Mehmed Tâl'at Paşa / Ahmet Sönmez

Mehmed Talat Paşa

Amatör bir yorum denemesi…  /  Şubat 2012  /  Ahmet Sönmez

Günümüzde, internet kullanımının olağanüstü yaygınlaşması sonucunda, web ortamından edinilebilecek bilgilerin bir kütüphane dolusu bilgiye eşdeğer hale geldiği görülüyor. Bu imkandan en çok yararlananlar elbette sevgili öğrenciler. Ödev olarak verilen bir konuyu internet’te ararsın, ansiklopedik bilgileri birkaç kaynaktan kopyalarsın ve uygun bir biçimde arka arkaya yapıştırırsın… Kopyala, yapıştır, kopyala, yapıştır… Ödev tamamlanmıştır..!

Mehmed Talat, bana göre böyle basit bir ‘kopyala, yapıştır’ muamelesini hak etmeyecek kadar önemli ve dünya çapında iz bırakmış, ‘yenilikçi’ bir kişilik. Yaşam öyküsü, hayattayken yapabildikleri ve yapamadıkları, sevapları ve günahları gibi ayrıntıları içeren ansiklopedik bilgileri, yerli ve yabancı web ortamlarında aramak ve fazlasıyla bulmak imkanı var. Öte yandan bendeniz,  Talat konusunu, mesleğimizin bize kazandırdığı “hakikati aramak” içgüdüsü ile ele almak ve konu üzerinde haftalarca düşünmek fırsatını yakalamış olduğum için ayrıca sevinçliyim. Bu vesileyle, 50 seneden fazla bir süreden beri, çeşitli kaynaklardan okuyarak, dinleyerek, görerek tanıdığım ve her fırsatta anmaktan onur duyduğum ‘Posta Nazırı Talat’ı sizlere tanıtmaya çalışacağım…

Bu mütevazı denemeyi, değerlendirme yaparken uyulması gereken evrensel sevgi ve saygı sınırları içinde kaleme alınmış kısa bir yorum olarak da görebilirsiniz...

Resimde ‘Talaat Pacha’ yazıyor ama doğru okunuşu Tal’atHazreti Google’dan kontrol ettiğimde, wikipedia sayfasında,olarak yazılmış olduğunu gördüm ve çok güldüm. Arap harflerine dayalı Osmanlı Türkçesi’nde sağdan sola yazılmış olması gerekirken, her nedense WikiMiki kardeşlerimiz soldan sağa yazmışlar. Doğrusu şeklinde yazılır.  Ne yapalım, laf olsun, torba dolsun… Vatan sağ olsun..!



Mehmed Talat’ın doğumu, 1874 yılına rastlıyor. Bu yıllar, Osmanlı İmparatorluğu’nun, Avrupa’da “hasta adam” olarak anıldığı yıllar… Osmanlı devletinin bir an önce çökmesi için her türlü dalavereyi tezgahlayan emperyal amaçlı ülkeler, başta Büyük Britanya ve Fransa olmak üzere, hedeflerine yaklaşmış olduklarının sevinci içinde, çöküş sürecini hızlandırmaya çalışıyorlar. Kuzey komşumuz Rusya ve Orta Avrupa’da neredeyse izole olmuş durumda kalan Almanya, gelişen paylaşım sürecine kendi ulusal menfaatleri doğrultusunda gaz veriyor. İtalya gibi ‘ikinci lig takımları’ ve Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan gibi ‘üçüncü amatör lig takımları’ ise, imparatorluk topraklarında yaklaşık yüz yıldan beri başarıyla uygulanmakta olan “Balkanlaştırma / Balkanization” stratejisinin sonuçlarını heyecanla izler ve ellerini oğuşturarak bekler durumda.

“Balkanlaştırma / Balkanization” kavramı, kısaca “böl ve yönet”  anlamında. Osmanlı Devleti’nin üç ayrı köşesini tutan bölgelerde etnik ayrılıklar, din ve mezhep farklılıkları emperyalist devletler tarafından kışkırtılıyor. Bu bölgelere para gönderiliyor, siyasi vaatler veriliyor, silah sevkıyatı yapılıyor… Bu sorunlu üçgen, bilindiği gibi Balkanlar, Kafkasya ve Orta-Doğu.

