yıllarında, Anadolu yakasında karayolu neredeyse yok gibiymiş, ulaşım
apırlıkla denizden yapılırmış. Bu yüzden
kocaman yalılar, Nişantaş’taki bir apartman katından daha ucuz fiyata
satılmışlar. Alanlar da çoğunlukla
başlarda yazlık diye kullanmışlar. Bizim
akrabalar da biliyorsun sadece yazın gelirlerdi yalılarına. Çoğu yalı sahibinin
tamirata, onarıma harcayacak parası yoktu o zamanlar. Ayrıca yalıda yaşamak ucuz bir şey de
değildi. Böylece yalılar hep yeni
zenginlere satıldılar. Onlar da yalılarda, şehir içindeki bir apartman katında
oturur gibi oturuyorlar şimdi. Yalıda
yaşamayı, yalının zevkini çıkartmayı eski İstanbullular gibi bilemeden.”
Neriman’ın sesinde yalıda oturanlara karşı bir hınç sezdi kocası. Bu
hoşuna gitmiyordu.
“Artık kim eski
İstanbullu ki, öyle biri yok artık” dedi Ayhan, İstanbul’a bir kuşak önce göç
etmiş bir ailenin kızı olan Bilge’yi düşünerek.
Bilge’nin hayatına
girmesiyle birlikte, kendisine çok uzak olan Varoş kültürünü, onların
kendilerinden farklı olan dünya görüşlerini, farklı beden ve konuşma dillerini
de öğrenmişti. Kendi dünyasının
insanları otomobile, uçağa, deniz motoruna, taksiye biniyorlardı. Bilge’nin
dünyasının insanları ise otobüs ve minibüs insanlarıydı. Onların,
can sıkıntılarını dağıtmak için “yemeğe çıkma” lüksleri yoktu. Onlar acıktıkları için yiyorlar, başka
eğlenceleri olmadığı için sevişiyorlar, seviştikleri için çocuk doğuruyorlar,
çocuk doğurdukları için yaşantıları zorlaşıyor, zorlaşmasına rağmen neden zor
yaşadıklarını anlayamıyorlar ama yaşamak için çalışıyorlar, çalıştıkları halde
yaşamaya yetecek kadar kazanamıyorlar ve yaşayamıyorlardı. Çalışamayan, iş bulamayan ise hiç
yaşayamıyordu.
Neriman kocasının
“Artık kim İstanbullu ki” dediğini de duymamış gibi yaptı, kendi kendine
anlatmaya devam etti,
“Eskiden bu yalıların
önünde veya kayıkhanelerinde mutlaka kayıklar vardı. Bak şimdi bir tek kayık yok. Şimdiki insanlar için otomobil neyse,
çocukluğumuzda bir yalı için de kayık oydu.
Çocukluğumda, sebzeler, ekmekler yalılara her sabah kayıkla gelirdi. Rıhtıma çıkıp satın alırdık. Hatırlar mısın? O kayıkların ne hoş biçimleri
vardı; ince uzundular. Bir kürek çekişle en şiddetli akıntıda bile
ileri fırlarlardı. Öyle olmasa, iki
sahil arasında fırt fırt nasıl gidip gelirdi satıcılar. Renkleri de çok hoştu kayıkların. Bazılarını koyu lacivert boyarlardı, en çok
lacivert kayıkları severdim. Çok değişik
bir lacivertti. Üst taraflarında da
kırmız, sarı, veya yeşil boyanmış tahta şeritler olurdu. Günümüzün genç
ressamları, eski kayıkları görmedikleri için resimlerinde hiç kullanamıyorlar
bu farklı güzelliği. Hepsi unutuldu
gitti.”
Boğaziçi’nde büyüyen
Ayhan için “eski Boğaziçi özlemlerini” dinlemek
yenilik değildi ve kesinlikle ilgisini çekmiyordu. Ayrıca bıkkınlık duyuyordu karısının geçmiş
özlemlerinden. Onun için, “eski” korunmalıydı ama “yeni” tercih
edilmeliydi; çünkü “yeni” her haliyle
daha günün şartlarını temsil ediyordu, daha kullanışlıydı. Yeni, insanı
canlandırıyordu, umut vaat ediyordu. Eski ise sadece iç ezikliği yaratan bir
özlem... Eski, geçmiş demekti, geçmiş ise pişmanlıkla karışık çaresizlik
anlarını hatırlatıyordu; hayatını kendi gücü ile kontrol edememe… ne yapacağını
bilememe... veya ne yapacağını bildiği halde yapmamak için kendi iradesiyle
geri çekilme...
Vapur iki kıyı
arasında gide gele, iskelelere yanaşarak ve her bir iskeleden yolcu alarak
ilerlemekteydi. Yanaştıkları bir
iskelenin az ilerisindeki bir manav, sebzelerini, meyvelerini aşırı bir
titizlikle parlatmış, büyük bir intizamla tezgahlara dizmişti. Tezgahlardaki canlı renkler, yine Neriman’ın
eski bir “Boğaziçi özlemi”ni anlatmasına sebep oldu.
“Hatırlar mısın? Çocukluğumuzda Boğaziçi manavlarına sebzeler,
meyveler takalarla getirilirdi. Orta
kısımları neredeyse suya batmış gibi kavisliydi takaların. Yoksa onlara taka
değil de mavna mı denirdi? Belki ikisi de aynı şeydir. Çocukluğumda mavnaların gelmekte olduğunu, ta
uzaktan pata pata motor gürültüsünden anlardım.
Ne harika renkleri, ne sevimli
tombullukları vardı... ne kadar güven vericiydiler. Günümüzde neden denizden taşıma yapmıyorlar
ki”
O sırada Ayhan, delikanlılık
çağında, yüzlerini ve adlarını unuttuğu
arkadaşlarını doldurduğu sürat motoru ile Boğaz’da sandaldan denize
giren kızlara hava attıkları günleri düşünüyordu. Sonra aklı, yine şişmanlamakta olduğuna kaydı
ve gençlik günlerindeki vücudunu düşündü.
Kızlar bayılırlardı vücuduna.
Kirlilikten Boğaz’da yüzmenin imkansızlaştığı yıllarda,
kendi gençliği de, vücudunun sıkılığı da bitmiş, kızlara hava atmanın da önemi
kalmamıştı. İlerleyen yaşıyla birlikte kadınları etkilemenin hava ile değil,
para ile olduğunu düşündüğü sırada ise Bilge girmişti hayatına. Bilge’yi bal
gibi kendisi etkilemişti, parası değil.
Yoksa Bilge de parasıyla mı ilgiliydi?
Değildi tabii ki. Bilge bir
maceracıydı. Para falan hiç istememişti
kendisinden. Belki büyük planların
peşindeydi, kim bilir? Karısını boşayıp
da kendisiyle evlenmesini hayal ettiğini tahmin etmek zor olmasa gerekti. Hangi varoş kızı sınıf atlamayı istemezdi ki? Bu arada akrabalarından, kardeşlerinden biri
onları görecek diye ödü kopardı. Kendisiyle
ilk birlikte olduğunda da bir bakire değildi Bilge, ama ailesi ve çevresi için
bekaretin ne kadar önemli olduğunu çok iyi biliyordu. Bu yüzden sık sık “Bizi yakalasalar, ya
ikimizi de öldürürler, ya da zorla nikah masasına oturturlar” diyordu.
Ayhan, yine gençliğinde Boğaz’da
geçirdiği günleri düşündü. Bazen Ortaköy’deki Lido’ya, bazen de Tarabya Plajına
giderlerdi. Yüzme stili kadar atlama stili de iyiydi doğrusu. Tramplenden atlarken tüm kızlar nefesini
tutup onu izlerlerdi. Bilge de yüzmesine
bayılmıştı; nasıl bayılmasın ki?
Zavallıcık yüzme bilmiyordu.
Bilge ile Tekirdağ’a
bir hafta sonu kaçamak yapıp denize girmeye gittikleri zaman, kendini oldukça
formda hissetmişti yine. Çünkü onu
tanıdıktan sonra hızla zayıflamış, göbeğini eritmişti. “Genç sevgilinin insana en büyük faydası da
bu” diye düşündü. Formunu Bilge’den
sonra, sekiz ay kadar daha korumuştu.
Sonra yüreğindeki sızı azaldıkça,
kanındaki adrenalin seviyesi de düşmüş ve yine iştahı açılmış, yine eskisi gibi
televizyonun karşısında abur cubur yemeğe, can sıkıntısını dağıtmak için de hem
karısıyla, hem dostlarıyla bol bol yemeğe çıkmaya başlamıştı.
Geçmiş özleminin
hüznü ile, geçmişin simgelediği bir daha elde edilemeyecek şeylerin kızgınlığı
arasında gidip gelen düşüncelerle vakit çabuk geçti ve Anadolu kavağına yanaştı
bindikleri vapur. Bir sürü kedi ve
köpeğin, bir lokma yemek umuduyla bekleştiği, göz göze geldikleri insanların
hemen bacaklarına sürtünmeye başladıkları sahile indiler. Bacağına sırnaşan kediye bakarak “Önce yemek,
sonra sevgi” dedi Neriman.
“Belki de önce
sevgi istiyorlardır” diye mırıldandı Ayhan.
Kendisi hangisine öncelik verirdi acaba, gerçekten aç olsaydı? Tokken bunu bilmeye imkan var mıydı “Bu kadar
çok lokantanın arasında bu hayvanlar nasıl oluyor da bu kadar sıska
kalabiliyorlar” diye söylendi kendi kendine.
“Ya çok hareket
ettikleri için, ya da tipleri böyle ince uzun” diye ukalalık etti Neriman. Ayhan artan yemeklerin bu hayvanlara verilmeyip
doğrudan çöp kutularına atıldığı için zayıf olduklarını söyleyecekti ama
vazgeçti. Bazen kendisini o kadar bezgin
hissediyordu ki, içinden konuşmak gelmiyordu.
Birçok balık lokantası yan
yana sıralanmıştı. Çöp şişlere dizilmiş midye ve kalamarı kızartan açık hava
tezgahları da vardı küçük meydanda. Ayrıca küçük balıkları kızartıp “ekmek
arası” yapan tezgahları da gördüler. Kızartma yağının kokusu iştah açıyordu.
“Yağ henüz yanmamış, acaba bir midye tava yesem mi” diye düşündü Neriman. Tam o sırada
“Keşke midyedeki kolestrol
damarlarımızı tıkamasaydı” dedi Ayhan.
Hemen midye isteği son buldu karısının ama yine de kendini savunmak
istedi,
“Ben midyeyi çok severim
bilirsin” dedi, “yemeyeceksem, kirli denizden temiz midye çıkmayacağına
inandığım için yemeyeceğim. Benim kolestrol sorunum yok”.
“Baktırmayalı bir yıl
oldu, ne durumda olduğunu bilmiyoruz ki ” diye itiraz etti kocası ve sonra
hemen herkesin bildiği klişeleşmiş yakınmayı yaptı,
“İnsanların her
istediğini yiyebilecek kadar parası olduğu zaman, ya doktor yemeği yasaklıyor,
ya da zararlı diye korkudan canı bir şey istemiyor. Ben de artık korkudan hiç
bir şey yiyemiyorum”
Kadın dudaklarına
hayret dolu bir gülümseme kondurarak, kocasının pantolon kemerinin üstüne
sarkmış göbeğine baktı. “İyi ki de yiyemiyorsun” dedi, alayla. Adam tabii ki
karısını duymazlıktan geldi o sırada.
Midyecinin önünden
geçip restoranlara doğru yöneldiler. Her
birinin kapısında, önünden geçenleri ısrarla içeriye davet eden gürültücü
adamlar vardı. Bu davetçilerin farklı yüzleri ve ses tonları dışında, hiç bir
restoran bir diğerinden farklı bir şey sunmuyordu galiba. Bu adamlar da
birbirlerine benziyorlardı. Restoran
sahipleri muhtemelen Karadeniz kökenliydiler ve kapılardaki adamlar da
akrabalarıydı. Hepsi de, açık renk gözlü, sarışın , kocaman burunluydular.
Neriman ve Ayhan,
seçici olmaya gerek görmeden, sanki aralarında önceden anlaşmışlar gibi,
lokantalardan birine giriverdiler.
Buraya, ne özel bir servis, ne farklı bir balık lezzeti, ne etkileyici
bir atmosfer, ne de uygun bir fiyat için gelmişlerdi. Gelmelerinin sebebi, bu Pazar günü, her hangi
bir Pazar gününden farklı bir şey yapmak ve Anadolu Kavağında balık yemiş
olmaktı. Çoğu insan da zaten buraya iyi bir balık yemek için değil, balığı,
Anadolu Kavağı’nda yemek için geliyordu.
Oturdukları pencere
kenarı masadan, küçük mendirek içindeki teknelere ve kendilerini getiren
iskelede bağlı vapura baktılar. Meydan çok kalabalıktı. Akın akın insan
çıkıyordu ara sokaklardan meydana. Yakın zamana kadar, Anadolu Kavağı’na kara
yolundan ulaşım yokken az ilerdeki askeri bölgenin içinden sivillerin geçmesine
izin verilmezdi. Semt sakinleri, her
sabah İstanbul’un bir başka tarafındaki iş yerlerine, sadece şehir hatları
vapurları ile ulaşabilir, akşamları da yine vapurla evlerine dönerlerdi. Bu yeknesak ve saatler süren günlük yolculuk,
isteyerek tercih edilmiş bir yaşam tarzının ödülüydü. Sonra, karayolu bağlantısı açılınca Anadolu
kavağının popülaritesi arttı, çehresi değişti, Anadolu Kavağı yaşantısına,
sadelik ve yeknesaklık yerine balık lokantalarının hareketliliği hakim
oldu. Burada yaşayanların çoğu,
geçimlerini bu lokantalar ve onların yan hizmetleri ile sağlamaya
başladılar. Hatta bu lokantaları
işletmek üzere bir çok aile, Anadolu Kavağına taşındı. İstanbul’un pek çok semti gibi, Boğaziçi’nin
bu gözlerden uzak semti de iç göç dalgasından nasibini aldı.
Masaya oturur oturmaz
“Yemekte ne içersin” diye sordu Ayhan.
“Önce
ne yiyeceğimize karar verelim de,
içkimizi yemeğe göre seçelim” dedi karısı kocasına ders verir gibi.
Ayhan karısının konuşma
tarzına bozuldu. Yemekten ve içkiden anladığını iddia eden bir insanın, (ki
kendisi öyleydi) yemekte içeceği içkiyi, yiyeceği yemeğe uyacak şekilde seçmesi
gerektiğini pekala biliyordu. Karısının
ukalalık edip keyif kaçırmaya hakkı var mıydı?
“Şimdi bir cacık, bir de kırmızı şarap söyleyeyim de şaşırıp kalsın”
dedi içinden, bu muzip fikre hafifçe gülümseyerek. Ayhan, yemek seçmede
iddialıydı. Onun için iyi yemek
seçiminin önemli kuralı, midede bile yemeklerin uygun şekilde karışmasıydı.
“Hadi önce yiyeceğimiz balığı
seçelim” diye önerdi.
“İyi bir balık olsun” dedi
Neriman.
Bir gün balıkçıya
gittiklerinde Bilge de “iyi bir balık seç benim için” demişti. Bilge, balık yemeğe alışık değildi. Balıkları tanımıyordu bile. Orta Anadolulu
bir ailenin geleneksel ev yemekleri içinde balıkla tanışmamıştı
yetişirken. Ayhan o gün, ‘iyi balık’
tarifinin insanlar için nasıl değişebileceğini öğretmişti ona.
