Grev / Yücel Akyürek

 

GREV 

 

Bu öykü 2019 yılında Yeni İnsan Yayınevi tarafından yayınlanan “Yolboyu ‘50, ’60 ve ‘70’li Yıllar” isimli kitabımdan alıntıdır

 

 

 Bu işlerden tarihsel olarak da iyi anlayan bir arkadaşımın:

Türkiye’nin ilk ve belki de tek beyaz yakalılar grevi

 nitelemesi ne kadar yerindedir bilmiyorum ama             

 bu güne kadar kimse karşı çıkmadığına göre bütünüyle yanlış olmasa gerek. 

Yaşananları 50 yıl sonra bugün, ODTÜ Mimarlık, askerlik ve Grev arkadaşım, değerli dostum Mimar Nuri Arıkoğlu’nun notlarından da yararlanarak anlatmaya çalışırken kimseye haksızlık etmediğimi umuyor ve onun gibi birçoğu bugün artık hayatta olmayan tüm arkadaşlarımı saygı ve sevgiyle anıyorum. 

 

Askerden yeni döndüğüm günlerin Ankara’sı. 1974ün son ayları. 

Kıbrıs çıkartması, Amerikan ambargosu, yağ, tüp gaz ve bütün ithal girdilerdeki yokluklarla boğuşan 1.  Ecevit hükümeti dönemi. 

12 Mart’ın getirdiği baskılar hiç değilse dışarıdakiler açısından, henüz tam bir bozguna ve yılgınlığa dönüşmemiş ve toplumun yazgısını değiştirilebileceğimiz inancı bütünüyle yok olmamış. 

1961 Anayasası ve çalışanlara bu günün çok ilerisinde haklar tanıyan 1475 sayılı iş yasası yürürlükte. 

Ama toplum, henüz Mimarlardan ne beklenmesi gerektiğinin farkında değil ve bizim için en büyük, hatta neredeyse tek işveren Devlet ya da yarı resmi kuruluşlar. 

 

Mimari proje yarışmalarında şanslı, becerikli ya da yeteri kadar sabırlı olamadığımız için bağımsız proje alma, yönetme ve bu işten geçim sağlayabilmenin koşulları da yok. 

Ortalıkta dolaşan tek tük işlerden almayı başarabilen az sayıdaki mimar tarafından kurulup devam ettirilebilen proje bürolarındaki “mimar diplomalı teknik ressamlık” konumundan yola çıkarak mesleki bir gelecek aramak da benim için çıkar yol değil. 

ODTÜ’nün yeni bir üniversite olmasından kaynaklanan zorluklar ise ayrı bir fasıl. Köşe başlarını tutan İTÜ ve Akademi mezunları, resmi daireler dahil her yerde “ocakçılık” yapıyor. 

Bütün bunlar bir yandan da bizim ODTÜ’deki sorgulayıcı eğitimimizle de çatışıyor. 

   

Kızım Defne 5 yaşında. Fatma Pakistan Büyükelçiliğindeki çevirmenlik görevinden yeni ayrılmış. Yassıada’da yargılanıp hüküm giyen eski DP’li ve o günlerin Numune Hastanesi Başhekimi Münif İslamoğlu’nun Gaziosmanpaşa’daki evinin çatı katında kiracıyız. 

Geçim derdi öncelikli ve iş bulmam lazım ama askerden önceki Bayındırlık Bakanlığı memuriyetimden de biliyorum ki fazla seçici davranamayacağım. 

  

     Bir Vakıf Kuruluşu Sisag

 

Ankara, iki yılını barakalarda geçirdiğim ODTÜ yılları ve sonrasından edindiğim dostlarla dolu bir çevre benim için. Kızılay’dan başlayarak Bakanlıklar boyunca devam eden kaldırımlarda yürürken neredeyse bütün tanıdıklara rastlamak mümkün. 

Böyle günlerden birinde karşılaştığım ODTÜ’lü mimar arkadaşım Engin beni, Sistem Araştırma ve Geliştirme kuruluşu SİSAG’la tanıştırdı. Burası, “Hocabey” olarak anılan İhsan Doğramacı’nın kurduğu ve yönettiği Hacettepe Vakfı’na bağlı bir kuruluş. Aynı vakfa bağlı Tepe, Petek, Dilek ve Meteksan gibi başka şirketler de var. Belli ki Sisag o günlerde Vakfın amiral gemisi olarak düşünülmüş. 

 

Vakıf, Üniversite Seçme ve Yerleştirme işlevlerinin yürütümü, üniversite yerleşkeleri ve binalarının yönetsel yapılanmaları da dahil planlanması, projelendirilmesi ve inşasını da kapsayan çok geniş bir yelpazede birbirini tamamlayan bir faaliyetler bütününü yürütüyor. ÖSYM, soru ve cevap formları, sınav kılavuzları, Sisag’da işleniyor ve Meteksan’da basılıyor. O günün yeni üniversiteleri Sisag tarafından projelendirilip Tepe veya Dilek tarafından uygulanıyor. 

