ELVEDA MARIUPOL
Sabah
erken kalkmayı severdi. Yatakta yalnızdı. Pencereye doğru döndü. Perde
pencereyi tam olarak örtememiş küçük bir kısmı aralık kalmıştı. Oradan mat gri
bir ışık giriyordu odaya. Şehrin
üzerinde parçalı bulutlu bir hava hâkimdi. Böyle mat gri bir hava can sıkıcı
olurdu onun için. Başucundaki zile uzandı ve biraz sonra gelen hizmetçiye
perdeyi ve pencereyi açtırdı. Soğuk hava
içeriye doluştu birden. “Böyle giderse ara ara kar da atıştırabilir” diye mırıldandı.
Gözlerini kapadı, patlayan tankların o korkutucu görüntüleri, çamurlara
bulanmış asker mi sivil mi olduğu anlaşılmayan cesetler, başına üşüştüler.
Akşam genel Kurmay Başkanıyla beraber izledikleri özel çekim, videolardı
bunlar. Geç saatlere kadar izlemişlerdi. Sabah erkenden yine onunla
buluşacaktı. Yataktan kalktı, çamaşırıyla ısınma hareketlerine başladı. Yandaki odada spor aletleri vardı, oraya
geçti. Yürüme bandında on beş dakika yürüyüşten sonra bir on dakika da kendini
zorlamadan ağırlıklarla oynadı, biraz sonra duşa girdi. Berberini çağırttı. Hoşlanmamasına
rağmen İtalyan asıllı adamın önünde koltuğa oturup hiç konuşmadan geveze
İtalyan’ın durmadan, yorulmadan konuşmasını, tam olarak adamın konuştuklarını anlamadığı
halde ağzını açmadan dinlerken sinekkaydı tıraşının bitmesini, sıcak mentollü
nemli havlularla cildinin bakımını yapılmasını bekledi. İtalyan ensesinde
uzayan ince zayıf tüyleri de temizledikten sonra “arrivederci a domani[1]” dedi
ve çıktı.
Kahvaltı
öncesinde sağlıkçısı geldi, şekerine ve
tansiyonuna baktı. Kahvaltı salonunda bazen karısıyla ve çocuklarla kahvaltı
ederdi ama genellikle erken davrandığı için genellikle yalnız yerdi. Salonun
ortasında oldukça geniş ve uzun on sekiz kişilik bir yemek masası
yerleştirilmişti. O kurşungeçirmez camlı kocaman pencereye sırtını vererek
oturur, gölgesi ise bazı günler, sabah güneşinin ışıklarıyla masanın ta öbür
başına kadar uzanırdı. Aklı başka şeylerle meşgul değilse gölgesinin bu kadar
uzun ve büyük olması onu eğlendirirdi. Ancak
Dünya Liderleri içinde en kısa olanı o idi.
Kahvaltının
sonuna doğru her gün uzun boylu, esmer, koca göğüslü sekreteri güler bir yüzle salona
girip başıyla onu selamlar ve ellerinin üzerinde taşıdığı gazeteleri masanın
başındaki Başkana getirirdi. Bugün de aynı şekilde içeri girip düzgün ve sert
adımlarla yanına kadar yürüdü. Önüne gelince zarif bir reverans yaparak gazeteleri
masaya bıraktı. Başkan umursamaz bir tavırla her gazeteyi tek tek aldı,
inceledi masanın üstüne bıraktı. Son derece gösterişli ve büyük Çalışma Ofisinde
yaveri Albay onu bekliyordu. Günün gelişmelerini ve programını anlattı. En
önemlisi diye, savaş karşıtı gazetecinin cesedinin Moskova nehrinde bulunduğunu
ve çıkarıldığını anlattı. Bir gün önce üç gündür eve gelmemiş olduğunu karısı
polise bildirmişti. Polisin “İstediği zaman gelebilir, yaşını başını almış
adam” dediğini ve kıllarını kıpırdatmadıklarını, karısı daha sonra gazetecilere
anlatmıştı. Savaş karşıtı yazıları halk tarafından büyük ilgiyle okunduğu için
devlet başkanının da dikkatini çekiyordu, zavallının bu şekilde sahneden
çekilmesine memnun olmasına rağmen, belli etmeden sadece üzüldüğünü söyledi. “Taziyelerimizi
sunalım” dedi. Ama artık onu ve yazdıklarını düşünmek zorunda kalmayacaktı. Ailesine
aylık bağlanmasını ve yardım yapılmasını istedi.
https://www.youtube.com/watch?v=ix0Tt35EAEY
Biraz
sonra Başbakanın geldiği söylenince yandaki misafir odasına alınmasını istedi. Beş
dakika sonra yan odaya geçti. Başbakanla kafası karma karışık haldeyken
konuşuyordu. Günaydın ve nasılsın faslından sonra doğrudan gözlerine bakarak
kafasını karıştıran konuya girdi.
