Akıllı Adam / O. Üstünkök

 

HAYALÎ ARKADAŞIM  AKILLI ADAM

 

 

Adamakıllı akıllıydı adam.

 

Yazar bunu yazdıktan sonra arkasına yaslandı. ‘’Ee, haydi bakalım, hayırlısı.. Başlamak işin en önemli kısmı derler ’’ diye aklından geçirdi. Sonra düşünceli düşünceli pencereden dışarı baktı. Bu ilk cümleyi başka türlü de yazabilirdi kuşkusuz. Örneğin, ‘’adam epey akıllıydı’’, ‘’adam enikonu akıllıydı’’, ‘’adam çok akıllıydı’’ ‘’adam bayağı akıllıydı’’ falan diyebilirdi de böylesi daha oyuncaklıydı. ‘’Oyuncaklı olmasına oyuncaklı ama galiba biraz banal oldu. Neyse, boşver’’ dedi, kendi kendine. Gülümsedi. Yazmayı sürdürdü.

 

Adam adamakıllı akıllıydı. Kurnazdı da.

 

Yazar gene kalemi bıraktı. ‘‘Akıllılar kurnaz olmuyor, daha doğrusu kurnaz olmaya gerek görmezler’’ diye düşünürdü hep. Ona göre, kurnazlıkla arayı kapatanlar yeterince akıllı olmayanlardı. Akılla hak etmediklerini kurnazlıkla elde edenler bile tanımıştı. Gel gör ki işte bu öyküye konu olan kişi hem akıllı hem de kurnaz olsun istiyordu. Yeniden yazmaya başladı.

 

Akıllılar kurnaz olmaz diye bir kural yoktur elbet. Bir kişi hem adamakıllı akıllı hem de ayni zamanda tilki gibi kurnaz olabilir. İşte bu adam da öyleydi. Varlıklıydı da. Geçimini sağlamak için çalışmak zorunda değildi. Dedesi, babası maden işleterek büyük varsıllık oluşturmuşlardı. Onlar göçtükten sonra adam elindeki işletmeleri tatlı kazançlarla başkalarına devretmiş, kendisi keyfince yaşar, gezer, eğlenir olmuştu. En büyük merakı ören yerleriydi. Aslında bunu salt merak olarak değil de, aynı zamanda sanki madenciliğin uzantısıymış gibi görüyordu. Kırsal yerlerde maceracı kişilerin kaçamak, izinsiz kazılarda ara sıra buldukları ufak tefeği beş on kuruşa alıyor, evde temizliyor, gerekirse onarımlarını yapıyor, sonra da camlı dolaplar içinde sergiliyordu. Gezdiği yerlerdeki antikacılardan da eski heykelcikler, paralar, takılar alıyordu. Bazan böyle şeyleri el altından pazarlayanlar kendileri getiriyorlar, adam da onları boş çevirmiyordu. Evinde neredeyse bazı müzeleri kıskandıracak denli zengin ve çeşitli bir birikim oluşmuştu.

 

‘’Öyle ya, yaptığın iş yeraltı zenginliklerini sömürmekse ha maden çıkarmışsın topraktan, ha eski uygarlıklardan kalanları. Zamanında dedesi babası öyle para kazanmışsa neden adam da yeraltından çıkanları sahiplenmesin ki? Öykü için böyle bir mantık kurmakta bir sakınca olmaz’’ diye düşündü Yazar.

 

Bozkır Torosların kuzey eteklerinde başlar. Hava kuru, toprak çoraktır Orta Anadolu düzlüklerinde. Kışlar soğuk, yazlar sıcak ve kuraktır.

 

Yazar, bunu yazar yazmaz mırıldandı. ‘’Ortaokul coğrafya derslerinin bellekten bir türlü silinmeyen basmakalıp bilgileri bunlar ama doğru’’

 

Antika meraklısı adam, bir arkadaşının kullandığı arabayla bozkırda Torosların yakınına kadar geldi o sabah. Adamakıllı sıcak bir yaz günüydü.

 

Yazar da bu adamakıllı deyimini adamakıllı seviyor anlaşılan. (Pardon! ‘’Pek’’ seviyor, ‘’çok’’ seviyor, ‘’epey’’ seviyor, falan... )

 

Öğlene doğru bir köye girdiler. Hernekadar geçerken şöylesine uğramışlar gibi görünse de aslında tasarlanmış bir molaydı bu.

 

Yazar bunu yazarken ‘’köye rastlantı olarak değil de bilerek geldiğini yazayım ki okur adamın kurnazlığını görmüş olsun’’ diyordu içinden. Öyle ya, köyün yakınında bir ören yeri yoksa adam niye gelsindi çakalın bile uğramadığı bir bozkır köyüne bu sıcakta?

 

Köyün meydanındaki kahve bütün köylerdeki kahveler gibiydi. Önünde derme çatma bir çardak vardı. Altındaki gölgede bir kaç kasketli adam isteksiz isteksiz, adeta zorla okey oynuyorlardı. Tekmelenmekten korkarcasına duvar dibine sinmiş gözleri çapaklı bir çoban köpeği tabloyu tamamlıyordu. Adam ve arkadaşı çardağın gölgesindekileri selamlayıp oturdular. Kahveci Murtaza koşturdu, ince belli bardaklarla çay getirdi yeni gelenlere. Çifter çifter atılan şekerler karıştırılırken metal kaşığı bardağın kenarlarına dokundurdukça müzikal bir ritim tutturdu adam. Bu alışkanlığı gençken edinmişti. Çayını karıştırırken yaptığı uyumlu, hoş şıngırtı her seferinde etrafta gülümsemelere neden olurdu. Burada da kaşığın sesi okeycilerin dikkatini çekti. İçlerinden biri ‘’aman beyim dur, yoksa oynayacam’’ deyince diğerleri de dönüp baktı. Adam fırsatı kaçırmadı. Yapmacık bir ciddiyetle ‘’yok yok, bu sıcakta olmaz. En iyisi ben kışın gene geleyim, o zaman birlikte çalar oynarız‘’ deyince herkes gülüştü. Adamın tam istediği ortamdı bu.

 

Anadolu köy kahvelerinde yaygın ve önemli iki özellik vardır. Biri insanların meraklılığıdır, diğeri ise bilgiçlikleri. Bu köyde de merak hemen sergilendi. Sorular gelmeye başladı. Ne var ki, yabancının şakalı konuşması kahvedekileri zaten etkilemişti. Ne dese hoşlarına gidiyor gibiydi. Adamın içtenliğini seviverdiler. O da sorulunca lafı dolaştırmadan bu yakınlardaki ören yerlerini görmeye geldiğini açık açık söyledi. Sonra cebinden el kadar bir heykelcik çıkardı. Masaya koydu. Çıplak, koca memeli, etli butlu, ama ayrıntısız bir kadın figürüydü bu. Memeleri bunca dolgun olmasa kadın olduğu bile kolay anlaşılmayacaktı. ‘’Bakın’’ dedi, ‘’ben işte buna benzer şeyler arıyorum ama antikacı ya da polis falan değilim. Ben bunları kendi keyfim için topluyorum, dostlarıma, konuklarıma gösteriyorum. Nereden geldilerse o yerleri başkalarına tanıtıyorum. Tanışlarım da oralara gelmeye başlıyor. Alış veriş ediyorlar. Hareket, bereket falan yani... Elinde böyle şeyler olanınız varsa bir görmek isterdim.’’