 

Beytepe, Adana Çukurova, Sivas Cumhuriyet ve Eskişehir Anadolu Üniversiteleri ile Çukurova, Samsun 19 Mayıs, Bursa Uludağ, Kayseri Gevher Nesibe ve Kıbrıs tıp fakülte hastaneleri üzerinde çalışıyoruz. Kadrosunda Hacettepe ve Beytepe’yi projelendiren ve çoğunluğu ODTÜ’den arkadaşlarım var. Projeleri, daha önceden de Doğramacı’nın yakın çalışma arkadaşları olan Sabih Kayan ve Gündoğdu Akkor yönetiyor. Sabih bey, elindeki kalın kalemiyle Akademi’de tashih yapan bir bir kürsü hocası gibi. Gündoğdu Akkor ise disiplinli, ya da daha doğrusu, biraz soğuk ve mesafeli. 

 

Mimari bölüm fabrika gibi işliyor. Bu, o günlerin masa üstünde çizim yapılan mimarlığı için yeni bir olgu ama sanki günümüzün bilgisayarlı seri üretim düzenin de bir habercisi gibi. Konuları fazla derinlemesine işlemeye vakit yok. Genel üniversite tasarımı, vaziyet planına serpiştirilen standart birim yapılardan oluşuyor. Aralarında panzer dolaşabilecek boşluklar gerekiyor. Mikro ve makro büyüme mekanizmalarının planlanması; kuramsal ve uygulamalı eğitim alanları ile akademik ve sosyal alanlar arasındaki ilişkilerin kurulması gibi kaygılarla bir anlam ve işleyiş bütünlüğü yakalamaya çalışıyoruz. 

 

Projelendirilen standart yapılar birer kolon-kiriş matrisi. Üniversiteyi oluşturan bütün işlevleri bu yapıların içine tıkıştırmaya uğraşıyoruz. O günlerin bu tasarım anlayışına kendi aramızda:               ”Taksidermi Mimarisi” adını takmış ve böyle bir görev almadığımız halde, Nuri ile birlikte üniversite planlamasının nasıl olması gerektiği konusunda yaptığımız kapsamlı bir araştırmayı herkesin kullanımına sunmuştuk.   

 

Kararlar kimseyle tartışılmadan sadece iki yönetici tarafından alınıyor ve aceleyle uygulanıyordu. Projelerden birinde bir zemin sorunu fark edildiğinde proje aşamasında değişiklikler yapmak daha akılcı olacağı halde, bu çözümün proje maliyetinden kaçınmak için sorunun görmezden gelindiğini ve böylece inşaat aşamasına aktarıldığını hatırlıyorum. 

Sadece Hocabey’e karşı sorumlu olan bu iki kişi, inanılmaz büyüklükteki toplam işlerin mesleki ve onursal bir getirisi olan telif haklarını da sadece kendilerinde tutuyor ve hiç kimseyle paylaşmaya yanaşmıyordu. İlk tanıdığımdaki kurumsal görünüşünün aksine benim gözümde orası artık, sermayedar olmayan belli bir kahya grubu tarafından çiftlik gibi yönetilen bir yerdi.  

 

SİSAG’ın ikinci ve biraz daha büyük bir bölümü bilişim, Araştırma-Geliştirme ve pazarlama birimlerinden oluşuyordu. Bir köşesinde bir elektro-mekanik üretim ünitesi de vardı galiba. Üniversitelerarası Seçme ve Yerleştirme sınavlarının hazırlanması ve değerlendirilmesi, örgün öğretim ve Yay-Kur’un bilgi işlem hizmetleri Hacettepe ile birlikte bilgi işlem merkezinde yapılıyordu. Seçme ve yerleştirme görevi YÖK’ten önceki Üniversiteler Üst Kurulundan alınıyor ve gerekli gizlilik gözetilerek sonuçlandırılıyordu. Özel klimalı ve yüksek döşemeli birkaç salonunu dolduran bilgisayar makinaları o günlerin en büyük ve en gelişmiş düzeneği idi. 

Bu bölüm aynı zamanda bütün şirketin de genel müdürü olan Önol Örs doğrudan yönetiyordu.

 

     Örgütlenme

 

Çalışanların ortak sorunu olan keyfi yönetim, ücret azlığı ve dengesizliği onları daha önceden harekete geçirmiş olmalı ki sendikalaşma fikri bu grupta birkaç kişi arasında ortaya atılmış ve doğal olarak hemen arkasından da paylaşılma ihtiyacı ortaya çıkmıştı. Gizlilik çok önemliydi çünkü fark edildiği ilk anda çalışanları vazgeçirmek veya korkutmak için yapılabilecek şeyler çok daha kolay olacaktı. Konuya ilişkin ilk çağrı daha öncelerden eşim Fatma aracılığı ile tanıdığım sistem çözümleyici - programcı Arkadaşım Yıldız’dan geldiğinde ilk işim bunu Üniversiteden en yakın sınıf arkadaşım Nuri’yle paylaşmak oldu. Daha sonraki günlerde her iki grupta da bir önceden haberi olanların bir sonrakilere kefil olmasıyla yaygınlaştı.

