HAYALÎ ARKADAŞIM AKILLI ADAM
Adamakıllı
akıllıydı adam.
Yazar bunu yazdıktan sonra arkasına yaslandı. ‘’Ee,
haydi bakalım, hayırlısı.. Başlamak işin en önemli kısmı derler ’’ diye
aklından geçirdi. Sonra düşünceli düşünceli pencereden dışarı baktı. Bu ilk
cümleyi başka türlü de yazabilirdi kuşkusuz. Örneğin, ‘’adam epey akıllıydı’’,
‘’adam enikonu akıllıydı’’, ‘’adam çok akıllıydı’’ ‘’adam bayağı akıllıydı’’
falan diyebilirdi de böylesi daha oyuncaklıydı. ‘’Oyuncaklı olmasına oyuncaklı
ama galiba biraz banal oldu. Neyse, boşver’’ dedi, kendi kendine. Gülümsedi.
Yazmayı sürdürdü.
Adam adamakıllı
akıllıydı. Kurnazdı da.
Yazar gene kalemi bıraktı. ‘‘Akıllılar kurnaz olmuyor,
daha doğrusu kurnaz olmaya gerek görmezler’’ diye düşünürdü hep. Ona göre, kurnazlıkla
arayı kapatanlar yeterince akıllı olmayanlardı. Akılla hak etmediklerini
kurnazlıkla elde edenler bile tanımıştı. Gel gör ki işte bu öyküye konu olan
kişi hem akıllı hem de kurnaz olsun istiyordu. Yeniden yazmaya başladı.
Akıllılar kurnaz
olmaz diye bir kural yoktur elbet. Bir kişi hem adamakıllı akıllı hem de ayni
zamanda tilki gibi kurnaz olabilir. İşte bu adam da öyleydi. Varlıklıydı da.
Geçimini sağlamak için çalışmak zorunda değildi. Dedesi, babası maden işleterek
büyük varsıllık oluşturmuşlardı. Onlar göçtükten sonra adam elindeki
işletmeleri tatlı kazançlarla başkalarına devretmiş, kendisi keyfince yaşar,
gezer, eğlenir olmuştu. En büyük merakı ören yerleriydi. Aslında bunu salt
merak olarak değil de, aynı zamanda sanki madenciliğin uzantısıymış gibi
görüyordu. Kırsal yerlerde maceracı kişilerin kaçamak, izinsiz kazılarda ara
sıra buldukları ufak tefeği beş on kuruşa alıyor, evde temizliyor, gerekirse
onarımlarını yapıyor, sonra da camlı dolaplar içinde sergiliyordu. Gezdiği
yerlerdeki antikacılardan da eski heykelcikler, paralar, takılar alıyordu.
Bazan böyle şeyleri el altından pazarlayanlar kendileri getiriyorlar, adam da
onları boş çevirmiyordu. Evinde neredeyse bazı müzeleri kıskandıracak denli
zengin ve çeşitli bir birikim oluşmuştu.
‘’Öyle ya, yaptığın iş yeraltı zenginliklerini
sömürmekse ha maden çıkarmışsın topraktan, ha eski uygarlıklardan kalanları.
Zamanında dedesi babası öyle para kazanmışsa neden adam da yeraltından
çıkanları sahiplenmesin ki? Öykü için böyle bir mantık kurmakta bir sakınca
olmaz’’ diye düşündü Yazar.
Bozkır Torosların
kuzey eteklerinde başlar. Hava kuru, toprak çoraktır Orta Anadolu
düzlüklerinde. Kışlar soğuk, yazlar sıcak ve kuraktır.
Yazar, bunu yazar yazmaz mırıldandı. ‘’Ortaokul
coğrafya derslerinin bellekten bir türlü silinmeyen basmakalıp bilgileri bunlar
ama doğru’’
Antika meraklısı
adam, bir arkadaşının kullandığı arabayla bozkırda Torosların yakınına kadar
geldi o sabah. Adamakıllı sıcak bir yaz günüydü.
Yazar da bu adamakıllı deyimini adamakıllı seviyor
anlaşılan. (Pardon! ‘’Pek’’ seviyor, ‘’çok’’ seviyor, ‘’epey’’ seviyor,
falan... )
Öğlene doğru bir
köye girdiler. Hernekadar geçerken şöylesine uğramışlar gibi görünse de aslında
tasarlanmış bir molaydı bu.
Yazar bunu yazarken ‘’köye rastlantı olarak değil de
bilerek geldiğini yazayım ki okur adamın kurnazlığını görmüş olsun’’ diyordu
içinden. Öyle ya, köyün yakınında bir ören yeri yoksa adam niye gelsindi
çakalın bile uğramadığı bir bozkır köyüne bu sıcakta?
Köyün meydanındaki
kahve bütün köylerdeki kahveler gibiydi. Önünde derme çatma bir çardak vardı.
Altındaki gölgede bir kaç kasketli adam isteksiz isteksiz, adeta zorla okey
oynuyorlardı. Tekmelenmekten korkarcasına duvar dibine sinmiş gözleri çapaklı
bir çoban köpeği tabloyu tamamlıyordu. Adam ve arkadaşı çardağın
gölgesindekileri selamlayıp oturdular. Kahveci Murtaza koşturdu, ince belli
bardaklarla çay getirdi yeni gelenlere. Çifter çifter atılan şekerler
karıştırılırken metal kaşığı bardağın kenarlarına dokundurdukça müzikal bir ritim
tutturdu adam. Bu alışkanlığı gençken edinmişti. Çayını karıştırırken yaptığı
uyumlu, hoş şıngırtı her seferinde etrafta gülümsemelere neden olurdu. Burada
da kaşığın sesi okeycilerin dikkatini çekti. İçlerinden biri ‘’aman beyim dur,
yoksa oynayacam’’ deyince diğerleri de dönüp baktı. Adam fırsatı kaçırmadı.
Yapmacık bir ciddiyetle ‘’yok yok, bu sıcakta olmaz. En iyisi ben kışın gene
geleyim, o zaman birlikte çalar oynarız‘’ deyince herkes gülüştü. Adamın tam
istediği ortamdı bu.
Anadolu köy
kahvelerinde yaygın ve önemli iki özellik vardır. Biri insanların
meraklılığıdır, diğeri ise bilgiçlikleri. Bu köyde de merak hemen sergilendi.
Sorular gelmeye başladı. Ne var ki, yabancının şakalı konuşması kahvedekileri
zaten etkilemişti. Ne dese hoşlarına gidiyor gibiydi. Adamın içtenliğini
seviverdiler. O da sorulunca lafı dolaştırmadan bu yakınlardaki ören yerlerini
görmeye geldiğini açık açık söyledi. Sonra cebinden el kadar bir heykelcik
çıkardı. Masaya koydu. Çıplak, koca memeli, etli butlu, ama ayrıntısız bir
kadın figürüydü bu. Memeleri bunca dolgun olmasa kadın olduğu bile kolay
anlaşılmayacaktı. ‘’Bakın’’ dedi, ‘’ben işte buna benzer şeyler arıyorum ama
antikacı ya da polis falan değilim. Ben bunları kendi keyfim için topluyorum,
dostlarıma, konuklarıma gösteriyorum. Nereden geldilerse o yerleri başkalarına
tanıtıyorum. Tanışlarım da oralara gelmeye başlıyor. Alış veriş ediyorlar.
Hareket, bereket falan yani... Elinde böyle şeyler olanınız varsa bir görmek
isterdim.’’
Adamın
söyledikleri üzerine önce kısa bir sessizlik oldu. Sonra ‘’bu işi bizim örtmen
bilir’’ dedi kahvedekiler, nerdeyse hep bir ağızdan. Böylelikle kendilerini
aklamış, ‘’örtmeni’’ ise belli belirsiz karalamış oluyorlardı herhalde,
kimbilir? Adam ‘’Eh, hadi şu öğretmene bir haber salın o zaman. İşi yoksa
gelsin bakalım’’ demekle yetindi. Sonra kahveciye döndü, sanki ömrü köy
kahvelerinde geçmişcesine ‘’patron, sen de çaylarımızı tazele bir zahmet’’
dedi.
İlk kez geldiği
köyün kahvesi akıllı ve kurnaz adamın adeta kendi mekanı olmuştu yirmi dakika
içinde. Adamın kahvesini fethettiği köy Burdur’a pek uzak değildir. Nüfusu da
hepi topu 500 falandır. Anadolu’nun çoğu yerinde olduğu gibi tarım toprağının
pek azı sulanabilir, gerisi iyiden iyiye kıraçtır. Köyün hemen dışında, gene
çok yerde rastlananlar gibi bir tepecik vardır. Pek dikkat çekmez ise de Burdur
Gölü’ne kadar uzanan düzlükte böyle bir yükseltinin bulunması bunun bir höyük
olduğunu düşündürür. Gerçekten de, tepenin üstünde, yanında, yakınında kırık
pişmiş toprak parçalar bolca görülür. Bunlar köylünün define umutlarını her
zaman pekiştirmiştir ama jandarma korkusu ortalığın bilinçsizce talan
edilmesini hiç olmazsa biraz olsun zorlaştırmış olmalıdır.
