Afyon yolunda /Puna Pamir Endem

AFYON YOLUNDA 

 

1976 yılı

 

        Ankara’dan bir sonbahar sabahı yola çıkan ve Sivrihisar’a yaklaşan küçük otomobilin içinde iki kişi vardı. Sanki aralarındaki her şey yolundaymış gibi davranmaya çalışan bir kadın ve bir erkek... Arabayı kadın kullanıyordu. Erkek, bir taraftan yol boyunca dizilmiş uzun kavak ağaçlarının dökülmüş yapraklarından arta kalan sarımsı kırmızılarda ve tarlaların kurumuş, soluk otlarının sarılarında bir ferahlık yakalamaya çalışma, diğer taraftan da dikkatini yanındaki kadını etkileyecek sözleri bulup söyleme çabasındaydı ve durmadan konuşuyordu. Kadın ise ilerde bugünü hatırladığında anlamlı izler bulacağını umarak dinlemeyi sürdürüyordu…

        Kadın ayrıca hem kendisinin, hem de erkeğin belleğinde, bu günün keyifli bir anı olarak kalmasını istiyordu. Birlikte yaşayacakları bu son günün ileride acı veren bir hatıra olmaması için duygularını bastırmaya çoktan karar vermişti. Her ikisinin de bugünü en az sarsıntı ile atlatması lazımdı. Bu gün belleklerinde sarısı ve kırmızısı bol sonbahar renkleriyle hatırlanabilse en iyisi olacaktı. Birbirlerine söylemekte geç kaldıkları veya artık söylenmesinde fayda olmayan sözlerin içine hapsedilmemeliydi bu günün resmi. Ayrıca yanındaki erkek, onun bugünü gözyaşları dökmeden atlatmak için ne kadar zorlandığını da hiç bir zaman bilmemeliydi. Çünkü bir kere bir karar alınmışsa, çekilen sıkıntıları açığa dökmenin artık anlamı yoktu.   

         Kadın kesin kararlıydı, erkek ise kadının ne kadar kesin kararlı olduğuna emin olamıyordu. Gerçek dışı bir ortamda, gerçek dışı bir eylem içindelermiş gibi geliyordu ona. Belki kadının son anda “Hadi vazgeçelim” demesini bekliyordu. Belki karar verdikleri şeyi gerçekten yapabileceklerine ikisi de inanmıyordu, bilemeyiz. 

         Onlar, birbirlerinden dostça ayrılmaya karar vermiş evli bir çifttiler ama o kadar iyi bir ilişki içindeymiş gibi görünüyorlar ki, dışardan bakınca o günün birlikteliklerinin son günü olduğunu anlamak mümkün değildi. Sanki önceden belirlenmiş bir senaryoya göre rollerini iyi oynamak, rolleri gereği paylaşmaları gereken birkaç saati en başarılı şekilde geçirmek zorundaydılar ve görüşmeyecekleri bir hayata kahramanca geçiş yapmak için yine birbirlerine destek olma gayretindeydiler. Bu arada ikisi de gelecekte bugünün anısının solup kaybolacağını akıllarına getirmek istemiyorlar, son günlerinin yaşanmış diğer günlerden daha farklı olmasını istemenin hakları olduğunu düşünüyorlardı. Kırmızı sonbahar renkleri içinde hüzünle huzuru bir arada sunan bir tablonun farklı oluşu gibi...

        Kadın, arabayı Sivrihisar şehir sapağının önündeki ayrımdan Afyon’a doğru döndürdü. Bir süre ilerledikten sonra yolun sol tarafında, bir an önce görmeyi amaçladıkları şaşırtıcı görüntüye ulaştılar. Toprak rengine çalan bir tutam peri bacası ve aralarında çamura sıvanmış tümü aynı renkte, alçacık damları ile yoksul ve yeknesak köy evleri... Peribacaları, karayolundan gelip geçenlerin dikkatini çekmeyecek kadar uzaktaydı, doğa da onları kendi toprak renkleri ile sıvamış, iyice uzaktan zor seçilir yapmıştı. Afyon yolundaki bu peri bacaları sadece bakmayı değil, görmeyi de bilenler için bir sürprizdi ve ikisi, hayatlarının o önemli gününde kendilerine armağan olarak sunmayı kararlaştırdıkları bu sürprize sonunda yaklaşıyordu. 

         Buradaki peribacaları Kapadokya’dakiler gibi geniş alanlara yayılmamıştı. Düz tarlaların arasında, yan yana, az sayıda ve tevazu içinde, biraz alçak, biraz da hantal sivriliklerdi. İçlerine odalar oyulacak kadar geniş olmadıkları hemen tahmin edilebilirdi. Renkleri sade, şekilleri iddiasızdı ama yine de küçük birer doğa harikasıydılar ve beklenmeyen bir yerde insanların karşısına çıkıp küçük bir sürpriz oluşturuyorlardı. 

         Yıllar boyunca, güneye tatile giderken önünden arabayla geçtikten ve o köyde nasıl bir yaşantı olduğunu merak etmeye başladıktan aylar sonra Ayla ve Hakan “Neden arkamızda keşke gitseydik diye bir pişmanlık bırakalım” diye sormuşlardı birbirlerine. Sonunda o sabah erkenden Afyon yolundaki peribacalarına doğru yola çıkmaya karar vermişlerdi. Boşanma celseselerinden bir önceki sabah için alınacak en akla gelmeyecek karardı bu, ancak ikisi de oraya gitmeyi istemiş ve adeta vazgeçmemek için aceleyle binmişlerdi arabalarına. 

         Köye doğru saptıktan az sonra ince ve az kıvrımlı toprak yolda ilerlemeye başladılar. Lastiklerin altından sağa sola taşlar sıçrıyor, Ekim ayı serinliğinin ortaya saldığı sabah neminden arta kalanlarla yol  ıslanmış gibi görünmesine rağmen çevrelerinde yine de küçük bir toz bulutu oluşuyordu. 

         Ortam o kadar sakindi ki, sıçrayan taşlardan ve kabaran küçük toz bulutundan keyfi kaçacak tek bir canlı yoktu. Toprak yolun iki yanındaki tarlaları, kurumuş yabani otlardan arda kalan solgun renkli alçak gölgeler sarmıştı. Ne bir kuş, ne de bir böcek sesi vardı ortada.

         Yakın zamana kadar bu çevredeki köylerin temel geçim kaynağı haşhaş ekimiydi. Özellikle Orta Anadolu’da demiryolu boyunca sık sık haşhaş ekilmiş tarlalar sıralanır, yaz aylarında trenle yapılan Anadolu yolculuğunun iç açıcı manzaralarından birini oluştururlardı. Bu tarlaların eflatunu bir başka eflatundu. Anadolu İstanbul arasındaki karayolundan gidenler ise daha kuzeydeki dağlık bölgelerden geçtiklerinden bu özel renge rastlamazlardı. Laleye benzeyen haşhaş çiçeklerinin, açık eflatun bir deniz gibi rüzgarla dalgalandığı ve ufuktaki yumuşak kıvrımlı tepelere kadar uzandığı geniş tarlaları o yıllarda görmemiş insanların, burada haşhaşın ne derece önemli olduğun köylünün yaşantısıyla nasıl iç içe geçtiğini anlamasına imkan yoktu.