Adamın söyledikleri üzerine önce kısa bir sessizlik oldu. Sonra ‘’bu işi bizim örtmen bilir’’ dedi kahvedekiler, nerdeyse hep bir ağızdan. Böylelikle kendilerini aklamış, ‘’örtmeni’’ ise belli belirsiz karalamış oluyorlardı herhalde, kimbilir? Adam ‘’Eh, hadi şu öğretmene bir haber salın o zaman. İşi yoksa gelsin bakalım’’ demekle yetindi. Sonra kahveciye döndü, sanki ömrü köy kahvelerinde geçmişcesine ‘’patron, sen de çaylarımızı tazele bir zahmet’’ dedi.

 

İlk kez geldiği köyün kahvesi akıllı ve kurnaz adamın adeta kendi mekanı olmuştu yirmi dakika içinde. Adamın kahvesini fethettiği köy Burdur’a pek uzak değildir. Nüfusu da hepi topu 500 falandır. Anadolu’nun çoğu yerinde olduğu gibi tarım toprağının pek azı sulanabilir, gerisi iyiden iyiye kıraçtır. Köyün hemen dışında, gene çok yerde rastlananlar gibi bir tepecik vardır. Pek dikkat çekmez ise de Burdur Gölü’ne kadar uzanan düzlükte böyle bir yükseltinin bulunması bunun bir höyük olduğunu düşündürür. Gerçekten de, tepenin üstünde, yanında, yakınında kırık pişmiş toprak parçalar bolca görülür. Bunlar köylünün define umutlarını her zaman pekiştirmiştir ama jandarma korkusu ortalığın bilinçsizce talan edilmesini hiç olmazsa biraz olsun zorlaştırmış olmalıdır.

 

Adam eğer köylülerden bazı antika parçalar alabilirse bu sıcak yaz gününde kalkıp taa Ankara’dan boşuna gelmiş olmayacaktı. O arada ‘’örtmen’’ gelene kadar etrafta kısa bir yürüyüş yapmak için sıcağı göze aldı, çayını içip kalktı. Ankara’dan getirdiği gazeteyle başına gölge yaparak az ilerdeki tepeye doğru yürüdü. Evet, tepe bir höyüktü. Heyecanlandı, umutlandı adam. Kahveye geri döndü. Tam bir çay daha isteyecekti ki omuzunda fotoğraf makinesi çantası asılı birisi kahveye geldi. Kahveci çay ocağından başını uzatıp seslendi. ‘Beyim, aha örtmen geldi.’’ Gelen adam aslında pek öğretmene benzemiyordu. Diğerlerinden tek farkı taşıdığı fotoğraf makinesiydi. Ankara’dan gelen sanki kendisi evsahibiymiş gibi ‘’hoşgeldin öğretmen bey’’ diyerek yeni geleni masasına buyur etti. ‘’Şansım varmış, seni çok beklemedim’’. Yeni gelen karşılık verdi: ‘’Sen de hoşgelmişsin bey. Murtaza! Bak bakem aagideşlee ne içiyomuşsa hepsininkini tazeleyivee. Bize de gaave yap.’’ ‘’Ben kahve içmesem? Dokunuyor da. Benimki çay olsun.’’ ‘’Murtaza, duydun demi? Beye çay getcen, okkalı ossun.’’

 

Öğretmen dedikleri büyük olasılıkla gerçek öğretmen değildi ama buranın önde geleniydi, besbelli. Ankaralı adam kahveye ilk geldiği zamanki ayrıcalıklı rahatlığı biraz yitirmiş gibi olduysa da pek aldırmadı. Hemen konuya girmekte yarar var diye düşünerek cebindeki küçük heykelciği çıkarıp masaya koydu.

 

‘’Öğretmen bey, arkadaşlara da söyledim. Ben buna benzer şeylere meraklıyım. Dediler ki bu işi en iyi sen bilirmişsin. Bir bak bakalım ne diyeceksin?’’ Öğretmen heykelciği eline bile almadı. Şöyle bir baktı. ‘’Bey sen bunu Çıkrıkçılaadaki Dayıların Nusret’ten almışsın. Kaç para veedin?’’

