Kahraman Küçük Kadın
Onu ilk kez, Ankara’da, Ziya Gökalp
Caddesinde görmüştüm.
O günlerde Ankara’nın merkezi olan
Kızılay çevresinde -Ziya Gökalp de Kızılay çevresindeydi- sokaklarda park
edecek yer bulamayan otomobiller kaldırımların üstüne çıkıp diklemesine park
eder, yayalara yürüyecek yer bırakmazdı. Trafik polislerinin otomobil
sahiplerini çok önemsemesinden olsa gerek, kaldırıma park etmiş hiçbir aracın
çekildiği veya ceza yazıldığı da görülmezdi. Çekiciler sadece bozulan araçları
çekmek içindi galiba. Evi Kızılay’da olan insanların bu bölgede yaşamanın
imkansız olduğunu keşfetmeleri, sanırım insandan çok araçların kaldırımları
kullandığı bu günlere denk gelir.
O yıllarda Türk otomobil sanayii ilk
adımını, hayret verici bir keşif olan Anadol marka otomobille yeni yeni
atıyordu. Anadol’ların, sıkıştırılmış karton gibi bir maddeden üretilen
kaportalarını ineklerinin ısırarak yediği rivayet edilmekteydi. Parası
Anadol’dan daha fazlasını satın almaya yetenlerin gönlünde kuşkusuz uzun
kuyruklu Amerikan, ya da Alman otomobilleri yatardı. Ne de olsa kuyruklu
araçlar daha sağlamdı ve statü sembolüydü. Ankara’daki kaldırımların eni ise genelde
bu araçların boyundan daha dardı. Kaldırıma diklemesine park eden otomobillerin
kuyrukları böylece hatırı sayılır miktarda caddeye taşardı. Kaldırımda yer
bulup yürüyemediğiniz için cadde kenarlarında yürümeyi seçseniz, bu sefer de
yayaları oldum olası küçümseyen ve asla yol vermeyen trafikteki araç sürücülerinden
kendinizi nasıl koruyacağınızı bilemezdiniz.
O gün öğle üzeri, iş yerimden kendime öğle
yemeği almak için sokağa çıkıp, (TRT Haber Merkezi’nde çalışıyordum)
kaldırımdaki araçlar, araç kuyrukları ve caddedeki trafik arasında boğuşmaya
henüz başlamıştım ki, onun kah kaldırıma çıkarak, kah caddeye inerek karşıdan
bana doğru geldiğini gördüm. Önümde, elinden sıkıca tuttuğu yedi-sekiz
yaşlarındaki çocuğunu caddeye indirmeden araba kuyrukları çevresinde
dolandırmaya çalışan bir kadın da yürümekteydi.
Karşıdan yaklaşan küçük kadın ise -adının Ayşe Banu olduğunu daha sonra
öğrenecektim- kesinlikle bizimkinden daha ciddi bir zorlukla ilerlemekteydi.
Topuklarını açık bırakan arkadan atkılı, parlak kırmızı apartman papuçlarıyla
(1973 yılında kadın ayakkabılarının altına takılan ton santimetreden yüksek
platform tabanlar yüzünden çoğunlukla onlara “apartman papuçlar” denirdi)
kaldırımlara inip çıkarken, bir yandan dengesini, diğer yandan zarafetini
korumaya çalışıyordu.
O yıllarda gençliğin verdiği hevesle moda olduğu için giymezsek sanki
toplumdan dışlanacağımızı sandığımız bu “apartman papuçlar” yüzünden değil
kaldırım, düz yolda bile yürümek zordu. Eminim karşıdan gelen küçük kadının yerinde başkası olsa bu ayakkabıları muhtemelen
giymeyeceği gibi, her kaldırıma çıkışında da eliyle dizlerine yaslanıp güç
alırdı. Ama o, bunu yapmanın zarafetini bozacağını iyi bildiğinden, neşeyle ve
adeta hoplayıp zıplayarak kaldırımlara çok kolay inip çıkıyormuş gibi
yapıyordu. Onun için bunları başarmak gerçekten çok zordu çünkü kaldırımın yüksekliği
bacak boyuna göre çok fazlaydı.
Bana doğru yaklaşırken,
baktığımı belli etmemeye çalışarak tüm dikkatimi ona yöneltmiştim. Ayağı
burkulup düşer miydi acaba? Öyle bir şey olursa ona yardım etmeli miydim? Kimsenin
yardımını kabul etmeyecek kadar güvenli ve gururlu görünüyordu. Yoksa her an bu
iniş çıkışlardan yorulup, tümü ile caddeden yürümeyi ve otomobillerin altında
ezilmeyi mi seçer miydi? Kesin olan şu ki düşmek ona hiç yakışmayacaktı. O
kadar şıktı ki... Saçları soğan kabuğu rengine boyanmıştı; kesiminin, usta bir
kuaför elinden çıktığı uzaktan bile belliydi. Giydiği eteğin boyu, o yıllarda
çok moda olan mini etek boyuydu. Çantasını koluna asmıştı. Çanta da çok
güzeldi; ayakkabıları gibi parlak kırmızı renkteydi. Boynunda, bileklerinde,
parmaklarında, kulaklarında zevkli takılar parlıyordu. Yüzü de, saçı ve giyimi
gibi hoş ve bakımlıydı; makyajını moda
renklerle yapmıştı.
Bunlar
herhangi bir kadın için sıradan özellikler olabilirdi, ama bunları onda görmek
farklıydı; çünkü Ayşe Banu bir cüceydi.
Bir yandan dikkatle bakıp,
diğer yandan baktığımı ona belli etmemeye çalışırken görüyordum ki kendine
aşırı güveni olan insanlar gibi dimdik yürümekteydi. Önümde yürüyen anne oğul,
onunla yüz yüze gelince durdular. Ben de bir adım arkalarında durdum. Ayşe
Banu’nun boyu, önümdeki çocuktan daha kısaydı. İşte tam o sırada annesinin
eteğini çekiştiren bu çocuğun,
“Anne bak, küçük kız yüzünü nasıl
boyamış” diye bağırdığını duydum.
Büyü bozulmuştu. Yanımıza kadar
zarafetini ve kendine güvenini gururla sergileyerek yaklaşan bu küçük kadının
yüzüne, aniden derin bıkkınlık halkaları yayıldı. Kim bilir kaç defa bunun
benzeri sözler işitmişti. Göz göze geldik.
Keşke gördüğüm bıkkınlık yerine yüzünde
üzüntü veya kızgınlık olsaydı; o zaman bakışlarımızı birbirimizin gözünde
tuttuğumuz o kısacık sürede, ebedi çaresizliğine kusursuz direnişini açıkça
görmekten o denli eziklik duymayacaktım. İçimdeki gerilime rağmen sanki onu
önceden tanıyormuşum gibi gülümseyerek selam gibi bir baş hareketi yapmayı
başardım. Aslında istediğim, tüm olayı hiç görmemiş, duymamış gibi yaparak
başka yöne bakmaktı tabii ki. Ancak bakışlarımız buluştuğunda artık bunun için
çok geçti ve artık yıllardır özlediğim
biriyle sonunda karşılaşmışım gibi gülümseyerek ona bakmak geliyordu elimden. O
ise kendini hızla toparlamıştı; gülümsememe aynı şekilde karşılık verdi.
Dudağının köşesine bir de küçük alay kıvrımı yapışmıştı sanki. Zorlukların
üstesinden profesyonel bir aldırmazlık sayesinde baş etmeyi çoktan öğrendiğini
söyleyen bakışları “sorun yok, iyiyim,” dedi bana. Sonra o andan başlayarak
gözüme hep beyaz porselen bir biblo gibi görünecek olan küçük bedenini, çocuk
ve annesinin etrafından kırıtarak döndürdü, başı dik, arkasından baka kalan
bizlere ve kaderine açıkça meydan okuyarak uzaklaştı.
Kuşkusuz, sokakta bir cüce ile
karşılaşmak sık olmasa da olağan dışı bir şey değildi. Dünyadaki tek cüce o
olmadığı gibi, cüce olmanın zorlukları ile kahramanca savaşan tek insan da o
değildi. Ancak o, diğer cücelerden çok farklı olduğunu ve aynı zamanda normal
boydaki insanlardan farklı olmadığını o kadar büyük bir güvenle ortaya
koyuyordu ki, onun bizden farklı olduğunu gösteren bir olayın içinde olmak
kafamın karışmasına, sanki utanmama yol açmıştı.
Önümden annesi ile uzaklaşan küçük
çocuk, bana yaşıtı olan diğer çocukları düşündürdü. O yaşlarda duygu ve
düşüncelerini saflık ve kontrolsüzlükle ortaya dökmekten başka ne yapmayı
bilirlerdi ki? Bu tecrübesiz kontrolsüzlük yüzünden çocukluk düşünceleri
çoğunlukla doğal bir acımasızlık içermez miydi? Kim bilir Ayşe Banu, olması
gerektiği kadar büyümeyeceğini anladığı günden bu yana, kaç defa bu çocuğunkine
benzeyen sözlerle karşılaşmıştı; ve kim bilir kaç defa, diğer çocukların
acımasız sözlerine, onları duymamış veya anlamamış gibi yaparak katlanmak
zorunda kalmıştı?
Hafızamda çocukluk günlerime doğru
uzanarak, arkadaşlarımın yaşıtlarına ve hatta büyüklere nasıl davrandığını
hatırlamaya çalıştım. Çocukların, büyük burunlu bir büyüğe “neden senin burnun
büyük” diye rahatça sorduğuna, üzüleceğini bile bile arkadaşlarının fiziksel
özellikleriyle alay ettiğine, üstün olma içgüdüsünün ihtiyacı ile arkadaşını
nasıl da kolayca kırdığına veya saçma bir sebepten dayak attığına kim bilir kaç
kez şahit olmuştum. Sonra, çocukluk doğasındaki bu acımasızlığın çocukluk
bittikten sonra da ne kadar çok insanda sürdüğünü fark ettiğimi de hatırladım.
Çocukken,
acımasızlığın üstünlük ve ayrıcalık sağladığını kolayca keşfettiğimiz için,
şefkatli, hoşgörülü, anlayışlı davranmamızı sağlayacak yeni davranış
kalıplarını geliştirmeye ergenlik yıllarında da gerek görmüyorduk. Acımasız ve
kaba olunca sorunlarımızı daha rahatça çözüyorsak, ilişkilerimizde üstünlük
sağlıyorsak, yetişkin olduğumuzda karşımızdakiyle empati kuracak şekilde
kişiliğimizi biçimlendirmenin zahmetine neden katlanacaktık ki?
Belki de bu yüzden tüm
yaşantımız boyunca, değerli mi yoksa değersiz mi olduğunu bir türlü
kavrayamadığımız ama bizi hep değerli bulsun istediğimiz insanlar arasında bir
türlü mutluluğu bulamadan yaşamaktaydık. İşimizi çok, kafamızı hep önemli
düşüncelerle dolu sandığımız için, dinlemediğimiz ama dinler göründüğümüz
insanlarla göz göze gelmeye bile üşenmekteydik. Duyduğumuz bazı sözlerin derin
anlamını ancak yıllar sonra kavrayabilmekteydik. Hayatımızı, çocukluğumuzda
olduğu gibi, iz bırakmayacak zevkleri defalarca yaşamak uğruna pek çok önemli
şeyi ihmal ederek, içten gülümseyemeden, hata yaptığımızda özür dileyemeden,
mutlu olduğumuzda teşekkür edemeden ve sevince nasıl davranacağımızı bilemeden
geçirmekteydik. Hatta sevginin ne demek olduğunu öğrenemeden yaşlanmaktaydık.
Aynen çocukluk umursamazlığı ve bencilliği ile bizim için önemli olduğunu
düşündüğümüz insanlara bile yeterli zaman ayırmadan, telefonla dahi hatır sormayı erteleyerek, bir
gün aklımıza geldiğinde aradığımız o insanların çoktan ölüp gittiğini
öğrenmekteydik. Yılların nasıl geçiverdiğini fark etmemekte, yaşlanınca da
hayatın anlamını bulmaya çalışmaktaydık.
İçimizde gizlediğimiz
ve kimseye itiraf etmediğimiz çocukluk bencilliğimizden mutlu olduğumuz sürece,
konuşma tarzımızla, insanlara bakışımızla, bazen gösterdiğimiz yapmacık ilgi,
bazen de ilgisizliğimizle çevremizdekileri ne kadar rahatsız ettiğimizi
genellikle görmüyorduk. Çocukluğun mantık tanımayan dürtüleri benliğimizde
sürdüğü sürece, kızgınlıklar ve şiddetli öfkeler sonrasında daima kendimizi
haklı hissedecek bahaneleri keşfedip rahatlıyorduk. İncelikten yoksun
davranışlarla, bizden küçük insanların (boyuyla, yaşıyla veya pozisyonuyla) iç
dünyasında nasıl da tedavisi olmayan yaralar açtığımızı tahmin bile
edememekteydik.
Ayşe Banu ile karşılaştığım
o öğle tatili sonrasında, kafam karmakarışık, içimde pişman olmam gereken bir
şey varmış ama ne olduğunu bilmiyormuşum duygusu ile işe döndüğümde, hemen iş
arkadaşlarıma onu tanıyıp tanımadıklarını sormuştum. Benden başka herkes onu
tanıyordu; en azından hakkında pek çok şey anlatacak kadar kim olduğunu
biliyordu. Ayşe Banu da zaten benimle aynı
kurumda ama dış ilişkiler bölümünde çalışmaktaydı.
Zengin bir ailenin kızıydı. Özel
okulda (o yıllarda özel okullara kolej denilirdi) ve liseyi bitirdikten sonra
Amerika’da üniversite tahsili yapmıştı. Çalışma hayatında olmasının sebebi para
kazanmaktan çok, çalışmanın bir kadın için gerekli olduğuna inanmasıydı. Ama
ben, çalışmasının bir diğer sebebinin de, bir cüce olarak yalnız kalmamak için
kendine oyalanacak ortam yaratmak olduğunu düşünüyordum.
Yetişmesi sırasında bir “Amerika’da
yaşamışlık” olduğunu duyunca, karşılaştığı aşağılanma sırasındaki muzip
gülümsemesinin, kompleks duyacağı hiç bir sorunu yokmuşçasına dimdik
yürümesinin, kendinden memnun bir insan olduğunu etrafına rahatça
sergilemesinin gücünü nasıl bulduğu anlamıştım.
Amerika’da, sakatlara veya herhangi bir sebeple çoğunluktan farklı
görünüşü olanlara bizim ülkemizdekine göre daha hoşgörü ile yaklaşıldığını iyi
biliyordum. Belki de orada, tahsili sırasında psikolojik yardım alarak, toplum
içinde rahat yaşamanın yolunun kendine güven duymaktan, başkalarını
düşüncelerine aldırmamaktan, her türlü ortamda rahat olmasa da rahatmış gibi
davranabilmekten geçtiğini öğrenmişti. Bunlar benim tahminlerimdi tabii.
Aslında biran önce onunla arkadaş olmak, onu yakından tanımak istiyorum. Bunca
yıldır sürdürdüğü tek kişilik savaşın (bir savaş içinde olduğuna ben emindim)
sürekli galibiymiş gibi görünmesi gerçek miydi? Yoksa o öğle üzeri, bakışlarımız karşılaşmadan bir saniye önce
yüzünde gördüğüm bezginlik miydi yaşamının gerçek yöneticisi, bilmek istiyordum.
Gelişi güzel bir tanışma istemediğim
için Ayşe Banu’yla eski arkadaş olduğunu öğrendiğim bir arkadaşıma bir gün bizi
birlikte evine çaya davet etmesini rica ettim ve ricam kısa sürede yerine
getirildi.
O yıllarda Kızılay’dan Çankaya’ya uzanan
güzergahta -başka güzergahlarda da olduğu gibi- steyşın vagon denilen, tadilatla
bagajı iptal edilerek arkaya üç oturma yeri daha ilave edilmiş ve böylece 8
veya 9 yolcu taşıyabilen Amerikan arabaları dolmuş olarak çalışırdı. Aslında bu
mesafeyi her gün yürümek de mümkündü ama Kızılay’dan ta Çankaya’ya on dakikada
gidiliyorsanız neden yürüyecektiniz ki? Trafik akardı o yıllarda çünkü caddeler
tıkanmazdı. Şimdi trafiği tıkanmayan bir şehir hayal bile edilemiyor. Arka
koltukları sonradan oluşmuş ekleme sebebiyle çok rahatsız olan bu steyşın dolmuşlardan
pek çok vardı ama dolmuş durakları yoktu. Bulvar boyunca istediğiniz yerden dolmuşa
biner, istediğiniz yerde inebilirdiniz ve hızla evinize ulaşırdınız.
O gün dolmuşla Ayşe Banu’nun Çankaya’daki
evine 10 dakikada gidersem akşam yemeği saatinden önce onunla en az iki saat
vakit geçiririm diye düşünmüştüm. Ancak çayımızı yudumlarken anladım ki onunla
vakit çok hızlı geçiyordu; sohbetinin tadını çıkartmak için iki saat yeterli
değildi. Ve o günden sonra onunla geçirdiğim her dakika hayatımın en keyifli
anları olarak hafızamda yer etti.
Bu arada sayısı az da olsa bazı
arkadaşlarımın Ayşe Banu ile arkadaşlığımı biraz garipsediğini, onun
dostluğundan aldığım zevki de söylemeliyim. Onlara göre, bir insanın
arkadaşının fizik olarak biraz kendisi gibi olması gerekiyordu. Aslında böyle
düşünmeleri ırk ayrımcılığı yapmak gibi bir şeydi. Yanımda boyu bir metreyi
bile bulmayan birisi ile restorana, sinemaya, konsere veya sergiye gitmekten nasıl
rahatsız olmadığımı anlayamıyorlardı. İnsanların beyin kıvrımlarına yıllarca
önce yerleşmiş fikirleri değiştirmek mümkün değildi; ben de bu sebepten bu
arkadaşlığımızın sebeplerini tartışmıyordum bile. Ayrıca Ayşe Banu’nun
düşüncelerinden, hayat felsefesinden, esprilerinden, anılarından o kadar zevk
alıyordum ki, farklı boyda olduğumuzu çoğu zaman hissetmiyordum bile. Zaman
geçtikçe benim gibi, onun arkadaşlığından zevk alan başka pek çok insanın daha
olduğunu keşfettim. Bize “Ayşe Banu’yu Sevenler Kulübü” üyeleri denebilirdi.
Aslında “Ayşe Banu’yu Sevenler
Kulübü”ne dahil olmak kolay değildi.
Çünkü Ayşe Banu, çoğu kimsenin kolay kolay tahmin edemeyeceği kadar
seçiciydi. Yani herkesi beğenmezdi, herkesle görüşmezdi. Bir çeşit kendini beğenmişlik
veya daha doğrusu züppelik de denebilirdi buna. Hani, yabancı ülkelerde görev
yapmış, uluslararası protokolün inceliklerini öğrenmiş, görmüş geçirmiş üst
düzey bürokratların, imrenilen ama biraz da insanı sinir eden ve ezen züppeliği
vardır ya, işte öyle bir züppelik. Ancak bu züppeliğe uygun frekanstaysanız,
evinin kapısını size açar, ikramının
inceliklerini, esprilerinin derinliğini
ortaya koyardı. Özetle onunla arkadaş olabilmek için biraz züppe görünebilmek,
biraz hava atmayı bilmek lazımdı.
O, her şeyden önce kalite
düşkünüydü. Sanki, “Ben sizin gibi görünmüyorum ama kaliteli şeyden sizden daha
fazla anlıyorum, okuduğum kitaplar da, dinlediğim müzik de, evimdeki yaşantım
da çoğunuzunkinden daha ince zevkler içeriyor” diye tavırlarıyla sessiz bir
mesaj ortaya koyarak, çoğu kimseyi istemese de ezerdi. Bunu o kadar doğal ama
zekice yapardı ki, pek çok insan onun ulaşılmaz olduğunu peşinen kabul eder,
asla küçümsediği için değil, tam tersine onun kişiliği ile ezilmemek için
hayatına yaklaşmamayı seçerdi.
Bitmez tükenmez bir enerji
ile her söylediği sözün, her giydiği elbisenin, yaptığı her işin mükemmel
olmasına çalışıyordu. Bu mükemmellik içinde asla özenti bir davranış yoktu.
Kıyafetleri son moda renkleri ve biçimleri taşırdı. Özel olarak imal ettirdiği
ayakkabıları (ayağına uygun numarada şık topuklu ayakkabı bulamazdı tabii ki)
çoğunlukla Avrupa moda dergilerinde görülen ama henüz o zamanki Ankara’nın
vitrinlere gelmemiş modellerden oluşurdu.
Onunla arkadaşlığımın sürdüğü
yıllar, Türkiye’nin dışarıya neredeyse her konuda kapalı olduğu yıllardı. Yurt
dışında yaşayan bir tanıdığınız yollarsa okuyabildiğiniz yabancı moda
dergilerinde gördüklerinizi şimdiki gibi çarşıda bulup satın alamazdınız. Ayrıca
fotoğraflarını gördüğünüz “şeyler” ithal edilmediği gibi benzerleri taklit
edilip üretilemezdi. Teknoloji ve kapital birikiminin olmaması yanında halkın
tüketim potansiyelinin azlığı da özel tasarımların ithalatına veya lüks imalata
yol açmıyordu o yıllarda.
Yine o yıllar farklı yönlerden gelen fikir ve
düşünce dalgalarıyla Türkiye’nin, oradan oraya sallandığı yıllardı. Hani “Boğaz
köprüsüne hayır ama Zap Suyu köprüsüne evet” sloganlarının ardındaki fikirlerin
tartışıldığı yıllar… Daha doğrusu sol ağırlıklı tartışılmaların, sert
müdahalelerle kesintilere uğradığı yıllar. Ankara’daki okumuş ve çalışan kesim,
bir taraftan sol fikirlerin yarattığı farklı bir vicdan muhasebesi yapıyor,
tüketim ekonomisinin yanmaya başlayan yeşil ışığının tuzağına düşmeyi “ayıp”
sayıyor, diğer taraftan da satın alma gücünün sınırlarını zorlayarak batı
ülkelerinin ülkemize sunmaya hazırlandığı imkanlardan yararlanmak istiyordu. Bu
ortamda Ankara’da yurtdışı kaynaklı ürünlere açılan ilk kapı aralığı İzmir
Caddesi’ndeki “Amerikan Pazarı”ydı.
Aslında daha önceki yıllarda da
-altmışlı yılların başında- Ankara’da başka bir Amerikan pazarı oluşmaya
başlamıştı. Hergele Meydanı’ndaki bu mekan, ülkelerine dönecek Amerikalılardan
satın alınmış eski ev ve kişisel eşyaları
satan -tabii ara sıra yeni eşyalar da olurdu- bir kaç dükkandan ibaretti. Bu
gibi yerlere doğal olarak “bitpazarı” denirdi. Mesela bir buzdolabı veya
kırmızı bir “orlon” kazak almak isterseniz, -naylon ve orlon henüz Türkiye’de
üretilmiyordu- bulabileceğiniz tek satış noktası burasıydı ve şansınıza bağlı
olarak karşınıza bazen kullanılmış, bazen de yeni bir buzdolabı veya bir kazak
çıkabilirdi. O günlerde, buzdolabı sahibi olmanın nasıl da ayrıcalık olduğunu
hatırlatmak isterim. Orlon kazak veya Loufer ayakkabı giymek de ayrıcalıktı.
Ayrıca şunu hatırlamakta da hoşluk var; henüz “buzdolabı” kelimesi
Türkçeye yerleşmemişti. Türkiye’de
kullanılan ilk buzdolapları Frigidaire marka olduğu için, buzdolaplarına herkes
“frijider” derdi. Hatta bu kelime dilimize öylesine yerleşmişti ki, bugünün
yaşlı kuşağından bazıları, bu kelimenin aslında bir marka olduğunu düşünmeden
eski alışkanlıkla hala “frijider” demeği sürdürür.
Yıllar geçip de, Ankara’nın satın
alma gücü artan memurları, giderek bu bit pazarından daha çok alış veriş edince
ve özellikle Amerikan malları için yeni bir talep grubu oluşunca, kullanılmamış malların satıldığı yeni bir
Amerikan Pazarı da İzmir Caddesi’nde açılmıştı. Artık burası “bitpazarı” özelliğinden
daha çok gerçek anlamı ile “Amerikan Pazarı” idi. Bu pazar, Amerika “mall’larından
ilham alınarak bugünün büyük şehirlerinde çok güzelleri inşa edilen çok
dükkanlı, üstü kapalı çarşıların minyatür bir benzeri gibiydi. Geniş bir
binanın zemin ve bodrum katlarında koridorlar oluşturulmuş, her iki yanına
vitrinleri olan dükkanlar sıralanmıştı.
Amerikan malları ağırlıklı olmak üzere hemen her dükkanda birbirinin
benzeri mallar satılırdı. Bunun gibi yerlere nedense “pasaj” denmeye
başlanmıştı. Böylece Fransızcadan gelen ve anlamı “geçit” demek olan bu
kelime, o yıllardan başlayarak dilimize “bina içindeki dükkanlar” anlamıyla
girmişti. Yeni Amerikan Pazarı’nın asıl adı İzmir caddesinde yer aldığı için. “İzmir
Pasajı”ydı. Pasaj kelimesi ile anılsa da buranın bir Amerikan pazarı olduğunu
Ankaralılar anında keşfetmişti.
Ankara’da inşa edilen ilk pasaj ise
Büyük Çarşı’ydı. Büyük Çarşı, Kızılay ile Sıhhiye arasında, daha önceki
yıllarda şehrin en görkemli sineması olan Büyük Sinema’nın olduğu binada,
binanın dışı olduğu gibi korunurken içindeki sinema yok edilip, yine
koridorlara açılan dükkanlar yapılarak oluşturulmuştu. Büyük Çarşı açıldığı
zaman İstanbul’daki Akmerkez veya İstinye Park gibi ulusal bir ilgi toplamıştı.
En iyi malları satan dükkanlar oradaydı. O zamanlar markalaşmış ürünler
Türkiye’de çok azdı ama Büyük Çarşı’da en kaliteli ayakkabıyı, en güzel kumaşı,
en pahalı mücevheri bulabilirdiniz.
Büyük Çarşı güzel ve ilginç bir
yenilikti ama Büyük Sinema da çok güzel ve Ankara sakinleri için önemli bir yerdi.
Sinema kapandığı zaman herkes üzülmüştü. Orada herkesin bir hatırası vardı. Kim
bilir kaç kişi unutamadığı filmleri unutamadığı insanlarla bu sinemada
seyretmişti. En şık kıyafetinizi giyip -o yıllarda sinemalara iyi giyimli gidilirdi-
Büyük Sinema’ya gittiğiniz zaman, girişte biletinizi kestirince, eğer “balkon”
bileti almışsanız, merdivenlerden bir üst kata çıkar ve sinemanın üst fuayesine
gelirdiniz. Ayrıca “salon” denilen alt kattaki koltuklardan veya o salondaki
lüks localardan da film izlemek tabii ki mümkündü ama balkon daima daha heyecan
vericiydi. Çünkü o kattaki fuayede karşınıza, diğer hiçbir sinemada olmayan bir
büfe çıkardı. Büfenin bugünün “Amerikan bar”ına benzeyen, ahşap, geniş ve
yüksek bir tezgahı vardı ve salonun neredeyse tüm enini kaplardı. Fuayeye
ulaştığınız ilk anda gözünüze bu tezgahın yanında birikmiş kalabalık çarpardı.
Tezgahın arkasında ise, sıcak, soğuk içecekler, mesela Atatürk Orman Çiftliği
birası, soğuk sandviçler ve çikolatalar satan Beyaz Rus bir kadın görürdünüz. Kimse
filmden önce bira içtiği halde çevresindekileri rahatsız edecek davranış da
yapmazdı o günlerde. Bilin bakalım neden acaba? O yıllardaki medenileşmeye
çalışmaktan olmasın? Bembeyaz porselen
gibi teni, beyaza yakın sapsarı bukleli saçları, kıpkırmızı dudakları, masmavi
gözleri, tek tek siyaha boyanmış kirpikleri, bakımlı uzun tırnakları olan, her
zaman siyah tayyör giyen ve müşterilere asla gülümsemeyen bir kadındı bu. Adı
“Madam”dı onun, herkes için. Herhalde Madam, Ankara’da, ailelerin gittiği bir
yerde geceleri de çalışan ilk kadındı. O yıllarda otelcilik okulları
yaygınlaşmadığı için otellerde, restoranlarda hizmet eden kadın personel yoktu
tabi ki. Ankara’nın tutucu ortamında, sarkıntılıklara hedef olmadan ciddiyetle
hizmet vermeyi başaran bu sarışını ardınızda bırakıp sinema salonuna girdiğiniz
zaman, sizi çok yüksek bir tavan ve rahat kadife koltuklar beklerdi.
Karşınızdaki, hafifçe kahverengine
çalan karışık koyu kırmızı kocaman kadife perdenin üst tarafına doğru
bakışınızı kaydırınca, tavana yakın bir yerde “halay çeken kızlar” adı
verilmiş, Turgut Zaim’in yağlı boya ile yaptığı kocaman üç kız figürünü
görürdünüz. Sonra üç değişik melodi ile gonga vurularak filmin başlayacağı
haber verilirken, kızların üzerindeki ışık kararır, kadife perde ağır ağır
toplanarak kalkar, sizi beyaz perdenin büyüsüne teslim ederdi. İnsanların en
güzel elbiselerini giyerek sinemaya gittiği o yıllarda en güzel filmler, işte
bu görkemli salondaki bu beyaz perdede izlenirdi
Büyük Sinema Büyük Çarşıya
dönüştüğünde önceleri oradan Türk ürünlerini, İzmir Pasajı’ndan da Amerikan ürünlerini satın
alırdınız. Daha sonraları, ikinci kalite ve daha ucuz mal satan bir de Kocabeyoğlu Pasajı açılmıştı ki, o da yine
Kızılay’da Büyük Çarşı ile İzmir Pasajı’nın yakınındaydı. Başka semtlerde de kuşkusuz küçük alış veriş
yerleri olmasına rağmen Ankara’nın alış veriş kalbi, Kızılay’da bu üçgenin
çevresinde atardı.
Satın alma gücü uygun
olanların Amerikan Pazarı’na gitmeleri adeta bir zorunluluktu. Oradan bir şey
satın aldınız mı, bu aldıklarınızı da başkaları gördü mü sanki “ayrıcalıklı”
olurdunuz. Mesela, günümüzde inanılır gibi gelmeyecek ama, Amerikan Pazarı’ndan
alınması gereken şeylerin başında tuvalet kağıdı gelirdi. Yerli üretimin henüz
başlamadığı yıllarda ve daha sonra ilk başta tuvalet kağıtları zımpara kağıdı
kıvamında üretildiği için, -tuvalet kağıdı kullanmayı öğrenmişseniz eğer- tek
satın alma adresiniz Amerikan Pazarıydı. Ankara’da oturan Amerikalılar, PX
denilen kendilerine ait çarşılarından tuvalet kağıtlarını -ayrıca daha pek çok
çeşit günlük kullanım gereçlerini- çok ucuza satın alır, sonra bu dükkanlara
daha pahalı olarak satarlardı. Bu alış verişten Amerikalılar kar ediyordu,
dükkanlar kar ediyordu, biz de kendimizi “ayrıcalıklı” kılarak ve herkeste
bulunmayan “şeyler” kullanarak karlı oluyorduk. İç çamaşırları, makyaj
malzemeleri, kadınlar için tamponlar, erkekler için prezervatifler, sabunlar,
parfümler, elektrikli ev aletleri, -yanında voltaj transformatörleri de mutlaka
satılırdı- saç kurutma makineleri, incik
boncuk, erkek, kadın ve çocuk elbiseleri, paltolar, suni kürkler, ayakkabılar,
çizmeler, bardak, tabak takımları, alkollü ve alkolsüz içkiler, sigaralar, ev
mobilyaları, oyuncaklar, paketlenmiş yiyecekler ve daha neler neler burada
bizleri beklerdi. Mesela bir gün bana buradan alınmış birer kavanoz mayonez ve
fıstık ezmesi, doğum günü hediyesi olarak gelmişti de doğrusu çok hoşuma
gitmişti. Ne de olsa bunlara ulaşmak da “ayrıcalık”tı.
Ayşe Banu, Amerikan Pazarı
müdavimlerinden olduğu gibi ara sıra yurt dışına da gittiği için evinde ve
üzerinde çeşitli yabancı marka giysi ve aksesuar bulundururdu. Yurt dışına
çıkmanın sınırlı olduğu ve çıkarken çok az miktarda döviz götürebildiğiniz o
günlerde, ayrıcalıklar arasında “en ayrıcalıklı” olan, kuşkusuz Türkiye dışına
gidebilen bir insandı. Birisinin üzerinde hoşumuza giden bir şey gördüğümüz
zaman nereden aldığını sorarsak ve cevap, mesela “Fransa’dan” veya
“İngiltere’den” alındığı şeklinde ise, doğrusu çok etkilenirdik. Ayşe Banu, bu
gibi etkilenmelere yatkın insanları bol bol etkileyebiliyordu.
Amerikan mallarını, bit
pazarlarından veya pasajlardan satın almak,
paranız varsa kolaydı ama Amerika’ya gitmek zordu. Lise bitiren öğrencilerde Amerika’ya tahsile gitme merakı ise pek
başlamamıştı. Ama Ayşe Banu, Amerika’da üniversite okumuştu, Amerikan aksanı
ile İngilizce konuşur, Amerika yıllarından kalma bazı aksesuarlarını ara sıra
kullanmayı sürdürür, bu arada Avrupa’ya son gittiğinde aldıklarını giymiyorsa
eğer, giydiği elbise son modaya göre terziye diktirilmiş olurdu. Belki annesi
iyi dikiş biliyordu, o yıllarda çoğunluk kendi giysisini kendi dikerdi, belki
evine gündelikçi terzi getirtiyordu ama şıklık için çözümünü çok iyi bulmuştu. Evet o
yıllarda eve gündelikçi terzilerin gelip bir gün içinde bir elbise dikivermesi
de adettendi.
Şimdi, şişman olduğu için
hazır giyimin kendisine uymadığını bahane eden pek çok insanın giyim işini
tümüyle boş verdiğini düşündükçe, onun şık giyinme uğruna verdiği mücadelenin
nasıl zahmetli bir şey olduğunu daha iyi anlıyorum. Kendi bedenine göre güzel
ve şık bir giysi bulması neredeyse imkansızdı. Bu konuda yaşadığım bir olay,
onun küçücük boyu yüzünden çektiği zorlukları daha iyi anlamama yol açmıştı.
Ben de bir gün bir yurtdışı seyahatine çıkacaktım. Yolculuk öncesi Ayşe
Banu’ya getirmemi istediği bir şey olup olmadığını sordum. Yetmişli yıllarda
yurtdışına gidiyorsanız, mutlaka yakınlarınızın siparişlerini öğrenmeniz
gerekirdi. Benden kendisi için “Angora” yününden kırmızı bir kazak satın almamı
istedi. Ben de gittiğim yerde gerçekten büyük zaman harcayarak sonunda
bulabildiğim en küçük beden Angora kazağı satın aldım. Dönüşümde paketi açtığı
zaman, kazağın kendisine göre ne kadar büyük olduğunu görünce ikimiz de çok bozulduk.