          ABD’nin baskısı ile aniden haşhaş ekimi bir yıl önce yasaklanmıştı. Bu kararın ardında uyuşturucu ile mücadele amacı yatıyordu ve gerekliydi de, ancak geçimini yüz yıllardır haşhaştan temin eden köylü, ekimin yasaklanmasına hazırlıksız yakalanmıştı. Yöre halkı için haşhaş ekimi bir gelenekti, bir yaşam biçimiydi. Haşhaşın yan ürünleri önemliydi onlar için, bu ürünler günlük hayatın geleneksel ürünlerine dönüşürdü. İçinde haşhaş yağı olmayan bir katmer veya gözleme, haşhaş tohumu olmayan ekmek olur muydu? Ya hayvanlara haşhaş sapı verilmeyecek de ne verilecekti? Yüz yıllardır haşhaş ekimi yapmaktan başka bir şey öğrenme gereği duymamış köylü, yeni bir tarım üretimine nasıl ayak uyduracağını kestiremiyordu.  Boş boş oturuyor, yine haşhaş ekimi izni çıkacağını sanarak veya ne beklediğini bilmeden bekliyordu.  Sonuçta tarlalar sürülmemişti, ekilmemişti.

    Haşhaş ekiminin yasaklanması, daha doğrusu kısıtlanarak kontrol altında yapılması kararı üzerine sol görüşlü köşe yazarları acımasız eleştiriler yaparak, politikacıları özetle Amerika’nın uşağı olmakla suçlamışlardı. Bu görüşte olmayan, hükümetin her zaman destekçisi olan yazarlar bile dikkatli bir dille haşhaş ekiminin kısıtlanmasının getireceği sorunlara dikkat çekiyorlardı. Doğrusu “İyi oldu” diyen kimse yoktu ama olan olmuştu, geri dönüşsüz kararlar alınmış, köylü ne yapacağını bilemez şekilde kala kalmıştı. Yani aç kalmıştı. Üstelik köylerdeki açlık, sadece insanların açlığı demek değildi, hayvanların da açlığıydı. Haşhaş ekimi yasaklanan köyler için Amerika Birleşik Devletleri’nce yollanan yardımların ise köylüye zamanında ulaşıp ulaşmayacağı bilinmiyordu. 

         Bir sıra kavak ağacının döküldükten sonra arta kalan yapraklarının hafif kıpırtısının zar zor canlılık kattığı yol sonundaki köy de o yıla kadar haşhaş ekimi ile geçinen köylerden biriydi.  Ayla ve Hakan köye yaklaşırken sessizleştiler, biraz sonra yolculuklarının amacına ulaşınca, konuşacak sözler belki gereksizleşecekti. Sanki çevre sessizliği onları da sessizliğe davet ediyordu. Ayla, “Sonsuzluğa doğru yok olmaya gidenlere veda anındaki saygılı sessizlik gibi” diye düşündü.

         Geçtikleri yolun çevresine hüzünle bakarken muhtemelen ikisi de benzer şeyleri düşünüyor olabilirdi. Yaklaştıkları köyün insanlarına haşhaş ekmeme cezası verilirken, çevrelerindeki doğaya ve her türlü canlıya da ceza verilmiş, “hep birlikte yok olun” denilmişti sanki.  Ankara, Eskişehir ve Afyon’u birbirine bağlayan önemli bir kavşağa bu kadar yakın olup, dünyadan ve başka yerlerdeki yaşantılardan bu derece soyutlanmış bir başka köy daha var mıydı acaba?  Doğu Anadolu’nun yollardan ve gözlerden uzak köşelerine saklanmış köylerinde olsa yadırganmayacak yoksulluğu ve çaresizliği simgeleyen sessizliğin, önemli bir karayoluna iki kilometre  uzaklıktaki köyde  karşılarına çıkması beklemedikleri bir şeydi. Sessizliği gözlüyorlar, dinliyorlar, susuyorlardı.

   Köyün içine girip arabanın motorunu durdurduktan sonra da  çevrelerinde sessizlik bir süre asılı kaldı. Alçak evlerin ortasında,  köy meydanı olduğunu düşündükleri açıklıkta durmuşlardı. Köy meydanlarında görmeye alışılan köy kahvesi, köy çeşmesi, bakkal veya okul görünürde yoktu.  

   Köyün içi ağaçsızdı. Yerden yüksekliği bir metreyi geçmeyen küçücük pencereli, yayvan, toprakla sıvanmış evler vardı çevrelerinde. Evlerin üstüne tahtalar dizilmiş, daha üstüne de samanla karıştırılarak sıkıştırılmış topraktan kalın düz damlar yapılmıştı. Evlerin ne kadar alçak olduğunu arabadan dışarı çıkınca daha iyi algıladılar ve çok şaşırdılar.  Damların üst yüksekliği Ayla’nın boyu kadardı. O zaman evlerin yarıya kadar toprağın içine gömülmüş olduğunu anladılar. 

   Motorlu bir aracın sesini duymalarına rağmen köylülerin ortaya çıkması için birkaç dakika daha geçmesi gerekti.  Pek de soğuk olmayan bu sonbahar gününde tüm insanlar, doğaya ve hayata küsmüş, evlerinin içine kapanmışlardı. Az sonra evlerin peş peşe kapıları  açılmaya başladı. Evlerin içinden önce iri beyaz köpekler, ardından insanlar dışarı çıktı. Çocuklar yavaş yavaş çevrelerini sardı. Açık kalan kapılardan bazı evlerin içinde eşeklerin de olduğu görünüyordu.  Sonra boyasız ahşap kapıların ardında daha başka hayvanları da fark ettiler. Evlerden birinden koyunların melemesi duyuldu. Sonbaharla birlikte giderek artan gece soğuğundan korunmak için buradaki insanlar, binlerce yıl öncesindeki gibi hayvanlarla aynı çatı altında uyuyorlar, hayvanların vücut ısısından yararlanıyorlardı besbelli. Ayla ve Hakan, köye gelmekle bir de zaman yolculuğu yapacaklarını, yüzlerce hatta binlerce yıl geriye gideceklerini beklemiyorlardı kuşkusuz.

   Sonra aniden köpekler havlamaya başladı. Evlerden çocuklar fırladı. Burunları akan kirli yüzlü bu çocuklar, utangaç bir merakın parlattığı gözlerini Ayla’dan ayıramıyorlardı. Daha sonra da kapılardan ağır edalarla çıkan kadınlar ve adamlar yaklaştılar yanlarına. Önce kadınlar konuşmaya başladılar. Kadınların, erkeklerden önce konuşması hoşlarına gitti. Doğu Anadolu’daki gibi erkeğin yanında konuşmayan kadınlarından değildi bu köyün kadınları. Kadınlar, belli ki neden köylerine geldiklerini daha çok merak ediyorlar, fakat doğrudan bunu sormaya çekiniyorlar, bunun yerine hatırlarını, nereye gittiklerini soruyorlardı. Erkekler ise, yere doğru, havaya doğru veya Hakan’a doğru bakıyorlar ama Ayla’ya bakmamaya çalışıyorlar, özellikle Ayla’nın cevaplayacağı bir soruyu sormayı sanki gururlarına yediremiyorlardı. Hepsi için Ayla tuhaf bir insandı, pantolon giyiyordu, bal rengi saçları vardı, gözleri boyalıydı, uzun boylu ve pırıl pırıldı. Köydeki kadınlardan farklı türden bir yaratık gibiydi. Kadınlar, Ayla’ya dikkatle bakıyorlar, gülümsemiyorlar ve ona karşı umursamaz görünmeye çalışıyorlardı. Erkekler daha sonra, bir devlet görevlisi olup olmadıklarını öğrenmek için kurnazlıkla karışık çekingen sorular sormaya başladılar. Belli ki devletten bir yardım habercisi olmalarını umuyorlar ama bir taraftan da yardım beklediklerini belli etmeye sanki utanıyorlardı. 

   Hakan, Afyon’a doğru uzanan az ilerdeki karayolundan daha önceki yıllarda geçtikleri sırada uzaktan gördükleri peri bacalarını merak ettikleri için geldiklerini, bunların benzerlerinin Nevşehir’de de olduğunu, Nevşehir’de ayrıca tarihi kalıntıların da bulunduğunu söyledi. Bu açıklama üzerine köylüler hayal kırıklığına uğramışlardı; bunu, heyecan ve ilgilerini kaybeden yüz ifadeleriyle hemen belli ettiler. Devletten müjdeli haber getirmediği için Hakan, az önceki saygılı tavrı hak etmiyordu artık. Kadınlardan biri bıkkın bir sesle  “Bizim de harabelerimiz var” dedi. Harabe lafını duyan çocuklar “Hadi harabelere gidelim” diye ikisini çekiştirmeye başladılar. Bir kaç çocuk, işe yarıyor olmanın heyecanı ile köyün arka tarafında kalan tarihi kalıntılara doğru bir koşu tutturdu.

    Heyecandan, seslerini çatlata çatlata bağıran çocukların ne söyledikleri pek anlaşılmıyordu.  Ayla, sümükleri akan çocukları dikkatle süzüyordu. Hemen hepsinin küçük burun deliklerinin en azından birinden yeşilimsi bir sümük sarkıyordu. Tümü, rengi solmuş eski giysilerini üst üste giymişti. Görünüşe göre giysileri de, kendileri gibi su ve sabunla uzun zamandır bir araya gelmemişti. Ama kirli olmaları veya sümüklü olmaları çocuk güzelliğinden bir şey eksiltmiyordu. Yoksulluğun hafifçe gevşettiği yanaklarında, güldükleri zaman, sadece çocuklarda görünen pembelik oluşuyordu. Ayla’nın asla kendi çocuğunda göremeyeceği, nasıl oluştuğunu bir türlü anlayamayacağı çocuk yanağı pembeliğinden... O, hiç bir zaman kendi çocuğunun yanak pembesini öpemeyecek, çocuğunun akan burnunu silemeyecekti. Altı yılı aşkın evliliğin sonunda doğurgan olmadığını öğrendikten ve Hakan’ın da ne kadar çok çocuk istediğini anlayınca, giderek soğuyan ilişkilerinin eski güzelliğini yitirmesine katlanamaz olmuştu. İlişkiler bir kere gevşemeye görsün... Önce geçmişteki yakınlığı ve ilgiyi özlemekle başlayan huysuzluk, daha sonra yerini başka insanlara ilgi duymaya bırakmıştı. Ondan sonra da iki seçenek kalıyordu; ya bir arada yaşayıp acı çekecekler, kavgalar edecekler, tatminsizliklerinin acısını birbirlerinden çıkartarak rahatlamaya çalışacaklar, ya da birbirlerine saygılı kalmayı ama ayrı yerlerde acı çekmeyi tercih edeceklerdi. Özellikle Ayla, bu ikinci şıkkı seçmek üzere kalbini katılaştırmaya Hakan’dan önce karar vermişti. Ve böylece kafasında  “Acaba doğru mu yaptım?” sorusu ile yaşamayı seçtiğini çok sık düşüneceğini bilmekle birlikte duygularını kararlılıkla ve yavaş yavaş katılaştırmıştı.   

    Çevrelerinde toplanmış köylülerin çoğu, hayal kırıklığı ile ilgilerini kaybedince yanlarından uzaklaştı. Zaten çoğu harabelere kadar gitmeye üşeniyordu. Sabahtan akşama kadar süren monotonlukla  tükettikleri hayatlarında bir değişiklik olsun diye sadece bir iki köylü ve on beş kadar çocuk, onlarla birlikte yürümeye başladılar. 

    Muhtemelen çocukların son yıllarda başlarına gelen en heyecanlı olay Ayla’nın orada olmasıydı.  Erkekler gibi giyinmiş,  gözleri ve dudakları boyalı bir kadınla bir arada olmak onları şaşırtıyor ve neşelendiriyordu.  Meraklarını ortaya dökmekten artık utanmıyorlar, Ayla’nın ceketinin kolunu tutmak istiyorlar, kendilerinden olmayan bu kadına bakarken, bilmedikleri bir dünyaya ait bir ipucu yakalamaya çalışıyorlardı. 

    Çocukların heyecanı, sanki o ana kadar toprak renginin hükmettiği köyü rengarenk yapmıştı. Heyecan bulaşıcıydı, çocuklardan sonra köpekler de heyecanlandılar, kesintisiz havlamaya başladılar. Bu gürültüyü eşeklerin anırmaları izledi. Çocuklar artık bağırmaktan, küçük çığlıklar atmaktan çekinmeden Ayla’nın ve Hakan’ın çevresinde bir ileri bir geri koşuşturuyorlardı. Ravel’in Bolerosu’ndaki kararlı ve sürekli kreşendo gibi köyün içindeki sesler, hep birlikte kalıntılara doğru yürürken giderek yükseliyordu. Heyecanı artan köpeklerin bir kaçı evlerin damlarına sıçramıştı. Bu arada onlarla birlikte kalıntılara kadar yürümek zahmetine katlanarak bir çeşit misafirperverlik gösteren köylülerin dilleri çözülmeye başlamış, haşhaş ekemedikleri için nasıl da sefalete düştüklerini, ama devletten elbet bir gün gelecek yardımı sabırla beklediklerini anlatmaya başlamışlardı. Utangaçlık, çekingenlik giderek azalıyordu. Köylülerden biri “geçen yıl aç kaldık, bakalım bu kışı sağ çıkarabilecek miyiz” dedi. O zaman Ayla, onlarla yürüyen erkeklerin ve çocukların ne kadar zayıf, solgun, avurtları çökük olduğunu fark etti. Genç olanların zayıflıktan derisi kemiğine yapışmış, daha yaşlı olanların derileri boş torba gibi sarkmıştı. Sonra damların üstünde  havlayan köpeklerin de açlıktan çizgi çizgi kaburgalarının göründüğünü, karınlarının iyice içeri çöktüğünü gördü. Ayla, kendi sağlıklı görünüşlerinden, özellikle Hakan’ın dolgun yanaklarından ve biraz da göbekli oluşundan utanç duydu.

   Köylülerin yüzlerine daha dikkatli baktı.  Buğday tenli insanlardı hepsi. Aralarında yeşil gözlüleri de vardı. Ama iyi beslenmemekten  göz altlarında ve yanaklarında çürüğe benzeyen lekeler oluşmuştu. Anlattıklarına göre geçen yıl haşhaş ekemedikleri için para kazanamamışlar, paraları olmadığı için kışlık ihtiyaçlarını alamamışlar, diğer yandan haşhaş yerine buğday veya başka bir tahıl ekmeyi de başaramamışlar, çünkü tohum alamamışlar, devletten yardım gelmemiş, sonuçta tamamen aç kalmışlardı. Yazı ise yine ne yapacaklarını karar veremeden geçirmişlerdi. Birisinin onlara bir yol göstermesi veya bir şeyi “yap” demesi lazımdı. Yılların birikimi ile oluşmuş yaşama ve üretme kalıplarının dışına kendi başlarına çıkamıyorlardı. Ayrıca gelecekte bir gün haşhaş ekimine yeniden başlayacaklarına inanmak da istiyorlardı. O zamana kadar boş boş oturarak beklemek doğru ve kolay geliyordu. 

  Dar köy sokağında kalıntılara doğru ilerlerken anlatmak ihtiyacında olduklarının tamamını anlattıklarına emin olan köylüler de Ayla ve Hakan’ı çocukların rehberliğine terk edip ortadan kayboldu. Ankara’dan gelen bu kadın ve adam dertlerine çare olacak insanlar olmadığına göre onlarla zaman kaybedip yorulmaya gerek yoktu.

 Kalıntılar, alçacık damlı köy evlerinin bittiği yerde aniden ortaya çıktı. Birbirinin üzerine yığılmış kocaman gri kesme taşlar, birkaç kırık sütun, kesme taştan yapılmış yarısı yıkık duvarlar,  çökmüş bina kalıntıları, yaprağı dökülmüş birkaç ağacın arasındaki kurumuş otlarla kaplı küçük alana yayılmıştı. Taşlar nereye kadar uzanıyor diye kalıntıların ileri doğru baktılar.  Kazı yapılmadığı için pek çok şey toprak altındaydı ve bu tarihi alanın sınırları belli değildi. 

  Dikkatleri devrik taşlardayken, bir süredir heyecanla havlayarak damdan dama atlayan köpeklerden biri, harabelere en yakın köy evinin damına geçip Ayla’ya doğru hamleler yaparak hırlamaya başladı. Yanları yukarı doğru sıyrılmış salyalı ağzından tümünü gösterdiği dişleri ile tam da Ayla’nın yüzünün hizasındaydı. Ayla köpeğin üzerine atlayacağını sandı, korkuyla haykırmaya başladı. Köpek de daha çok ürktü ve Ayla’nın yüzüne doğru hırlayarak sıçrama posizyonuna geçti. Korunma içgüdüsü hayvan sevgisinin önüne geçince Ayla yerden ceviz büyüklüğünde bir taş alıp köpeğe doğru damın üzerine fırlatıverdi. Bir hayvana taş atmak ona göre iş değildi aslında. Ama yapmıştı işte, korkunca, bir köpeğe taş fırlatabilmişti. Belki de damlarda koşuşturarak havlayan köpekler,  yoksulluk içindeki insanların çaresizliği, taciz derecesinde orasını burasını çekiştiren, çığlık atan çocuklar onu öylesine bunaltmıştı ki, kuşkusuz fırlattığı taşı düşünerek değil bilinçsiz bir korku refleksiyle fırlatmıştı. .  

  Taş, köpeğin yanından geçip biraz arkasına düştü. İşte o an, yani taşın toprak damın üstüne düştüğü an, hiç beklenmeyen bir şey oldu. Havlayan, hırlayan, ağzından salyalar akıtan o kocaman, sıska, sarımsı beyaz köpek, arkasına döndü, hızla taşın yanına hızla gitti ve tereddüt etmeden taşı ağzına alıp yutuverdi.

   Ayla da, Hakan da donup kaldılar. “Köpek taşı yuttu” diye bağırdı Ayla, dehşet içinde. Çocuklardan biri, çok olağan bir durumla karşılaşmış gibi, “Yutar tabi, ekmek zannetti” dedi. Bir diğeri de onu doğrularcasına  “Köpekler aç, her atılanı yutar” diye ekledi. 

  Taş yutan köpek havlamayı ve hırlamayı kesmişti; sanki o da yaptığı yanlıştan dolayı kala kalmıştı.  Çocuklar o sırada köpeği unutup kalıntıların arasına daldılar. Ayla ile Hakan ise oldukları yerden kıpırdayamıyordu. Bakışları birbirlerinin gözlerine kenetlenmişti. Ayla, sağ eli ile hala açık duran ağzını kapattı, gözlerinde birikmeye başlayan yaşlarla günlerdir katılaştırmaya çalıştırdığı kalbindeki açıların açılan bir delikten eriyerek akıp gittiğini hissederek, üşüyen sol elini Hakan’ın sıcak elinin içine bıraktı. Gözyaşları yanaklarından aşağılara doğru inerken, köpeğin taşı yutmasına mı, köydeki açlığa rağmen kendilerinden bir şeyler istemeyen köylülerin umutsuzluğuna mı, veya Hakan’la paylaştığı son günün yüreğini yakmasına mı ağladığını sorgulamaktan vazgeçerek, ihtiyaç anında sıcak bir el tarafından kavranmanın mutluluğunun ne kadar önemli olduğunu hissetmeye başladı.

Hakan kolları ile sarmak, bedenini göğsüne bastırmak, onu rahatlatmak istiyordu ama çocukların önünde bunu yapmadı; Ayla’nın soğuk parmaklarını avuçlarının içinde tutup ovalamakla, sıkmakla yetindi. Bir süre bakışlarını birbirlerinin gözlerinde bıraktılar. Sonra aralarında herhangi bir söze gerek görmeden, seslenen çocuklara doğru yürüyüp kalıntıların arasında bir süre sessizce dolaştılar. Çocuklar, bağırarak kalıntılarla ilgili bir şeyler anlatıyorlardı ama ikisi de bunları duymuyor, anlamıyordu. Onlar, orada, konuşmamanın, bir şey söylemenin, hatta bir şey duymamanın iki insana aynı anda çok şey anlattığı o sihirli anlardan birini paylaşmaktaydılar. El ele yürüyorlar ve köpeğin taşı yutma anının, hayatlarında bir dönüm noktası yarattığını ortak bir önsesi ile hissediyorlardı.

      Yine konuşmadan ama aynı duyguyu paylaşarak köyden, kalıntılardan, peri bacalarından bir an önce uzaklaşmak, kendi dünyalarına dönmek istediler. Bir köpeğin taş yutabilecek kadar aç olması, köy kalkının da köpeklerine bir lokma yemek veremeyecek kadar yoksul olması ikisini de kendi özel sorunlarının çok dışında başka gerçeklerin daha önemli olduğu bir dünyaya taşımıştı. O gün sadece geçmişe doğru bir zaman yolculuğu yapmakla kalmamışlar, kendi duygularının ve düşüncelerinin gizli kıvrımlarda saklanmış, ortaya çıkmak için bir işaret bekleyen farklı düşüncelere doğru da yolculuğa başlamışlardı.

Köyden ayrılmadan önce yanlarındaki parayı çocuklara dağıttılar ama paylaştırılan para çocukların ihtiyaçlarına yetmeyecek kadar küçük miktarlara bölünmüştü. Bu arada çocuklara, yapacaklarına inanmadıkları halde verdikleri parayla yiyecek alırlarsa, aç köpeklere de bir parça vermelerini tembihlemeye çalıştılar. 

Konuşmasalar da duygu birliği ile bildikleri gibi, o gün Ayla ve Hakan için farklı bir hayatın başlangıcı oldu. Artık hep birlikte kalacaklardı.

Bir süre sonra tekrar köye gidip, kendi evlerinin ortamında okutmak, eğitmek ve mutlu etmek üzere sümüklü bir çocuk seçtiler. Bu seçimi yapmak kolay değildi. Oradaki çocuklardan sadece birisi rahat ve sıcak bir yuvaya, tok bir mideye, güvenli bir geleceğe kavuşacaktı. Zaten hayat da insanlara eşit davranmıyordu. Kader, sadece bazılarına daha rahat bir hayatın kapılarını açıyor diye düşündüler ve özel olmayan bir “çocuk” seçtiler. Bu çocuk, oradaki çocukların arasında en güzeli, en akıllısı veya en yoksul olanı değildi. Sadece rastlantıların, onların çocuğu olmasını istediği çocuktu. Bu çocuğun sayesinde köyle aralarında oluşan bağ kuvvetlendi ve köy için defalarca yardım kampanyaları düzenlediler, eşyalar, paralar topladılar, köye yardım yolladılar. Aç köpekler de yardımlardan payını aldı. 

Taş yutan köpek ise hiç unutulmadı.


1 yorum:

  1. Bu öyküyü hiç unutmadım. ustalık burada, biz buna öykü diyoruz oysa bu hayatın ta kendisi.

    YanıtlaSil

Yorumunuz okunduktan sonra yayınlanır. Yorumunuzun altına ad ve soyadınızı yazınız, Kimliği belirsiz yorumlar yayınlanmaz.

ÖNE ÇIKAN YAYIN

And They Died / Gün Gencer

  AND THEY DIED (THE ROAD TO GALLIPOLI) (ÇANAKKALE SAVAŞINA GİDEN YOL) A TRAGEDY IN THREE ACTS  (A Docu-drama with music written in memory o...