Adam eğer
köylülerden bazı antika parçalar alabilirse bu sıcak yaz gününde kalkıp taa
Ankara’dan boşuna gelmiş olmayacaktı. O arada ‘’örtmen’’ gelene kadar etrafta
kısa bir yürüyüş yapmak için sıcağı göze aldı, çayını içip kalktı. Ankara’dan
getirdiği gazeteyle başına gölge yaparak az ilerdeki tepeye doğru yürüdü. Evet,
tepe bir höyüktü. Heyecanlandı, umutlandı adam. Kahveye geri döndü. Tam bir çay
daha isteyecekti ki omuzunda fotoğraf makinesi çantası asılı birisi kahveye
geldi. Kahveci çay ocağından başını uzatıp seslendi. ‘Beyim, aha örtmen
geldi.’’ Gelen adam aslında pek öğretmene benzemiyordu. Diğerlerinden tek farkı
taşıdığı fotoğraf makinesiydi. Ankara’dan gelen sanki kendisi evsahibiymiş gibi
‘’hoşgeldin öğretmen bey’’ diyerek yeni geleni masasına buyur etti. ‘’Şansım
varmış, seni çok beklemedim’’. Yeni gelen karşılık verdi: ‘’Sen de hoşgelmişsin
bey. Murtaza! Bak bakem aagideşlee ne içiyomuşsa hepsininkini tazeleyivee. Bize
de gaave yap.’’ ‘’Ben kahve içmesem? Dokunuyor da. Benimki çay olsun.’’ ‘’Murtaza,
duydun demi? Beye çay getcen, okkalı ossun.’’
Öğretmen dedikleri
büyük olasılıkla gerçek öğretmen değildi ama buranın önde geleniydi, besbelli.
Ankaralı adam kahveye ilk geldiği zamanki ayrıcalıklı rahatlığı biraz yitirmiş
gibi olduysa da pek aldırmadı. Hemen konuya girmekte yarar var diye düşünerek
cebindeki küçük heykelciği çıkarıp masaya koydu.
‘’Öğretmen bey,
arkadaşlara da söyledim. Ben buna benzer şeylere meraklıyım. Dediler ki bu işi
en iyi sen bilirmişsin. Bir bak bakalım ne diyeceksin?’’ Öğretmen heykelciği
eline bile almadı. Şöyle bir baktı. ‘’Bey sen bunu Çıkrıkçılaadaki Dayıların
Nusret’ten almışsın. Kaç para veedin?’’
Adam şaşkınlıktan
dilini yutacaktı. Bozkırın ortasında sıradan bir köyün kahvesinde adamın teki
şekilsiz bir heykelciğin nereden alındığını daha ilk bakışta bilmişti. Gene de
renk vermedi. ‘’Pazarlık ettik, uygun fiyata bıraktı’’ diyerek fiyat sorusunu
geçiştirdi.
‘’Peki, bunlaadan
sende başka vaa mı?’’
‘’Ohoo, sorar
mısın? Benim evimde neler var bir görsen. Ben antikalara çok meraklıyım.’’
‘’Senin ev
Bülbülderesi’nde, demi?’’
‘’Evet. Nerden
bildin?’’
Öğretmenin yüzü
ciddileşti. Yavaş yavaş ayağa kalktı. Ankaralı’nın gözünün içine bakarak sert
sert konuştu.
‘’Cüneyt Bey, ben
komiser Sabahattin Cumhur. Sizi aylardır takip ediyoruz. Bu heykelciği
aldığınız Antikacı Nusret de bizim ajanımız. İzinsiz ruhsatsız kaçak antika
topladığınız ihbarını ne zamandır almıştık. Bugün artık sizi yakalamak zamanı
geldi.’’
Ankaralı afalladı.
Hiç böyle bir şey beklemiyordu.
‘’Nasıl olur
canım, ben bu köye daha biraz önce geldim, arkadaşımın arabasıyla, hem de
habersiz. İsterseniz kahvedekilere de sorun’’.
‘’Olur ama önce
siz arkanıza bir bakın bakalım.’’
Ankaralı döndü.
Kahvedeki uykulu gözlü köylülerin hepsi ayaktaydı şimdi. Ellerinde polis
kimlikleri vardı, birinde de silah. Adam neye uğradığını şaşırdı. ‘’Ama, şey,
nasıl olur...’’ diye kekelerken onu arabayla köye getiren arkadaşı da yanına
geldi. Arka cebinden bir kelepçe çıkardı. ‘’Cüneyt, korkarım bu iş buraya
kadar’’ dedi. ‘’Komiser Sabahattin benimle çalışıyor. Kaçakçılık şubesinden.
Kahvedekiler de onun kadrosundaki güvenlik görevlileri. Haydi bakalım. Toplan
da biran önce merkeze dönüp seni ilgililere teslim edelim. Bundan sonrası
onların işi.‘’
Adam daha fazla
dayanamadı, fenalaştı. Beti benzi sarardı. Kendini en yakındaki sandalyeye zor
attı. Boyunbağını gevşetti. Suratı kasıldı. Nefes alamıyordu. Kahveci Murtaza
içerden bir bardak su getirene kadar oturduğu yerden kaydı, hareketsiz,
yüzükoyun külçe gibi masanın dibine yığıldı kaldı.
