GÜLHANE PARKINDA
AMA CEVİZ
AĞACI DEĞİL
Ben bir taksi şoförüyüm, Gülhane Parkı’nda.
Yok, bunu Nazım’dan çalıntı alıntı olsun diye
söylemiyorum. Kelime oyunu yapmak da
değil amacım. Ben gerçekten taksi şoförüyüm. Bağlı olduğum durak da Gülhane Parkı
girişinde. Bunu başka türlü söylemek doğru gelmedi bana...
Adım Sermet. Gerçek adım bu değil. Soyadımı da vermeyeceğim, ne olur ne olmaz. Çok
isterseniz Şahinbaş diyelim ama benim bildiğim kimi Şahinbaşlar zengindir. Ben
değilim. Hayır, hayır, yakındığımı ya da gocunduğumu falan sanmayın sakın. Bu
dediklerim hem doğru, hem gerçek. Gerçekle doğru arasında ne anlam farkı var, belki bir gün onu tartışırız ama şimdi size
anlatmak istediğim başka şeyler var.
Önce kendimi biraz daha tanıtayım. Evet. Ben bir taksi
sürücüsüyüm. Gülhane Parkı girişindeki taksi durağına benimki gibi en az yirmi
ekmek teknesi kayıtlı. Bize ayrılmış bir cep var, kaldırıma oyulmuş gibi
duran. Olsa olsa üç araba ya alır ya almaz. Eee? Geri
kalanımız ne olacak ? Durağın dışında beklersen yersin cezayı. O halde dünyanın
en pahalı benzinini yakıp turlayacaksın
İstanbulu, bütün gün, müşteri bulmak için. Neyse ki ben geceyarısı vardiyasındayım.
Günün hırgüründe dolaşmıyorum kenti. Gündüz asıl işim sanayide araba tamiri. Üç
beş kuruş ek kazanç için de ister
istemez bütün gece
taksicilik yapıyorum. Kolay olmuyor tabii. Günün sonunda tamirhaneyi kapatınca eve gel, iki lokma ye, oğlanla biraz takıl,
okulu sor, çilekeş eşinin
hatırını yokla, gönlünü al... Derken birkaç saat da uyuyacaksın
geceyarısından önce, değil mi? ‘Yaşam mı
bu ya’ dediğinizi duyar gibiyim ama
geçim dünyası, ne yapayım? Sahiden Şahinbaş olsam böyle olmazdı ama ne yazık ki
değilim. O zaman işte böyle olur ama zavallılık edebiyatı yaptığımı sanmanızı
da istemem ha!... Hiç olmazsa işim iyi. Üstelik eşten yana da olağanüstü
şanslıyım ben. Bediş’imle ilkokulu aynı sınıfta okuduk.
Hayrandım ona. (Hala da öyleyim) İlkokuldan sonra ailesi onu imamhatipe gönderdi. (Şu okulun
adını büyük harfle yazmak valla hiç içimden gelmiyor. Lütfen kusura
bakmayın...) O yaşta sırılsıklam aşıktım Bediş’e. (Hala da öyleyim..) Tutturdum ben de oraya
gideceğim diye. Yaş daha onbir.. Babam karşı çıktı. Karşı çıktı dediysem
‘’olmaz öyle şey yavrucuğum’’ falan demedi. ‘’Ulan eşşek’’ diye başladı, ‘’bu
evden alyanakhafız çıkmaz, imam
mektebine gitmek isteyenin bacaklarını kırarım,
ona göre..’’ diye bitirdi. İmam okuluna gitmedim ama ben de babama inat
başka yerde de okumadım. Şimdiki aklım olsa öyle yapmazdım tabii, okurdum.
Kimbilir belki mühendis falan bile olurdum ama öyle oldu işte. Neyse..
Diyeceğim şu ki, ben o yaz ortaokula değil sanayiye çırak yazıldım. Kendini
şair kabul etmeyen ama kendisinin şiirimsi dediği şeyler yazan bir arkadaşım
var.
neler olurlardı kimbilir
okusalardı son seneyi
oysa ilkokul dördün yazında sanayiye çırak verildiler
pasta-cila radyatör piston
rotil
ve meksefeyi
üç günde öğrendiler
diye
yazmıştı bir keresinde. Ne kadar doğru.. Gerçi ben sanayiye ilkokul beşten
sonra gittim ama, olsun..
Bediş
imam okulunu bir türlü içine sindiremedi. Aslında onun da gönlü bendeydi. Yahu
daha bacak kadar şeyleriz ikimiz de, Romeo-Jülyet olmak kim, biz kim, değil mi?
Ama olduk valla. Haftalıktan biriktirdiklerimle hafta sonları ben sinema bileti alıyorum. Bediş
arkadaşlarla parka marka gideceğiz diye evden çıkıyor. Köşedeki fıstıkçı
fırınından beş kuruşluk kırık leblebi alıyoruz
(en ucuzu, en bereketlisi o çünkü) haydi bakalım Şehir Sinemasına.
Hayat kolay değildi çıraklar için. (Hala da
değil..) Ama iyi ki haftasonunun
sinemaları vardı. O da olmasa hiç çekilmezdi herhalde. Yıkanıp paklanıp biraz
da kolonya falan sürününce hem metal benzin pas kokusunu atardın üstünden, hem
de unuturdun çıraklığını, otuzaltı saatliğine. Yanyana koltuklarda kayardın
Bediş’e doğru. O da isterdi ama senin
kadar gelemezdi senin tarafa. Gene de saçlarının çiçek kokusunu alırdın az daha
yaklaşınca. Ohhh. (Hala da öyledir be!)
Bunu
deyince bak şimdi aklıma ne geldi. Farkında mısınız ? İnsanın en güçlü hafızası
koku hafızasıdır aslında. Bugün bile tamirhaneye pahalı bir araba getirseler
deri koltuklarının kokusu alır beni
Şehir Sineması günlerine götürür. O zaman sinemanın koltukları gerçek
deriymiş meğer, nereden bilesin? Şimdi
şimdi aynı kokuyu duyunca öyle olduğunu anlıyor insan. Biliyorum, pek çok şey gibi bunun da farkında değildik. Kabahatsa kabahat. Ama ne
yapacaksın? Öyle işte. Arayı kapatmaya çalışıyoruz, olabildiğince…
Bediş
imam okulunun orta kısmını zor bitirdi. Katlanamadı daha fazla. Diş Tabibi Atiye Hanım’ın (biz sadece Dişçi Atiye
derdik) muayenehanesinde işe girdi. Çırak mırak diyerek ilk sene pasa ortalık
süpürttüler yavruma. Olacak elbet o kadar. Tamirhane daha bile kötüydü. Bakın o
şiir miir yazan arkadaşım ne demiş sanayideki usta-çırak durumları için:
- lan yakışıklı
onüç ondördü ver ordan bana
dükkanın önünü süpür
git şurdan bi uzun maltepe al
gel iki de çay söyle
bakıyorum iyiden iyiye artiz oldun
ha olmaz böyle
yeşilçam değil oğlum burası
yersin tokadı
inek arabası…
Yaşıtlarımız liseyi bitirdiğinde Bediş diş
teknisyeni olmuştu Atiye Hanım’ın yanında. Bense oto sanayide kalfaydım artık.
Yaşıtlarımıza göre daha olgunduk sanki. Bediş alımlıydı, hem de alabildiğine.
Bana nasıl baktığını bilmesem ‘’gider bu birine’’ diye düşünürdüm ama gidesi
değildi. Benimdi o, hem de kendi rızasıyla. Ee, ben de onundum. (Hala da öyleyim) Kaç tane asılan, isteten, aracı gönderen olmuş ama, sonuç
alamamış kimse. Sonunda o söyleyemez,
bari ben diyeyim de bağlayalım bu işi dedim. Zaten milletin dilindeymişiz de
benim haberim yokmuş. Ne dedikodulara göğüs germiş benim güzel yavrum.
Evlenelim mi dedim, olur dedi. Uzun lafın kısası, bizimkilerle gittik, istedik,
verdiler. Biz erdik murada, sizler çıkın kerevete. Yirmi sene oldu, baksanıza.
Ellerinizden öper delikanlı bir oğlumuz var. Şimdilik okuyor. Bu sene lise son.
Üniversiteye de gidecek gibi. Bakalım. Kendisi okumayanlar hep çocukları okusun
isterler ya, valla ben pek öyle değilim aslında. Üniversiteyi kazanamasa da
bana göre hava hoş. Okumayana ekmek olmaz diye bir şey yok. Hatta etrafa
bakıyorum da okuyanlara iş daha bile az. Okumuşsun ama torpilin, parti
bağlantın, bilmemneyin yoksa unut kolay
iş bulmayı. Ama araba motoru indirebiliyor musun, kalorifer döşeyebiliyor
musun, elektrikten anlar mısın, o zaman ağaca çıksan pabucun yerde kalmaz. Neyse, o kendisi karar verecek. Ben
desteklerim.
Laf
nereden nereye geldi.. Ben aslında bir kaç yıl önce başımdan geçen bir olayı
anlatacaktım. Şöyle: Yağmurlu bir gece
Beyazıt’ tan geçiyorum, tamam mı? Pardesülü bir bey el etti. Yanaştım. Aldım.