“Bak.
Adamı nehre göndermişsiniz ama etkisi hâlâ ortada. İki gün sonra devlet
töreniyle gömülsün. Birkaç gün içinde yapan katil bulunsun, cezası neyse
verilsin. Bizim infazla işimiz olmaz. Bir yapımcıyla anlaşın ve devam etmekte
olan bu savaşın bizim için ne kadar gerekli ve yararımıza olduğunu tekrar anlatalım.
Sivillere zarar vermemek için yavaş ve seçici davrandığımızı dünyaya örnek
olacak şekilde davrandığımızı vs vs anlatalım Başbakan.”
“Sahneler
dokümanter tarzda ve temiz çekim olsun. Nato ve Amerika’nın bütün dünyanın
gözleri önünde onları bize karşı nasıl kışkırttığı vs anlatılsın. Karadeniz’deki
varlığımızın nasıl tehdit edildiği anlatılsın. Zaman zaman bizim merhamet ve
alicenaplığımızdan bahsedilsin vs. Yani doğruları yayalım dünyaya” diye
bitirdi.
Başbakan
Devlet Başkanının haklı olduğunu ve en kısa zamanda böyle bir şeyi
gerçekleştireceğinden emin olmasını söyledi.
“O
tavşan boku herifin de suyu kaynadı Başkanım. Müsaade ederseniz…” dedi. Onun
kim olduğunu her ikisi de biliyorlardı. Başkanın yüzüne baktı gülümseyerek.
Başkan
başını salladı. Ses ve elektronik sinyal geçirmez bir küçük salondu burası.
İçerisi kendi halkı tarafından tarihe gömülen imparatorluk tarzında gösteriş ve
zenginlik içinde dekore edilmişti. İkişer adet koyu renkli maroken koltuk ile birer
büyük kanepelerden oluşan oturma takımları salonun iki tarafına dağıtılmış, pirinç
ayaklı ve üst tablaları oniks taşından mamul kocaman sehpalar aralara ve ortaya
yerleştirilmişti. Üzerlerinde Havana puroları ile puro makasları ve yine oniks
taşından yapılmış kül tablaları misafirlerce kullanılmak üzere hazır
bekliyorlardı. O sırada Genel Kurmay
Başkanı ve Savunma Bakanı da salona geldiler. Başkan adamları bozuk bir yüz içinde
karşıladı. Evet, işler istedikleri gibi gitmiyordu. Bu yüzden Başkan bunun
acısını çıkaracağı birini arıyordu. Genel Kurmay Başkanından daha uygun biri
bulunamazdı. Bu devlet, bu millet, ordusuna istedikleri her şeyi vermişken
beceriksizlikten başka bir şey değildi bu operasyon, yani savaş. Başkan
doğruldu ve “karargâha iniyoruz” dedi.
***
Kahrolası
sabah, uykusunu alamadan gelip çatmıştı yine. Garip ve korkunç rüyalar dalga,
dalga gelip duvara yaslanarak tahtaların üzerinde nöbetleşe uyumak zorunda
kalan askerleri özellikle Yuri’yi buluyordu. Gece içinde iki defa nöbet
köşesinden havaya ateş ederek ayakta olduklarını düşmana bildirmeleri
gerekiyordu. Öte yandan gece boyunca özel birlikler kuşatmayı yarabilmek için
karanlıkta yer değiştirerek domuz kesmece oynamaya çalışırlardı. En çirkin ve
acımasız adam öldürme usulü buydu: Karanlıkta sessizce yaklaşıp nöbette olup da
uykuyla mücadele eden zavallı askerleri avlamak. Ağzını kapatarak komanda
bıçağını boğazına seri ve sert bir şekilde sürtmek, canlı bir bedenin bir anda
can verici titremelere dönmesini kucağınızda hissetmek herkesin dayanacağı bir
iş değildir. Sonra seri bir şekilde onu bırakıp yer değiştireceksiniz. Bu tarz
savaş ancak mahalle aralarında olur ve sinemalarda gösterildiği gibi de kolay
değildir. Öncelikle mangal kadar büyük sert ve acımasız bir yüreğiniz olmalı.