‘’Anaa !’’ dedi
Murtaza. ‘’Naaptınız len ? Televizyon şaka porgıramı yapıyoz dirkene öldürdünüz
adamı!’’.
Kendini Komiser
Sabahattin olarak tanıtan, ‘’Tüh lan! Herşey ne güzel gidiyordu. Pek de iyi
kurgulayıp tezgahlamıştık, haftaya yayınlanacaktı. Tam şakayı adama söyleyip
işi tatlıya bağlamak üzereydik. Hay aksi!’’ diyerek o da bir sandalyeye çöktü.
Kameramanlar çekim
yaparken gizlendikleri yerlerden çıktılar. Şefleri telaş içinde dövünüyordu.
‘’Yahu bu işi kaç senedir yaparız, ilk defa böyle bir şey oluyor. Şaka maka
adam göz göre göre öldü be! Ne yapacağız şimdi ? Mahvolduk !’’ Herkes mahçup,
herkes şaşkın, herkes çaresizdi. Kimse ne yapılacağını bilmiyordu. Şaka tam
anlamıyla kaka olmuş, Ankaralının yüreği televizyon şakasını kaldıramamıştı.
Adam durduk yerde ölmüş gitmişti.
Kahvedekilerin
kimisi dövünür, kimisi arpacı kumrusu gibi düşünürken öldü sandıkları adam hiç
umulmadık bir şekilde birden ayağa fırladı. Müthiş bir kahkaha patlatarak
bağırdı.
‘’Ulan
şerefsizler! Siz beni ne sandınız, şaşkınlar! Bari yayın aracınızı o kadar
ortalık yerde bırakmasaydınız. Gelir gelmez farkettim ne olduğunu, kelekler!
Madem bir iş yapıyorsunuz, doğru dürüst yapın. Neyse, herhalde başkası olsa
aldanırdı da böyle şeyler bana sökmez. Sizi gidi beni bilmezler sizi! Oğlum
Murtaza, getir arkadaşlara bir testi su da yüzlerini yıkayıp kendilerine
gelsinler. Ben kolay kolay ölmem ama baksana bunların hepsinin ödü bokuna karıştı.
Ne kadar kofmuşsunuz lan! Yuh size !’’
Sonra arabayla
kendisini Ankara’dan getiren arkadaşına döndü.
‘’Yalçın, ver
bakalım arabanın anahtarlarını bana. Sen başının çaresine bak. İster suç
ortağın televizyoncularla dön geriye, istersen otostop yap. Aslında dilin
şişene dek seni arabanın arkasından koşturmak vardı ama dua et arkadaşımsın. Şu
aptal heykelciğimi de camekana koyup kahvenin bir kenarında sergileyin. Bugünün
hatırası olsun. Sahtedir. Alçıdan uyduruk bir kopya. Söylemedi demeyin. Onun
aslı dünyanın en değerli antikalarından biridir. Dile kolay, otuz bin yıl öncesinden
kalma. Viyana’daki Doğa Tarihi Müzesi’nde duruyor. Çıkrıkçılar’daki kıçıkırık
antikacıdan alınacak gerçek şey mi o? Aklınıza şaşayım sizin, cahil herifler!
Televizyon şakası ha? Şaka öyle olmaz, böyle olur, tamam mı? Hah hah hah!
Epeydir bu kadar eğlenmemiştim. Yalnız size bir şey diyeyim mi? Gerçekten
ölseydim şimdi hepiniz boku yemiştiniz. Siz bu kadarla atlattığınıza şükredin.
Bir de şu var. Benim gerçek antikalarımın tamamı Bakanlık envanterinde kayıtlı.
Hepsi yasal, hepsi tescilli. Konunuzu iyi araştırsaydınız benim sizin gibi
kerizlere pabuç bırakmayacağımı bilirdiniz. Hele bu Yalçına ne demeli? Sözüm
ona eski arkadaşım olacak. Dört dörtlük hıyarmış meğerse. Tüh sana, salak !
Haydi beyler, bana doyum olmaz, sizlere iyi günler’’.
Arabaya girdi, çalıştırdı.
Kahvedekileri toz içinde bırakarak gazladı, gitti.
Yazar öyküyü bitirince arkasına yaslandı.
Okurlar sanki karşısındaymış gibi yüksek sesle
’’işte’’ dedi, ‘’adamın hem akıllı hem de kurnaz olduğunu gördünüz.
Söylemiştim. Meğer şakacıymış da.’’
Sonra kalktı, kendine orta şekerli bir kahve yaptı.
***
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSil