PAPAZIN PÜROSU İĞDE ÇİÇEKLERİNE KARŞI
Eylül ’18 Datça –
Haziran ’21 Bristol Üstünkök
Adam
yoksul büyümüştü ama zamanla epey varlıklı
olmuştu. Dürüsttü, çalışkandı, işleri de
yolundaydı. Ne var ki elin ağzı torba
değildi. "Çok söz yalansız, çok mal
talansız olmaz. Kör olası herif kim bilir ne
yolsuzluklarla bu kadar varsıl olmuştur" derler diye, demesinler diye, bir
gün ‘bu kadar yeter’ dedi. İş
yerini kapattı, çalışma hayatını sona erdirdi, bitti gitti. Hiç bir şey yapmak zorunda değildi artık. Çalışmaktan başka bir
şey bilmezdi ki, ne yapsındı?
O
sabah da vakit geçirmek için öylesine yürüyordu.
Gideceği belli bir yer, yetişeceği bir toplantı, çözüm bekleyen bir sorun, yapılması gereken bir iş yoktu. Çarşıya geldiğinde
kalabalığa karışmaktansa değişiklik olsun diye arkadaki dar sokağa girdi. Çarşının
tersine, sokak tenha ve sessizdi. "Burada bir kilise varmış, bak sen!" dedi
adam, etrafa baka baka yürürken. Kilisenin
açık kapısından dua sesleri geliyordu. Durdu.
İlerdeki apartman bahçesinin iğde çiçekleri baygın kokular yayıyordu bütün sokağa. Adam "güzel kokuyorlar ama fazla yoğun" diye söylendi. Çocukluğunun yoksulluk günlerinde anası evlerine temizliğe
gittiği için kızgınlıkla, hatta hınçla
izlediği varsıl eşli, süslü
püslü, bol parfümlü ‘hanımefendiler’i anımsatıyordu bu ağır koku. "Belleklerdeki geçmişten kalma kimi izler kolay silinmiyor" diye geçirdi
aklından. Doğruydu. İğde çiçekleri
yetmişti eskileri tetiklemeye. Adam artık kendisi de "bir eli yağda, bir eli
balda" denilenlerden olduğu, pahalı alışkanlıklar edindiği halde bu köklü ön yargıdan bir türlü kurtulamadığı için
mi hiç evlenmemiş, tek başına kalmıştı acaba
?
Sokağın kaldırım taşları sabaha karşı yağan yağmurdan ıslanmış, gölgede kalanlar daha kurumamıştı. Yaş yaş parlıyorlardı. Adamın ayakkabılarının altı düzdü. Kaymamaya çalışarak karşıya geçti, kilisenin yanındaki hazireye girdi. Çevredeki azınlığın cenazeleri kim bilir kaç kuşaktır hep buraya gömülmüş olmalıydı ki hazirede hiç boş yer yok gibiydi. Yeni mezar da görünmüyordu pek. Taşlardaki tarihler epey eski, mezarlar perişan denecek kadar bakımsızdı. Yürüme yollarını ot bürümüştü. Ortalık toz toprak içindeydi. Adamın bildiği kadarıyla kilise hazireleri dolunca eski mezarlar geleneksel olarak zaman zaman açılır, içindekiler dualarla törenlerle köşedeki kemiklik denen özel yere toplu halde gömülürdü. Böylelikle hem yeni mezarlara yer bulunur, hem de yeniler göreli olarak daha sık ziyaret edildiğinden bakılırdı, buradaki gibi kendi haline bırakılmazdı. Anlaşılan öyle bir uygulama burada taa ne zamandan beri -hatta belki hiç- yapılmamıştı. Gördüklerinden canı sıkıldı adamın, "kilise kötü durumda, paraları yok besbelli" diye düşündü. "Baksana, yapının yağmur olukları nasıl çarpık çurpuk. Kim bilir kaç yıldır el değmemiş. Sular taşa taşa duvarın taşlarını yosun bürümüş. Ya o pencereler? Ne biçim çürümüş, dökülüyor, yazık..."
Adamın
parasızlık kestirimi doğruydu aslında. Kentteki başka azınlık
toplulukları da cenazelerini uzun
süredir Soğukkuyu’daki büyük Hristiyan
mezarlığına götürüyor, kimse yerel kiliselere mezar parası falan ödemiyordu. Yerel
yönetimin uygulaması da bir bakıma bunu destekliyordu.
Belediye, dini ayrı olanları müslümanlardan ayırt etmiyor, onlara da cenaze
arabası gönderiyor, mezarlığa taşıyor, cenazenin
kaldırıldığı gün evlere yiyecek yardımı bile yapıyordu. "Ne güzel işte, ayırımcılık mayırımcılık yok" diye mırıldandı adam. "Bir de azınlık
hakları azınlık hakları diye cart curt ederler. Daha ne olsun yahu? Ölünü bile
kaldırıyorlar. Bu ülkede ne azınlıklar var ki yaşarken ezilip dururlar, ölseler
kimse aldırış etmez. Al işte ben. Ben de azınlıktanım. Hem de tek başıma bir
azınlık. Eşim, benzerim, kimim kimsem var mı? Yok, ne gezer? Benden iyi azınlık mı olur? Tek kişilik koltuk
gibi, tek kişilik azınlık. Kimin umurundayım ben? Hiç kimsenin!" Hem
üzdü adamı, hem de hoşuna gitti kendine yakıştırdığı bu ayrıcalık, bu uydurma zavallılık. Gülümsedi.
Haziredeki
mezar taşlarına tek tek bakarken
kilisenin yan kapısında biri belirdi. Üstündeki dik yakalı siyah cübbe ve
boynundaki haçlı kolyeyle Papazdı
bu. Hepsi hepsi sekiz on yaşlının
katıldığı sabah ayinini bitirdikten sonra günün ilk pürosunu tüttürmek için dışarı çıkıyordu. Bunun iyi bir alışkanlık olmadığını biliyordu ama
bırakamıyordu işte. Bırakmak da istemiyordu doğrusu. Bir zamanlar, gençken, her nasılsa sigaraya başlamıştı başlamasına da
izmarit kokusundan hep nefret etmiş, bir türlü alışamamıştı. Pipo içmeyi
de denemiş ama tütünlerin çoğu neredeyse tıraş kolonyası gibi gelmişti
ona. Oysa püro ne sigara gibi pis kokuluydu, ne de pipo tütünü kadar
parfümlü. Katıksız, halis muhlis doğal
tütündü püro. Bir de, duymuştu ki kalitelilerini
Küba’da eskiden genç kızlar çıplak
bacakları üzerinde elle sararlarmış. Gerçi
bunun inanılmayacak bir yakıştırma olduğunu elbet biliyordu Papaz, yine
de püro içerken bu düş ona başka türlü yaşamadığı, hatta belki hiç yaşayamayacağı
gizli saklı bir hazzı -yoksa,
işleyemeyeceği bir günahı mı desek?- yaşatıyordu sanki. Zaaf bile olsa püro vazgeçilmez bir tutkusuydu, zevkiydi Papazın. O gün de ayin bittiğinde
dışarı çıkıp sevgili Cohiba’sını dikkatle,
ağır ağır açtı. Kulağına
yaklaştırıp parmaklarıyla hafifçe, okşarcasına ezerek çıtır çıtır çıtırdamasını dinledi. Ucunu ağzında
yuvarlayıp ıslattıktan sonra yakarken de adamı gördü. Kilisenin kendi
cemaatinden bile hazireye gelen olmazdı. O yüzden "bu adam burada ne yapıyor" diye meraklandı, biraz biraz kuşkulandı bile. Yine de yumuşak bir sesle, "hayırlı sabahlar, yardımcı olabilir miyim?’’ diye sordu. Adamın suçlanmış gibi "şey, ben, yani, işte, hani var ya" gibi anlamsız şeyler kekelemesine de fırsat vermedi. "Haziremizde yatan bir yakınınız mı var ?