Ayrıca yaptığınız işten bir parça da zevk almanız gerekir.
Adamın
öldüğü ya da yokluğu ilk yoklamada ortaya çıkar. O zaman Piyadenin silahları
gecenin aydınlığında hareket eden her gölgeye ateş ederek hayalet askerleri
avlamaya çalışırlarken farkına varmadan, yerlerini belli ettiklerinden onlar da
avcıyken av olurlar. Özel birlikler karşı tarafın zaaf ve yeteneklerine göre
savaşırlar, ortalık karardıktan sonra sabotaj ve avlanmaya çıkarlardı.
Yuri
profesyonel bir asker değildi. Askerliğini yıllar önce yapmış, son on senedir
bu büyük çelik fabrikasında döküm ustabaşısı olarak çalışıyordu. O koca Siemens-Martin benzeri Sovyet tarzı
fırın, 1935 den beri her gün yirmi dört saat yanar ve demir ve çelik dökümüne
devam ederdi. Bu kazan durdurulursa sönmesi ve soğuması günler sürer, eğer
içindeki hurufat boşaltılmadan söndürülürse içindeki eriyik katılaşır ve ocak
elden giderdi. Boşken tekrar yakılırsa onun da rejime girmesi haftalar alırdı. Fabrika
çalışanları ve sosyal tesisleriyle beraber bu tesis ve çevresi, Mariupol kenti
içinde kent görünümündeydi. Bu fabrika Avrupa’daki en büyük fabrika olup, 2005
de yılda 5,6 milyon ton demir, çelik üretmişti. 12 000 lojmanda yaklaşık otuz
binden fazla insan yaşardı. Fabrika II. Dünya Savaşını ve Nazi istilasını
yaşamıştı. Sessiz, sakin ve mütevazı ama insanüstü çalışan ekipleriyle rekor
üstüne rekor kırardı burası. Onun için fırınlarına gözleri gibi bakıyorlardı. Avrupa’daki
sayılı demir çelik üreten fabrikalardan biriydi bu çalıştığı yer. Fabrika
idaresine göre düşman buraya bombardımanla yıkmaktansa, tamamen sağlam ve
hatasız teslim almayı yeğler diye düşünülüyordu.
Bir
gün fabrika lojmanından çıkıp fabrikaya geldiğinde, düşmanın sabah erkenden, günlerdir olurdu, olamazdı dedikleri büyük
yürüyüşe geçtiğini öğrendiler. Adamlar şakadan değil gerçekten ülkesini
istilaya başlamışlardı. İlk direniş sınır boyunda yer alan birliklerle
yapılıyordu. Ancak bu çok uzun süremedi, akşam saatlerinde düşman ordusu
direnişi kırmıştı. O akşam lojmana gittiğinde karısıyla uzun uzun konuşmaya
çalıştılar, ama ne yaparlarsa iki üç cümleden daha ileri gidemiyorlardı. Birbirlerine söylemeseler de hayatlarının
yeni bir dönemine girmekte olduklarını birbirlerine susarak, duygularıyla anlatmaya
çalışıyorlardı. Ne olacağı belirsiz bir gelecek kapılarına dayanmıştı. Yuri bunun bir savaş olduğunu bütün dünyanın
gözü önünde koca ayının kendi ülkesine tecavüze kalkıştığını herkes gibi
anlamıştı. Bulundukları kentte Böyle bir savaşa ihtimal vermeyen ordu ve devlet
otoriteleri Avrupa Birliğinin ve Nato’nun kendilerine destek vereceklerini
bekliyorlarken ilk yirmi dört saat içinde ne olup bittiğini bile anlayamamışlardı.
Mariupol kenti Savunma Komutanlığı düşmanın sivil halka saldırmayacağı ve asker
üniformalılarla savaşacaklarını sanıyorlardı. Fabrikanın sivil savunma takımları
önceliklerinin neler olduğu üzerinde kafa yordular, Fabrikayı nasıl savunuruz
ve bu sırada yaralanma, ölüm olaylarına nasıl müdahale edileceği düşünüldü. Fabrikanın
özel doğumevini bir nevi hasta ve yaralı servisine çevirdiler. O zaman, kaçma,
kurtulma yollarını nasıl açık tutacaklarını ve zararsız bir şekilde şehri nasıl
boşaltabileceklerini ince ince düşünmüşlerdi. Ama hiç kimse burayı Düşmana
bırakmayı düşünmüyor zor da kalır da bırakırlarsa koca fabrikanın can
damarlarını tahrip ederek bırakmak gerektiğine inanıyorlardı. Sonucunda koca
fabrika ya düşmanlarca ya da dostlarca yok edilecekti.
İlk
iki hafta içinde sivilleri şehirden çıkarıp ülkenin orta kesimine taşımaya çalıştılar.
Halkın bir kısmını gerçekten uzaklaştırmayı başardılar. Şehirdeki düşmanın
desteklediği ayrılıkçılar kamuya ait otobüsleri ve yolları sabote ediyorlar, çevredeki
gıda marketlerini, banka ATM leri tahrip ediyorlar, yer yer yangınlar çıkararak
korku yayıyorlardı. Yuri ve karısı çocuklarını Kızılhaç çocuk esirgemenin
gözetimi altında dedesinin köyüne göndermeyi başardılar. Yuri’nin çok ısrarına
rağmen karısı onu yalnız bırakıp ta çekip gitmeyi kabul etmemiş, fabrikadaki sahra
hastanesinde görev almıştı. İlk zamanlar Yuri’nin serbest kaldığı saatlerde
hastaneye gidip karısının karşısına dikildiği oluyordu. Hastane eski doğum
evinden fabrikanın altındaki yeraltı sığınaklarına taşınınca ve fabrika içinde savunmayla
görevli Yuri’nin onu görme şansı da arttı. İlk haftaların tutukluğu geçince
düşmanın hoyratlığı ve acımasızlığı arttı. Kırsal kesimdeki evleri acımasızca
topa tuttukları, kendilerine yiyecek
vermeyenlere eziyet ettikleri, evlerin içindeki yükte hafif pahada ağır ne
varsa ceplerine attıkları kulaktan kulağa duyuluyordu. Bunlar da Mariupol’de
yaşayanları iyiden iyiye korkutuyordu.
***
Düşmanın
cephe gerisindeki karargâhında Devlet Başkanı suratını asmış, dirsekleri masada
komutanların karşısında ağzını açmadan oturuyordu. Yüzünden ne düşündüğü
anlaşılmıyordu. Kuvvet komutanları ve yaverleri masanın bir tarafında, Devlet
Başkanı ve yaveri, Başbakan ve sekreteri
ile Savunma Bakanı ve sekreteri oturmuşlar, bir generalin savaş ile ilgili
brifingi dinliyorlardı. Oyalanmanın ve yavaş hareketlerinin sebeplerini
anlatmaya çabalıyordu. Başkan elini masaya şiddetle vurdu. “Yeter” diye sert
bir şekilde çıkıştı. “Bahane değil sonuç bekliyorum. Üç aydır yerinizde
sayıyorsunuz. Aklınızı başınıza toplamazsanız
vatana ihanetten yargılanırsınız, hepiniz…”
***
Yuri
o geceki uykusunda doğru dürüst uyuyamamış, üstüne üstlük bir de kâbuslar
görmüştü. Kömür karasıyla boyadığı yüzünden bile uykusuzluğu anlaşılıyordu. Bilinci
gerçeklikle hayal arasında gelip gidiyordu. Üstünde üniforması, elinde tüfeği
olmasına rağmen birileri onu son bir saattir kovalanmaktaydılar. Bir ara karısının
da yanında koşuyor olduğunu gördü. Sonra yanında başka bir kadın koşmaya
başladı. Bu sefer gözden kaybolan karısının peşine düştü. Birden gökyüzünden
bir eve top mermisi ağır ağır düştüğünü gördü. ki sonradan öğrendiğine göre
orası onların oturdukları lojmanmış. Bir anda alevler içinde kalmıştı zavallı
ev. İçinden “bunun manasını çözmeliyim” diye düşünürken, bodrumaltı kotunda, yani
sığınakların olduğu katta, uçsuz bucaksız görünen, sonu olmayan bir koridorda
karısını arıyordu.