 

Adam şaşkınlıktan dilini yutacaktı. Bozkırın ortasında sıradan bir köyün kahvesinde adamın teki şekilsiz bir heykelciğin nereden alındığını daha ilk bakışta bilmişti. Gene de renk vermedi. ‘’Pazarlık ettik, uygun fiyata bıraktı’’ diyerek fiyat sorusunu geçiştirdi.

 

‘’Peki, bunlaadan sende başka vaa mı?’’

 

‘’Ohoo, sorar mısın? Benim evimde neler var bir görsen. Ben antikalara çok meraklıyım.’’

 

‘’Senin ev Bülbülderesi’nde, demi?’’

 

‘’Evet. Nerden bildin?’’

 

Öğretmenin yüzü ciddileşti. Yavaş yavaş ayağa kalktı. Ankaralı’nın gözünün içine bakarak sert sert konuştu.

 

‘’Cüneyt Bey, ben komiser Sabahattin Cumhur. Sizi aylardır takip ediyoruz. Bu heykelciği aldığınız Antikacı Nusret de bizim ajanımız. İzinsiz ruhsatsız kaçak antika topladığınız ihbarını ne zamandır almıştık. Bugün artık sizi yakalamak zamanı geldi.’’

 

Ankaralı afalladı. Hiç böyle bir şey beklemiyordu.

 

‘’Nasıl olur canım, ben bu köye daha biraz önce geldim, arkadaşımın arabasıyla, hem de habersiz. İsterseniz kahvedekilere de sorun’’.

 

‘’Olur ama önce siz arkanıza bir bakın bakalım.’’

 

Ankaralı döndü. Kahvedeki uykulu gözlü köylülerin hepsi ayaktaydı şimdi. Ellerinde polis kimlikleri vardı, birinde de silah. Adam neye uğradığını şaşırdı. ‘’Ama, şey, nasıl olur...’’ diye kekelerken onu arabayla köye getiren arkadaşı da yanına geldi. Arka cebinden bir kelepçe çıkardı. ‘’Cüneyt, korkarım bu iş buraya kadar’’ dedi. ‘’Komiser Sabahattin benimle çalışıyor. Kaçakçılık şubesinden. Kahvedekiler de onun kadrosundaki güvenlik görevlileri. Haydi bakalım. Toplan da biran önce merkeze dönüp seni ilgililere teslim edelim. Bundan sonrası onların işi.‘’

 

Adam daha fazla dayanamadı, fenalaştı. Beti benzi sarardı. Kendini en yakındaki sandalyeye zor attı. Boyunbağını gevşetti. Suratı kasıldı. Nefes alamıyordu. Kahveci Murtaza içerden bir bardak su getirene kadar oturduğu yerden kaydı, hareketsiz, yüzükoyun külçe gibi masanın dibine yığıldı kaldı.

 

‘’Anaa !’’ dedi Murtaza. ‘’Naaptınız len ? Televizyon şaka porgıramı yapıyoz dirkene öldürdünüz adamı!’’.

 

Kendini Komiser Sabahattin olarak tanıtan, ‘’Tüh lan! Herşey ne güzel gidiyordu. Pek de iyi kurgulayıp tezgahlamıştık, haftaya yayınlanacaktı. Tam şakayı adama söyleyip işi tatlıya bağlamak üzereydik. Hay aksi!’’ diyerek o da bir sandalyeye çöktü.

Kameramanlar çekim yaparken gizlendikleri yerlerden çıktılar. Şefleri telaş içinde dövünüyordu. ‘’Yahu bu işi kaç senedir yaparız, ilk defa böyle bir şey oluyor. Şaka maka adam göz göre göre öldü be! Ne yapacağız şimdi ? Mahvolduk !’’ Herkes mahçup, herkes şaşkın, herkes çaresizdi. Kimse ne yapılacağını bilmiyordu. Şaka tam anlamıyla kaka olmuş, Ankaralının yüreği televizyon şakasını kaldıramamıştı. Adam durduk yerde ölmüş gitmişti.