“Bazı insanlar için ‘iyi
yemek’ aşçının, mahareti ve bilgisi ölçüsünde karışımlar yapmasıyla ortaya
çıkardığı karmaşık lezzettir. Bazı
insanlar için ise ‘iyi yemek” son derece yalın lezzetlerdir. Çok sayıda malzeme birbiri ile
karıştırılmamalı, karışacaksa da içerdiği malzemelerin lezzetleri birbirini
öldürmemelidir. Balık yemek söz konusu
olduğunda ise, tercihler daha net ortaya
konur” demişti ve sonra balıkların özelliklerini, hangi mevsimde hangi balığın
yenmesi, hangi balığın ne şekilde pişirilmesi gerektiğini anlatarak balık yeme
dersini sürdürmüştü,
“Bazıları için iyi
balık, üstüne sadece kömür ızgarasının kokusu sinmiş, limon sıkmaya bile gerek
olmayacak kadar yalın lezzette bir balıktır.
Izgarada pişmiş bu balığın yanında rakı, koyun sütünden beyaz peynir ve
çoban salata iyi gider. Bazı insanlar
ise, içinde neler olduğu aşçıya sormadan keşfedilemeyen gizemli soslar
dökülmüş, nasıl piştiği belli olmayan balıkları sever. O zaman bu balıklarla beyaz şarap içilmelidir. Rakı bence bu balıklarla iyi gitmez.”
O gün Rumeli Kavağı’nda
bir akşam yemeğindeydiler. Bilge dersini öğrenmiş bir öğrenci gibi,
“O zaman bu salaş yerde
ızgara bir balık yiyelim, yanında rakı
içelim” demişti.
Ayhan farkında olmadan
karısına aynı cümleyi tekrarlayıverdi,
“O zaman bu salaş yerde
ızgara balık yiyelim, yanında rakı içelim. Neriman biraz hayretle,
“Tamam da canım, hangi
balığı yiyeceğiz” diye sordu.
Hangi balığı yiyecekleri
fark eder miydi? Son zamanlarda midesini doldurmak da iyi bir yemek kadar
önemli olmuştu Ayhan için. Bir gün
karısı “Sen depresyon geçiriyor olmayasın, nedir bu iştah?” diye dikkat
çekmişti değişen yemek yiyişine.
Sonunda Neriman,
ızgara çingene palamudu, kalamar tava ve yeşil göbek salata yemeğe karar
verdi. Kocası da balık seçiminde ona
uydu. Ancak o, ilave olarak ızgara kaşar peyniri, soğansız çoban salata ve
kızarmış istavrit de istedi. Karısı
“çoban salata soğansız olmaz” dediyse de bu müdahaleye itibar etmedi. Sonra öğle yemeğine daha uygun diye rakı
değil de beyaz şarap içmeye karar verdiler.
Ayhan karısının itirazına rağmen ikinci bir şişe şarabı da açtırıp içti.
Biraz da şarabın
sarhoşluğu ile kendilerini daha az sıkıntılı hissederek, balık lokantasının
dışına çıktıkları zaman vapura doğru yürürken elleri birbirini buldu
beklemedikleri bir anda. Ayhan, içi
sızlayarak karısının elini sımsıkı tuttu avucunda. Bilge ile de Arnavutköy’de o
akşamüzeri balık tutanların yanında durduktan sonra el ele tutuşmuş, boğazın
sularına bakarken, omzuna bir el dokunmuş ve başını çevirince yirmi yaşındaki
oğlu ile göz göze gelmişti. Oğlu’nun
yüzündeki ifadeyi hiçbir zaman unutmayacaktı. Nutku tutulmuştu bir süre, neden
sonra kendini toparlamış ve tabii ki tanıştırmıştı Bilge’yi oğluna. Oğlu çok ölçülü ve kibar davranmış, kısa süre
sonra yanlarından ayrılmıştı O gece annesi uyuduktan sonra, babasına
konuşmaları gerektiğini söylemişti.
Ayhan, hayatı boyunca yaptığı en zor konuşmayı o gece oğlu ile
yapmıştı. Ona Bilge ile ilişkisinin
kendisi ve annesi için bir tehlike olmadığını, sadece bir macera olduğunu
söylemişti. Bunları söylerken ağlamak
istiyordu. Yirmi yaş genç olmak istiyordu. Kendisinin bir varoş delikanlısı
olmasını istiyordu veya Bilge’nin bir varoş kızı olmamasını istiyordu.
Bilge’nin yirmi yaş büyük olmasını istiyordu.
İyice gençlikten uzaklaşmadan yaşadığı bu heyecanın bitmemesini
istiyordu. Acı çekmemek istiyordu. Oğlu’na “Sen benim yaşımda aşık olmak nasıl
bir şeydir nereden bilebilirsin ki” demek istiyordu. Ve oğlundan af dilemek
istemiyordu.
Bu istediklerinin hiç
birini yapamıyor, oğluna bu ilişkiye en kısa zamanda son vereceğinin sözünü
verirken, üstelik bir de bu durumdan annesine bahsetmemesini rica ederek
kendini oğlunun insafına terk ediyordu.
Sahile doğru, karısıyla
el ele bir kaç adım attılar ve sanki bu yaptıklarına hayret ederek öylece
durdular. Önlerinde uzanan rıhtımın
barınağındaki rengarenk balıkçı teknelerine bir kez de yakından bakmaya
başladılar.
Balıkçı tekneleri, her
sabah şafak sökerken Karadeniz’e balığa çıkıyor, sonra tuttukları balığı,
Anadolu Kavağı’ndan çok uzakta olan balık haline satıyorlardı. Buradaki balık
lokantaları da balığı, balık halinden satın alıp, gerisin geriye Anadolu
Kavağı’na getiriyorlardı. Müşteriler, balık lokantalarının önündeki balıkçı
teknelerine bakarak yemek yerken, denizden yeni tutulan balıklardan yediklerini
düşünüp mutlu oluyorlardı. Hayatta hiçbir şey göründüğü gibi değildi. Belki de
hayatın güzelliği, görünen gerçeklerle
görünmeyen gerçekler arasındaki gizli işbirliğinden kaynaklanıyordu..
Ayhan, karısının elini
bırakmadan, balıkçı teknelerini başı ile göstererek, “Şunlardan biri ile alıp
başımı Karadeniz’e balığa gitmeyi her zaman istemişimdir” dedi. Ne var ki ikisi de bu isteğin hiç bir zaman
gerçekleşemeyeceğini biliyorlardı.
Ayrıca biliyorlardı ki bundan sonraki hayatlarında sıkıntılarını, alıp başlarını bir yerlere gitmek yerine,
küçük heyecanların açık ifadeleri ve büyük arzuların gizli hayalleri eşliğinde
birlikte bir şeyler yaparak dağıtmaya çalışacaklardı. Birbirlerinin elini tutarken, sıkılsalar da,
yeknesak bulsalar da, bir arada olmalarının verdiği tembellik dolu güveni sunan
kaderlerini de sımsıkı tutuyor olacaklardı avuçlarında.
“Güzel bir yemek yedik
aslında bugün, öğle yemeği için tam istediğim yemek buydu, doğrusu pek
memnunum” dedi adam.
Kadın, gülümsedi,
“Mutluluk, galiba istediğini yiyebilmekle, yiyebileceğini istemek arasında
yatıyor” dedi yavaşça, kocasının biraz daha irileşen göbeğine bakarak.
Sonra, kendilerini
geri götürecek vapura doğru yine el ele ilerlediler. İkisi de, eve döndüklerinde mutlaka
tekrarlayacak gizli can sıkıntısını karşısındakine asla belli etmeyeceğini
düşündü. Ama olsun, yüreklerine gizli
sıkıntılar doldukça, beraberce yine güzel bir yemeğe gidebileceklerdi. Bunu şimdiden bilmek de, adını tam
koyamadıkları ve gerçekleştiremeyeceklerini iyi bildikleri başka arzuların
özlemini biraz olsun telafi edecekti.
Puna Endem gene bir sözcük danteli örmüş. Ebrulî duygu yumakları kullanarak...
YanıtlaSilŞapka..
O
Puna Endem,
YanıtlaSilÇocukluğu İstanbul'da geçmiş bir emekli subay çocuğu olarak, bu yazı için size teşekkürlerimi sunmak isterim, İzmir'den selamlar...Av.Lütfi Egehan Özdemir