Bir
binanın harabesinde kendine geldi, yarı yarıya çökmüş bir duvara sırtını vermiş
vaziyette uyandı. Şafak sökmüş, alaca karanlık kurşuni bir gökyüzünü donuk
donuk kendine bakarken buldu. Hava soğuk oldukça soğuktu. Bir yerlerden makinalı
tüfeklerin ve tankların karşılıklı atışlarının sesleri geliyordu. Yuri için silah
sesleri varsa eğer, canlıyız, direnişimiz sürüyor ve ümidimiz devam ediyor
demekti. Günlerdir roketlerle, toplarla şehrin ayakta duran nesi varsa acımasız
ve insafsız bir düşmanlıkla parçalıyorlardı ama hâlâ her yıkıntının altından
vatansever insanlar çıkıyor ve düşmana saldırıyorlardı. Düşmansa bunca günden
sonra hâlâ ayakta kalabilmiş harabeleri indiriyordu. Şehir adeta buz dağına
çarpmış Titanik gibi tarihin derinliklerine doğru batıyordu. Mariupol, düz bir
ovada bir moloz yığını halinde yerde yatıyorken, dimdik ayakta duran sadece
çelik fabrikasının bacalarıydı. Bacalar koca düşmana karşı memleketinin umutla
ve kahramanca direnişinin sembolüydüler. Başını kaldırıp ümitsizce havaya
baktı. Yaz başına gelmişlerken hâlâ kış havasında titremek insanda ümit bırakmıyordu.
Yakından
gelen sesleri duydu.
Hemen
oturur durumda kıpırdamadan tüfeğinin emniyetini açtı. Yanındaki arkadaşını
dürttü. Gözünü açan arkadaşına sus işareti yaptı. Adam alışkın tavırla olduğu
yerde toparlandı. Sesleri dikkatle dinlediler,
ayaklarını dikkatle basmaya çalışan ama postalların altındaki döküntülerden
acayip çatırtılar çıkmasına mani olamayan birden fazla düşman askeri, eskiden
tamir atölyelerinden biri olan şimdi sac çatısı uçmuş Atölyede sinsice
yaklaşıyorlardı. Yuri gelenlerin üç kişi olabileceğini tahmin etti. Arkasında
saklandığı duvardaki bir yarıktan gelenlerin soluk gölgelerini görebildi. Haklı
çıkmıştı evet, üç kişilerdi. Arkadaşına üç işaretini yaptı. Önde yürüyen adamın
yüzü iyice aydınlandı.
“Ben
bu adamı tanıyorum be” dedi kendi kendine. “Bu fabrikayı geçen senelerde
teftişe gelen Rus mühendis heyetinin başı olan adam” dedi alçak sesle. Ukraynalı
mı olduğunu hatırlamaya çalışırken üniformasının kendi üniformalarına
benzediğini gördü.
“Adam
bu fabrikayı avucunun içi gibi biliyor elbette. Ondan buraya kadar rahatça
gelebilmişler” diye düşündü. O inceleme gezisinde aralarında bir dostluk doğmuş
hatta bir, iki sefer evlerine yemeğe davet etmiş, Stolichnaya[2] votkalı
kutlama da yapmışlardı. Nazik bir adamdı. O gelişlerinde kendi ailesinden de
bahsetmişti. İki oğlu olduğunu ve o zamanlar, on iki, on üç yaşlarında
olduklarını söylediği ve karısının evini terk ederek başka biriyle gittiğini,
gözleri nemlenmiş bir halde anlattığı da aklında kalmıştı Yuri’nin.
***
Karargâhtaki
Toplantı devam ederken Başkan soğuk bir çehreyle ve donuk bakışlarıyla Genel
Kurmay Başkanına bakıyordu. Duvardaki yansımada Mariupol kararmış ve harap
olmuş bir hava fotoğrafı üstünde sekreter Albay kuru ve sert bir sesle son
gelişmeleri anlatıyordu. Odadaki hava bıçakla kesilecek kadar katılaşmış ve
soğuktu. Genel Kurmay Başkanı oturduğu yerden Devlet Başkanını başıyla
selamlayıp Ayaktaki sekreter albayı susturdu. Başkana döndü.
“Sayın
Başkanım, bu şehir son derece önemli ve bölgenin başkenti, bildiğiniz gibi,
oranın kalbi de Azovstal. Sayın Başkan, ordunun görüşü burayı tahrip etmeden
içerideki direnişi kırmak. Ekipler hazır, kısa zamanda fabrikayı tahrip etmeden
ele geçirmemiz mümkün. Eğer bu sanayi tesisi tahrip olursa sizde biliyorsunuz,
bu bizim için büyük kayıp olur başkanım. Bu işgal de özel savaş tekniğini
gerektirir, elimizdeki en iyi birliği oraya sevk ettik” dedi ve Başkanın
tepkisini görmek için biraz bekledi.
“Siz
de bu birliği hatırlarsınız, Sayın Devlet Başkanım, Kafkaslarda başarılı
operasyonlarda bulunmuşlardı, hatırlarsınız” diye üst perdeden tekmil verir
gibi konuştu. Meydan okurcasına doğrudan onun gözlerine bakıyordu. Heyecandan
titriyordu. Başkan son derece sakin ayağa kalkıp, onun bu mesajını aldığını
göstermek istercesine ona delici bakışlarıyla bakarken haritayı yavaşça önüne
çekti. İşaret parmağını haritada bir noktaya çakarcasına hızla vurdu.
“Gospoda[3],
size yirmi dört saat. Yarın bu saatlerde…” durdu, etrafındakilere baktı, “Yarın
bu saatlerde, burada benim böyle bir sorunum olmayacak! Tabii sizlerin de” dedi.
Parmağıyla haritadaki o noktaya tekrar sertçe vurdu. Ayağa kalktı. Genel Kurmay
Başkanı ve diğer kuvvet komutanları beraberce hızla ayağa kalkarak göğüslerini
şişirip başlarıyla selamladılar. Diğerlerini odada bırakarak çıktı gitti Başkan,
peşinden diğer siviller de çıktılar.
Genelkurmay
Başkanı kulaklarına kadar kızardı, sesini çıkaramadığının sebebini kendini bu
adama karşı kendini yeterince cesur bulamadığına bağlardı. İçinden isyan
ederek, “Durak[4]” diye mırıldandı. Kalktığı
masaya yeniden oturdu. Kuvvet komutanları da selam verip yerlerine oturdular.
Toplantının devamına geçtiler. Önce fabrikayı yeryüzünden kaldıracaklar sonra
içerdekileri süpüreceklerdi. Kararı kendileri değil, O vermişti. Yeryüzündeki
bir üretim devi içindekilerle birlikte sivil, asker demeden ortadan
silinecekti. O fabrikanın tek kurtuluşu yirmi dört saat içinde direnenlerce
tesliminin sağlanmasıydı, ya da direnişçilerin teker teker yok edilmeleriydi. Ancak
Özel timden haber almamışlardı henüz.
***
“Sasha”
diye alçak perdeden adama doğru seslendi Yuri. Adam olduğu yerde kalakaldı, korkmuş
ve şaşkın gözlerle etrafına göz attı. Neticesiz bir bakınma sonunda önündeki
devrilmiş bir metal bir dosya dolabının arkasına sindi. Yuri o an doğru
hatırladığına emin oldu. Evet, bu adam bir Rus mühendis diye hatırlıyordu, altı ay önce buradaydı. Ama şimdi neden Rus
yerine Ukrayna üniforması giymişti? Bu bir çeşit aldatmacaydı, Eğer Sasha Rus ise aramıza sızan bir casus,
Ukraynalı ise Düşmana yol gösterdiği için vatan hainiydi.
“Ne
arıyorsun Azovstal da sen?” diye hırsla bağırdı. Aniden önüne çıktı ve Kalaşnikof’un
tetiğine bastı beş altı metre ötedeki metal dolabı taradı. Tekrar kendini
duvarın arkasına attı. Her şey birkaç saniye sürmüştü. On ya da on beş saniye
sonra demin durup ateş ettiği yer kurşun yağmuru altında kaldı ama Yuri son
anda kazanmıştı. Yaslandığı yerden heyecandan, ağzı bir karış açık soluk
soluğaydı. Sasha denen alçak, buraya kadar getirmişti askerleri, nasıl yapmışsa
yapmış kontrol noktalarını ya imha ederek ya etraflarından ya da alt
geçitlerden geçmiş olmalıydılar. Bu
gürültüleri içerdeki arkadaşlarının duyduğunu sanıyordu, ama hiç kimse
yanlarına gelmiyordu. Başlarına
bir şey gelmiş olabilir miydi? Neredeydiler?