 

Birinci aşamada yine sınıf arkadaşlarımızdan Cemal ve Durkan; arkasından bizden daha sonraki ODTÜ mezunlarından Hasan, Sinan, Fatih; GSA’dan Yılmaz ve diğer grup çalışanlarının katılımıyla çoğunluk sağlanmış oldu. Artık kararları birlikte alıyorduk. 

Ortak kararımızla konuyu yaşça bizlerden biraz daha büyük olan büro şefimiz Erol Beye açmaya ancak yönetime karşı kendini kayıtsız ve şartsız bağımlı hisseden Engin ve diğer birkaç arkadaştan saklamaya karar verdik. Çekinceler iki yönlüydü. Birincisi, onları çelişki içinde bırakmak istemeyişimizdi. İkincisi ise, nasıl davranacaklarını kestiremiyorduk. Sonuçta kapı, öğrenildikten sonra zaten onlara da açık olacaktı.

 

                          Kavaklıdere Cinnah Caddesi başında, grev Feneri önünde ve ateş başında    

 

     

        Sosyal İş Sendikası ve Grev Komitesi

 

DİSK’e bağlı Sosyal İş sendikası içinde örgütlenme tam bir gizlilik içinde yürütüldü. O zamanlar Özcan Kesgeç genel başkandı. Duyulduğunda herkes için tam bir sürpriz olmuştu. Örgütlenme sürecinin dışında kalanların bir kısmı daha sonraları olayın uzağında tarafsız davranmayı seçerken Engin, sonuna kadar yönetimin yanında ve sendikal hareketin karşısında kalmayı tercih etti. Örgütlenme süreci ve hemen sonrasında heyecan üst düzeydeydi. Küçük grup toplantılarını bizim Gaziosmanpaşa’daki çatı katımızda; daha geniş toplantıları ise hemen yakınımızdaki Gül Bahçesinde yapıyorduk.

 

Şirketin ve çalışanların niteliğinin o güne kadarki alışılagelmiş sendikal faaliyetlerde rastlananlardan çok farklı olduğunun bilincindeydik. Bu konuda Sendikanın da fazla deneyimli olmadığı belliydi. Siyasal konularda birikimleri ve eylem geçmişi olan yeteri sayıda üyemiz olduğu için politik önderliğe de ihtiyacımız yoktu. Kendi içimizde örgütlenmenin birinci adımı, sonradan grev komitesine de dönüşebilecek olan bir yönetim birimi oluşturmaktı. 

 

O sıralarda bana yapılan başkanlık teklifini kabul etmemin iki temel nedeni vardı. Bunlardan birincisi sendikal örgütlenme, grev ve toplu sözleşmelerin aslında sadece kapitalist sömürüyü dengelemek ve emekçiler lehine yeni bir mevzi kazanmak gibi daha gerçekçi ve kotarılabilir bir amacı olması gerektiğini kavramış olmam; ikincisi ise ailemin geleceğini sonuçsuz veya başarısız bir maceraya feda etmek istemeyişimdi. Her ne yapılacaksa bundan sonraki en önemli hedefimiz ona odaklaşmak ve her adımı çok dikkatli düşünerek atmaktı. Bu işte en çok kendime güveniyordum. Sendikal mücadele ile kazanılacak iyi bir toplu sözleşme yerine ütopik hedefler koymaya kalkışmanın bizi çıkmaza götüreceği kesindi.  

 

Benden başka Nuri, Hasan, İrfan, Yılmaz, Duygu ve Savaş’tan oluşan komite üyeleri katılımcı grupları temsil edebilecek iyi bir karışım oluşturuyordu. Daha sonra katılan Fahrettin’de daha genç ve kalabalık delgiciler grubunu temsil ediyordu. İlk kararımız, sonunda greve gideceğini gördüğümüz süreçte mümkün olduğu kadar sendikanın önünde giderek kendi yolumuzu belirleyebilmek ve kendi geleceğimizi yönetebilmekti. Bu kararın ne kadar isabetli olduğunu daha sonraki günler bize gösterecekti.

 

 


           Birkaç eksiği ile Grev Komitesi. Soldan sağa Hasan, İrfan, Nuri, Duygu, Yücel ve Yılmaz

      


      Taleplerin Birleştirilmesi

 

İlk önemli işimiz mimarlar, teknik ressamlar, araştırmacılar, programcılar, sistem çözümleyiciler, delgi operatörleri ve kodcular gibi çok çeşitli çalışma gruplarının isteklerini ortak bir talepler bütününde toplayabilmekti. İş ve görev tanımlarıyla ücret dengesizlikleri ön sırada olmakla birlikte herkesin ücret dengesinden anladığı farklıydı. “Eşitlik” ilkesi bazı arkadaşlarımız tarafından “eşit işe eşit ücret” anlayışından soyutlanmış olarak algılanıyordu. Örneğin nispeten kısa bir kurs süresi ve biraz da dikkatle herhangi birinin yapabileceği ve aslında bir meslek olmaktan çok geçici bir iş sayılabilecek kadrolardaki arkadaşlarımıza neden mimarlar, profesyonel araştırmacılar ve sistem çözümleyici programcılarla eşit ücret alamayacaklarını anlatmakta zorluk çekiyorduk. 

 

İşin ilginç yönü, Sendikanın bu konudaki tarafsız gözlemci tavrıydı. Kodculuk veya delgi operatörlüğü yapanların önemli bir bölümü çeşitli okullarda eğitim gören ve okul bitiminde bu işe de devam etmeyi düşünmeyen öğrencilerdi. Bu konunun çözümlenmesi bizi çok yordu ise de sonuçta grup temsilcilerinden oluşan komite içindeki çalışmalarla, herkesin onayını alan ve bugün bile en organize işyerlerinde rahatlıkla kullanılabilecek bir intibak ve kıdem sistemini işverene teklif edilebilecek hale getirdik. Bu konuda Hasan’la gece yarılarına kadar devam eden zorlu çalışmalarımızı hatırlıyorum. 

 

İşverenden diğer isteklerimiz arasında, yapılan işlerde mesleki açıdan söz sahibi olabilmek de önemli bir yer tutuyordu. Acaba biraz da mesleki nitelik ve eğitimimiz gereği, var olmanın temel koşullarından biri olan “fark yaratabilmeyi” umarken sadece çarkları yağlayan ya da vidaları sıkan otomasyon birimlerinden biri olmaya karşı tam ayırdında olmadığımız fazladan bir direnç de mi sergiliyorduk?

 

Bütün önlemlere rağmen sendikalaşmanın başlangıç süresinde işten atılmalarını engelleyemediğimiz az sayıdaki arkadaşımızın yeniden işe alınmasını sağlamak ve iş güvencesi maddeleri üzerinde bir uzlaşma sağlamak da kolay görünmüyordu. 

İş güvencesi talebimiz “ceza olarak tazminatsız işten atılmalar” dışında hiç kimse hiçbir şekilde işten çıkarılamaz” biçiminde formüle edilmişti. Bir şekilde yine hedefi şaşıran arkadaşların ısrarıyla oraya yerleşen bu metnin Şirketin tek alternatif olarak derhal kapatılması sonucunu doğurmaktan başka bir hiçbir işe yaramayacak kadar mantıksız olduğu halde komitede bu maddenin korunması doğrultusundaki direniş şaşırtıcıydı. Direnen komite üyeleri ekonominin sürdürülebilirlik prensibiyle hiçbir şekilde bağdaştırılması mümkün olmayan bu maddeyi: 

     “İşverenin meselelerini çözmek işçilerin görevi değildir”

şeklinde savunuyorlardı.

 

Sadece taktik amaçlı olarak değerlendirilse bile,  grevciler arasında etkili olabilen siyasi gruplardan biri tarafından benimsendiği anlaşılan bu söylemin:

     “tek yol devrim” 

ile başarılı bir toplu sözleşme hedefini değiştirmeye hazır gençler arasında prim yapacağı muhakkaktı.  Birkaç arkadaşımla birlikte karşı çıkmamıza rağmen bu madde, toplu sözleşme imzalanmasının hemen öncesine kadar önemli bir uzlaşmazlık kalemi olarak varlığını korumayı başardı ancak daha sonra bağıtlanan toplu sözleşmede bu madde yerini çok daha gerçekçi olan ve çok iyi tasarımlanmış işçi çıkarma kuralları ve tazminatları maddesine bıraktı. 

 

     Grev Başlıyor

 

1975 sonlarında başlayan işten atılmalar, Proje Yürütücülüğü unvanlarının Engin dışındakilerden geri alınması, uzlaşmazlık tutanakları ve benzeri olaylarla 9 ay devam eden sendikal örgütlenme sonunda aldığımız kararla bizi, artık ne kadar süreceği bilinmeyen yeni ve daha zorlu bir grev dönemi bekliyordu. Grevin hemen başında, Sisag ve oradan kaçırılan projeleri alan başka mimarlık bürolarının yöneticilerine Mimarlar Odasının verdiği disiplin cezaları, bize önemli bir destek sağlamıştı. 

Bakanlar Kurulunun “Milli Güvenlik” gerekçesi ile verdiği kararla 1976’nın 5 Kasımında durdurulan ve 1 ay sonra bu sefer de Danıştay kararıyla yeniden başlayan grev 4 ay sürdü. Başka yerlerde kurşunlanan grev çadırlarıyla ilgili haberlerin gölgesinde ve Ankara kışının en soğuk günlerinde yaşanan bu 115 gün yaşantımın en unutulmaz anıları arasındadır. 

     

Grevde bizi bekleyen ilk sorun, çeşitli siyasal akımların grevciler aracılığıyla sergilediği etkileme yarışıydı. Grev komitesinde de TİP, Dev Genç, Aydınlık veya Halkın Kurtuluşu gibi fraksiyonların temsilcileri vardı. Grevi siyasal hedefleri için verimli bir alan olarak seçen örgütlerden çeşitli telkinler geliyor olsa da birliği sağlamak ve hedefi kaybetmemek adına grevi bunların güdümü dışında tutmak gerekiyordu. Başta Sosyal İş olmak üzere her siyasi grubun bir veya birkaç slogan önerisi vardı. Bunlardan büyük bir kısmı da o günlerde temcit pilavı haline gelmiş, içeriği boşalmış tekerlemelerdi. Eline her kalem alanın bir şeyler yazmasına elbette izin verilemezdi. Sonuçta, Sendika ile de anlaşarak bunları bir ölçüde disiplin altına almayı ve sadece çalışanların ortak savaşımına hizmet edenler dışındakileri grev yerinden kaldırmayı başarabildik.

 



                                 Bir grev günü

 

     

       Ödenekler ve Geçim Zorluğu

 

Bir diğer zorluk da grev ödenekleri konusunda ortaya çıktı. Grevcilerin sosyal ve ekonomik yapıları geniş bir çeşitlilik gösteriyordu. Sosyal İş kerameti kendinden menkul bir devrimci sorumlulukla:

     “grev ödeneklerinin eşit dağıtılması” 

gerektiğine karar vermişti. Bu örneğin benim, grev ödeneğimi ailemin 3 ferdi, ev kirası ve başta Ankara kışının ısınma parası olmak üzere sabit ev giderleri arasında paylaştırmam anlamına geliyordu. Bu durumda olan tek kişi de ben değildim. 

Diğer yandan Sendika, ödenekler toplamında oldukça özverili davrandığı için evli olmayan ve ailesinin yanında oturan gençler için bu bir bayramdı. Grev ödenekleri bazıları için Sisag maaşlarının bile üzerindeydi. Ancak her şeye rağmen, grevin bütün zorluklarını sonuna kadar yaşayanlar için, bolluğa kavuşan diğer arkadaşların grev ödenekleriyle satın aldıkları fotoğraf makinesi, dürbün ve benzeri oyuncaklar bir kırgınlık ve düş kırıklığı yaratmamalıydı. Birlik ve beraberlik her şeyden önemliydi.

 

Sosyal İş ise o günlerdeki yayınlarında bu konuyu şaşırtıcı biçimde:

     “Sisag grevcilerini mağdur etmemek için maddi olanaklarımızı en üst düzeyde seferber ettik. Her şeye rağmen grev ödeneklerinin eşit dağıtımını sağladık” şeklinde duyuruyordu.  

Bu kadarı da fazlaydı! Eşitlik ve adalet elbette bir ve aynı şey değildi.   

 

Geçim sıkıntısı nedeniyle bu günlerde Fatma, bu sefer de Ürdün Büyükelçiliğinde yeni bir işe girdiği halde zorluklar devam ediyordu. Ev sahibimiz Münif İslamoğlu’nun bizim için neredeyse ev kirasına yakın önemli bir gider kaynağı olan mazotlu ısınma parasını almayarak bize sağladığı desteği bugün bile minnetle anıyorum. Münif Bey’in bu anlayışlı yaklaşımını temeldeki yardımseverliğine ve belki biraz da grevi:

     “Türkiye’nin ilk ve belki de tek beyaz yakalılar grevi” 

Olarak tanımlayan ve o yıllarda ODTÜ’de öğretim üyesi olan kızı Huricihan’a borçluyduk. 

 

     Strateji, Taktik ve Karşı Taktikler

 

Bizim durumumuz hiçbir şablona uymuyordu. Vakıfları yöneten Doğramacının grev konularında tecrübesiz olabileceğini düşünmüyorduk. Sisag’dan önceki Meteksan grevinde kırsal kökenli grevcilerin direncini kırmak için tarlaları yaktırdığı söylenti olarak dolaşmaktaydı. Bunun doğruluk derecesi önemli değildi. Ama o günlerde buna inanmaya hazırdık. Madenler, fabrikalar, marketler ve benzeri işyeri grevlerindeki mücadele koşulları üç aşağı beş yukarı belliydi. Üretimi ve ürün akışını durdurmak ve grevdeki iş yerlerine grev kırıcı işçileri sokmamak en kestirme yoldu. Fakat biz ne yapabilirdik? 

 

Yürümekte olan mimari projelerin çizimlerini ve çantalara bile sığdırılabilen bilgisayar disklerinin başka yerlere taşınmasına grev başlamadan bile önce başlanmış ve bu girişimler iki grev dönemi arasındaki erteleme döneminde de devam etmişti. Sisag’ın işlevlerini üstlenmek üzere yeni kurulan Teksis şirketi de faaliyete başlamıştı. Stratejik bilgileri ve evrakı çantalarında ve ceplerinde kaçıranlar arasında Sisag yöneticileri ile birlikte Engin de yer alıyor ancak hiçbirine karşı çok sert davranmayı kendimize yakıştıramıyorduk. Bizim işimiz kişilerle değildi. Grev küçük itiş kakışlar ve polisin grev çadırını yıkma girişimleriyle ancak, yaralanmalara varan çatışmalara dönüşmeden uygarca devam ediyordu. Doğrusu Vakıf yönetimi de ortamı hiçbir zaman fazla gerginleştirmeyi seçmedi. Doğramacı da kuşkusuz bu grevciler arasından ileride Tepe İnşaat şirketine bir genel müdür ve bir de genel müdür yardımcısı atayacağını o günlerde düşünmemiş olduğu halde, karşısındaki grubun düzeyi ve niteliklerinin farkındaydı.

