Sibel’in değişimi
Anlatacağım hikaye gerçektir. 80'li yılların başında Ankara'da yaşanmıştır.
Sibel, çocukluk arkadaşımdı. İyi okullarda okumuştu, iki yabancı dil birden öğrenmişti. İyi keman çalardı, görgü kurallarını iyi bilirdi, genel kültürü sonsuzdu ve hoşsohbet bir kızdı. İyi yetişmesi için ailesi elinden gelenden fazlasını yapmıştı ama genetik olarak ona güzellik verememişti. Kendinden küçük erkek kardeşi Çetin ise yakışıklı ve çok havalıydı, bu durum kuşkusuz itiraf etmese de Sibel’in moralini bozuyordu. Yine de lise eğitimi boyunca sadece kızlarla birlikte yatılı (o zaman yatılıya leyli okumak denirdi) okuduğu için güzel olmanın hayatta nasıl bir fayda sağlayacağını henüz keşfetmemişti. Sanırım o günlerde güzel olmaya da çok ihtiyacı yoktu. Dersleri ve yüksek not alma tutkusu o kadar ön plandaydı ki, saçını taramak için harcayacağı zamanı bile, ders çalışmaktan çaldığı zaman olarak düşünürdü. Ama bazen, mesela okulun tuvaletinde ellerini yıkarken, aynaya hem kendi görüntüsü, hem de başka kızların görüntüsü aksettiğinde, kabul etmek istemediği bir gerçeğin yarattığı sızının yüreğini kaplamasına engel olamazdı.
Derslerini ön planda tutma tutkusu üniversite yıllarında da devam etti. Ancak tüm okullar bitip de, insan ilişkilerinin daha önemli olduğu çalışma hayatına geçtiğinde, çevresindeki erkeklerin ilgisini, iltifatını görmeyince, durumunun vahametini kavramaya başladı. Çalışma arkadaşları geziyor, eğleniyor, flört ediyor ve duyduğu kadarıyla “büyük aşklar” yaşıyordu. Gönül işleri konuşulurken arkadaşlarıyla aynı şartlarda olmadığını anlamaya başlamıştı. Çünkü kendisinin ne anlatacak hikayesi, ne de konuşulanlar üzerinde fikir yürütecek tecrübesi vardı.
Yirmi yedi yaşına bastığı yıl, yaşıtlarına göre çok yüksek bir ücretle yeni işine transfer oldu. Muhtemelen eski işinden ayrıldığında, oradaki arkadaşları yokluğunu haftalar sonra fark ettiler. Yirmi dokuz yaşına geldiğinde, güzel bir kız olmayışına üzülmesi yanında içini bir de hayat boyu evlenememe korkusu sarmıştı, çünkü o günlerde erkek kardeşinin evlenmesi, ona evlenme yaşının geçmekte olduğunu hatırlatıyordu. Sibel, eksikliğini hissetmeye başladığı bu gerçeği, işinde daha başarılı olarak bir süre unutmaya çalıştı.
Bir gün erkek kardeşinin karısının, uzun yıllar Amerika’da yaşamış, başından dört evlilik, sayısız macera geçmiş dayısı Fahri bey ve boyu babasından daha uzun olan kızı Deniz ile tanıştığında, Sibel, yalnızlık, evde kalma korkusu ve çirkinlik kompleksi üçgeninin içinde kıvranmaya bir kez daha başladı.
Tanıştığı o iki insan kısa bir süre sonra Sibel’in hayatında çok önemli bir değişiklik yaratacaktı. Fahri bey fotoğrafçıydı. Dünyada pek çok ünlünün fotoğrafını çekmiş, pek çok önemli dergide fotoğrafları basılmış, fotoğraflarıyla ödüller ve paralar kazanmış, açtığı fotoğraf sergileri ile her zaman ilgi toplamıştı. Fahri Bey kızını, -çok genç olmasına rağmen- kendi sanat danışmanı gibi yetiştiriyordu. Zaten Deniz de New York’da, ilerde bu konuda profesyonelce çalışmasını sağlayacak bir eğitim görmekteydi.
Fahri bey ve kızının Ankara’ya geldikleri bir yaz akşamı bir aile yemeği yedikleri sırada Deniz, Sibel’in vücudunun çok güzel olduğuna dikkat çekerek babasına neden onunla bir çalışma yapmayı düşünmediği sordu. İşte o an, Fahri beyin, derin mavi gözlerini Sibel’e çevirip yüzüne ve vücuduna dikkatle bakması ve sonra onu fotoğraflamanın mükemmel sonuç vereceğini söylemesi ile olanlar oldu. Sibel sadece yanaklarının değil, tüm vücudunun, Fahri beyin bakışları altında alev alev yandığını hissetti. Utandığı için bu teklife itiraz eder gibi yaptıysa da, göğsünün tam orta yerinden kalkan heyecan dalgası çoktan beynine ulaşmış, ilk defa fiziksel bir özelliği sayesinde ilgi görmenin sarhoşluğunu yaşamaya başlamıştı.
Fahri bey, esprili, etkileyici muhtemelen de çapkın bir erkekti. Deniz ise New York’da büyümenin, moda ve görsel sanatlar okumanın verdiği rahatlık içinde aklından geçenleri hemen söyleyen, yirmili yaşlardaki yaşıtı Türk kızlarından çok farklı, bol makyajlı, saçları boyalı, giyimi çok modern bir kızdı. Fahri bey için güzellikler mutlaka sanatsal yorumlarla birlikte sunulmalı ve insanların mevcut güzellikleri görmesi sağlanmalıydı. Deniz’in anlatımıyla insanların güzellikleri görebilmesini sağlayan bir yol fotoğraflanmasıydı ve bir kadının güzelliğini fotoğraflatmak istemesi en doğal hakkı olmalıydı. Sibel’in ailesinin endişeli yüz ifadesi ve kaş göz işaretleri yapması ile fotoğraf çekimi konusu o gün için kapandı. Ancak yapılan teklif, Sibel’in aklına takılmıştı ve daha sonraki günler sürekli fotoğraf çektirmeyi düşünmeye başlamıştı. Hayatında ilk kez önemli bir insan kendisine anlamlı bir ilgi gösteriyordu. İlk kez bir insan onun güzel bir yanını görüyordu. Hem de bu insan dünya çapında bir fotoğrafçıydı. Acaba bu bir rüya mıydı?
Sonunda Sibel, ailesinden ve arkadaşlarından gizli, (ama Deniz’den ve benden değil) İstanbul’a giderek Fahri beyle buluştu, (Fahri bey, Amerika’dan geldikten sonra İstanbul’a yerleşmişti) bir fotoğraf stüdyosunda pek çok ışığın altında, kah mayolu, kah giyimli, kah vücudunun bazı bölgeleri örtüler altında gizlenmiş olarak pozlar verdi. Çekim ortamını, arka fonu ve çevresindeki objeleri düzenleyen, Fahri beyin kızından başla bir sanat danışmanı daha vardı stüdyoda. Ayrıca bir de ışıkçı. Her bir kare için yeni baştan yapılan ışık ayarı çok vakit alıyordu; Sibel ışık ayarlarının sanat fotoğrafları için neden önemli olduğunu bilmediğinden çekim uzadıkça bunalmıştı. Sonunda kamera ve ışıklar kapatıldığında, Fahri bey, Deniz, ve sanat danışmanı ile birlikte Boğaziçi’nde bir akşam yemeği yediler ve ertesi sabah Sibel, o yılların pek tutulan, Ankara - İstanbul ve İstanbul - Münih hattında çalışan Bosfor Turizm’in bir otobüsüne binerek Ankara’ya döndü.
Siyah beyaz basılmış fotoğraflarını, ancak birkaç hafta sonra tekrar İstanbul’a gittiği zaman gördüğünde onların sanatsal güzelliği karşısında Sibel’in ağzı açık kalacak ama bir başka açıdan kalbi çok kırılacaktı. Resimlerin tümünde, ışık ve gölge oyunları ile harika figürler elde edilmişti; vücudu etten değil, bazen şeffaf cam, bazen mermer, bazen metal gibi görünüyordu. Sanat değeri çok yüksek olduğu bir bakışta fark edilen bu resimlerde bazen tamamen çıplak bir bedenin gizemli kıvrımları hissediliyor ama hiçbir resimde müstehcenlik göze çarpmıyordu. Ancak tüm resimlerde göze çarpmayan bir şey daha vardı: Yüzü. İşte onun kalbini kıran da buydu. Yüzü hep gölgedeydi; hiçbir resimde ağzı, burnu görünmüyordu. Sadece bir iki resimde gölgeler içindeki yüzünden ancak dörtte biri görünen gözleri fark ediliyordu. Anladı ki, vücudunun güzel görüntüsünü bozmamak için Fahri bey özellikle yüzünden hiçbir bölümü resimlememişti.
Fotoğrafların şokunu Sibel pek kolay atlatamayacaktı. Birkaç gece uyku uyuyamadı. Gündüzleri iki karış suratla dolaştı, işinde önemli hatalar yaptı. Sonuçta aptal bir kız olmadığı için, artık görüntüsüyle ilgili radikal düzeltmeler yapması gerektiğine karar verdi. Ama bunlar neydi ve nasıl olmalıydı, bilemiyordu. Türkiye’nin dışarıya kapalı olduğu günleri yaşıyorduk.
İnsanların dünyaya açılan kapısı olması gereken televizyonunda çoğunluk eski filmler gösterilir, belgesel olarak müzik eşliğinde deniz ve ağaç görüntüleri yayınlanır, müzik programı olarak stüdyoda hareketsiz bir kamera ile şarkı söyleyenler kaydedilir, dünyadaki sanatsal, estetik ve kozmetik gelişmelerden neredeyse hiç bahsedilmezdi. Doktorların çoğu yurt dışındaki tıp kongrelerine merkez bankasından döviz alamadığı için gidemezdi. Tabii serbest döviz satışı yapan yerler de yoktu. Zaten yurt dışı seyahatleri “iki yılda bir” ile sınırlıydı. Büyük şehirlerdeki büyük kitap evlerinde sınırlı sayıda ithal edilen yabancı dergilere rastlayan hemen satın alır, dünyadaki yeni akımları biraz olsun takip eder, geri kalan ise dünyadaki değişimlerden oldukça habersiz yaşamayı sürdürdü. Yurt dışına gidenlere mutlaka bir şey ısmarlandığı, bu yüzden insanların yolculuk öncesinde “İstediğin bir şey var mı” diye sormaya korktuğu yıllardı o yıllar. Bu şartlar altında Sibel kendini nasıl güzelleştirecekti? Kendini güzelleştirmek için ne yapması gerektiğini nereden ve kimden öğrenecekti. En azından biran önce, kendine yakışan saç şeklini ve makyajı öğrenmeliydi.
Sibel, birkaç gün sonra New York’lu Deniz’den yardım almayı akıl ettiğinde kendini birden çok iyi hissetti. Deniz’in yaşı küçüktü ama farklı bir dünyadan geliyordu, moda bilgisi ve güzelliğe bakış açısı farklıydı. Sonbahardan önce New York’a dönmeyeceğine göre, kendisine bir miktar stil danışmanlığı yapmayı kabul ederse, önünde değişmek için yeterli zaman vardı. Ayrıca Deniz’e yakın olması sayesinde Fahri beyi de görebilecekti. Sibel’in talebini Deniz, sevinçle kabul etti ve bunun kendisi için heyecan verici bir staj gibi olacağını söyledi. Sibel’in hızla İstanbul’a gitmesi gerekiyordu. Orada önce birlikte çarşıya çıkıp çeşitli makyaj malzemesi satın aldılar, sonra İstanbul’un en iyi kuaförüne gidip saçlarına yeni bir biçim verdirdiler. Sibel, kuaförden çıktığında açık tonda bir sarışın olmuştu. Saçı ile uyum sağlasın diye kaşları da inceltilmiş, sarıya boyanmıştı. Sonra da bir çok elbise, ayakkabı ve aksesuar aldılar. Sibel’in bir aylık kazancı bir günde bitmişti.
Deniz, Sibel’in yüzünde çeşitli makyajlar denemiş, ancak en yakışan makyajı bulunca aynaya bakmasına izin vermişti. Sibel’le göre sonuç yine iyi değildi; aynada üzüntüyle seyretti kendini. Saçının kesimi ve rengi güzeldi; makyajı, gözlerini biraz belirginleştirmişti ama burnu büyük, dudakları incecik, ağzı kuyu gibi karanlık, elmacık kemikleri çıkıntısız, çenesi küçük ve düşüktü. Bu arada Deniz, “Sophia Loren, makyajla gözlerinizi irileştirirseniz, burnunuz daha küçük görünür der, gözlerini biraz daha koyu boyamamız lazım” diyordu. Demek ki burnunun büyüklüğünün Deniz de farkındaydı. O günün müşterek çabasının sonucu, beklentisini tam olarak karşılamadığı için Sibel, Deniz’e olan güvenini biraz kaybetmişti.
Neyse ki bir gün sonra iş yerinde saçı için bazı iltifatlar alınca Sibel’in, morali biraz düzeldi. Sabahları her zamankinden daha erken kalkıp makyajı için vakit harcamaya başladı. Artık her gün yüzüne fon dö ten ve allık sürüyor, gözlerini, kirpiklerini boyuyor, sık sık da kuaföre gidiyordu. Kuaförde saçı yapılırken, uzun uzun aynaya bakacak vakit bulduğu için yüzünün plastik bir operasyonla düzeltilmesi gereken yerlerini kararlaştırıyordu.
Deniz’in Amerika’ya dönme zamanı yaklaşmıştı, yola çıkmadan birkaç gün önce Sibel’e telefon etmiş, “Keşke İstanbul’da olsaydın, yine görüşürdük, babam da senin çok görmeyi istiyor, bize bir içkiye gelirdin,” demişti. Sibel, “Zaten İstanbul’da işim var, gelmişken size de memnuniyetle uğrarım” diyerek sırf Fahri bey’i bir kez daha görmek için yola koyuldu. O yıllarda Ankara İstanbul arası karayolu yolculuğu en azından 8-9 saat sürerdi. Yol, Bolu’nun ve Adapazarı’nın içinden geçtiği için uzar,, Kızılcahamam yakınlarındaki dar ve virajlı Kargasekmez’de otobüsler birinci vitese düştüğü için çok vakit kaybedilirdi. Sibel bir gün önceden gece otobüsü ile İstanbul’a gitmeye karar vermişti. Böylece her zaman yaptığı gibi akrabalarında yatmaya da mecbur kalmayacak, Fahri bey ve Deniz’le olduktan sonra yine gece Bosfor Turizm ile Ankara’ya dönebilecekti. İki gün içinde saatlerce otobüste gitmekten yorulacaktı ama, Fahri beyi görmek için buna katlanması gerekiyordu. Belli olmazdı, bir kez daha görüştüklerinde neler olacağı.
İstanbul’a sabah iner inmez hemen kuaföre gitmiş, kendisine en çok yakıştığını düşündüğü elbisesini giymiş, makyajını yeni baştan yapmış sonra Fahri beyin Cihangir’deki deniz manzaralı evine gitmişti.
Kapıyı Fahri bey açtı, Deniz henüz evde yoktu. Deniz’in evde olmayışından mı, bilemiyordu ama içeri girerken kalbinin alışılmadık biçimde çarptığını fark etti. Ayrıca Fahri beyin, saçındaki değişikliği görmesini, makyajını beğenmesini, elbisesinin çok yakıştığını söylemesini istediğini de fark etti. Kendisinden yaşça bu kadar büyük bir insanın beğenisine ihtiyaç duyması hem kendini aciz hissetmesine yol açıyor, hem de bu his hoşuna gidiyordu. İş yerindeki genç iş arkadaşlarının beğenisinin hiç anlamı olmadığını, ama kendi seçtiği bir insanın beğenisinin ne kadar önemli olduğunu da o sırada fark ediyordu.
Önce havaların sıcak gittiğini, İstanbul’un ne kadar nemli olduğunu konuştular. Sonra hayat pahalılığı ve politika konuşuldu. Bunların hepsinin saçma konuşmalar olduğunu düşündü Sibel. Kalp çarpıntısı bir türlü dinmiyordu. Odaya sessizlik çökmüştü. Fahri bey, Deniz’i beklemeden Sibel’e içki ikram etti ve bir süre dikkatle yüzünü inceledikten sonra,
“Erkek arkadaşınız var mı Sibel?” diye sordu. Sibel’in kalp atışı biraz daha hızlandı.
“Ne gibi bir erkek arkadaş Fahri bey?” dedi boğulur gibi. Sesi çok komik çıkmıştı.
“Mesela önem verdiğiniz, yanında olmaktan zevk aldığınız veya evlenmeyi düşündüğünüz?” Sibel’in hafifçe başı dönüyordu.
“Oh hayır” dedi, “öyle birisi yok. Neden sordunuz bunu?”
“ Açacağım fotoğraf sergisinde tahmin edersiniz ki sizin fotoğraflarınız da sergilenecek. Serginin adı “Kadın ve Gölge” olacak. Tümü kadın bedeni üzerine çalışmalar. Siz açınızdan fotoğraflarınızın sergilenmesinde sakınca olmadığını biliyorum, aksi halde zaten çektirmezdiniz, ama kıskanç bir erkek arkadaşınız varsa, aranız açılmasın diye sordum.
Sibel aniden içinde bir balon patlayarak sönmüş gibi hissetti. Aynı zamanda konuşmanın bu şekilde gelişmesini beklemediğini, Fahri beyin kendisine özel bir ilgi göstermesini umduğunu da anladı.
“Siz kız arkadaşınızın fotoğrafını bu sergiye koymayı ister miydiniz?”diye sordu. Fahri bey, nedense bu soru üzerine bir kahkaha attı.
“Uzun süre fotoğraf işinin içindeyim. Sanatçılar sanat ortamında hoş görülü olur. Hele Amerika’da yaşamışsa. Ama ben kıskanç biriyim. Kıskançlığım, ancak hoşlandığım kadının portresini sergilememe izin verir.
Deniz’in gelmesini beklemeden Fahri bey, Sibel’e bir kadeh soğuk beyaz şarap ikram etti ve sehpanın üzerine bir peynir tabağı koydu. Sibel, titreyen elini belli etmemeye çalışarak şarap kadehini dudaklarına götürürken, mantığı Fahri beyden duyduğu her kelimenin, flört etmeyen iki insan arasındaki normal bir konuşmanın parçası olduğunu biliyor, ama kendisine de itiraf etmediği beklentilerinin alevlendirdiği hisleri ile düşündüğü için, ondan faklı kelimeler duymak istediğini anlıyor, hayal kırıklığı yaşıyordu. Kapı açılıp Deniz içeri girdiğinde, ağlamamak için dudaklarını ısırmaktaydı ve o sırada en çok bozulduğu şey, hakkı olmayan şeyleri umacak kadar saf ve hayalperest olmasıydı.
Daha sonra Sibel, yaşadığı hayal kırıklığının sebebinin tamamen kendini 14 yaşında bir kız çocuğu gibi bir hayal dünyasına sokmasının ürünü olduğunu, böyle hayallere kapılmasının sebebinin de o güne kadar karşı cinsten ilgi görmemesi yüzünden olduğunu bana itiraf etti ve,
“Göreceksin, hayatımda bir daha kendimi aptal yerine koydurmayacağım” dedi.
“Aptal yerine konduğun falan yok, ilgi, iltifat veya hadi flört diyelim, istediğini Fahri bey bilmiyordu ki, sana aptal bir kız diye baksın,” diye onu teselliye çalıştım.
Akıllı kızdı Sibel, kendisiyle ilgili gerçekleri görüyordu, cesaretle hayal kırıklığını itiraf ediyordu ve saçma beklentilerine sebep olan sorunlarına hızla çözüm araması gerektiğini biliyordu
Bir Eylül ayında işinden 20 gün izin alıp ilk burun ve çene ameliyatını oldu. Yeni kurulmuş olan Hacettepe Üniversitesi Hastanesinde, güzel sonuçlar veren estetik ameliyatlar yapılmaya başlanmıştı. Burun kemiği törpülenip, ucu kaldırılırken, çenesi protezle çıkıntılı hale getirildi. Ameliyat sonrası her yeri şişmiş, morarmış, burnunda alçı, çenesinde sargılar olan yüzünün gelecekte nasıl bir sonuç vereceğini kestirmek mümkün değildi. Ancak, geçen zamanın her türlü yarayı iyileştirdiği kuralı burada da işledi ve 15 gün sonra karşımda çok farklı bir Sibel buldum. Yüzündeki morluklar ve şişlikler tümüyle geçmemişti ama artık çok muntazam minik burunlu, içeri doğru basık çenesi olmayan farklı bir kız vardı karşımda. Acaba ameliyat geçirdiğini bilmeyen eski arkadaşları, platin sarı saçları ve çok farklı yüz hatları olan Sibel’in lisede kimsenin önemsemediği kızla aynı kişi olduğunu tahmin edebilir miydi? Sibel yirmi gün süren iyileşme devresinde birkaç kilo daha zayıflamış, vücudunun güzelliği daha belirgin hal almıştı. İşe başladığında gören herkesi hayrete düşürmüş, meraklı ve hayranlık dolu bakışların üzerinden ayrılmadığını hissederek büyük mutluluk duymuştu.
Bu değişimi göze almak kolay iş değildi. Genellikle insanlar estetik amaçlı bir ameliyat olacakları zaman, doktorlardan en çok istedikleri şey, ameliyat olduğunun anlaşılmamasıydı. O yıllarda güzellik konusunda yalan söylemek adetti. Henüz Ajda Pekkan bile ilerde açık yüreklilikle söz edeceği estetik ameliyatlarını olmaya başlamamıştı. Burnunu düzelttiren birkaç arkadaşımızı biliyorum, bununda hiçbir değişiklik olmadığında ısrar edip bizi deli etmişti. Böyle bir ortamda Sibel’in cesareti ve yeni çehresi çok ilgi çekiyor, tüm çevresi onu konuşuyordu. Kız arkadaşları, güzel olduğunu kabul etse bile güzelliğinin doğal olamadığını burun kıvırarak vurgularken, Sibel’i erkeklerin gözünde önemsizleştirmek için “Anneannem bile bu kadar ameliyat geçirse güzelleşirdi” gibi sözler söylüyordu. Yüzü güzelleşen Sibel’in vücudunun da çok güzel olduğunu fark eden erkekler ise, diğer kızların söylediğine hiç aldırmıyor, Sibel’in etrafında dolanıp kur yapmayı sürdürüyordu. Böylece biz de, bir kızın Allah vergisi güzelliği ile doğal olmayan yollarla elde edilmiş güzelliğinin erkeklerin gözünde hiç farklı olmadığını anlıyorduk; erkekler için önemli olan, baktıklarında ne gördükleri idi.
Ne var ki Sibel’in 30 sene boyunca ruhunda yer etmiş aşağılık kompleksinden kurtulması pek kolay değildi. O hala kendisini beğenmiyor, bu yüzden daha da güzel olmak istiyordu. O yaşlardaki insanlarda pek adet olmasa da dişlerini kestirip, üzerine porselen kronlar taktırmaya karar verdi. Doğrusu bence bu yerinde bir karardı; çünkü dişleri de güzel değildi. Hem çarpık, hem sarı, hem de minik minikti dişleri. Ayrıca dudakları da pek inceydi. Gülümsediğinde dişleri görünmez, dudaklarında acı çekiyormuş gibi bir ifade oluşurdu. Güzel dişlere kavuşmak için çok para harcadı ve çok uğraştı. İlk yapıldığında beğenmediği protezlerini, bir başka diş hekiminde yeniletti. Bunu da beğenmeyince, İstanbul’da şarkıcıların gittiği o zamanın meşhur bir diş hekimine gidip üçüncü bir protez yaptırdı. Yeni dişleriyle, diş sorunu çözülmüştü ama bu sefer dudaklarına kafasını takmıştı. Dudak ameliyatını İstanbul’da oldu. Dudaklarının içini kesip farklı şekilde yeniden diktiler ve daha kıvrımlı dudaklar yaptılar. Sonra bu yapılan, Sibel için yeterli olmadı, daha sonra galiba silikon koydurdu dudaklarına ve gerçekten hokka gibi dudakları oldu. O yıllarda henüz gazetelerde estetik ameliyatlarda kullanılan tıbbi malzemeden şimdiki gibi bahsedilmediği için, dudaklarına tam olarak ne konduğunu bilemiyordum. Dudak ameliyatlarından sonra “Dudaklarında içine konanlar yüzünden his kaybolacak, öpüldüğünde hissetmeyeceksin” demiştim. O da, “Zaten öpen yok ki, ne fark eder” diye cevap vermişti.
Sibel çok güzel ve bakımlı olmasına rağmen kimse ile çıkmıyordu, yani onu öpen kimse gerçekten yoktu. Oysa iş yerindeki erkeklerin peşinden koştuğuna eminimdim. Çok hoş bir kız olmuştu. İşinden iyi para kazandığı için güzel de giyiniyordu. (Zaten parasını sadece estetiklere ve giyime harcıyordu.) Yolda yürürken, ona bir kez bakanlar, gözünü alamaz, mutlaka arkasından bir kez daha bakardı. Ayrıca akıllı ve başarılı bir insan olması da erkeklerin ilgisini çekiyordu ama o, kendisini karşı cinsten gelen tüm tekliflere kapatmıştı. Neyse ki o yıllarda erkeklerle gezmeyen kızların “mazbut” kızlar olduğu düşünülür, şimdiki gibi “Acaba lezbiyen mi” dedikoduları yapılmazdı.
İlk ameliyatının üzerinden iki yıl geçtikten sonra bir gün Sibel telefon edip, Fahri Bey’in “Kadın ve Gölge” adlı sergisi için kendisine davetiye geldiğini söyledi. Sergi İstanbul’daydı. Fotoğrafları çekileli neredeyse üç yıl oluyordu, demek ki çok vakit almıştı bu sergiyi hazırlamak. Sibel’in bu kadar süre sonra bile çok heyecanlı olduğu sesinden anlaşılıyordu. Bana kendisi ile birlikte İstanbul’a sergi açılışına gitmemin büyük bir iyilik olacağını söyledi. Yalnız gitmeyi yüreği kaldırmayacaktı, yanında yakın bir arkadaşı olmalıydı. Gidersem bir gece otelde kalacaktık ve onun davetlisi olacaktım. Bunca değişikliğe yol açan fotoğraflarını sonunda göreceğim için sevinçle sergiye gitmeyi kabul ettim. Sibel’in yüzü görünmese de, fotoğraflardaki gölgeler altındaki vücudun Sibel’in olduğunu bilmek heyecan vericiydi.
Sergi, Atatürk Kültür Merkezi’nin sergi salonunda açılıyordu. Sibel’in erkek kardeşi ve karısı da bizimle birlikte İstanbul’a gelmişlerdi. Sanırım Fahri bey uluslararası bir sanatçı olduğu için salon çok kalabalıktı. Kapıdan girdikten sonra iç kısımlara doğru ilerlemekte zorluk çektik. Açılışta kimler yoktu ki? Film sanatçıları, tiyatro sanatçıları, tanınmış ressamlar, müzisyenler, ünlü şarkıcılar, basının ünlü simaları, iş dünyasından patronlar ve tabii kim olduğunu bilmediğimiz pek çok şık ve güzel insan. Sergide çok sayıda yabancı da vardı. Onları tiplerinden ve konuşmalarından kolayca ayırt etmek mümkündü.
Kalabalığın arasında gözlerimiz Fahri beyi aradı, bulamadık. Sibel ikide bir kulağıma Fahri beyi göreceği için çok heyecanlı olduğunu söyleyip duruyordu. Doğrusu sergi ile pek ilgilenmemekteydi. Gözleri hep insanların üzerinde geziniyordu. Garsonların dolaştırdığı beyaz şaraplardan birer kadeh elimize alıp büyük ebattaki siyah beyaz fotoğraflardan oluşan sergiyi, insanlar arasından kendimize zorlukla yol açarak gezmeye başladık. Her resim kadını ve gölgeler aracılığıyla kadın gizemini anlatıyordu. Bazen kadının yorgun, bazen aç, bazen köylü, bazen anne, bazen fahişe, bazen despot olduğunu görebiliyorduk. Bazen kadın sadece bir gölgeydi, bir gizemdi. Bazen ölümü, bazen mutluluğu, bazen aşkı çağrıştırıyordu. Ama en çok kadın salt estetikti. Her fotoğraf bir sanat şaheseriydi. Nasıl oluşturmuştu bu kompozisyonları ve bu anlamları iki boyutlu siyah beyaz zemine yükleyebilmişti? Baktığımız resimler arasında Türkiye’den ve dünyadan pek çok ünlünün özgün portreleri ve vücut çalışmaları da vardı. Yüzler de vücutlar gibi gölgeler içindeydi. Her bir gölge resimdeki figür ile olağanüstü bir denge oluşturuyor, figürün güzelliğini, ilginçliğini artırıyordu. Fotoğraflardaki tüm kadınların, -ister portre, ister vücut çekimi olsun- yüzlerindeki gölgelere rağmen kim olduğu belliydi. Bir tek Sibel’in vücudu, yüzü olmayan, gölgeler içinde, esrarlı abstre kıvrımlar halinde sergilenmekteydi. Bunlar tartışmasız çok güzel şekillerdi ama her birinde Sibel’in yüzünü beğenmemiş bir sanatçının gizlemeye çalıştığı hislerinin izi vardı.
Sibel’in bir arada sergilenmiş fotoğraflarının önünden henüz uzaklaşmıştık ki Fahri Bey’le burun burnuna geldik. Sibel’in erkek kardeşinin karısı, dayısını kucakladı öptü, kutladı, beni tanıştırdı, ve sonra Sibel’i işaret ederek,
“İşte Sibel de geldi dayıcığım” dedi.
Sibel, heyecandan aniden kızaran yüzünü bir an için başka tarafa döndürecek gibi bir refleks yaptıysa da, Fahri beyle göz göze gelince sanki birden rahatladı ve öylece durdu, gülümsedi. Gülümsemesi bir estetik harikası olan dudaklarındaki kıvrımları hareket ettirdi ve o harika dişlerini ortaya çıkarttı. Dikkatle ona bakmaya başladım. Fahri beye bakıyordu. Ben, düşüncelerini okumaya çalışıyor, bir yandan da nasıl davranacağını merak ediyordum. İki yıldan bu yana eziyetli değişiminin başlamasına yol açan bu adamla ilk defa karşılaşıyordu. Fahri bey de konuşmadan dikkatle Sibel’e bakmayı sürdürdü. Onu hatırlamadığını az sonra anladık. Nitekim,
“Özür dilerim, böyle inanılmaz bir güzellikle daha önce karşılaşmış mıydım?” diye yeğenine sordu. Yeğeni,
“Aa, dayıcığım, hayret, Sibel’i nasıl hatırlamazsın?...” derken, Sibel’in kardeşinin karısını susturmak için kolunu sımsıkı tuttuğunu fark ettim. Fahri bey, hayranlığını gizleyemediği bir yüz ifadesi ile yeğenine döndü,
“Yanılıyorsun, Sibel hanımla daha önce tanıştığımızı hiç sanmıyorum, çünkü onu daha önce görseydim, bu sergiye mutlaka portresini koymak isterdim” dedi.
Bu konuşma çok komikti. Sibel’in hızla erkek kardeşinin de koluna girdiğini ve anlamlı bir şekilde onun da kolunu sıkarak konuşmasını engellediğini gördüm. Bir taraftan da geniş ve cilveli bir gülümseme ile Fahri beye bakarak,
“Acaba bir sonraki serginiz için şansım olduğunu düşünebilir miyim? “ dedi. Fahri bey, pek çok çapkın erkeğin adet haline getirdiği rahat hareketleri ile hemen elini cebine daldırarak bir kartını çıkarttı, Sibel’e uzattı,
“Vakit kaybetmeyelim, biran önce beni arayın” dedi. Çok emin değildim ama galiba Sibel’e bir de göz kırptı o arada.
Bize doğru yaklaşan bir çift Fahri beyle konuşmaya başladılar ve az sonra çekiştirerek yanımızdan uzaklaştırdılar. Biz, birbirimize ne söylememiz gerektiğini bilemeden orada bir süre durduk. Sibel’in yüzündeki geniş gülümseme, Fahri beyin arkasından bakarken devam ediyordu. Sonra bize döndü,
“Biliyor musunuz, şimdi gerçekten değiştiğime ve güzel göründüğüme inandım,” dedi ve ekledi, “Bundan sonra ben de artık diğer insanlar gibi normal bir hayat sürebilirim.” O gün ayrıca Sibel, fotoğraflardaki yüzü olmayan kızın kendisi olduğunu dayısına asla açıklamaması için erkek kardeşinin karısına yeminler ettirdi ve Fahri beyi hiç bir zaman aramayacağını söyledi bize.
Sibel’in o günden sonra herhangi normal ve modern bir genç kız gibi bir hayatı oldu. Kendine olan güveni artıkça arkadaş sayısı da arttı. Erkek arkadaşları ile geceleri gezmeğe hatta yolculuklara çıkmaya başladı. Bir yıl içinde iki sevgilisi oldu. Ailesi Sibel’in normal olmadığını ve kendilerini utanç içinde bıraktığını düşünüyordu. Ancak Sibel’in umurunda değildi artık başkasının ne düşündüğü. Yıllarca insanlar onu güzel bulmuyor diye üzülmüştü ve şimdi hiçbir konuda insanların fikrini önemsemeyecek kadar güzeldi.
Daha sonra kız kıza konuştuğumuz ve eski sırları gün ışığına çıkardığımız bir gün Sibel, tanıştıkları andan itibaren Fahri beye çok özel hisler beslediğini anlattı bana. Tüm estetik ameliyatlarını, şuur altındaki bir dürtü ile Fahri beye güzel görünmek için olmuştu. Bir doktordan diğerine koşarken, neredeyse bir ameliyatın iyileşmesini beklemeden bir diğerini olurken ve giderek güzelleşirken hiçbir erkekle çıkmayı gönlü kaldırmayacak kadar Fahri beyde aklı takılı kalmıştı. Çektiği fotoğrafta yüzünü göstermeyecek kadar onu çirkin bulan bir erkekle belki ilerde de bir şansı olamayacağını düşünerek iki yıl boyunca acı çekmişti ama yine de güzelleşmek için çabalamıştı. Düşlediği güzelliğe kavuşunca, Fahri beyin karşısına çıkacağı, yüzünün fotoğraflarda yer alacağı günü hayal ederek yaşamıştı.
Sonunda en güzel haliyle sergi açılışında Fahri beye bakarken ve Fahri bey onu tanımayıp, hayran olduğu yüzünü fotoğraflamak istediğini söylerken, birden gerçeği görmüştü. O, artık Fahri beye gizlice aşık olan kız değildi. İki sene önce, yüzünün Fahri beyin bir fotoğrafında görünmesini sabit fikir haline getirmiş ve Fahri beyi kendine hayran bırakmak isteyen, böylece gizli bir intikam alacağını sanan kız da değildi. Gördüğü güzel kadınlara hemen kartını vererek yeni heyecanlar yaşamayı umut eden yaşlı erkeklere ilgi duyacak bir kız artık hiç değildi.
Puna Endem usta, insan duygularını didik didik anlayan ve anlatan bir yazı daha paylaştı. Özlemiştik ama yalnız o yüzden değil, konusu ve akıcılığı nedeniyle diğerleri gibi bir solukta okunuyor.
YanıtlaSilSağol Puna. Evet ama yetmez, başka yazılarını da sabır(sızlık)la bekliyoruz.
OÜ
Kalemine kuvvet, aklına sağlık... Düz ve akıcı bir anlatım olmuş diğerleri gibi. Hem anlatımın hem de seçtiğin konular değişik ve sana özgü oluyor, başka öykülerini bekliyoruz...
YanıtlaSilHarikasin Puna'cigim
YanıtlaSil