Adı nedir acaba?" Papazın sorusu adama
zaman kazandırdı, kendini toparlamasına yardımcı oldu. "Yok, hayır, ondan değil. Bağışlayın. Ben
burada bir kilise olduğunu bilmiyordum da, görünce bir bakmak istedim. Sadece
meraktan. Umarım bir sakıncası yoktur. ’’
O arada esintiyle püronun dumanı adama kadar geldi. Tütünün kendine özgü, hafifçe geniz yakan
kokusunu içine çekti adam. Dayanamadı. "Ohh, tütününüz ne güzel koktu" dedi Papaza. "İğde çiçeklerinin kokusu biraz fazla baygındı, iyi oldu. Ben de yıllar yılı püroya hep özendim ama
içmek hiç kısmet olmadı. Sonradan olanak
bulup denediğimde de artık yaşlanmıştım, öksürttü. Oysa kokusunu falan öyle de severim ki..." Papaz konuyu değiştirdi. "Burada bir kilise
olduğunu bilmiyordum dediniz, değil mi? Buralı mısınız?" "Evet, evet, doğma büyüme. Çarşıya gelirim ama bu sokağa hiç yolum düşmemişti. Bugün de
işim olduğundan değil de olmadığından öylesine dolaşıyordum." "İçeri girmek ister misiniz? Kilisemiz
eskidir. Bir kaç parça antika sayılacak şamdanımız falan var. Göstereyim." "Yok, sağolun, belki başka zaman. Yalnız, hazır
gelmişken bir şey sorsam? İzin verir misiniz?" "Hayrola, nedir?" "Şey,
yapının onarımı gerekiyor gibi geldi bana, onu diyecektim. Bu mezarlar da biraz
yani, nasıl desem..." Papaz adamın
sözünü kesti: "Evet evet, onlar da bakımsız, biliyorum." "İyi de, cemaatiniz yardım etmiyor mu? Ya
da ne bileyim, içlerinde bu işi üstlenecek kimse yok mu?" Papaz önce derin
derin içini çekti. "Ahh, ahh.. Bu konu
beni de çok düşündürüyor. Üzüyor da. Kiliseye gelenler şunun şurasında en kalabalık günde yirmi kişi ya olur ya o kadar bile olmaz. Yaş
ortalaması dersen ohooo, belki seksenin üstüdür. Çoğu emekli. Kiliseye yardım
etmek şöyle dursun onlar bizden destek bekler
ama para içinde yüzmüyoruz ki. Kıt kanaat derler ya, durumumuz işte aynen öyle.
İçerde bir iki kıymetli halı, gümüş buhurdanlıklar, altın mumluklar falan var,
var da hepsi demirbaşa kayıtlı. Olmasa
da satamam. Olur mu hiç? Sözün kısası, yapacak
bir şey yok..." "Bakın, ben her iş bir hayıra vesiledir diye
düşünürüm. Belki de durduk yerde bu
sokaktan geçmemin özel bir nedeni vardır, kimbilir?" "Nasıl yani?" "Şöyle. Ben sizin dininizden değilim. Hiçbir
dine de bağlılığım yok. Hatta, alınmayın ama din kurumuna da inanmam. Ne var ki
dincilere değil de dindar olanlara saygıyı esirgememeye dikkat ederim. Ben
sadece buradan geçerken yağmur oluklarınızı, bakımsız bahçenizi görünce, işte biraz...’’ Papaz araya girdi. "Pardon, ona hazire denir.
Mezarlık yani. Bahçe değil." "Biliyorum da ağız alışkanlığı
işte, bahçe deyiverdim. Kusura bakmayın." "Yok, yok, haklısınız’’ dedi Papaz. "Hazirenin de bahçeden farkı
olmaması, bakılması gerekir ama ne yapayım? Paranın gözü çıksın. Yok
işte.." Adam neredeyse Papaza "kilisede para yok ama sen pahalı püroları
tüttürüyorsun ya?" diyecekti. Tuttu
kendini. "İşte ben de ondan söz ediyorum. Benim şu sıralar pek bir iş yaptığım
yok. Hani aylak gezenin boş kalfası derler ya, öyleyim. Gelir burayı derler
toplarım." "İyi ama size iş veremeyiz
ki. Dedim ya, paramız yok." "Canım ben sizden para mı istedim? Sadece
işim gücüm yok, vaktim bol, geleyim, bahçenize -pardon hazirenize- bakayım,
ortalığa biraz çeki düzen vereyim diyorum, hepsi bu. Şey yani, hani vakit doldurmak için.
Mezarlar kötü durumda, kabul edersiniz herhalde." "Onu evet ama sizin bu işi
üstlenmenizi kabul edemem. Her şey bir yana, yöneticilere karşı sorumlu bile olurum.
Lütfen kabalık ettiğimi düşünmeyin ama olmaz." "Anlıyorum, anlıyorum. Neyse, ben önerimi yaptım. Karar elbette sizin.
O zaman izninizle ben sizi daha fazla oyalamayayım. Size iyi günler dilerim." "Teşekkürler, size de..."
Adam
evine döndükten sonra her zaman yaptığı
gibi akşam üzeri salondaki özel, rahat, yumuşak koltuğuna gömüldü. Arkasına
kaykıldı, ayaklarını uzattı. Bir yandan pahalı
konyağını içip bir yandan da taa Belçika’dan özel siparişle getirttiği
çukulataları atıştırıyordu ama içi rahat
değildi. Kim olursa, hangi dinden olursa olsun ölülere saygısızlık gibi
görüyordu mezarların bakımsızlığını. Para
yardımı yapmayı, ya da birini tutup yaptırmayı da doğru
bulmuyordu. Kendisi yapmak istiyordu, doğru olan oydu. Papaz razı olmamıştı ama gitse, gerekeni yapsa, ortalığı süpürse, otları yolsa ne olurdu ki? Suç sayılmazdı herhalde. Ne yani? Mezarlığı
temizledi diye asacak değillerdi ya...
Zepzengin biriydi adam, ne defineciydi, ne hırsız, ne bilmem ne. Alt tarafı iyilikti amacı. Ne olursa olsundu, en iyisi bu işi gece, el ayak çekildikten
sonra gizlice yapmaktı. Tamam! Öyle yapacaktı. Karar verince rahatladı,
kalktı kendine bir konyak daha doldurdu.
İki gün sonra gece yarısı kilisenin olduğu sokağa geldi.
Gerçekten de o saatte etrafta kimseler yoktu. Ortalık bayağı karanlıktı.
İlerdeki sokak lambasından gelen sarımsı ışık pek cılızdı. Onun işe yaramayacağını
biliyordu adam. Alet çantasından el
fenerini çıkardı. Hazirenin paslı demir kapısını itti, içeri girdi. Feneri mezarlardan birinin
üstüne yerleştirdi, ışığın yönünü
ayarladı. Oyalanmadan, getirdiği çapa ve
kısa saplı tırmıkla otları ayıklayıp çöpleri toplamaya, taşların üzerinde
birikmiş tozu toprağı temizlemeye girişti. Az sonra duvar dibindeki mezarlardan
birinde bir hareket oldu gibi geldi. Kafasını
kaldırıp baktı. Yanılmamıştı. Mezarın kapağı yerinden oynuyordu. Deprem falan
olamazdı çünkü başka hiçbir şey kımıldamamıştı, kımıldamıyordu. Adamın içinden
bir ürperti geçti. "Hadi be! Sanki bok
vardı da iyilik miyilik diye gece yarısı elalemin mezarlığına geldim. Al işte
sana hayalet!" diye kendine kızdı.
Önündeki mezarın dibine çömeldi. İstese de ayakta duracak durumda değildi
zaten. Korkudan dizleri titriyordu.
Bulunduğu yer kapıdan uzaktı. Kaçmaya yeltense de yapamayacaktı çünkü kapıyla arasında kapağı yavaş yavaş hareket eden mezar vardı.
Olduğu yerde kalakaldı adam. Korku ve
şaşkınlıkla ne olacağına bakıyordu. Kapak az daha açılınca mezarın içinden
kemikli bir el uzandı, o koskoca, ağır taş kapağı kenarından tutup sanki bir
kağıt parçasıymış gibi kaldırdı, usulca
yere bıraktı. Mezardan elin sahibi çıktı. Canlı gibiydi ama avurtları çökmüştü.
Üstündeki giysi lime limeydi. Gözleri
öyle çukurdu ki, yok gibiydi. Adamın kalbi neredeyse yerinden fırlayacaktı.
Mezardan çıkan şey, kişi, adam, ölü, her neyse,
tıpkı kendisinin yaptığı gibi,
yerdeki otları sökmeye, birikmiş toz
toprağı temizlemeye başladı. Derken adamın arkasındaki mezarın da kapağı gıcırtıyla
yerinden oynadı. Bu kez iskelet gibi, beli bükük bir kadın çıktı dışarı. Sarsak
sarsak geldi, korkudan bayılmak üzere olan adamın omuzuna elini koydu. Solgun,
kemikli yüzünde belli belirsiz bir gülücük vardı. Çatlak bir sesle "sağol" diye fısıldadı. "Bize
yıllardır hiç kimse senin gibi ilgi göstermedi. Yattığımız yerde sıkıntıdan
patlıyoruz. Papazı güç durumda bırakmamak için bugüne kadar dışarı çıkmadık ama
artık tamam! Şimdi sen otur, biz burayı tertemiz yaparız. Yarın git o pürocu Papaza
tek başıma yaptım de, şaşırsın. Ne güzel olur! Biz de yattığımız yerde kıkır
kıkır güleriz ama kimse duymaz." Kadın bunları söylerken bütün mezarlarda
yatanlar birer birer kapaklarını kaldırıp çıkmışlardı. Her biri büyük bir heves
ve çabayla kendi mezarını derleyip topladı, pırıl pırıl yaptı. Adam
gördüklerine inanamıyordu. Bir iki saat içinde tüm hazire tertemiz oldu. Sonra mezarlardan çıkanlar yerlerine geri döndüler.
O ağır mı ağır taş kapakları hiç
zorlanmadan, yorgan örter gibi üstlerine
çektiler. Adam bir süre öyle kaldı.
Sonra kalktı. Çapasını, tırmığını, fenerini aldı. Ağır ağır hazirenin kapısına
yürüdü. Boş sokağa çıktı. Yağmur çiseliyor, yerdeki taşlar fenerin ışığında ıslak
ıslak parlıyordu. Kaymamak için yavaş yavaş yürürken iğdelerin yoğun kokusu yine
adamın içini baydı. "Şimdi
papazın pürosu olsa iyi gelirdi, bastırırdı bunları" diye söylendi.
***
Okan'nın öyküeri aynen resimlerinde de olduğu gibi herzaman olağanüstüdür ama onları büyük bir ustalıkla yeryüzüne sımsıcak insancıl bir düzeye indirmeyi başarabilir. Ćok keyifle okunan ve her seferinde insanı yepyeni bir serüvene taşıyan bu öyküleri bizden esirgemediğin için ćok teşekkürler.
YanıtlaSilSağol dostum. Övgülü yorumun için asıl ben teşekkür ediyorum. Senin beğenin benim için özellikle önemli.
YanıtlaSilO
Az önce bu öykünün aynı blogdaki İngilizcesini de okudum. Hangisi daha iyi, karar vermek zor.
YanıtlaSilÇ. Akat