 

Ancak, başka bir stratejiye de ihtiyaç vardı. Doğramacı’nın o günlerin eleştirel basınının odağında olmak istemediği açıktı. Bunun sebeplerinden biri de Dr. Benjamin Spocks’un çocuk bakımı ve yetiştirilmesi ile ilgili ünlü kitabını kaynak göstermeden kendi adıyla Türkçe olarak aynen yayınladığıyla ilgili tartışmalardı. Bu nedenle medya ilişkilerimize ağırlık verdik. Bu konularda da çok yetenekli olan Hasan’la birlikte hazırladığımız yazılar, bizlerle yapılmış soru – cevaplı söyleşiler formatında popüler gazetelerin okunan sayfalarında yer bulmaya başlamıştı. Sonuçta Nuri’nin deyimi ile:

     “Doğramacı’yı kamuoyu ile kuşatma stratejimiz” 

sonuç vermeye başlamıştı. 

 

Doğramacı ve Vakıf yönetiminin kurmayları ile bir kere; arkasından da yakın çalışma arkadaşı Nevzat bey’le çeşitli kereler yaptığımız görüşmelerde:

     “isterseniz genel müdürü görevden alıp başka birini getirelim”,

ya da:

     “tek tek her birinizin emrindeyim” 

gibi önerilere ilgi göstermemiştik. Arkadan gelen:

     “bu son fırsattır bundan sonra her şey biter” 

tehditlerine rağmen yavaş yavaş bir uzlaşma zeminine yaklaşmakta olduğumuzu hissediyorduk. 

 

     Eylem Disiplini

 

Sisag Cinnah Caddesinin Kuğulupark’a yakın alt girişinde çok göz önünde bir konumdaydı. Geceleri ışıklandırdığımız üçgen prizma şeklindeki grev feneri ve grevcilerin alışılmamış görüntüsü Kavaklıdere–Çankaya yol boyu üzerinden gelip geçenlerin ilgi odağı idi. Grev gözcüleri gece ve gündüz 24 saat görevleri başındaydı. Aydınlatma için gerekli elektrik ve grev gözcülerinin sabah çorbaları Sisag’la aynı yapının bodrum katını paylaşan gece kulübünün armağanıydı.  Bu tür kulüplerin önünden geceleri hiç eksik olmayan hır gür, grev süresince burada hiç yaşanmadı. Grevcilere herkes belli bir saygı ve çekingenlikle yaklaşıyordu. 

 

En küçük bir bardak bira dahil, bütün alkollü içkileri grev süresince grev yerinde yasaklamıştık. Erkek arkadaşlar grev gözcülüğü gece nöbetlerini bazıları çocuklu olan kadın arkadaşlarımızdan hiçbirine rastlatmayacak şekilde kendi aralarında paylaşıyorlardı. Yolun karşısındaki Türk Amerikan Derneğinde gündüzleri ucuz çay, bedelsiz kullanılabilecek bir tuvalet ve kağıt- kalemli çalışmalar için küçük masalar vardı. Ahşap karkas üzeri naylon gergili grev çadırı dışarıda bacası tüten bir odun sobası ile geceleri ısıtılıyordu. Zabıtanın zaman zaman çadırı kaldırtmak için yaptığı ziyaretleri de başarıyla püskürtüyorduk.

 

Grevin ikinci başlangıcından hemen sonra binanın yan tarafındaki girişin arkasında kurulu “sahra mutfağımız” soğukların bastırmasıyla grev çadırının içine taşınmıştı. Donanımı portatif bir tüp gaz ocağı, iki büyük tencere ve kepçe, sıcak yemek ve hoşaf servisine yetecek kadar tabak ve kaşıktan oluşuyordu. Moralimiz yerindeydi. Sadece üniversiteden değil, aynı zamanda 119. dönem Levazım okulundan da askerlik arkadaşım olan Nuri’yle duruma uygun düşecek şekilde yakıştırdığımız askeri terimler, saz çalabilen arkadaşlar eşliğinde yüreklerimize seslenen ezgiler ve Hasan’ın repertuarındaki Ege türküleri,  kaldırımlar üzerine en az bir ay süre ile yapışıp kalan kara buz üzerinde yüreklerimizi ısıtıyordu. Endişeli değildik. Hepimiz biraz daha büyümüş biraz daha olgunlaşmıştık. Bu dönemde grevcilerin hiç eksiksiz tamamını kuşatan güven, dayanışma ve beraberlik iklimi bize yenilmeyeceğimizi fısıldıyordu. 

 



                                         Sisag grev yerinde Sahra! mutfağımız

 

Arkadaşlarımızdan birkaçının arabası da vardı. Özellikle Rıdvan ve Rıfat nerede ihtiyaç varsa oraya koşturuyorlardı. Grevdeki haklarımızın korunması, Sisag çevresinin denetiminin de ötesine Hacettepe’ye bazen de Tunus Caddesindeki yeni Teksis önlerine kadar uzanmamızı gerektiriyordu. Hala içeride kalmış bazı Proje ve bilgisayar kayıtlarını, polisten yardım alarak Sisag’dan çıkarma girişimleri karşısında Cinnah Caddesi trafiğini kesmek için bu araçlardan yararlandığımız da oluyordu. Günlük küçük harcamalar için Sendikanın sağladığı ödenekten benzin paralarını karşılayabiliyorduk. Büyük gürültülerle yaşanan bu gibi olaylar basında sık sık yer almamıza da neden oluyordu. 

 

     Toplum Desteği

 

Böyle hareketli günlerden birinde civardaki çalışma odasından gürültüyü duyan ve o günlerde muhalefette olan Bülent Ecevit’ten bir çağrı geldi. Kendisini ziyarete gittiğimde yanında eşi Rahşan Ecevit de vardı.

     “Sizlere yardımcı olmak için yapabileceğim bir şey var mı?” 

diye sordu. Kendisine teşekkür ederek ilgisinin devamının ve manevi desteğinin bizi mutlu edeceğini söyledim. Ecevit’in bu yakınlığı bize yeni bir kuvvet kazandırmıştı. 

 

Ancak yine bu günlerden birinde, Cumhuriyet Gazetesinden Mustafa Ekmekçi’nin hiç beklenmeyen ve düş kırıklığı yaratan:

     “Bu sabah evimden gazeteye gelirken Cinnah Caddesindeki Sisag’ın önünde grevin ateşinde ısınmaya çalışan vizon kürklü Madonna’lar meğer 44. Günündelermiş

yazısı bizi küplere bindirmişti. Konunun, gönderme yapmaya çalıştığı Sabahattin Ali’nin romanıyla da alakası yoktu. Anlaşılan Ekmekçi, yoldan geçerken grev gözcüsü önlüğü içinde gördüğü bakımlı ve zarif bayan arkadaşlarımızı alışılagelen mavi tulumlu sanayi işçisi tiplemesiyle bağdaştıramamıştı. 

Bizleri “tatlı su” emekçileri yerine koyuyordu.

 

Grev komitesinden buna en çok sinirlenenlerden Duygu ve Yılmazla birlikte ben ve Fatma yola çıktığımızda, Ekmekçiyi fena halde benzetmeye kararlıydık. Başka bir gazete veya yazar olsaydı muhtemelen bu kadar kızmayacaktık. İyi ki yerinde değildi. Cumhuriyet’in Ankara yazı işlerinde epeyi söylendik. Sert konuşmuş olmalıyız ki bizi biraz da soğuk bir tavırla dinlediler. Daha sonraki günlerde Gazetede benimle ilgili olarak çıkan Siyasi Şubede tartaklandığım haberi, sanki Ekmekçi’nin yazısını dengelemek ister gibiydi. 

Gerçi 1 günlük bir misafirlik doğru idi ama tartaklanma söz konusu değildi. 

 

     Toplu Sözleşme

 

27 Ocak 1977 günü teklifler, karşı teklifler, uzlaşma görüşmeleri, grev kırıcı eylemlere karşı yürütülen yasal mücadeleler ve kış koşullarıyla boğuşarak geçirdiğimiz 4 ayın sonunda, taleplerimizin neredeyse tamamını ve önerdiğimiz yeni ücret, intibak ve tazminat sistemini kabul eden bir toplu sözleşme bağıtlandı. Atılan işçilerden isteyenler yeniden işe alındı. İşveren grevde geçen sürelerle ilgili aylıkları sanki bütünüyle çalışılmış gibi ödedi. Sendika da grev ödeneklerini geri istemedi. İşçi çıkarma maddesi Şirket yönetiminin çalışanlarla birlikte ortak kararına ve sıkı şartlara bağlandı. Genel Müdür de zaten grev sonuçlanmadan bir süre öncesinden değiştirilmişti. Sisag yeniden bütünüyle çalışır duruma geldi. 

 

Omuz omuza, aynı saflarda, inanç ve kararlılıkla birlikte davrandığımız arkadaşlarla sonuçtan memnunduk. Sendika da mutluydu. Önemli bir başarı sağlanmıştı. Eskisinden çok daha üretken, emek ve paylaşım odaklı ve artık “biraz da bizim” olan şirketin devamı için elimizden gelen her şeyi yapmaya hazırdık. Bu ortak deneyim bundan sonrasında da bize ve başkalarına yol gösterecekti. Sisag böyle bir geçmişi olduğu için benzerlerinden ayrılarak fark yaratabilecek örnek bir kuruluş olacaktı. 

Oğlum Ömer de bu dönemde Dünyaya geldi. Artık ailemiz 4 kişi olmuştu. Ancak geleceği herkesin bizler gibi algıladığı varsayımı geçerlimiydi? 

 

Grevden sonra da İşyeri Baş Temsilciliğini üstlendiğim yaklaşık 1 yıllık süre içinde yaşadığımız en kayda değer olay “Halkın Kurtuluşçuları” olarak tanımlanan nispeten küçük grubun çıkardığı karışıklıktı.  Görünüşte grev komitesinde bir süreliğine yer alan Fahrettin’in önderliğinde ve hiç beklenmeyen bir zaman ve sertlikte gelişen bu olay bende büyük bir şaşkınlık ve üzüntü yaratmıştı. İşyeri dinamiklerinden kaynaklanmadığı için amaçları ve istekleri belirgin olmayan ve siyasi bir merkezden yönetildiğinden kuşku duymadığım bu anlamsız gürültünün grevde yaşanmamış olması büyük bir şanstı ama belli ki sendikal eylem disiplini içinde kalınarak yürütülen bu mücadele onlara yeterli gelmemişti.