Düşman askerleri yıkık atölyenin içine dağılmaya başladıklarında Yuri elindeki
el bombasının pimini çekti ve saydı. Beşe
geldiğinde fırlattı. Atölyenin moloz yığınları arasında düştüğü yerden bir
askerin fırladığı gibi kaçmaya çalıştığını gördü. O anda kulakları sağır eden
patlamayla ortalık toz duman içinde kaldı.
Çelik ve demir parçaları bir anda havada uçuştular. Sonra Yuri ve
arkadaşı ellerindeki otomatik silahlarla bombanın patladığı boşluğa doğru ateş
ettiler. Bir, üç, beş karşılık gelmeyince sustular. Galiba bu öncü kolunu susturduklarını ya da
onları burada imha ettiklerini anladılar.
Kulaklarındaki
çınlama azaldığında bir başka sesin farkına vardı Yuri. Hava hücumunu haber
veren siren sesiydi bu. Ses yükselip, yükselip alçalıyordu. Canavar kornolar canhıraş
seslerle yaklaşmakta olan acı, eziyet ve ölümün çanlarını kafaların içinde çalıyorlardı.
Fabrika içinde birden bir telaş ve koşuşturma başladı, savunma birlikleri
alarma geçtiler. Azovstal Savunma Komutanı bütün takımların komutanlarını
toplayıp durumu özetledi ve uçaksavarların gelenlere iyi bir karşılama yapmak
için hazır olmasını istedi. İlk helikopterler kuzeydeki beryozaların üzerinde
görününceye kadar beklemelerini istedi. Yuri bu sene baharın gelemediğini
düşündü. Karısının o ağaçların içinde oluşan ve gençlik ve can taşıyan beryoza
suyunu ne kadar çok severdiğini hatırladı. Binbaşının etrafındaki insanlar
açıkça belli olan heyecan ve ürperti içinde emirleri dinlediklerini
sanıyorlardı ama herkesin düşünceleri
maviden griye, griden de siyaha perde perde değişiyordu aslında.
***
“Evet,
bu Azovstal Fabrikası, Güneyde görünen onun bacaları. Filo, Kanatlar yerine
alıncaya kadar ateş açmadan benim emrimi bekle.” Önlerinde on beş kilometrelik
bir yol vardı. Saat sabah altı idi. Roketlerle yüklü avcı helikopterleri, motor
gürültüleri içinde yarım saattir uçuyorlardı. Bacalar görünür olunca, “Mariupol’a
hoş geldiniz!” dedi Albay. Sabahın erken saatlerinde gelen bu şifreli emir kendini
şok etmişti.
***
Genel Kurmay Başkanı o masadan en
son kalkan kişi oldu. Başını zorla doğrulttu. Komutanlar onu ayakta
bekliyorlardı. Devlet Başkanının onları yüz üstü bıraktığı toplantı öğleden
sonra sona ermişti. Adam tekrar “Durak” dedi. Böyle bir ulusa ve bu büyük
devlete böyle bir adamın hakim olması, dizginleri eline almasının nasıl olmuş
olursa olsun, bu koca ejderhanın dizginlerini ele almasının bir talihsizlik
olduğunu düşünüyordu. “Aptal Herif” dedi bir kere daha. “Bu ulusu refahta
yarıştırması, ucu bucağı olmayan bu toprakların zenginliklerini ihtiyaçlarına
göre paylaşmanın yapılabilirliğini araştırması ve bulması gerekirken bu megalomanın
ülkeyi macera ve felakete sürüklemesinin başka bir açıklaması olamazdı. Adam büyüklük duygusu ile aşağılık duygusu arasında
gidip geliyordu. Tavandan yerlere kadar
altın varak, ipek ve kehribarla süslenmiş bir sarayın içinde yaşaması
psikolojik dengesini, belki de var olmayan dengesini bozmuş olabilirdi.