Balkanlar’da, Yunan, Bulgar, Makedon, Sırp, Arnavut, Romen halkları, Kafkasya’da Ermeni, Gürcü, Çeçen ve Slav halkları, Orta-Doğu ve Filistin’de çeşitli din ve mezheplere mensup Arap halkları ve Kürt kökenli aşiretler, Anadolu coğrafyasının Ege ve Karadeniz bölgelerinde varlığını sürdüren Osmanlı tebası Rum etnisitesi, Osmanlı devletine karşı silahlı ayaklanmaya teşvik ediliyor. Bu arada, kimine beylik, kimine işgal, kimine bağımsız devlet vaatleri de havada uçuşuyor. Amaç; Osmanlı devletini bir an önce çökertmek ve üç kıtaya yayılmış Osmanlı topraklarını paylaşmak.

(Bütün bu hengame içinde, Kafkasya ve Orta-Doğu bölgelerindeki verimli petrol sahalarının sınırları da, emperyalist devletler tarafından itinayla çizilip önceden hazırlanıyor. )

Bakar mısınız? Aradan yüz yıldan fazla zaman geçmiş. Aynı üç coğrafi bölge, günümüzde de Türkiye çevresindeki varlığını sürdürüyor… Balkanlar, Kafkasya ve Orta-Doğu

(20.yüzyılın ürünü olarak ortaya çıkan, Kıbrıs odaklı ‘Enosis’ ve İsrail odaklı yayılmacı ‘Sionizm’ konularını bu kısa yazı kapsamına almıyorum, yani şimdilik görmezden geliyorum.)

Mehmed Talat, işte tam da böyle karışık bir dünyaya doğmuş..! Yaşıtları sayılabilecek Tunalı Hilmi, Abdullah Cevdet, Prens Sabahattin, Mehmed Reşid gibi, gelecek yıllarda Osmanlı siyasi hayatına etki edecek ‘yenilikçi’ isimlerle kimi zaman beraber, kimi zaman karşı saflarda yer almış. Ama Talat, her zaman yenilik yanlısı ve her zaman aktif siyasetin içinde olmuş. Bütün bu isimlerin ortak özellikleri ise, hepsinin “Jön Türk” kökenli olmaları. Hepsi padişahlık düzeninden bıkmış, hepsi yenilik ve hürriyet taraftarı. Namık Kemal, Ahmed Rıza gibi yaşça biraz büyük isimler de 19. yüzyılda hep benzer endişeleri düşünerek, yaşayarak olgunlaşmışlar… Peki neydi bu temel endişe? Hatırlayalım…

Osmanlı İmparatorluğu çöktü, çöküyor, yaşadığımız topraklar ayağımızın altından kayıyor… Vatanı kurtarmak için bir şeyler yapmak lazım. Peki kurtuluş ışığı nerede? Ne yapmak gerekiyor? (Ünlü deyişle what is to be done..? )

16.yüzyıla kadar ilim, fen, tıp, astronomi, askerlik gibi konularda Avrupa’ya örnek olduğu bilinen Osmanlı imparatorluğu, denizcilikte yaşanan keşifler, kıtalararası yeni ticaret rotalarının bulunması gibi süreçlerde pasif kalmış durumda. Çeşitli Avrupa devletlerinin, Amerika, Afrika, Asya ve Avustralya kıtalarına yönelik işgal, sömürgeleştirme, ticari koloniler kurma gibi girişimleri hızla devam ediyor… Sonuç olarak Avrupa ilerliyor ama Osmanlı yerinde sayıyor. Avrupa ülkeleri, sırayla ‘merkantiyalizm’, ‘prekapitalizm’ gibi dönemlerden geçiyor, ama Osmanlı, hala ‘Fütuhatçı Kılıç-Kalkan Ekonomisi’ denebilecek yapısını koruyor. Avrupa, demir, kömür, buhar makinası gibi malum aşamalardan geçerek ‘Endüstri Devrimi’ni olgunlaştırmış. Avrupa, artık Osmanlı’ya göre çok ilerlemiş durumda.

Yenilikçi Jön Türk’lerin genel bakış açısına göre, Avrupa’nın ilerlemesini ve kalkınmasını sağlayan siyasi, idari, ekonomik, faktörler incelenmeli, prensipleri anlaşılmalı, benimsenmeli ve Osmanlı devletinde de hiç gecikmeden uygulanmalı. Birinci aşamada, elbette padişahlık düzenini etkisiz hale getirip meşruti (şarta bağlı) parlamenter sisteme geçmek gerekiyor. Sonra gelsin ülke çapında yeni yatırımlar ve kalkınma hamleleri…

Benzer bir hedefi, 1920’li yıllarda Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran vatansever yenilikçilerin en önemli ismi olan Mustafa Kemal’in sözleriyle de hatırlayabiliriz; Bu hedef, “muasır medeniyetler seviyesine gelmek ve onları geçmek” şeklinde özetlenebilir. Aradaki en önemli fark, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının sadece meşrutiyet rejimiyle yetinmeyip doğrudan cumhuriyet ilan etmiş olmalarıdır.

Zaman geçiyor… Yenilikçi düşünür ve siyasetçilerin uzun soluklu mücadelesi sonucunda, Osmanlı İmparatorluğu’nda ‘İkinci Meşrutiyet’ ilan ediliyor. Yıl 1908… Bu aslında tam bir Jön Türk zaferi ama İttihad ve Terakki kadroları sahneyi çoktan devir almış durumda…  Kimilerine göre ‘kızıl sultan Abdülhamid’, kimilerine göre ‘ulu hakan Abdülhamid’ tahttan indiriliyor.  Yüzyıllardan beri Padişahın iki dudağı arasında duran karar ve icra yetkileri, “Meclis-i Mebusan” denen bir parlamentoya devrediliyor.  

O günlerde her tarafta “Yaşasın, Meşrutiyet” diyen afişler asılı… Büyük Fransız İhtilali’nin ‘Adalet, Hürriyet, Eşitlik, Kardeşlik…’ gibi ünlü ilkeleri, Osmanlı topraklarında alkışlar arasında benimseniyor ve böylece çağdaşlaşma yolunda yeni bir umut ışığı doğmuş oluyor.





Arap harfleriyle sağdan sola “YAŞASIN”     diye başlayan ve aynı dileğin Yunanca “ZİTO” şeklinde tekrarlandığı broşürde fotoğrafı görünen şahıs; Enver Bey… Bir süre sonra ‘Enver Paşa’ olacak… Türk Bayrağı olarak bildiğimiz simgeyi taşıyan bu broşürde, Türkçe ve  aynı anlamı taşıyan Yunanca ifadeleri yan yana  okuyabilmek bence çok düşündürücü ve çok öğretici.



Meşrutiyet ilân edilmiş, Hürriyet Kahramanı’ olarak anılan Resneli Niyazi Bey ve ünlü geyiği dağdan inmiş. İmparatorluğun her tarafında coşkulu kutlamalar yapılıyor.

 Soldan dördüncü, Kolağası Mustafa Kemal.

Devam ediyoruz… 1908 yılında meşrutiyetin ilanı ile somut kazanç noktasına gelen bu yenilikçi mücadele sürecinde, siyaset dünyasına “Jön Türk” kimliğiyle adımlarını atan bu insanların önemli bir bölümü “İttihad ve Terakki” hareketini başarıyla kurmuş, ülke çapında örgütlenmiş ve sonuç olarak Osmanlı devletinin yönetimini ele almış durumda. Bu arada gericiler de elbette boş durmuyor. Tarihimizde, 1909 yılının ‘31 Mart Vakası’ olarak anılan gerici ayaklanma girişimi, Selanik’ten yola çıkan ‘Hareket Ordusu’nun İstanbul’a gelmesiyle kontrol altına alınıyor. Mustafa Kemal, o günlerde henüz genç.  ‘Hareket Ordusu’nda ve ‘Kolağası’ rütbesinde… Yani ‘Kurmay Yüzbaşı’. 

Devam edelim… Doğu Rumeli, (Edirne Vilayeti) Hasköy doğumlu Mehmed Talat, İmparatorluğun çöküş yıllarında, aktif hayatına basit bir posta memuru olarak başlıyor…  (şimdi dikkat isterim..!!!) 19.yüzyıl sonlarında, İstanbul ve Selanik şehirleri, Osmanlı Devleti’nin iki büyük yerleşim ve cazibe merkezi durumunda. Siyasi, idari, ticari, askeri hareketlerin sürdürülebilmesi için elbette ülke çapında haberleşme gerekiyor. O devirde  sadece telgraf imkanı var ve Mehmed Talat çok aktif bir posta memuru. Yenilikçi görüşler doğrultusunda öngördüğü siyasi örgütlenmeyi, Anadolu ve Rumeli illerindeki telgrafhaneler aracılığıyla yürütüyor. Yoldaşlarıyla yazışıyor. (Günümüz internet ortamında da benzer örgütlenmeler yaşanıyor. Cezayir’li muhalifler, Mısır’lı gençler, Suriye’li isyancılar, New York’ta Wall Street’i işgal edenler, hep internet ortamından eriştikleri ‘Paylaşım Siteleri’ aracılığıyla örgütleniyorlar.)

(Laf aramızda,  Mehmed Talat’ın, Padişahlık karşıtı muhalif kimliğine rağmen Osmanlı Posta Müdürlüğü’nde Başkatip rütbesine kadar terfi edebilmiş olması da ayrıca çok ilginç. Bugün olsaydı herhalde böyle bir devlet memuru ya doğrudan hapishaneye giderdi veya Venezuela’ya, Sibirya’ya  filan sürgüne gönderilmiş olurdu.)  

21.yüzyılda kullanılan internet, uydu televizyonu, telsiz ve radyo neyse, 19.yüzyıl sonlarında telgraf iletişimi aynı anlam ve önemi taşıyor. Bu arada Posta Müdürü Mehmed Talat, memuriyet mesaisinden artan zamanlarında ‘Alliance Israelite’ okullarında Türkçe öğretmenliği yapmayı da ihmal etmiyor. Talat’ın, sadık ve muteber Osmanlı tebası olarak anılan Yahudi cemaatiyle yakın tanışıklığının, o günlerde geliştiği rahatça düşünülebilir.

1908 yılında ilan edilen Meşrutiyet’in hemen sonrasında Mehmed Talat, hem devlet yönetiminde sorumluluk almakta, hem de Üstadı Azam koltuğunda oturmaktadır. Türkiye masonluğunun ‘İlk Büyük Üstad’ olarak kabul ve ilan ettiği Talat, bu makamı 1909-1910 yılları boyunca yönetmiş ve dönem bittiğinde görevini Faik Süleyman Paşa’ya devretmiştir. (Bu konuda, Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’nın web sayfalarında verilmiş olan ayrıntıları, izninizle burada tekrar etmiyorum.)

1908-1918 yılları arasında isimleri kayıtlı olan hürriyet ve yenilik taraftarı üst düzey devlet adamlarının listesine baktığınızda, karşınıza çıkacak mason sayısı şaşırtıcı düzeyde. Bu masonların kökenlerine baktığınızda, asker kökenli olanların sayısı da insanı gerçekten çok şaşırtıyor.

(Büyük Fransız İhtilali günlerinde, Amerikan Bağımsızlık Deklarasyonu sürecinde, 1917 Sovyet Sosyalist Devrimi sırasında ve dünyada yaşanmış olan benzer yenilikçi süreçler içinde aktif rol alan masonların sayısını ve yaptıklarını öğrenmek çok etkileyici. Dünyanın çok çeşitli ülkelerinde kayıtlara girmiş örnekleri arttırmak mümkün. Galiba adına MASONLUK dediğimiz düşünce tarzı, genellikle YENİLİKÇİ kanatta yer alan insanlar tarafından benimsenmiş. (Kim bilir, belki de her biri, kendi çaplarında birer ‘Ülkü Mabedi’ kurmaya çalışıyorlar.) Bu insanlar kendi ülkelerinde “Vatanı Kurtarmak” gibi amaçlar doğrultusunda çaba harcamış. Diğer bir anlatımla, vatan kurtaranların, yani kendi ülkelerinde devrim veya evrim gerçekleştiren (gerçekleştirmeye çalışan)  ünlü devlet adamlarının önemli bir bölümü hep masonlardan oluşuyor. Acaba bütün bunlar birer tesadüf müdür? )

(İsmi, ‘Tanzimat Fermanı’ ile anılan Mustafa Reşit Paşa, matbaayı ülkeye getiren İbrahim Müteferrika, ünlü edebiyatçılardan ‘vatan şairi’ Namık Kemal, Ziya Paşa, Şinasi, Maliye Nazırı Cavid Bey, Bahriye Nazırı Cemal Paşa, İttihad ve Terakki yöneticilerinden Musevi kökenli Emanuel Karasu gibi isimlerin, hem ