Sevgi hakkında bir konuşma
Telefon, gece saat 11:00’i gösterirken çaldığı zaman Profesör Rasim Taşdelen çoktan uykusunun derin bir katmanındaydı. Her günün sabahı 6.30’da uyanınca acele giyinip sokağa çıkan, evinin karşısındaki gazeteciden gazetelerini satın alıp hızla eve geri dönen, sonra kahvaltısını hazırlayıp yiyen, saat 7.45’de tekrar evden çıkan, trafikte boğuştuktan sonra saat dokuzda üniversitedeki dersine yetişen ve yalnız yaşadığı için her işini kendi görmek zorunda kalan bir akademisyen için gece saat 11 çoktan uykuda olması gereken bir saatti. Rasim Taşdelen, öğrencilerine dinamik bir tavırla ve açık bir zihinle ders anlatabilmek için mutlaka uykusunu alması gerektiğine inanırdı. Yalnız yaşayan insanların, hele erkekse, prensipleri olması gerektiğine de inanırdı; aksi halde yalnız erkek, hayatın hiçbir zorluğuyla baş edemezdi. Her zaman, sağlığını ve mesleki başarısını korumak için önce kendini düşünmeliydi; mesela ev işleriyle yorulmamalı ama en önemlisi iyi uyku uyumalıydı. Kısacası hayatını, olumsuz sürprizlerle karşılaşmayacak şekilde organize etmeli ve her türlü işini en pratik şekilde çözmeliydi. Çünkü o, her dakikası dolu bir insandı; bu yüzden hayatının alışılageldiği akışını aksatacak hiçbir değişikliğe tahammülü yoktu. Onun için en önemli olan, üniversiteden eve döndüğünde bir sonraki gün anlatacağı dersi hazırlamak için yeterli zamanının kalmasıydı.
Bazen, yeniden evlenmeye ne zaman vakit bulacağını düşünüp, umutsuzluğa kapılıyordu. Karısının kendisini terk etmesinden bu yana beş sene geçmişti ve artık hiçbir tanıdığı, onu uygun biriyle tanıştırma çabasına girmiyordu. Kendisinin de romantik bir ilişki içinde olacağı bir arkadaş bulmaya vakti olmuyordu. Yeni bir insan tanımak için sosyal hayat lazımdı. 52 yaşına gelmişti, tüm hayatı çalışmak, çalışmaya çalışmak ve çalışmalarını aksatmamaya çalışmakla geçmişti. Şimdi, işinin dışında ayrıca kendini ve evini temiz tutabilmek ve biraz da sağlıklı yemek yiyebilmek için çalışıyordu. Bunlar birer görevdi, zevk değil. Son zamanlarda hayatında elde ettiği tek zevk, anlattığı dersi dinleyen öğrencilerin yüzünde memnuniyet ifadesi görmesi ve yazdığı yazılarla kazandığı akademik başarısıydı. Bazen de henüz bebeklik çağı bitmemiş ikiz torunlarıyla oynamak zevkli oluyordu... Aslında bazı akşamlar sıcak evine döndüğünde berjer koltuğunda kitap okurken geçirdiği birkaç keyifli saati de mutluluk anları olarak sayabilirdi. Ne var ki o zamanlarda da mutlaka kızı telefon edip nasıl olduğunu sorar, dikkatini dağıtırdı. Bunların dışında zaten başka bir şey yapmaya vakti kalmıyordu. Evet, zar zor düzenini sürdürdüğü hayatında hiçbir aksama olmamalıydı, örneğin gece saat 23:00’de çalan telefon gibi. Telefona özellikle biraz sinirli bir sesle cevap verdi. Karşısında bir kadın vardı,
“Rasim Bey, yoksa uyandırdım mı?” diye soruyordu telefondaki ses.
“Önemli değil, henüz uyumamıştım” diye yalan söyledi; sesi tanımamıştı, ama nedense tanımadığını belli etmeye de çekinmişti.
“Ben rektörün eşi Filiz, tanımadınız galiba?”
“A Filiz hanım, nasıl tanımam sizi, buyurun, nasılsınız?”
“İyiyim, sağ olun, siz nasılsınız?” Filiz hanım sorusunun cevabını beklemeden konuşmaya devam etti,
“Bu saatte rahatsız ettiğim için özür dilerim, yardımınıza ihtiyacım var.”
Rektörün eşiyle konuşmak Rasim Taşdelen’in uykusunu iyice açmıştı.
“Size yardımım dokunabilirse ne mutlu bana, nasıl yardım edebilirim?” diye sordu.
“Burs komitesine fon yaratabilmek için aylık öğle yemekleri veriyoruz biliyorsunuz. Yemek sırasında yine bildiğiniz gibi bir de konuşmacı konuğumuz oluyor. İki ay önce sizin de konuşmacı olduğunuz gibi. Bu Cuma gününün konuşmacısı aniden hastalandı, sizden başka nazımızın geçeceği kimse de yok şu anda, onun için rahatsız ediyorum.”
Prof. Rasim, o sırada hızla o gecenin Çarşamba olduğunu düşündü ve önünde hazırlanmak için sadece bir buçuk günü olduğunu hesap etti.
Biraz nazlanmak gerekir miydi acaba? Rektörün eşini reddetmek söz konusu değildi ama hemen kabul etmek de kendine yeterli değeri vermiyormuş gibi olacaktı.
“Bir dakika, ajandama bakayım, yemek saatinde randevum var mı?” diyecek olduysa da Filiz hanım hemen atıldı,
“O saatle çakışan dersiniz falan varsa da rica edeyim hepsini iptal edin, konuşma konumuzdan dolayı herkes yemeğe çok ilgi gösterdi, davetiyelerin hepsini sattık.”
“Hangi konuda konuşulacaktı?” diye sordu Rasim Taşdelen.
“Sevgi konusundaydı konuşma” dedi Filiz hanım.
“Sevgi mi? Çok genel bir başlık, konuyu değiştirebilir miyiz?”
“O çok zor, çünkü herkes sevgi ile ilgileniyor, herkes sevginin çeşitli tariflerini duymak istiyor, siz bir felsefecisiniz, üstelik size her türlü genel başlık uyar, ama tabii dinleyicilerin anlayacağı gibi olursa.”
Kendisine akıl öğreten, nasıl konuşacağını tarif eden bu kadına bir ders vermek farz oldu, diye düşündü Profesör Rasim Taşdelen. Dinleyicinin anlayacağı gibi olursa imiş... Tabii ki aklından geçenleri sözlere dökemedi, sadece bir yanlışlık yapmamak için yemeğin yerini ve saatini kontrol etti, bir de Filiz hanıma
“Yine 30 dakikayı geçmeyecek bir konuşma olacak değil mi?” diye sordu.
Telefonu kapattıktan sonra, tekrardan uyku tutturmasının kolay olmayacağını bildiği için mutfaktan bir bardak su alıp içti, sonra çalışma masasının başına oturarak düşünmeye başladı. Rektörün eşine kızmıştı; her şeyden önce, sevgi hakkında konuşmayı sevmiyordu, üstelik bu konudaki konuşmaları gereksiz buluyordu. Çoğu zaman sevgiyle uğraşmak vakit kaybı, ayak bağıydı. Hele bu yaşta. Herkes sevginin çok güzel bir şey olduğunu duymayı istiyordu. O sırada aklına Erich Fromm geldi. Acaba Erich Fromm’un bazı insanların sevgisizliği sevdiğini anlattığı yazılarına dayanan bir konuşma hazırlayıp herkesi şaşırtsa olur muydu? Kitaplığında Erich Fromm’un kitaplarını aradı, buldu ve o sırada fark etti ki, Sigmunt Freud, Scott Peck, Peter Lauster, Leo Buscalia gibi ruh ve toplum bilimci yazarların kitapları da insanların sevgi konusunda duymayı özlediği sözleri sunmak için raflarda hazır duruyor.
“Bu kitaplardan da hanımların hoşlanacağı eğlenceli sözler çıkar ama esas kaynağım Fromm olacak,” diye düşündü, sonra “İntikam, intikam” diye mırıldanarak yatağına girdi. Beklediğinden kısa sürede uykuya daldı; çünkü içi rahattı artık, kararını vermişti; konuşma konusu “Sevgisizliği sevmek” olacaktı.
Ertesi gün akşam üzeri üniversiteden döndükten sonra aceleyle bir sandviç yiyip, çalışma masasının başına oturdu. Rasim Taşdelen, ne kadar bilgi birikimi olursa olsun, hazırlık yapmadan asla konuşmazdı. Ertesi günkü konuşmasına ise özel olarak hazırlanacaktı, çünkü o konuşmasında rektörün eşinden alacağı gizli bir intikam söz konusuydu. Hem kendisine yedek kuvvet muamelesi yapılmasına, hem de konuşmasının “dinleyicilerin anlayacağı şekilde” diyerek tarif edilmesine bozulmuştu. Raflardan seçip aldığı, sevgi konusunu işlemiş kitaplardan hoşuna giden cümleleri bilgisayarına geçirmeye başladı. Aslında artık biraz daha hoşgörülüydü; belki “Sevgisizliği sevmek” dışında da başka ilginç fikirler yakalayabilirdi:
“Sevme isteği, sevginin kendisi değildir, sevgi daha çok bir eylem olmalıdır.” Çok duyulmuş bir fikir, hiçbir yeniliği yok, ayrıca sevmeyi istemek neden sevmenin kendisi olmasın ki?...
“Bir insana sevin demekle sevgi olmaz, nasıl sevileceğini de öğretmeliyiz” Vay be, ne laf ama, daha bayat ne söylenebilirdi ki? Bakayım kim söylemiş bunu? Hımmm...
“Sevgi, yalnızca vermek değil, sağduyulu ve mantıklı bir şekilde vermektir, sadece teselli edip rahatlatmak değil, mantıklı şekilde tartışmak, mücadele etmek, yüzleşmek, zorlamak, teşvik etmek ve doğru hedeflere yöneltmektir”. Kıkır kıkır güldü, sandalyesinde arkasına kaykıldı, saçlarını karıştırdı. Bu idealist lafları ancak toy bir genç edebilirdi, ama yazar hiç de genç değildi...
“Sevgi duygusu taşıyan ve bu duygunun etkisiyle hareket eden pek çok insan, yıkıcı olan, şiddet dolu davranışlarda bulunabilir. Oysa gerçekten seven kişi, bilinçli olarak hoşlanmadığı, o anda sevgi duymadığı bir insana bile yapıcı davranışlarda bulunabilen kişidir.” Bak şu saçmalığa, yani gerçekten seven kişi olmak için bir psikiyatr gibi davranman gerekecek, kendi sıkıntılarına aldırmayacak, hep başkalarını düşüneceksin, sonra da insanlar senin zayıf anını yakalayıp canına okuyacak...
“Sevgi, insanın düşünerek vardığı bağlayıcı bir karardır; sevgi bir seçim, bir sorumluluk, bir iradedir.” Sevgi bir seçim olabilir mi? Evet olabilir. Ancak karşılığı alınırsa kısa sürede körelmeyen bir seçim olabilir. Karşılıksız sevgi ne kadar sürdürülebilir. Burada insan sevgisinden çok çiçek böcek sevgisi anlatılıyor galiba. Bunlar insan sevmekten söz etmiyor, bunların söylediği hep idea sevgi. Ama hayatta lanet bir insanı sevmek kolay mı? Aslında anne baba sevgili böyle olabilir belki. Mesela yatalak bir babaya sevgisini eksiltmeden bakmak gibi…
“Sevgi insanları dinleyebilmek, ön yargılardan uzak olarak anlayabilmek özelliğidir. Kendisini bir insanın yerine koymak, onun gibi düşünüp, onun gibi hissetmektir” Empati diyorlar şimdi buna yavrucuğum, empati... E sonra ne olacak? Empati duydun, karşındaki senin onu dinlediğini, anladığını anladı, ama o aynı empatiyi duymuyorsa, senin halin nice olacak?... Hep sen mi seveceksin? Hep sen mi vereceksin? O sana ne yapacak? Neden hep sevmekten bahsediliyor, sevilmek de sevmenin bir şartı değil mi?... Rasim Taşdelen bu sırada evlilik günlerini düşünüp hafifçe iç çekti ve bir iç sızısı hissetti.
“Sevgi karşımızdakinin bağımsızlığı için çaba göstermemizdir.” Bu olmadı işte, yahu bizim ülkede bir insan başkasının bağımsızlığı için çaba harcar mı? Yani şimdi bu fikir üzerine bir konuşma hazırlasam ve yarın öğle yemeğinde desem ki: Ey hatunlar, kocalarınızı seviyorsanız, bağımsızlıkları için çabalamalısınız. Sevgi işte budur... Desem mi acaba?... Kıkırdadı… Onlar, sizden yemek, ütü, ev düzeni, çocuk bakımı, seks de beklerler; bunlar asli görevinizdir ama kocalarınızı gerçekten seviyorsanız onlara bağımsızlıklarını da verin, onlar en çok bağımsızlıklarının verilmesini isterler ve sevginizin ölçüsü bu olmalıdır... Veya bizde bir erkeğin kadının bağımsızlığı için çabaladığını düşünün… kadın para kazansın, ekonomik bağımsızlığı olsun, kendi başına istediği kararı alsın, istediği zaman istediği yere gitsin… Kadın çalışsın para kazansın isteyen erkekler, parayı kadının elinden almak için istiyor bizim ülkede. Veya bir ebeveyn çocukları bağımsız olsun diye kendi egosunu yenip uğraşır mı?
“Sevgi karşımızdakine dürüst davranmaktır, ona güvenmek, kendimizin de güvenilir olduğunu gösterebilmektir.” Evet, bu biraz sevgiye paralel giden bir durum olabilir ama bunu söylemenin ne anlamı var ki, şimdiye kadar sevip de dürüst olan bir kişi oldu mu acaba dünya kurulalı beri? İnsanlar asıl sevdiklerini kaybetmemek için yalan söylerler, yalan söylemeyi gerektirecek durumlar kaçınılmazdır sevenler arasında, yalan sevgiyi en iyi koruyan davranışlardan biridir... Kendimizi sevdiğimizin istediği gibi bir insan olarak tanıtırız ve böylece daha çok sevilmeyi bekleriz. En büyük yalanlar sevginin başladığı ilk günlerde söylenir.
“Sevgi değişmeye hazır olmak, karşımızdakinin de gelişmesini teşvik etmektir.” Az öncekine benzeyen bir fikir. Şimdiye kadar değişmeye karar verip de değişen insan olmadı ki. Aslında seven insan değişeceğini sanabilir, hatta çabalayabilir, ama insanlar değişemez. Yoksa değişir mi? Evet evet değişebilir ama değişmek yıllar sürer, o sırada da sevgi biter zaten...
“Sevgi karşımızdakinin kapasitesine uygun şekilde iletişimde bulunabilmek için kendimizi ayarlama çabasıdır.” Ha ha… Buna halkla ilişkiler uzmanlığı demezler mi? Veya psikoterapistlik. Ülkemizde çaresiz birçok kadın, kendini kocasının düşük İQ’suna göre ayarlayıp, ezik ve acı dolu bir hayat sürdürüyor ama bu tavsiye edilecek bir durum mu? Yahu, bu yazarlar aptal mı ne? Yani, hiç kendin gibi olamayacaksın, hep kendini karşındakine göre ayarlayacaksın. Ayrıca insan ilişkisinde sürekli hesaplı, ayarlı davranmak kolay mı? Bunlar profesyonelce davranışlar, bunu yapan mutlu olabilir mi; bu fikir de işe yaramaz...
“Sevgi, ruhsal ve bedensel yaşamın kalitesini artırıcı, insanı ve insanlığı yüceltici, iyileştirici, geliştirici davranışların tümüdür.” Bu evrensel sevginin tarifi olabilir ama uygulamada çok zor. Gözünü kapat vazifeni yap. Yani ne olursa olsun sev ve bunu yapıca kendini iyi hissedersin demek bu... Ayrıca sevgi deyince neden tüm yazarlar insan sevgisini başlangıç noktası olarak alıyor? Daha genel almak lazım sevgiyi, doğa sevgisi de var, Allah sevgisi de var. Ama Allah sevgisi hakkında konuşmak teologların işi olsun. Offf şu sevgi konusuna nasıl bir başlangıç yapmalı, yine Erich Fromm’dan bir başlangıç uygun olacak galiba.
Rasim Taşdelen, iki saat sonra, ertesi gün yapacağı konuşmasını tamamlamış, sonra da yazdıklarını keyifle gözden geçirmeye başlamıştı. Alçak sesle okumaya başladı:
“Sayın Hanımefendiler, sizlere, sevgisizliğin değil de çoğu zaman bizzat sevginin insanlığa ne gibi acılar çektirdiğine ilişkin bir konuşma yapacağım.
Sevgi sizce nedir? Sizin için en önemli sevgi ne sevgisidir? Önce bunu kendinize bunu sorun. İyice düşünün ve samimi cevabınızı bulun. Göreceksiniz ki her biriniz için sevgi farklı bir şey ifade ediyor. Örnek verelim mi? Bazı insan için aile sevgisi o kadar önemlidir, o kadar yücedir ki, ailesini korumak için cinayet bile işleyebilir. O insanın sevgisi uğruna işlediği cinayet, başkaları için büyük acı, cemiyet için en büyük sevgisizliktir ama kendisi için sevginin ta kendisidir.
Dinini çok seven insan, kendisiyle aynı dinden olmayanları sevemez. Dinini o kadar sever ki din uğruna her şeyi yapabilir. Din sevgisinin yüceliği, dininden olmayan insanlara olduğu gibi, kendi dininden insanlar için de vahim sonuçlar, üzüntüler, acılar doğurabilir. Terör olaylarının çoğunun arkasında çok sevdiği dininden olmayanları cezalandırma veya yok etme arzusu yatar.
Bazı insanlar ırkını, ulusunu o kadar çok sever ki, bu sevgileri uğruna gözünü kırpmadan soy kırımı yapabilir. Vatanını seven insanlar, vatanı için ölmeye hazırdır. Vatanının nesini seviyorsun diye sorsanız, vatanının özelliklerini hiç bilmediği açıkça belli olan bu insanlar, sebebini bilmeden vatanını sever ve gözü kapalı vatanı için fedakarlık yapar.
Bir insanı çok sevdiği için, o insana, ailesine veya çevresine üzüntüler yaşatmış, sevgi uğruna kendini öldürmüş insanların haberini okuruz her gün gazetelerin üçüncü sayfasında. Sevginin iyiliğe, faydalıya, güzelliğe, mutluluğa yönelttiği insanların haberleri ise sayıca neredeyse yoktur.
Bu doğrultuda örnekleri çoğaltırsak tarihte insanlığın pek çok felaketinin kaynağında, sevgisizlik değil sevginin olduğunu görürüz. Tutkulu bir sevgi, insanlık tarihindeki felaketlerin, hoş görüsüzlüklerin, soy kıyımların, savaşların hep kıvılcımını çakmıştır. İran’da, Afganistan’da rejim değişikliği sırasında ve öncesinde öldürülen insanlar, Kuzey Irak’taki, Afrika’daki aşırı din gruplarının katliamları, Bosna’daki, Almanya’daki soykırımlar, Amerika’da uçaklar binalara çarptırılarak yaratılan felaketler, orta çağdaki haçlı seferli, dinini çok seven insanların yarattığı felaketlerdir. Bunlar sevgisizlikten değil, çok sevmekten yapılmıştır. Demek ki sevgiye bir de bu tarafından bakmalıyız.
Ne yazık ki insanları, hem sevgi duygusunda, hem de sevginin gerektirdiği davranışlarla oluşacak ortak faydada buluşturmak imkansız. Yani bir insanın çıkarına hizmet eden sevgi, başka bir insanın felaketine hizmet edebilir. Kişisel veya toplumsal sevgi anlayışındaki farklılık, çoğu zaman hem kişisel hem de toplumsal şiddetin kaynağını oluşturabilir. Aman dikkat, şiddetin kaynağı her zaman sevgidir demiyorum ama pek çok şiddet çeşidinin kaynağında, sevgisizlikten daha çok saplantılı bir sevgi vardır diyorum.
Şimdi yine bir örnekle bakalım, insanlardaki şiddet yatkınlığına sevgi nasıl sebep oluyor. Çoğu insan bir şey yaratıp veya bir eylem yapıp dünyada iz bırakmak ister. Ama dünyada olumlu iz bırakmak zordur, oysa olumsuz iz bırakmak çok kolay; biraz şiddete baş vursanız yeter de artar bile. Üstelik şiddete baş vuran kişi aynen yaşama katkıda bulunan kişi gibi kendisini güçlü hisseder. Örneğin savaş en büyük toplu şiddetlerden biri. Savaşı kazanan tarafın komutanı, sevgi yoksunu olduğu için binlerce askeri ölüme sürüklememiştir. Kalbindeki kazandığı zaferle tarihte iz bıraktığının bilincinde olan komutanın yurt sevgisi sayesinde göğsü gururla kabarmaktadır. O savaşta verdiği her vur emriyle ölümlere, acılara sebep olduğunu değil, yurdunu sevdiği için ne kadar doğru bir şey yaptığını düşünür. Vatanını düşmandan kurtarmıştır ama kullandığı yöntem salt şiddettir aslında. Bir diğer değişle ironik bir şekilde, şiddeti sevmeyen bir komutan zafer kazanamaz dersek yanlış olmaz.
Burada konu ettiğimiz şiddete yol açan sevgi, daha önce de değindiğim gibi çok geniş bir çerçeve içinde düşünülmeli. Aile içi şiddetten, kelimelere dayanan aşağılamalara, cinayetlerden fiziksel eziyetlere, kaba kuvvet gösterilerinden savaşlara kadar... Ruhsal sağlığı çok bozuk insanları bir tarafa bırakırsak, bu geniş anlamdaki şiddeti başarıyla uygulayan insanların çoğunlukla sevgiye dayanan bir mazereti vardır. Ortak özelliği şiddeti sevmek olan bu insanlara Hitler’i, Saddam’ı, bazı Afrika ülkeleri yöneticilerini örnek gösterebiliriz. Veya ‘Çok sevdiğim için kıskandım, öldürdüm hakim bey’ diye kendini savunan suçluları hatırlayabiliriz. Bu duygular içinde olan insanlar yakın çevremizde de yaşamaktadırlar. Bu insanlara örnek olarak mutlaka ülke liderlerini göstermek zorunda değiliz. Şiddeti seven insanlar tabii ki kişilik yapıları bozuk insanlardır, ama bir insanın kişiliğinin bozuk olması onun bir şirket, bir aile, bir eğitim kurumu veya bir ülke yöneticisi olmasına engel değildir. Ama bu insanlar genellikle, soğuk, esprisiz, yani mizah anlayışı olmayan, yasalara, düzene, disipline aşırı tutkulu kimselerdir, bunu unutmayın. Ayrıca dikkat ederseniz, bu insanlar tutkulu sevgileri sayesinde cemiyette sivrilmişlerdir...
Bazı insanların gözünde iki tür insan vardır. Sevdikleri şey uğruna gerekeni yapabilenler ve yapamayanlar. Belki bunu, tersinden okuyarak şiddet uygulayabilenler ve uygulayamayanlar diye de tarif edebiliriz. Rahatlıkla insanları öldürebilen bir kabadayı veya bir aşiret lideri, pek çok insanın gözünde koruyucu bir kahramandır, bir önderdir. Birçok hayranı vardır bu insanların. Çevrelerinde çok sevilebilir. Bu insanlar da, kendilerine hayran olan insanları çok sever ve çok sevdikleri için onları korumak amacıyla onların düşmanlarını yok etmeleri gerektiğine inanır. Aynen Hitler’in ari ırkı aşırı sevmesi yüzünden o ırkın potansiyel düşmanı olabilecek her insanı yok etmeye çalışması gibi...
Yine çevremize bakalım. Çevremizde gördüğümüz en belirgin sevgilerden biri de para sevgisidir. Sevgili deyince yüreğimizi hep iyilikle titreten duygular akla gelmesin. Para sevgisi romantik değildir ama çok önemli, çok güçlü bir sevgidir. Para sevgisi yüzünden yanlış davranışlar yapan o kadar çok insan var ki... Bu insanların sevgisizlikten yanlış davranışlarda bulunduğunu söylemek, temelde sevgi kelimesinin içerdiği anlamı inkar etmek olacak gibi görünüyor ama realite farklı. Para çok sevilir. Ya iktidar sevenler? İktidarını kaybetmemek için yaptığı her türlü politik entrika, sadece ve sadece koltuk sevgisinin sonucu değil mi? Yani güç sevgisi… Güçlü olmanın insanda yarattığı müthiş duygu. Kendini tanrı gibi hissetmek… Ya tuttuğu futbol takımını çok sevdiği için karşı takımı kesip biçen taraftar? Örnekleri çoğaltabiliriz. Çoğunlukla bir erkek karısına, kız arkadaşına şiddet uyguluyorsa, ki bu dayaktan hakarete veya kavgadan, psikolojik baskıdan cinayete kadar uzanan bir yelpazede olabilir, sevdiği için karısını kıskanıyordur. Kıskançlığın bir çeşit şiddet olmadığını söyleyecek var mı aranızda? Sakın bana ‘biraz kıskanılmak iyidir’ demeyin. Kıskanan insan sadece sevdiği için kıskanıyor, saçmalıyor, kendine ve karşısındakine acı çektiriyordur aslında. Ayrıca bazı anneler, babalar, çocuklarını çok sevdikleri için kendince onların iyiliğini ister ve bu yüzden dayak atarak, bağırıp çağırarak, baskı uygulayarak terbiye eder. Bu da sevginin insanları nasıl bencilleştirdiğinin, bencilleştikçe de karşısındakine nasıl acı çektirdiğinin bir örneğidir.
Günümüz insanı çevresindeki şiddetin bulaşıcı etkisi altındadır. Çünkü her zaman, şiddeti mazur gösterecek bir sevgi vardır arkasında. Şiddeti kınıyormuş gibi hazırlanmış televizyon programında veya sinema filminde bile, şiddet uygulayan insanların kutsal bir sevgi uğruna şiddet yaptıkları fikri empoze edilir. Sevilen, tutkuyla sevilen, sevilmesi şart olan şey o kadar önemlidir ki, onun uğruna insanların, hayvanların veya doğanın ölürken nasıl da acı çektiği hiç akla getirilmez. Amaç, sevilen şey uğruna gerekeni yapmaktır. Gereken olarak gösterilen, gerçekten gerekiyor mu diye hiç sorgulanmaz.
Buradaki temel çelişki ve çözülmesi gereken problem, sevdiğimiz şeyleri gerçekten sevmeli miyiz sorusunda yatıyor. Yeni bir dünya düzeni için en gerekli olan şeydir bu soru; sevdiklerimizi sevmeyi sürdürmeli miyiz? Sevmekten mi daha çok zarar görüyoruz veya çevremize sevdiğimiz için mi daha çok zarar veriyoruz, yoksa sevmediğimiz zaman mı?. Amacımız, sevmek mi olmalı, yoksa sevgiden daha faydalı değerleri düşünerek, hem fertlerin hem de toplumların ortak çıkarları için daha az mı sevmeliyiz?
İnsanlara çocukluklarından başlayarak vermeye çalıştığımız eğitimin amacı, mantıksız sevgiler öğretmek yerine sevginin nasıl olması gerektiğini mi sorgulatmak olmalı? Acaba, ailelerimizi, arkadaşlarımızı, ulusumuzu daha az sevsek, uzun vadede daha az mı zarar veririz onlara? Örneklerle düşünelim: avcılığı sevmesek, hayvanları öldürmekten zevk almayız, onların vuruldukları zaman çektikleri acılara engel oluruz. Sevgilimizi biraz daha az sevsek belki kıskanmayız ve sonuçta kalbini kırmayız. Parayı daha az sevsek, hayatın yaşanacak pek çok güzel anını para kazanma uğruna kaçırmış olmayız. Törelerimizi daha az sevsek, kan davalarımız olmaz, namus cinayetlerimiz olmaz. Çocuklarımızı daha az sevsek, onlar için tarafsız kararlar alır, onları hayata daha iyi hazırlarız. Belki soyumuzu daha az tutkuyla sevsek, daha hoşgörülü bir dünya vatandaşı olma yolunda ilerleyerek, milletimiz için daha tarafsız ve dolayısıyla daha faydalı kararlar alırız. Geçmişimizi daha az sevsek, bağnazlıklarımız daha az olur, başka ülkelerin tarihte yaptıklarına daha hoşgörülü oluruz. Ve en sonunda kendimizi sorgulayalım, ama iyice sorgulayalım, kendimizi daha az sevsek, kendimize ve çevremize daha faydalı mı oluruz, daha zararlı mı? Kendimizi daha az sevince, aptalca gururlar yüzünden kayıplarımız daha mı az olacak, karşımızdakinin kalbini daha az mı kıracağız, daha az mı kavgacı olacağız, kendimizi, başkalarına ispat etme, yükselme ve iktidar hırsıyla daha az mı yiyip bitireceğiz?
Bugünün konuşması şu soru ile bitmeli. Sevmek mi önemli, sevmemek mi? İşte bütün mesele bu. Siz kendinize bu soruları her gün sorun, sonra düşünün, kendinizi tanımaya çalışın, kendinizi tartın cevaplarınızı verirken, ne kadar tarafsız, pozitif düşünebilen bir insansınız, bağnazlıklardan ne kadar uzaksınız, hoşgörünüz ne kadar gelişmiş? Eğer hoşgörünüz, tarafsız düşünme yeteneğiniz, saplantılardan uzak kalma gücünüz, analiz yapıp tarafsız sentezlere ulaşma alışkanlığınız gelişmemişse, sevmek sizin için tehlikeli olabilir. Çünkü sevme uğruna, yani sevdiğiniz insan, nesne veya fikir uğruna, yıkıcı, şiddet uygulayıcı veya en azından kalp kırıcı olabilirsiniz.”
Yazısını katlayıp çantasına yerleştiren Rasim Taşdelen daha sonra biraz televizyonda haberleri izledi, biraz kitap okudu ve her zamanki gibi 22.30’da uykuya daldı.
Ertesi gün, sabah dersi yoktu, üniversiteye gitmemeye karar verdi, bir iki telefon etti, asistanıyla konuştu, sonra öğleye kadar biraz ev işi yaptı, kendisine çeki düzen verdi. Öğle üzeri sokağa çıktı. Konuşma yapacağı yere arabasıyla gitmeyecekti, park etmek sorun oluyordu, yarım saatlik yürüme yolu ilerisinde olan otelin otoparkına da para vermek istemiyordu, yürümeye başladı.
Kasvetli, yağışsız ve soğuk bir Kasım günüydü. Hava dondurucu değildi ama elleri üşüdüğü için “Eldiven giyseydim iyi olacaktı” diye düşündü. Sokak boyunca aralıklarla dizilmiş çöp konteynerlerinin yanından yürümeye başladı. Bunlar standart, bazısının kapağına kilit takılmış, griye boyanmış, üzerlerinde haşere ve fare öldürme şirketlerinin reklamları yapıştırılmış, büyük metal konteynerlerdi. “Hayret, görmeyeli tüm çöp konteyneri birörnek olmuş, ama neden bazısı kilitli ki?” diye düşünerek yürümeyi sürdürdü. Kapağı açık olan konteynerler tepesine kadar çöple doluydu. Çöplerin bir bölümü yırtılmış naylon poşetlerden yerlere saçılmıştı. Konteynerler dolu olduğu için, naylon poşetler içinde kaldırım kenarlarına bırakılmış çöpler de vardı. Başka bir gün olsa çöp konteynerleri dikkatini çekmeyecekti, çoğu insan gibi her gün o da bunların yanından fark etmeden geçip gitmekteydi ama o gün arabasıyla gitmeyip, yürüdüğü için çöplerin toplanmadığı zaman ne kadar büyük birikimlere ulaştığını hayretle görmekteydi.
Az ilerisinde konteynerleri karıştırmakta olan kalabalık bir çingene gurubu vardı. “Çingenelerin artık başlıca işi bu oldu, her zaman çöpleri ayrıştırıyorlar, çok da faydalı bir iş yapıyorlar,” diye düşündü. Çingeneler, büyük şehirlerin çöpünü, çöp kamyonları toplamadan önce ayırıyor, birçok değerli atığın dönüştürülmesini sağlıyordu. Çingene gurubuna doğru yaklaşırken adımlarını yavaşlattı, üzerine sebepsiz bir çekingenlik gelmişti, kaldırım değiştirmeyi düşündü, vazgeçti. İçinden konuşarak yürümeyi sürdürdü. “Ne işi var onların bu semtte? Hayır böyle düşünmem ayıp, neden gaddarca bir ayrım yapıyorum? Neden onlardan çekiniyorum? Hayır bu his çekinme değil, onların bu mahalleye ait olmaması beni tedirgin ediyor, ama bunu yapmamalıyım, böyle düşünmek bana yakışmaz, hayali sınırlar çizip, insanları bu sınırlar içine uygun veya değil diye ayırmamalıyım, Çingeneler biraz da benim sokağımın çöpünü karıştırırlarsa ne olur?”
Kirden rengi belli olmayan belden büzgülü pazen etekli, pamuklu kirli tişörtlerinin üzerine el örgüsü hırkalar giymiş kadınlar, kirli ceketlerinin kollarını sıvamış, lekeli pantolonlu bir kaç erkekle birlikte çöpleri ayırıyorlardı. Kartonlar, gazeteler, teneke kutular, cam şişeler, kemikler ayrı taraflarda istifleniyordu. “Gelişmiş ülkelerde insanlar çöplerini evlerinin içinde ayırıyor, bizde ise bunu Çingeneler pek de güzel yapıyor.” diye düşündü.
O sırada çocuklarını gördü. Birkaç küçük çocuk, kimi dört, kimi beş yaşında, yırtık pırtık giysili... Kız ve erkek çocuklar... Anneleri, babaları gibi, kirden mi, doğal ten renginden mi belli değil, kapkara suratlı... En büyük görüneni beş altı yaşında... Ayakta durup anlamsız bakışlarla çevrelerine bakıyorlar... Bazısının ayakları çıplak... O soğukta, soğuk kaldırımın üstünde öğlece duruyorlar... Soğuğu hissetmez veya aldırmaz gibi... Küçük, kapkara ayaklar... Ayakkabıların içinde sıkışmadığı için son derece muntazam ayaklar...
Rasim Taşdelen, yürüdüğü kaldırımında az ileride oturan, ancak iki yaşında kadar gösteren küçücük bir kız çocuğunu gördüğünde olduğu yerde donup kaldı. Soğuk kaldırımın üstünde oturan küçük çocuğun belden aşağısı tamamıyla çıplaktı. Yanına, kendinden biraz daha büyük bir başka kız çocuğu çömelmiş, onu korur gibi bakışlarını üzerine sabitlemişti. Soğuk Kasım gününde, küçücük bir çocuğun, belden aşağısı tamamen çıplak, buz gibi taşlarının üzerinde oturduğuna inanamıyordu. Çocuğun çıplak küçük esmer kıçı soğuk kaldırıma yapışmış gibiydi. Üst tarafındaki pırtık tişörtünün ve hırkasının yırtıklarından da yer yer esmer derisi görünüyordu. Yarı çıplaktı. Bu gerçek olamazdı; bu kadar yoksulluk, böyle bir sahne, İstanbul’un orta yerinde ancak hayal ürünü, veya bir senaryo gereği olabilirdi.
Küçük kızın çıplak bedeni, ruhunu da buz gibi yaptı Rasim Taşdelen’in. Duyuların gibi muhtemelen duyguların da donmuş olduğunu düşünürken bu küçücük cana gözlerini kenetledi. Durduğu yerden kıpırdayamıyor, göğsü daralıyor, midesi bulanıyordu. Şehrin orta yerinde bu çıplaklığı, bu yoksulluğu, bu çaresizliği gördükten sonra, hayatının ve daha başka pek çok şeyin ne anlamı olabilirdi ki?
Neden sonra küçük kızın yanında, kaldırımın üstünde bir ekmeğin durmakta olduğunu fark etti. Ucundan birazı yenmiş ekmek, çöplerin saçıldığı, köpeklerin işediği, insanların bastığı, tükürdüğü o kaldırımın üstüne kızla birlikte yan yana bırakılmıştı. Küçük kız, minicik parmakları ile önündeki ekmeğin yumuşak yerinden minicik lokmalar koparmaya çalışıyor, koparmayı başardığında da hemen yanında duran gri, soluk tüylü sokak kedisinin önüne koyuyordu. Kedi de kızın hatırını sanki kırmamak için isteksiz ama vazgeçmemeye de kararlı, ağzına alıyordu minik lokmaları. İkisi de kendi şartlarını kabullenmenin sakinliği ve umutsuz hayatlarının birbirine uyumu içinde, dışlarındaki dünyadan duygusal olarak tamamen kopuk, ne zaman, nasıl biteceği belli olmayan yoksulluk ve çaresizliklerinin anlık dayanışmasının verdiği mutluluğu paylaşıyordu.
Küçük kızı ve kediciği ürkütmemek için Rasim Taşdelen bir süre hareketsiz kaldı; zaten bakışlarını başka yöne çevirmesi zaten mümkün değildi. Öylece dururken görmekte olduğu bu paylaşımın, sevginin ta kendisi olduğunu anlamaya başlayacaktı. Elli iki yıllık hayatında bunun kadar öğretilmemiş, şartlandırılmamış, beklentisi olmayan, geçmişi ve geleceği de olmayacak bir sevgiyi hiç görmediğini ve bir daha da göremeyeceğinin farkına varıyordu. Görünürde sevgiye ve şefkate sahip olmaması gerektiği halde yanındaki küçük yaratığa karşılıksız, içgüdülerinin oluşturduğu koruma ve şefkat duygularıyla sevgi gösteren ve sevmenin mutluluğunu yoksul hayatının tek tesellisi yapan böyle bir görüntüyle bir daha karşılaşabilir miydi acaba? Bu sevgide yıkım, şiddet, sevgi uğruna bir başkasına zarar verme, başkasını ezme, üzme veya verdikten sonra alma beklentisi hiç yoktu. Sevdiği için lokmasından veriyor, verebildiği için seviyordu küçük kız. Sevgisine konsantre olduğu için belki de kaldırımın soğukluğunu hiç hissetmiyordu. Ve en önemlisi o soğuk günde istediği gibi sevebileceği bir canlı bulduğu için mutluydu.
Neden sonra kendini toparladı, kadınların yanına yaklaştı, yerdeki kızı işaret ederek “Bu çocuk kimin?” diye sordu. Endişeyle Rasim Taşdelen’in yüzüne baktılar, sanki çocuk ortak mallarıymış da birisinin sahip çıkması diğerine haksızlık olurmuş gibi, içlerinden birinin vereceği ilk cevabı beklediler. Sonra bir kadın, biraz uzakta yere eğilmiş, kağıt destelerini bağlamakta olan bir diğer kadını işaret etti. O sırada erkeklerden biri Rasim Taşdelen’e doğru yaklaşıp, “Ne oldu, bir şey mi var?” gibi bir şeyler geveledi ağzında. Tavrında, duyduğu endişeyi saklamaya çalışan bir efelenme vardı.
“Bu soğukta çocuk çıplak halde yere oturtulur mu, yok mu altına giydireceğiniz bir şey?”
“Hava çok soğuk değil” dedi adam.
“Hava çok soğuk, ayrıca yerler daha da soğuk. Çocuk küçücük, hasta olacak.”
“O soğuğa alışmış, üşümez” dedi adam.
Çıplak kıçlı küçük kız, kediciği beslemeyi sürdürürken, yanına çömelmiş kendinden biraz büyük diğer kız da ekmekten bir parça kopartıp küçük kızın ağzına verdi. Çıplak kıçı ile yerde oturan minik kız ise bu sefer koparttığı minik lokmayı kendisine ekmek yediren diğer kızın ağzına uzattı. Çok acıklı bir görüntüydü bu ama çok da sevimliydiler. O sırada çocuğun annesi de yanlarına geldi, soran bakışlarla erkeğe baktı. Az önce efelenen adam,
“Kız üşürmüş diyor bu bey” dedi.
“Neden bir şey giydirmiyorsun çocuğa” diye sordu kadına Rasim Taşdelen.
“Altını ıslatıyor, çişini tutamıyor” dedi küçük kızın annesi.
“O zaman bez bağla” dedi Profesör Rasim Taşdelen ve bunu söyler söylemez kendini çok aptal hissetti. Nereden bez bulacaktı, ıslanan bezleri nerede yıkayacaktı? Kendileri yıkanmayalı kuşkusuz yıllar olmuştu. Kağıt çocuk bezi kullanacak halleri de yoktu tabii ki bu fakir Çingenelerin. Belki çocuklarının soğukta çıplak kaldırıma oturması, ıslak, çişli bir giysi ile oturmasından daha iyiydi, kim bilir? Bu arada emin oldu ki, bu insanlar bir giysiyi yıkayıp, temizleyip giyemiyorlar; eski bir şey buluyorlar, üzerlerine geçiriyorlar, kullanıyorlar ve sonra atıyorlar.
“Biraz para verir misin, çocuklara yemek alalım” dedi kadın.
Rasim Taşdelen, cüzdanından çıkardığı paraları uzatırken, kadının çocuğu için giysi değil de yemek almak için para istemesinin de yürek parçalayıcı olduğunu hissediyordu. Daha fazla orada durmak istemedi. Bir kere daha taşların üzerinde kediyi beslemeyi sürdüren küçük kıza baktıktan sonra gideceği yöne doğru hızla yürümeye başladı, bir yandan da düşünüyordu:
“Karnı tok insanla aç insanın sevgiden söz etme ihtiyacı aynı olmaz... Sevgiden konuşmak aç insan için bir lüks... aç insan sevgi hakkında yorumlar yapmasa da sevgi gösterebilir. Hatta belki hissettiği iyi duyguları sevgi diye tarif etmeden… Evet sevgiyi konuşmak karnı tok insanların harcı... Sevgi vermek için tok olmak gerekmiyor ama sevgiyi konuşmak için önce dolu mide lazım... Anne, çocuğun üşümesine aldırmıyordu ama ona yemek alması gerektiğini biliyordu... Bu bir iç güdü... Karnını doyurmak öncelikli iç güdü... Beni sevgi konuşması yapayım diye çağıran insanlar, benim sevgi fikirlerimi dinlerken, otelin lezzetsiz yemeğine dünya kadar para ödeyecekler... O parayı, aslında anlamlarını kaybetmiş hayatlarına, sevgi sözleriyle anlam katmamı istedikleri için verecekler... Çünkü karınları tok olunca, sıra sevgi sözleriyle hayaller kurmaya, aydınlandığını sanmaya gelmiş... Oysa sevgiyi konuşmaktan, sevgi konuşmalarını dinlemekten daha önemli şeyler var... Onlara sevgi yorumlarıyla ruhlarını aydınlatacaklarını sanmaları yerine, davranışlarla belli edilen sevgiyi görmeye çabalamalarını anlatabilir miyim acaba? O kıçı çıplak çocuğun kediyi besleme içgüdüsünün güzelliğinin, onların duymak istediği sevgi yorumlarından daha değerli olduğu ilgilerini çeker mi?... Hayır, bunu söylersem hayvan sevgisine bağladığımı sanırlar, hayvan sevmeyenler de sinir olur...
Onlara, doğal, öğretilmemiş, içten gelen bu olumlu duygu nasıl anlatılabilir? Yoksa ben, oteldeki süslü kadınlar, karınları tok, ruhlarını sevgi sözleriyle renklendirmek istiyor diye beni anlamayacakları ön yargısında mıyım? Dertlerinin çoğunu halletmişler, sıra sevgi tarifleriyle keyiflenmeye gelmiş diye çok mu kızıyorum onlara?... Rektörün eşinin uyardığı gibi, içgüdüsel sevgiyi anlatırsam onların anlamayacakları bir konuşma mı yapmış olacağım?
Galiba rektörün eşine de, öğle yemeğinde beni dinlemek için dünya kadar para ödeyenlere de kızmakta haklıyım. Çıplak kıçlı çocuk gibi doğuştan olumlu duyguları olanlar, bu çocuktan taşan saf sevgiyi görebilir. Üşüse de, aç da olsa, hiç bir şeye sahip olmasa da, sahip olduğu tek lokmasını paylaşacak kadar iyi kalpli olanlar ancak sevginin nasıl bir duygu olduğunu bilecek... Bunun dışındaki insanlar, sevgisizliği seven insanlar veya sevdiği için şiddet uygulayan, kırıp döken insanlar olarak kalacak... Onlar kaba kuvvetin kolaylığını, politik gücün çekiciliğini, kurnazlığın başarısını, vermeden almayı ve de en çok kendilerini sevecekler... Fromm’un dediği gibi... Sevgiden söz etmeyi kendilerini daha iyi hissetmek için isteyecekler...”
Rasim Taşdelen, yürüdüğü uzun ara sokaktan ana caddeye çıkınca ilerde gideceği oteli gördü. Saatine baktı, sevgi konusunda neler söyleyeceğini merak edenleri bekletmemek için adımlarını hızlandırdı. Hayat düşünceleri sorgulatan sürprizlerle doluydu. Artık kendisi de konuşmaya başlayana kadar neler söyleyeceğini bilmiyordu.
Puna, çok nitelikli bir sorgulama yapmışsın... Epey düşündürdü beni yazdıkların.. Bazı konularda sevgi yerine başka terminolojilerin kullanılması daha mı doğru olur diye uçuşmaya başladım. Sevgi dediğimiz duygunun farklı konularla ilgili olanlarına tutku, sempati, şefkat, aşk gibi başka sözcükler yerleştirildiğinde sevgi konusu daha soyutlanmış ve üzerinde daha net konuşulabilir duruma geliyor dedim kendi kendime... Yani şiddet kullanan sevgi gibi paradokstan kurtuluruz gibi düşündüm.. Tutku, aşk şiddete dönüşebilir, şefkat, sempati, şiddet içermez en azından, ama bunlara da belki tutkunun ilk aşaması denilebilir mi acaba ? Şefkat, sempati yoğunlaşınca tutku mu olur ?
YanıtlaSilSorular kafamı gagalamaya başladı..
İyi ki yazdın.... zihnim açıldı.. Sağolasın.
MH
Puna öncelikle böylesine hassas ama bir o kadar da zor bir konuyu, düzgün bir şekilde ele alışını kutluyorum. Sevgi üzerine analitik olarak düşünmek sanırım yapmadığım bir iş. Çoğumuz da öyle yaparız, bu yazın bana bunu hatırlattı. Sağ ol. Yazının bu kadar düzgün ele alınışı mizanpajının da toplanmasının gerektiğini dürttüğü için senden müsaade almadan müsahhihlik yaptığımı itiraf etmeliyim. Beğenmezsen eski haline getiririm...
YanıtlaSilaklına ve kalemine sağlık. Taşdelen'in kaldırımdaki küçük yavruyu ve kediciği anlatmasının sevgi üzerine verebileceği en anlamlı sunum olacağını sanıyorum...
Puna, öykünü biraz önce okudum. Hemen söyleyeyim; bu öykünün de ötesinde bir yapıt olmuş. Evet, bir öyküde olması gereken her şey var. Ama başka şeyler de var. Bizim yaş grubumuz, konuyla ilgili okuma yapıp yapmamış olmasına bağlı olmaksızın, uzun sayılabilecek yaşamları sürecinde, deneyimlerinden yaptıkları çıkarsamalarla, sevgi üzerine bir takım hükümlere varmışlardır. Kendim adına konuşayım, sevgi konusunda bir şeyler okumuş, çok da düşünmüş olmama karşın, sen burada benim hiç bakmamış olduğum bazı açılardan bakmışsın ve sonuçları çok düzgün bir anlatımla okurlarına sunmuşsun. Öykü sonunun ilk hâlini görmedim. Fakat bu hâli ile, güzel bir bitiş olduğunu söyleyebilirim. Güzel, çünkü, yazılı metin bitiyor ama öykü bitmiyor. İşte, Hoca’nın açmazı, bizi öyküyü sürdürmeye zorluyor. ‘Acaba ne diyecek?’ İşte, öykünün asıl işlevi de budur zaten; okuru boşlukları doldurma tutkusuna kaptırmak, düşündürmek, bir anlamda yazara ortak olmasını sağlamak. İşte bunu başarmışsın ki, kutlamağa değer.
YanıtlaSilFevzi Yalım