 

     Şirketin Kapanması / Başka Girişimler

 

Doğramacının olan bitene hiç de bizim gibi bakmadığı yaklaşık bu bir yıl sonra ortaya çıktı. Vakıf yönetimi Sisag’ın kapatılmasına karar vermişti. Bu kararın 1yıl sonunda mı alındığı yoksa toplu sözleşmenin bağıtlanması sırasında zaten alınmış olup 1 yıllık uygulamanın sadece bir tasfiye süreci olarak mı yaşandığını araştırmaya fırsatım olmadı. Sonuçta, üretim ilişkilerinin mevcut durumunda, bir vakıf kuruluşu da olsa, ticari şirketlerin çalışanların değil sermayenin malı olduğunu, sermaye sahibinin gücünü ve yetkilerini çalışanlarla paylaşmaya istekli olamayacağını ya da Doğramacı’nın böyle bir durumu bir fırsat olarak değerlendiremeyecek kadar öfkeli olabileceğini görmezden gelmek herhalde fazla iyimserlik olurdu. 

 

Çalışanların toplu sözleşmeden kaynaklanan bütün hakları eksiksiz ödendi ama biz bu işi burada da noktalamaya niyetli değildik. 

Bir taraftan Sosyal İş’in grev sonrasındaki ilk kongresinde talip olduğumuz yönetimine çok yaklaşırken diğer yandan da Mimarlık bürosu çalışanları ağırlıkta olmak üzere tazminatlarımızdan ayırdığımız paralarla yeni bir şirket kurmaya giriştik. 

Adı Teknoloji, Proje, Geliştirme kelimelerinin baş harflerinden oluşan TPG olacaktı. Tunalıhilmi’de bir büro kiralandı. Sisag’ın tasfiyesi sırasında satışa çıkarılan masa, sandalye ve dolaplar yerleştirildi. Burada çalışacak arkadaşlar da bizlere hiç yabancı olmayan bu büro ortamındaki yerlerini aldılar.

 

Hasan’la birlikte, o zamanlar yeni kurulan TOKİ’yi yöneten Müsteşar Yiğit Gülöksüz ve bazı diğer üst kademe bürokratlarla görüştük. “Kooperatif ilkeleriyle” çalışacak olan bu şirketimizin potansiyel iş olanakları ümit vericiydi. TPG genel müdürlüğüne Hasan’ı; yönetim kurulu başkanlığına da Nuri’yi seçerek bu işin yönetimini onlara bıraktık. 

 

Biraz yeni doğan oğlum Ömer’i ciddi olarak rahatsız eden Ankara’nın kirli havasından uzaklaşmak biraz da TPG yönetimini kendi başına rahat bırakmak için ani bir kararla Marmaris’e taşındık. Hedefim İsveç’ten Türkiyeye dönüş yapan sınıf arkadaşım Oğuz ile Marmaris’in ilk mimarlık bürosunu açmaktı. O günlerde bir köyden çok farklı olmayan Marmaris birkaç hafta içinde imar planının onaylanmasını bekliyordu. Ne yazık ki ben oradan, Petkim Aliağa’daki yeni görevime başlamak üzere ayrıldıktan sonraki yıllar içinde bile bu plan, bir türlü yürürlüğe giremeyecekti.

 

TPG’nin bundan sonraki biraz ibret ve biraz da üzüntü verici serüveni ise başkalarının anlatabileceği bir öyküdür. Zaman zaman acaba kalsa idim ne olurdu sorusu aklıma hep takılsa da geriye dönüp tarihi baştan kurgulamak mümkün değil.

 

Yücel Akyürek

 

 

1 yorum:


  1. Tanım yerinde. Gerçekten de bu olay herhalde ülkenin ilk (acaba tek mi?) ‘’beyaz yakalılar’’ greviydi. O direnişin sıkıntılarını çeken, yürekliliğini paylaşanlardan bugün aramızda olmayanları özlemle, kalanları ise çabaları için saygıyla ve sevgiyle anıyorum. O günden bugüne köprülerin altından çok sular geçti, genellikle de ters akıntılı. İşte ona yanıyorum. Bunları yaşayarak tarihe kaydettiğin için sağol Yücel. Bu bence kutsal bir dayanışmanın çok değerli bir betimlenmesi. Kitabındaki yerine ek olarak burada da okunmasında sonsuz yarar var. Çok yaşa. OÜ

    YanıtlaSil

Yorumunuz okunduktan sonra yayınlanır. Yorumunuzun altına ad ve soyadınızı yazınız, Kimliği belirsiz yorumlar yayınlanmaz.

ÖNE ÇIKAN YAYIN

And They Died / Gün Gencer

  AND THEY DIED (THE ROAD TO GALLIPOLI) (ÇANAKKALE SAVAŞINA GİDEN YOL) A TRAGEDY IN THREE ACTS  (A Docu-drama with music written in memory o...