Arka koltuğa oturur oturmaz ‘’Şoför
bey, burada bir fotoğraf makinesi unutmuşlar, farkında mısın ?’’ dedi. Daha ben bir şey diyemeden de makineyi
benim yanımdaki koltuğa bıraktı. O
sırada telefonu çaldı, konuşmaya başladı. Konuşma bitmeden de gideceği yere geldiğini işaret etti, indi,
gitti. Kaldım mı kimin olduğunu bilemediğim bir fotoğraf makinesiyle ? Gündüzcü
arkadaştan olamazdı. Günlerce kafa patlattım, o gün taşıdığım müşterilerden nerede binip nerede
indiklerini hatırladıklarımı bir bir arayıp bulmaya çalıştım. Bu yüzden yığınla
iş kaybettiğim gibi fazladan yaktığım benzinin parası da caba oldu ama boşuna.
Hiç bir sonuç alamadım. Makine elimde kaldı. Belki unutan müşterim plâkayı
hatırlar da beni bulur diye bir ay falan
bekledim. Kimse çıkmadı. Bir kâbus haline geldi allahın derdi makine. Karakola
bırakmaya çalışmanın da faydası olmadı. Komiser Salim salakmışım gibi baktı
yüzüme. ‘’Git oğlum’’ dedi, bilmiş bilmiş. ‘’Kıytırık makineyle bizi
uğraştırma. Sen bulamamışsın, biz nerden bulacaz? En iyisi kendin kullan, fena mı? Bi zenaat sahibi
olursun..’’ İçimden ‘sen kendi hesabına
konuş polis efendi. Benim zenaatım var şükür’ demek geçti ama bizim Salim komiserle
uğraşılmaz, babacan mabacan görünür ama anında adamı nezarete alıverir, görürsün. Sustum. Attım körolası
makineyi torpido gözüne.
Haftalar
sonraydı. Bir gece sabaha karşı boşum. Unkapanında, Manifaturacıların
arkasındaki tenha sokaktan geçiyorum.
İki tinerci yolumu kesti. Üstlerine sürüp korkutmaya kıyamadım
serserileri. Durdum. Biri saldırdı, kapıyı açtı. Öbürü erketecilik
yapıyor. ‘’Kontağı kapamadan in bakalım
usta, ama önce ruhsatı ver’’ dedi kapıyı
açan. Baktım elleri titriyor. ‘Ya tiner krizi ya da korku’ dedim kendi kendime,
‘ikisi de tehlikeli, boku yedik’. Ruhsatı almak için uzanınca torpido gözündeki
cılız ışıkta birden fotoğraf makinesini gördüm. Unutmuştum. Üstünde flaş falan
da var. Kenarda minik bir kırmızı ışık. Flaşın çalışır durumda olduğunu
gösteriyor olmalı. Dedim şunun flaşını tinercinin gözüne bir patlatsam mı?
Nasıl olsa bunlar bana bir pislik yapacaklar. Bende tabanca yok, bıçak yok.
Üstelik olsa ne olacak? Ben adam mı vurabilirim ? ‘’Oyalanma !’’ diye bağırdı
tinerci. Makineyi olduğu yerden aldım,
hiç göstermeden tek hareketle kapıda
bekleyen oğlanın yüzüne doğrultup üstteki düğmeye bastım. Flaş
yanıverince neye uğradığını şaşırdı,
‘’anam!’’ diye kıçüstü yere düştü!
Bir de baktım öteki tabanları yağlamış kaçıyor. Kapıyı çektiğim gibi
vitese takıp ordan topukladım, o hızla köprüye çıktım ki trafik yol kesmiş,
alkol kontrolu yapıyor. Boş taksiye geç dediler. Gazladım, doğru eve. Durağa
dönmedim artık. Ertesi gün Pazar. Beni kurtaran fotoğraf makinesini evde
bıraktım. Sabah gittim arabayı gündüzcüye teslim ettim. Eve dönüşüm öğleni
buldu. Bir de baktım benim oğlan makineyle oynuyor. Dijital mi ne diyorlar,
onlardan. Filim yok da arkasında ekran var, çektiğin resmi orada görüyorsun.
Flaş patladığında tinercinin şaşkın yüzü ayna gibi çıkmış. Hayretler içinde kaldım. Makinede başka resim
de yokmuş ki hani sahibini bulmak için faydalanayım. O arada oğlan ‘’baba sen
fotoğrafçılığa başlasan fena olmaz ha! Baksana şu tinerciyi ne biçim
çekmişsin’’ deyince resme bir daha alıcı gözüyle baktım. Gerçekten de bilmeden
etmeden gayet net bir fotoğraf çekmişim. Aslında doğrusu ben makineyi
doğrultmuştum, gerisi kendiliğinden olmuş ama ne yalan diyeyim gerçekten dergilerdeki sanat fotoğrafları gibi çıkmış,
iyi mi? Oğluma ‘’peki be evladım, hadi ben resim çekeyim çekmesine, işte bak
düğmeye basınca oluyor anlaşılan, ama ne resmi çekeyim? Gündüzleri tamirhanede
işim başımdan aşkın, geceleri dersen
direksiyon başındayım, aylak değilim ki’’
diyecektim, sustum. Daha doğrusu, neden olmasındı, değil mi ya? Farkında
olmadan çektiğim resim bile bu kadar iyi çıkmışsa gerçekten de neden olmasın
dedim kendi kendime. Ben bütün gece kimler,
neler görüyorum sokaklarda, el ayak çekildikten sonra. Çoğu insan bilmez
gecenin yüzlerini. Ben onu fotoğraflarla gündüzlere taşısam? ‘’Valla olur’’ diye düşündüm.
İşte
fotoğraf işine böyle başladım. Gece vardiyasında rastladığım evsiz barksızlar,
sokak kadınları, kimsesiz çocuklar, serseriler, berduşlar, düşkünler,
haydutlar… Şimdi artık hepsi resimlerimde. Bir yanda koca şehrin varsıllığı,
öte yanda can acıtıcı bir yoksulluk, perişanlık. Aslında ikisi de aynı yerde
ama bir arada değil. Paylaşma yok. Yoksul İstanbul varsıl İstanbul’un artığını,
attığını, kullanmadığını kullanıyor.
Çöpler, izmaritler, kaldırımlar, banklar, dışarıya sıcak hava sızdıran mazgal
delikleri, duvar dipleri, ağaçlıklar, ve
bir de gece… Işığıyla, karanlığıyla, her
şeyiyle gece onların. Gündüzün
tapusu varsıllarda olabilir ama gece
yoksulların. Şehir de öyle. Gün ağarana dek. Sonra sabahın sisi gibi
yavaş yavaş yok oluyor İstanbul’un düşkünleri. Nereye gittiklerini belli
etmeden buharlaşıyorlar sanki. Varsıllar uyanınca gündüzü devralıyorlar. Ben de
gece boyu yoksulların çektiklerinin resmini çekiyorum, varsıllar görsün,
varsıllar bilsin diye. Varsılların kendi gece hayatı ayrı. Gene de arada bir
kesişiyor yolları öbürleriyle, istemeden.
Ama hemen ya kendi korumaları, ya da barların, gece kulüplerinin hanutçuları,
badigardları kolluyor varsılları. Benimkiler tekme tokat kovalanıyor. Bazan,
tek tük, arada bir, tinercinin biri şişini saplayıveriyor birilerine, tekmeler
arasında. Ee, olacak artık o kadar ama ne yalan diyeyim, korkuyor insan çünkü tinercinin ne yaptığı, ne yapacağı pek
belli olmaz. Kafasının ne durumda olduğuna bakar. Ne var ki, şu fotoğraf işine
başladığımdan beri, benimkiler
dediklerim var ya, çoğunun tavrı değişti. Birbirimizi daha iyi anlar mı olduk,
ne? Onlar beni kendilerinden saymaya başladılar galiba… Bana başka türlü
bakıyorlar artık. Beni çek, beni çek diyen o kadar çok ki, şaşarsınız. Ben de
giderek onları düşünür, onlar için kaygılanır oldum. Karakola, hastaneye, dara
düştüklerini duyarsam içim burkuluyor. Gidip
bulmaya çabalıyorum. Karda, kışta, zemheride ne yaparlar diye uykularım
kaçıyor, kahroluyorum. Geçen hafta Mahmutpaşa’da defolu, atılacak bir yığın
battaniye buldum. Bu kış dağıtabildiğim
kadar dağıtacağım bildiklerime. Evim sıcak,
arabanın da kaloriferi var. Soğuklar bastırdığında benim tuzum kuruda.
Ama ya onlar?
Amaan
! Kıracam bu fotoğraf makinesini be ! Bundan önce ben böyle şeyleri bilmez,
bilsem de iplemezdim. Şimdi fahri Kızılay şubesi oldum canına yandığım! Kendi
derdim yetmiyor sanki de kimsesizlerin, orospuların, tinerciler, ayyaşlar,
evsiz barksızların derdini de paylaşıyorum. Ama söyleyin, ne yapayım?
Haydi
size iyi geceler. Ben vardiyaya çıkıyorum. Bakalım bu gece kimin derdi benim
olacak gene ?...
***
-------------------------
Açıklama:
Öykünün kahramanı gerçek bir kişi: 1966 doğumlu Şevket Şahintaş.
Taksi sürücüsü olduğu doğru. İyi,
çok iyi bir fotoğraf sanatçısı olduğu da.
Resimleri hakkında basında ve
internette bol bilgi var.
Yazıdaki diğer ayrıntılar tümüyle
yazarın uyduruğu.
Şahintaş’ın bu öyküden haberi yok.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuz okunduktan sonra yayınlanır. Yorumunuzun altına ad ve soyadınızı yazınız, Kimliği belirsiz yorumlar yayınlanmaz.