“Benim, bu dünyanın seçilmişi
olduğumun bu zavallılar farkındalar mı?” diye düşünen ve buna göre herkese kafa
tutan ve kafasında geliştirdiği bir devasa idea peşinde kan dökmeyi bile göze
alan O ve onun peşinde dolaşan aynı kafadaki insanları savaş dışında tatmin
edecek bir olgu yoktu. Bir sabah gök gürültüsüyle karışık insanları insanlara
kırdırarak çoluk çocuk kan ve gözyaşını dünya üzerine salıverdiler. Üstünden üç
aydan fazla geçiyorken hâlâ ezdikleri, yaktıkları şehirlerle ve ölenlerle
yetinmeyenler isteklerine kavuşamamışlardı Doğu bölgesinde istedikleri
hâkimiyeti kuramamışlardı. Son çare “Direnişin sembolünü yerle bir etmek ve
savunanları toptan kırmak gerek” diyerek son emrini verdi.
***
Yuri ve takımı yerlerine
vardığında helikopterler beryozaların üstünde belirmişlerdi. Hava üstünlüğü
tabii onlardaydı. Havaya bakındı kartaldan biraz büyük bir Ukrayna dronu ümit
ve müjde taşır gibi süzüldüğünü gördü, içine biraz su serpildi. Ama içinde bir
sıkıntı duman gibi sarıyordu bedenini.
Sıkıntılı Düşünceler içindeyken helikopterlerin birinden bir ışık parladı.
Bir roket olanca hızıyla o drona doğru uçtu ama onu ıskaladı ve fabrika
civarında bir yere isabet etti. Bu roketi diğerleri takip etti. Bütün havadaki
helikopterler üstlerinde ne kadar roket varsa kulelere ve fabrikaya doğru ateşliyorlardı.
Koca kuleler kolay yıkılamazdı ama insafsızca ateş önce en yüksek yerlerden
başlayarak parçalanıyor, çatlayan ve kopan parçalar kulenin dibine düşüyorlardı.
Nihayet kulelerden birinin ortasına kadar olan kısmı yarılarak aşağıda
kaçışanların tepelerine çöküverdi. Çok geçmeden diğer bacadan da inen oda
büyüklüğündeki parçalar da düştükleri yerde tepeler oluşturmaya başlamıştı.
Hiçbir takım bırakın ateş edebilmeyi silahlarını onlara doğru çevirip nişan
almaya bile fırsat bulamamıştı. Uçaksavarlar başlangıçta bir direnç gösterdiyse
de on dakika sonra susturulmuşlar, her şeye razı seyirci durumuna gelmişlerdi.
Sadece havada dolaşan ölüm melekleri aşağıda olanların üstlerine ateş ve ölüm
kusuyorlardı. Her roket patladığında alevden dillerini duvar diplerine
saklanmış olan insanlara doğru uzatıyor onları çığlıklar içinde kavuruyorlardı.
Yuri ve adamları saklandıkları yerden gözleri yaşlı seyrediyorlardı. Yuri adamlarını
peşine takıp aşağıdaki sığınaklara koşmalarını söyledi. Takım halinde fabrikaya
açılan acil kaçış kapılarının birini açıp içeri girdiler ama gördükleri manzara
dışarıda kopan el ve kolların havada uçuşmasından daha farklı, daha korkunçtu.
2 nolu fırın isabet almış ve fışkıran erimiş demir bir yanardağ kraterinden akar
gibi etrafa yayılmış civarda bulunanları yakarak yok etmişti. Bir kıyamet
senaryosunu seyreder gibi olduğu yerde donup kalmıştı Yuri. Çok geçmeden ikinci
dalga içinde yeni roket yüklenmiş helikopterler gürültüler içinde yok etme
işlemine devam ediyorlardı. Hava akını bitince fabrikaya özel savaşçı takımları
saldırdılar. Aldıkları emri uygulamaya başladılar, esir almak yok denmişti.
Böylece o büyük adam herkese ders verdiğini düşünüyordu.
Yuri korkuyla yerinden sıçradı,
yaslandığı duvarın kuytusunda içi geçmişken yeni bir dünyayı eski dünyanın
yıkık duvarındaki bir delikten hayal ediyordu, yeni ve sessiz bir dünyayı.
Gözlerini açarsa her şey düzelecek sanıyordu saf çocuk.
Sadık Mercangöz Bağlıca Ankara, 1 Haziran 2022
[1]
Arrivederci a domani; yarına kadar elveda
[2] Stolichnaya
Votka: Sovyetlerin en meşhur votkasıdır.
[3] Gospoda:
Baylar
[4] Durak: Aptal
insan, kafasız
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuz okunduktan sonra yayınlanır. Yorumunuzun altına ad ve soyadınızı yazınız, Kimliği belirsiz yorumlar yayınlanmaz.