O zaman, ancak çocuk mağazasından alınacak bir kazağın bedenine uyabileceğini
anladım. Sanırım bunu akıl edeceğimi düşünerek beni uyarmamıştı. “Ayşe Banu’yu
Sevenler Kulübü Üyeleri” arasında kelimelere dökülmemiş bir anlaşmanın gereği,
aramızda onun cüce olduğunu hatırlatacak hiç bir imada bulunulmazdı; bu
anlaşmaya beni uyarmamakla o da katılmıştı sanki. Ne var ki kazak ebadını
ayarlayamamam yüzünden aramızdaki sessiz anlaşma bozulmuş gibi oldu ve ilk ve
son defa bana biraz kırılmış olduğunu hissettim.
Arkadaşları olan bizler, sessiz anlaşmamızı itinayla sürdürsek de,
çevresindeki hayat hep anlaşma dışı hareket ediyordu; her eşya hayatını
zorlaştıracak, onun ne kadar küçük olduğunu hatırlatacak boydaydı. Tüm eşyalar,
bizlerin el büyüklüğüne, boy uzunluğuna, adım genişliğine göre yapılmıştı. Seksenli
yılların sonuna kadar bir ucunu kulağımıza diğer ucunu ağzımıza yaklaştırarak
konuştuğumuz telefonların elle kavranan kısmı da normal boydaki insanlara göreydi,
o ise konuşurken bir eliyle alttan, diğer eliyle yandan kavrayarak ahizeyi
ağzına yaklaştırırdı. Naylon çorap, çanta, kemer, iç çamaşırı, ayakkabı gibi
üzerinde taşıyacağı eşyaları kendi ebadına göre imal ettirebilirdi belki ama
bir mutfak tezgahına, bir sandalyeye, bir masa yüksekliğine kendisi uymak
zorundaydı. Normal boydaki bir yemek tabağı, Ayşe Banu için ne kadar büyükse,
bir restoranda tabağın içinde gelen yemek miktarı da o kadar büyüktü. Hele su
bardakları… Yalnızken iki eli ile tuttuğu bardağı bizim yanımızda tek elle
kaldırmaya çalışıp zorlanıyordu, çünkü iki eliyle bardağı tutup su içmek zarafetine
uymazdı onun. Çatallar, bıçaklar da elleri için çok büyüktü. Ne zaman bir
restoranda yemek yesek, sanki ben ondan daha fazla sıkıntı çekerdim. Ama
dışarıda yemeği çok sevdiği için sık sık arkadaşlarla birlikte yemeğe
çıkıyorduk ve her seferinde de boyu ile ilgili bir sorunla karşılaşıyorduk.
Daha doğrusu, zaten her zaman karşılaştığı sorunlara, gittiğimiz restoranlarda
bir de biz şahit oluyorduk ama o sırada her şey normalmiş gibi davranıyorduk.
Bir gün İstanbul’a birlikte bir seyahat
yaptık ve seyahat sırasında bir otelin restoranına öğle yemeğine gittik. O gün
birlikte olduğumuz arkadaşlarımızdan birinin dört yaşındaki kızı da bizimleydi.
Ayşe Banu, dört yaşındaki kızdan biraz daha uzundu. Garsonlar, içeri girdiğimiz
andan itibaren gözlerini Ayşe Banu’dan ayıramıyorlardı. İlk defa cüce bir insan
görmüyorlardı şüphesiz ama ilk defa çok şık bir cüce kadın görüyorlardı.
Genellikle tahsilli insanlar meraklarını ve bakışlarını daha iyi kontrol
ediyorlar. Ankara restoranlarının personeli, Ayşe Banu’ya yıllar boyunca
alıştığı için o kadar da dik dik bakmazlardı. Zaten o da kendisine hayret ve
merakla bakmayacak insanların olduğu seçkin yerlere gitmeye çalışırdı. İstanbul
ise ona alışkın değildi. Sokakta olsun, kapalı yerlerde olsun hep gözler
üzerindeydi. Sokaktayken elbisemizde bir leke olsa, -ki bir lekenin aslında
utanılacak bir şey olmaması gerekir- ve
insanlar bize bakmaya başlasalar, düşünün ne kadar rahatsız oluruz. O, hayatı
boyunca meraklı bakışlarla karşılaşıp bunu fark etmemiş gibi yapmak zorunda
kalıyordu. O gün de, garsonların etrafımızda dolanıp, hayret ve merakla
bakmalarını görmezliğe gelmek zorundaydı. Sonunda, garsonlar kendilerini
toparlayınca yemek siparişimizi almak için yanımıza gelmişlerdi. Bu arada arkadaşımızın küçük kızının boyu
masaya göre çok alçak kalmıştı. Hepimiz sözleşmiş gibi bunu da görmezlikten
geliyorduk. Derken, garsonlardan biri işgüzarlık edip çocuk iskemlesi isteyip
istemediğimizi sordu. Arkadaşım, bu teklifteki tehlikeli sonucu hissetmişti,
hemen istemediğini söylemişti ama bu sefer de garson Ayşe Banu’ya dönüp, “Siz
çocuk iskemlesi ister misiniz hanımefendi” diye sormaz mı? Hepimiz, kalbimiz
parça parça, hiç bunu duymamış gibi başka taraflara bakarken, Ayşe Banu çok
doğal bir tavırla, “İskemle değil de bana kalınca bir yastık getirin”
deyiverdi. Yastık gelince de pür neşe sohbetine devam etti. Sonradan bu aptal
garsondan intikamımızı, bir kuruş bile bahşiş bırakmayarak aldık ama bunu Ayşe
Banu’ya söylemedik tabii.
Çok isabetli tespitler yaptığını
her zaman düşündüğüm müşterek arkadaşımız Figen Gökeri, bir gün onun için şöyle
demişti; “Ayşe Banu, kendisinin de içinde olduğu komik bir duruma insanlarla
birlikte güler ama asla kendine güldürmez.” Kişiliğini daha iyi anlamak için bu
tarifin ışığında ona bakmalıyım diye düşündüm hep. Gerçekten de, içinde yer
aldığı bir olayı, mesela kendisini ilk kez gören insanları nasıl şaşırtarak baktığını
o derece komik anlatırdı ki, gülerken gözlerimizden yaşlar akardı. Biz, onun
boy özürlü olduğu için aslında o komik olayı yaşadığını bilirdik ama o, hiç bir
zaman boyuna doğrudan atıf yapmaz ve boyuyla ilgili kompleksi olduğunu ortaya
koyacak bir açık vermezdi.
Yine de merak etmemem elimde
değildi. Herkesten farklı olmayı içine nasıl böylesine sindirebilmiş,
durumundan dolayı nasıl olmuş da komplekse kapılmamış veya kompleksi yokmuş
gibi davranacak kadar akıllı ve kontrollü olabilmişti? Hani denir ya, “Ya olduğun gibi görün, ya da
göründüğün gibi ol” diye. O, hangisini yapıyordu acaba? Hislerim, onun,
göründüğü gibi bir insan olduğunu söylüyordu. Ama yine de aklım, “Bu kadar da
olamaz” mesajını yolluyordu hislerime. Mesela, bir insan düşünün ki, hayatı
boyunca hiç bir konuda şikayet ettiğini kimse duymamış olsun. Daima kendinden
hoşnut görünsün. Sadece kendinden değil, sahip olduğu veya yaşadığı hiç bir
şeyden, hiç bir olaydan şikayet etmesin. Böyle bir insan olabilir miydi? O, zevklerinden, seçimlerinden,
düşüncelerinden, akrabalarından, arkadaşlarından, evinden, yaptıklarından,
yediklerinden, kilosundan, çalıştığı yerden, başına gelen olaylardan, velhasıl
onun olan her şeyden memnundu. Özlemini çektiği, yoksunluğundan içinin
sızladığı şeyler bizim özlemlerimizden, yoksunluklarımızdan daha fazlaydı
kuşkusuz ama o, bunlarla ilgili hiç bir ipucu vermeden, insanlarla mutsuzluğunu
değil, sadece mutluluğunu paylaşmayı prensip edinmişti. Belki de, tanrı ondan
esirgediği boya karşılık sonsuz bir mutluluk ve keyif duygusu sunmuştu ona. Ya
da rolünü çok iyi oynama yeteneği...
O yıllarda otuzlu
yaşlarımızın içindeydik. Kimimiz yeni evlenmiştik, kimimiz nişanlıydık. Geri
kalan arkadaşlarımızın da, gezdiği veya gönül bağı içinde olduğu erkek
arkadaşları vardı. Doğal olarak, konuşmalarımızın içeriğinde erkekler ve
onlarla ilişkilerimiz de yer tutardı. Ayşe Banu’nun ise bildiğimiz kadarıyla
duygusal bir ilişkisi hiç olmadığı için, bu konuda anlatacak bir şeyi de
olamazdı. Ancak onun da hormonları diğer insanlarla aynıydı kuşkusuz. O da
sevilmek, sevmek, kucaklanmak istemez miydi? Bir gönül macerası yaşasaydı, kim
bilir ne tatlı tatlı anlatacaktı. Biz de elimizden geldiğince, onun yanında
erkek arkadaşlarımızdan söz etmemeye çalışırdık. Onun yanındayken flörtümüz,
sevgilimiz yokmuş gibi davranabilirdik ama sıra nişanlanmaya veya evlenmeye
geldiği zaman, bunlar da yokmuş gibi yapılamıyordu. Bu zamanlar acaba onun en
hüzünlü zamanları mı oluyordu? Görünüşte, mutlu olayları olağanüstü sevinç
gösterileriyle karşılardı. Ancak kendisinin de böyle bir mutlu olayın kahramanı
olmayı düşlememesinin imkanı var mıydı?
O yıllarda İngiliz manken
Twiggy tüm genç kızları etkilediği için, biz de onun gibi iyice sıskalaşıp,
modaya uymaya çalışıyorduk. Hepimiz, kilomuzla dertliydik ve gönül
ilişkilerimizden sonraki ikinci önemli konumuz nasıl daha zayıf olacağımızdı.
Ne zaman kilo aldığımızı söylesek, Ayşe Banu, muzip muzip gülümser, “Asıl siz
benim halime bakın, bu yakınlarda çok iştahlıyım, esas kiloyu ben aldım” diye
bizi teselli ederdi. Bu arada altını çizerek eklemeliyim ki, hiç birimizin
aklından “Kilosunun fazla olup olmamasının ne önemi var, o zaten bir cüce” diye
geçmezdi. Ayrıca hepimiz bilirdik ki o şişmanlasa da, sahip olduğu her şeyden
olduğu gibi kilosundan da çok hoşnut olacaktı. Hatta bu hoşnutluğunu, mesela
ayağı burkulsa, “İşte gördünüz mü, tombullaştığım için bana nazar değdi, ayağım
burkuldu” diye şaka ile belli ederdi.
Biraz da ev yaşantısından söz
etmeliyim. Çankaya’daki bir apartmanın çatı katında oturuyordu annesi ile
birlikte. Evlerinin dört etrafı teras ile çevriliydi ve bu terasın her yanı
bahçe haline getirilmişti. Sanırım bir bahçıvan
gelip çiçeklerle ilgileniyordu çünkü her zaman teras çok temiz, çiçekler
ve bitkiler çok sağlıklıydı. O yıllarda Türkiye’de ithal bitkiler olmadığı için
her yerde aynı bitkileri ve çiçekleri görürdük. Oysa Ayşe Banu’nun teras
bitkileri ve çiçekleri farklıydı. Belki de değildi de, tanziminden dolayı bana
pek çok bahçeden daha güzel gelirdi burası. Bir kere, çiçeklerin arasına,
güneşin dönüş yönüne göre daima gölgede oturulabilecek farklı oturma gurupları
yerleştirilmişti. Öğle saati için bir tente altında masa ve sandalyeler, sabah
kahvesi için ayrı bir köşe, akşam saatleri için, o saatlerde daha kalabalık
olunacağı varsayılarak çok sayıda hezaren bir oturma gurubu. Ayşe Banu, bizi
yaz aylarında davet etmişse, terasında gümüş tepsilerle servis yapar, bergamut
kokulu çaylar, en iyi pastanelerden alınmış pastalar, kekler, kurabiyeler ikram
ederdi.
Yemek davetlerinde de özel tatlar
içeren, görüntüsü harika yemekler hazırlar, bunları antika yemek takımlarıyla
sunardı. Bu ikramlar gösteriş için değil, evine davet ettiği misafire verdiği
değeri göstermek içindi. Bu ayrımı kolayca hissederdiniz. Yaptığı ikrama uygun
bir fon müziğini ihmal etmezdi.
Genellikle klasik müzikti bu. Aynı zamanda neşe ile güncel bir konuda
sohbete başlar, nasıl yapardı bilemiyorum, mutlaka bu sohbette derin bir içerik
oluşturur, sonra da sohbete tatlı bir dedikodu ilave ederek size keyifli
saatler geçirtirdi. Ailesinin sahip olduğu imkanlarla bu zevkli hayatı yaşıyordu
diye düşüneceksiniz ama diğer yanda ne zenginler görüyorduk, incelikten yoksun
alışkanlıkları yüzünden bol harcamalı ama zevksiz bir hayat içinde, günlerini
tatminsiz duygularla geçirmekteydiler. Ayşe Banu ise görgüsü sayesinde yaşadığı
hayatı hem kendisine hem de çevresine zevkli ve değerli hale getirebiliyordu.
Bizi, kış gecelerinde evine davet
ettiği zaman, içindeki antika eşyalarından dolayı pek gururlandığı salonunda
ağırlarken, minicik elleri ile amerikan bardan çıkarttığı kristal bardaklara
whisky koyar, azıcık da kendisi içerdi. O yıllarda hepimiz genç olduğumuz için
alkole de dayanıklıydık. Bulduk mu bol bol içer ama ertesi sabah başımızda ağrı
olmadan işimize gidip çalışırdık. Bir seferinde bize içki ikram ederken,
kendisine yine azıcık içki koyduğunu görünce nedenini sormuştum, “Aman canım,
az olur mu, bu miktar benim ebadım için çok bile” demişti. O gece kendi ebadı
hakkında ilk ve son defa açıkça konuştuğunu duyuyordum.
Onunla zaman geçirmek bir tiryakilik
yaratıyordu. Daima anlatacak eğlenceli şeyleri vardı. Özellikle, tanınmış
kişilerle ilgili haberleri ilk veren insan olmak çok hoşuna giderdi.
Dedikoduları kaliteliydi çünkü konuştuğu kişi hakkında hiç bayağı olmayan bir
tarzda konuşurdu. Ama bir kaç kez acımasız davrandığına da tanık olmuştuk.
Mesela ortak tanıdıklarımızdan birinin uygunsuz bir davranışını görmüşse, -mesela
o kişinin görgüsüz veya kaba bir davranışı gibi- bunu öylesine komik bir
üslupla anlatırdı ki, biz eğlenmesine eğlenirdik ama o insan hakkında da
hepimizde silinmez fikirler oluştururdu. Bazen de bir arkadaşımızın zaaflarına
dikkatimizi çeker, böylece o güne kadar onun hiç bilmediğimiz yönlerini fark
etmemize yol açardı. Böyle bir konuşma yeteneği ile isterse çevresini etkileyip
sevmediği biri için olumsuz kamuoyunu rahatlıkla oluşturabilirdi.
Annesine çok bağlıydı, çünkü ancak
annesinin varlığı ile evdeki hayatını normal boydaki bir insan gibi
yaşayabiliyordu. Annesi çok kibardı;
“İstanbul hanımefendisi” tarifine tam olarak uyan bir hanımdı. Zamanla
Ayşe Banu’nun ablası ve yeğenlerini de tanımıştık. Onların eğitimi, gezileri,
evlilikleri, sağlık sorunları gibi konularda daima bilgimiz olurdu. Onları
anlatması bizi sıkmazdı, çünkü akrabalarıyla ilgili anlatacak daima komik bir taraf
bulurdu. Mesela, akrabalarında birisi hasta olup hastanede yatsa, ah vah edip
hastalığının gidişatını anlatacağına, hastanede başından geçen komik olayları
anlatırdı. Sanırdınız ki Ayşe Banu’nun çevresindeki insanların başlarına daima
komik olaylar geliyor.
Dostluğumuz, birkaç yıl böyle
keyifle sürdükten sonra benim İstanbul’a taşınmamla mekansal bir kesintiye
uğradı. Bir yıl kadar kendisini göremedim ama telefonla konuşmayı ara sıra da
olsa sürdürdük. Bir sene sonra beni aradı ve yeğeninin düğünü için on gün kadar
sonra İstanbul’a geleceğini söyledi. Kendisi için iki şey yapmamı istiyordu.
Birincisi, Nişantaşı’ndaki bir mağazadan özel bir ayakkabı ısmarlayacaktım. Tüm
detaylarını verdi bana. Bu, topuk üstüne pırlanta taklidi taşlar dizilmiş bir
gece ayakkabısıydı. İkinci isteği ise, o yıllarda İstanbul’un en gözde kuaförü
olan Mahmut’tan düğün günü için bir randevu almamdı. Ayakkabıyı ısmarladıktan
sonra Mahmut’u aramıştım. Mahmut’la bir Avrupa turunda tanışmışlar. Mahmut,
Ayşe Banu’nun İstanbul’a geleceğini duyunca çığlıklar atarak en azından on
dakika onu methetmişti ve turdaki her insanın gönlünü nasıl fethettiğini
anlatmıştı.
Ayşe Banu, insanları nasıl
bu kadar olumlu etkiliyordu, ne yapıyordu da herkes tekrar onunla birlikte
olmak istiyordu? Neydi onu bu kadar
çekici kılan? Minicik boyunun, kullandığı eşyaların bir kısmını ancak iki eli
ile tutunca kaldırmasına yarayan minicik parmaklarının sevimliliği mi? Şıklığa
ve güzelliğe merakı mı? Dozunda bir züppelikle ambalajlanmış kalite düşkünlüğü
mü? Olaylarla ve bazen de insanlarla dalga geçmesini sağlayan mizah anlayışı
mı? Hayatından hiç yakınmaması, başına gelen en açıklı olayı bile eğlenceli bir
şeymiş gibi ele alabilmesi mi?
Aslında zamanla anlamıştım
ki, bizler, yani yakın arkadaşları -Ayşe Banu’yu Sevenler Kulübü üyeleri-
onunla birlikteyken, kendi sorunlarımızdan
da hiç yakınmıyoruz. Belki de onun acımasız dünyası ile başa çıkmadaki
kahramanlığı karşısında ezilip, şikayetlerimizi en azından onun yanında rafa
kaldırıyoruz. Onunlayken günlük sorunları dert etmekten utanıyoruz.
Böylece o varken daima hoş -ama hiç de
boş değil- konuları konuşmamız mümkün oluyor ve adeta bu bir alışkanlık halini
alıyor. Biz de yaşadığımız zorlukları, onun gibi daha mizahi açıdan görmeye
başlıyoruz. Çoğu insan gibi ekonomiyi, politikayı da konuşuyoruz ama özel
sıkıntılarımızı şikayetlerimizi pas geçiyoruz. Konuşulmayan dertler, zamanla
önemini kaybediyor. Böylece Ayşe Banu’yu Sevenler Kulübü üyeleri, daima hem kendisini,
hem de çevresini mutlu etmeyi başarıyor. İşte bu sebepten de onu tanıyanlar
onun bulunduğu ortamın tiryakisi oluyor.
Yeğeninin düğününde Ayşe
Banu bir peri kızı gibi görünüyordu. Gecenin en şık insanı tartışmasız oydu. En
sevimli ve en tatlı insanı da oydu bence. Kuaför Mahmut müthiş şık bir saç
taramıştı. Üzerinde uçuşan bir kaç kat şifondan uzun bir elbise, ayağında, -benim
ısmarladığım- arkaları taşlı lame yüksek topuklu ayakkabıları, lame çantası ve
minicik boyu ile peri kızından başka ne olabilirdi ki o?
Düğünü takip eden günlerde
İstanbul’da bol bol gezmiştik. Gezdiğimiz yerlerin arasında tarihi ve turistik
yerler de vardı. Bir günümüzü Dolma Bahçe Sarayı’na ayırmıştık. Bu sarayın
ihtişamı, tam Ayşe Banu’nun zevkine uygundu. Böyle süslü ortamlar çok hoşuna
gidiyor, tüm gününü öyle yerlerde geçirmek istiyordu. O tarihte saray, -sebebini
şu an bilmeme imkan yok- turistlerin
ziyaretine kapalıydı. Ancak özel izinle sarayı gezmek mümkün olduğu için
Ayşe Banu, İstanbul’a gelmeden önce izin almış ve bizi gezdirmesi için bir
resmi görevli ayarlanmıştı. O gün sarayın bitmek tükenmez uzun koridorlarında,
geniş salonlarında gün boyunca dolanıp durmuş, yorgunluktan harap olmuştuk.
Bizim her bir adımımız sırasında iki adım atarsa yürüme hızımıza yetişebilen
Ayşe Banu için, kim bilir ne büyük yorgunluktu o gün. Yine de kıkırdayarak
yorgunluğundan çok az şikayet etmiş, yorulmasının esas sebebini bacak boyuna
değil, giydiği yüksek topuklu ayakkabılara bağlamıştı.
Yine o gün her zaman gördüğümüzden daha yüksek tavanları, tavanlara
kadar uzanan yüksek pencereleri, normalden daha yüksek yatakları, büyük
ihtimalle taht gibi görünsün diye yine normalden daha iri ve yüksek yapılmış
koltuklara baktıkça, Ayşe Banu’nun gözü ile bunların nasıl göründüğünü merak
etmemem de mümkün değildi. O, her objeye bizden çok daha alçaktan baktığı için,
eşyaları, bibloları, tabloları ve kuşkusuz biz insanları, yani tüm dünyayı
farklı görüyordu. Her şey onun için çok büyük, çok yüksekti. Mutlaka, onu ilk
kez gören insanların küçücüklüğünü yadırgaması gibi, ölçüleriyle ait olmadığı
bu dünyaya, o da her gün yeni baştan yadırgayarak bakıyordu. Ama sonra bu dünya
ile normal boyda olan bizlerden daha iyi başa çıkabiliyordu. Başa çıkma yeteneği
ile günlük zorluklar karşısında kolayca bocalayan diğer insanlara sanki bir
hayat felsefesi aşılıyordu. Onu tanıyanlar, zorluklardan şikayet etmemeyi,
bunların üstesinden gelebilmek için sessizce mücadele etmeyi ve mücadeleleri
sırasında yorgunluklarını bahane edip, keyif alınacak diğer şeyleri ihmal
etmemeyi öğreniyorlardı.
Ayşe Banu ile ayrı
şehirlerde yaşamamız, zamanla görüşmelerimizi aksattığı gibi telefon
konuşmalarımızın arasının da açılmasına yol açmıştı. Aslında ben o yıllarda günümün
hemen her dakikasında zihnimi meşgul eden bir iş hayatı temposu içindeydim.
Yine de Ayşe Banu ile geçirdiğimiz zevkli
dostluk günlerini unutmama imkan yoktu ama bunları yeniden yaşamamız
için artık ortam hazırlayamıyordum. Ama kader bizi kısa sürede buluşturacaktı.
Bir yaz günü iş yerime telefon edip İstanbul’da olduğunu haber verdi. Ben,
sevinç çığlıkları atarken o ise sevincimi frenledi ve “Sevineceğin bir sebepten
gelmedim” dedi ve sonra yüreğimi parça paça eden geliş sebebini anlattı.
Bir gün, ona göre çok yüksek olan bir kaldırımdan caddeye inerken göğsünün üzerine düşmüş, memesi kaldırım
taşının sivri tarafıyla ezilmiş. Bir süre sonra orada bir şişlik oluşmuş.
Sanırım her zamanki iyimserliği yüzünden olsa gerek, endişelenmemiş, şişlik
olduğu gibi durduğu halde doktora bir kaç ay gitmemiş. Sonra, gittiği zaman, bu
şişliğin erimesi için radyoterapi yapılması gerektiğini söylemişler. Bu
tedaviyi Ankara’da yaptıramazmış, çünkü annesi radyo terapiye gittiğini anlar,
çok üzülürmüş. Annesine, akrabalarını özlediğini bahane ederek İstanbul’a
gideceğini söylemiş. Benim iş yerimin bitişiğinde bulanan radyoterapi
merkezinde her gün tedavi olacakmış. Her gün görüşebilirmişiz.
Bu şartlarda yeniden
görüşeceğimize nasıl sevinebilirdim ki? Radyoterapiden çıkınca her gün öğle
üzeri ofisime gelmeye başladı. Başta ona nasıl davranacağımı bilemiyordum, her
seferinde ikimiz de önemli hiç bir hastalığı yokmuş gibi rol yapıyorduk. Bana
ilk gün annesini üzmemek için ondan gizli yaptığı doktor ziyaretlerini,
tahlilleri ve biyopsi için iş yerinden izin alışlarındaki komik tarafları,
hastanedeyken annesi iş yerini ararsa diye arkadaşlarının durumu nasıl idare edeceğini
planladığını, daha sonra da İstanbul’a geliş organizasyonunu anlatmıştı. Duygularından,
endişelerinden, korkularından hiç söz etmeden, başarıyla yürüttüğü “gerçeği
gizleme operasyonu”nun komik taraflarını her zamanki gibi öne çıkartıyordu.
Yine her zamanki gibi şık ve
bakımlıydı. Sıcak yaz günlerinde olduğumuz için, kısa kollu, çiçek desenli
elbiseler giyiyor, sık sık kuaföre gitmeyi de ihmal etmiyordu. Radyoterapi
seanslarından sonra her gelişinde küçük bir hediye getiriyordu. Sonra beraberce
çay içiyor, kurabiyeler yiyorduk. “Radyoterapi biraz yorgunluk yapıyor” diye
azıcık şikayet ediyordu bazen. Ona göre çok derin olan iş yeri koltuklarında
rahat oturması için sırtına bir iki yastık sıkıştırıyordum. Bazen ayaklarını
uzatsın diye, puf gibi bir şey vardı, onu da oturduğu koltuğun önüne
çekiştiriyordum. Hiç itiraz etmiyor, küçücük bacaklarını uzatıp biraz
dinleniyordu.
Çalışma düzenimi onun
radyoterapiden çıkış saatlerine göre ayarlamıştım. Beraber olacağımız yarımşar
saat kadar kısa süreler içinde -iş yeri ziyareti diye kalışını uzatmamaya
çalışırdı- kimsenin yanımıza gelmesini istemezdim. Ne var ki Ayşe Banu’nun
ışığını keşfeden ofisteki tüm çalışanlar, onunla biraz olsun birlikte olabilmek
için bahaneler bulup odama girip çıkmaya başlamıştı. Hele, güzel kızlara merakı
ile ün yapmış müzmin bekar bir arkadaşımız, mutlaka her gün biraz bizimle
oturmanın yolunu arardı. Sonra bir gün, ciddi hastalığına rağmen çevresine neşe
saçmayı sürdüren bir başka insanın daha bu dünyada olamayacağını söyleyerek,
“İşte ben böyle bir kızla evlenmek istiyorum aslında” demişti. Sonra da
pencerenin önüne yaklaşıp, gözlerini uzaklara dikmiş, bu önemli kararını tasdik
edermişçesine “Boyu önemli değil, evet, ben onunla evlenebilirim.” diyerek Ayşe
Banu’ya gıyabında evlenme teklifi yapmıştı. Neşelendirmek için ona bunu hemen ertesi
gün anlatmış, “Haberin olsun, bizim büronun en çapkın bekarı sana hayran olmuş,
seninle evlenmek istiyor.” demiştim. Kıkır kıkır gülmüş ama hiç bir şey
söylememişti. O sırada, onunla Ankara’da ilk karşılaştığım gün göz göze
geldiğimizde gördüğüm bıkkınlık vardı gözlerinde. Hatta sadece bıkkınlık değil,
yoğun bir yorgunluk…. Ona ait olmayan bu dünyada yaşamanın yorgunluğu mu, yoksa
üç haftadır süren radyoterapinin yorgunluğu mu bilemezdim tabii. O günler Ayşe
Banu’yu son gördüğüm günlerdi. Bir kaç gün sonra tedavisi bitecek, Ankara’ya
dönecekti ve ben, gelecekte daha da mı yorgunluk dolacaktı gözlerine hiç
bilemeyecektim.
Benimle kaldığı o yarımşar
saat boyunca konuşacak daima güzel şeyler vardı; hastalığı ile ilgili soru
sormayı pek istememiştim, daha doğrusu, hastalığı hiç önemli değilmiş gibi
davranmıştım. Acaba özellikle hastalığını konuşmamızı ister miydi? Acaba,
yüreğinde çoktan filizlenmiş ölüm korkusundan bahsedip teselli edilmeyi mi
beklerdi? Bunu hiç bilemeyeceğim. Herhalde her zamanki şen şakrak tavrı ve
insanları rahatsız etmemek için gösterdiği özen, beni de her şey yolundaymış
gibi davranmaya itmişti. Sonradan o üç hafta boyunca onunla konuştuğum her
kelimeyi defalarca zihnimde tekrarladım, kendimi en doğru şekilde davrandığıma
inandırmak istedim ama hiçbir zaman gerçekten doğru davranıp davranmadığımı
bilemedim.
Ayşe Banu ile daha sonraları
telefonla konuştuk ama bir araya gelemedik. Hastalığı ilerliyordu, kanser
kemiklerine atlamıştı, çok ağrı çekiyordu. Hastalığının yayılmasıyla ilgili
artık konuşmaya başlamıştı. Hala bütün korkusu annesinin kanser olduğunu
anlamasıydı. Annesinin duymaması için çok alçak sesle konuşurdu. Mesela
ağrıları için ne kadar çok ilaç aldığını söyler, sonra da ağrı kesicileri annesinin
görmemesi için evde nasıl sakladığını yine komik bir şeymiş gibi anlatırdı.
Ağrılarına rağmen hayatını aksatmadan sürdürdüğü için adeta kendisi ile iftihar
ediyordu. Ama kendisini hiç aldatmıyor, yani hastalığını yeneceğini hiç
düşünmüyordu. Kanserinin tüm gidişatını öğrenmiş ve kabullenmişti. Ağızdan
alınan ağrı kesicilerin fayda etmeyeceği zaman geldiğinde bile hastaneye
yatmayacaktı, çünkü annesi o zaman ne kadar hasta olduğunu anlayacaktı.
Halsizdi, zayıflamıştı ama sağlığı yerindeymiş gibi rol yapıyordu evde. Bu
arada doktor olan ablası da Ayşe Banu’nun oyununa katılmış, annelerine Ayşe
Banu’nun gözle görünür hastalığını kanser dışında başka şeylerle
açıklamaktaydı. Her konuştuğumuzda, kıkırdayarak ve fısır fısır annesine
söyledikleri yalanları anlatıyordu. Sonraları kesinlikle emin oldum ki korktuğu
ölmek değil, ölerek annesini üzmekti. Belki de bu bir psikolojik oyundu onun
için. Aslında kanser yüzünden yaşadığı psikolojik ve fiziki acılarla başa
çıkmak için annesinden
hastalığını gizlemeyi bir güç kaynağı olarak seçmişti. Savaşını, hastalığıyla
değil, durumunu annesinden gizlemenin zorlukları ile veriyordu.
Hastalığının daha da ilerlediği ve
sanırım annesinden saklanamayacak seviyeye geldiği günlerde, ben de hepatit
B’ye yakalanıp üç ay boyunca yatağa mahkum oldum. O sırada artık telefonda bile
konuşamıyordu. Müşterek arkadaşlarımızdan durumunu öğreniyordum ve çok ağrı
çektiği halde yine de şikayet etmediğini söylüyorlardı. Hayatı boyunca şikayet
etmeyi kendine yakıştırmayan bu insana
aslında ağrı çekmek de yakışmıyordu ama kader yakışanı değil, kendince uygun
olanı sunuyordu insanlara.
Sonra, ben iyileşip yataktan
çıkmadan ölüm haberi ulaştı bana. Yattığım yerde onu ve birlikte oluşturduğumuz
hatıraları defalarca düşünme fırsatım oldu. Ayşe Banu, hayatın kendisine
sunduklarıyla daima barışık olmayı başarmıştı; hatta kanseri ve ağrılarıyla da
dost olabilmiş, onlarla şakalaşabilmiş, en son dakikasına kadar sadece annesine
değil etrafındaki herkese cesaret vermeyi sürdürmüştü. Kim bilir belki de
kanserle ile mücadelesi, hayatı boyunca kendisine hayretle bakan insanları
görmezliğe gelme mücadelesi kadar zor olmamıştı. Boyutları ona göre olmayan bu
dünyada, kahraman küçük bir kadın olarak yaşamış, kahramanca ölmeyi bilmişti... Normal boyda bir tabut içinde son yolculuğuna uğurlanmayı vasiyet ederek...
ÇOK dramatik bir anıyı, Ankara'nın o yıllarındaki haliyle birlikte, bir süper insanı bir kadının gözünden o kadar iyi anlatmışsınız ki sanki şimdi şu köşeden çıkacak gibiydi kahramanımız. Alkışlıyorum. Yolunuz aydınlık ve açık olsun...
YanıtlaSilOkur okumaz yazdım ama gönderirken sanırım bir hata yaptım. İkinci baskı olmaz umarım. Şöyle demiştim:
YanıtlaSilMüthiş. Okurun gözlerini yaşatıyor. Çok sevdiğim, dünya akıllısı, sevgili Süheyl Kırçak'ı anımsamama da vesile oldu. Tüm güzel insanlar huzur içinde yatsınlar.
Sağol Puna. Çok güzel yazı.
OÜ
''gözlerini yaşartıyor'' olacak. Özür...
YanıtlaSilOÜ
Puna muazzam bir belgesel...
YanıtlaSilHayran kaldım..
Senin Ayşe Banu bana cücelerle ilgili bölümlerin olduğu bir okumamı hatırlattı.
Bu yaz çok ilginç bir kitapla tanıştım. Büyük Petro ve Zamanı adlı kitap.
17 YY sonu ile 18 YY başı, bizim Deli Petro dediğimiz Rus Çarı.
Onun zamanında Avrupa aristokrasisinin cücelerle içiçe bir yaşamı varmış.
Her doğan çocuğa bir cüce buluyorlar ve çocuk o cüceyle büyüyor, özellikle prensesler. Büyük ressamların çocuk aristokratlar resimlerinde genellikle görülüyorlar. Ve saraylarda çok saygınlar. Köle değiller.
O kadar ilginç ayrıntılar var ki burada anlatmam uzun sürer.
Neyse bir de bu günlerde Camdaki Kız TV dizisi var. Dizide çok önemli bir rolde bir cüce var, anlatmak olanaksız, seyretmek gerekiyor.
Ben zaten onların dünyasının içindeymişim. Bir de Ayşe Banu çıktı.
Neyse sağol bu yazın için.
Selamlar
Sevgili Okan, Sadık, Mehmet, kuşkusuz benim yazımdan daha güzel ve değerli ifadelerle dolu yorumlarınız için ve ayrıca yorumlarınızla beni yüreklendirdiğiniz için çok teşekkür ediyorum. Puna
YanıtlaSilPuna'nın yazılarının ikinci yarısını gecikmiş de olsa büyük bir hayranlıkla ancak okuyabildiğim için kendimi şanslı sayıyorum. Bu nedenle bu yorumumu da hepsini içine alacak şekilde yazıyorum.
YanıtlaSilDerinlik ve incelikle aktarılmış bir sürü gözlem, rastladığı çeşitli insan ve canlının özüne inen bir yolculuk ve hiç bir tarafı ödünç olmayan derinden bir fark ediş ve sevgi karşısında çok duygulandığımı ifade etmeliyim. Yavaş yavaş kapsamlı bir kitap kıvamına geldiğini de görüyorum. Teşekkürler.
Yücel Akyürek
Güzel görüşlerine çok teşekkür ediyorum sevgili Yücel
Sil