 

Kahvedekilerin kimisi dövünür, kimisi arpacı kumrusu gibi düşünürken öldü sandıkları adam hiç umulmadık bir şekilde birden ayağa fırladı. Müthiş bir kahkaha patlatarak bağırdı.

 

‘’Ulan şerefsizler! Siz beni ne sandınız, şaşkınlar! Bari yayın aracınızı o kadar ortalık yerde bırakmasaydınız. Gelir gelmez farkettim ne olduğunu, kelekler! Madem bir iş yapıyorsunuz, doğru dürüst yapın. Neyse, herhalde başkası olsa aldanırdı da böyle şeyler bana sökmez. Sizi gidi beni bilmezler sizi! Oğlum Murtaza, getir arkadaşlara bir testi su da yüzlerini yıkayıp kendilerine gelsinler. Ben kolay kolay ölmem ama baksana bunların hepsinin ödü bokuna karıştı. Ne kadar kofmuşsunuz lan!   Yuh size !’’

 

Sonra arabayla kendisini Ankara’dan getiren arkadaşına döndü.

 

‘’Yalçın, ver bakalım arabanın anahtarlarını bana. Sen başının çaresine bak. İster suç ortağın televizyoncularla dön geriye, istersen otostop yap. Aslında dilin şişene dek seni arabanın arkasından koşturmak vardı ama dua et arkadaşımsın. Şu aptal heykelciğimi de camekana koyup kahvenin bir kenarında sergileyin. Bugünün hatırası olsun. Sahtedir. Alçıdan uyduruk bir kopya. Söylemedi demeyin. Onun aslı dünyanın en değerli antikalarından biridir. Dile kolay, otuz bin yıl öncesinden kalma. Viyana’daki Doğa Tarihi Müzesi’nde duruyor. Çıkrıkçılar’daki kıçıkırık antikacıdan alınacak gerçek şey mi o? Aklınıza şaşayım sizin, cahil herifler! Televizyon şakası ha? Şaka öyle olmaz, böyle olur, tamam mı? Hah hah hah! Epeydir bu kadar eğlenmemiştim. Yalnız size bir şey diyeyim mi? Gerçekten ölseydim şimdi hepiniz boku yemiştiniz. Siz bu kadarla atlattığınıza şükredin. Bir de şu var. Benim gerçek antikalarımın tamamı Bakanlık envanterinde kayıtlı. Hepsi yasal, hepsi tescilli. Konunuzu iyi araştırsaydınız benim sizin gibi kerizlere pabuç bırakmayacağımı bilirdiniz. Hele bu Yalçına ne demeli? Sözüm ona eski arkadaşım olacak. Dört dörtlük hıyarmış meğerse. Tüh sana, salak ! Haydi beyler, bana doyum olmaz, sizlere iyi günler’’.

 

Arabaya girdi, çalıştırdı. Kahvedekileri toz içinde bırakarak gazladı, gitti.

 

Yazar öyküyü bitirince arkasına yaslandı.

Okurlar sanki karşısındaymış gibi yüksek sesle ’’işte’’ dedi, ‘’adamın hem akıllı hem de kurnaz olduğunu gördünüz. Söylemiştim. Meğer şakacıymış da.’’

Sonra kalktı, kendine orta şekerli bir kahve yaptı.

 

 

                                                     ***

1 yorum:

Yorumunuz okunduktan sonra yayınlanır. Yorumunuzun altına ad ve soyadınızı yazınız, Kimliği belirsiz yorumlar yayınlanmaz.

ÖNE ÇIKAN YAYIN

And They Died / Gün Gencer

  AND THEY DIED (THE ROAD TO GALLIPOLI) (ÇANAKKALE SAVAŞINA GİDEN YOL) A TRAGEDY IN THREE ACTS  (A Docu-drama with music written in memory o...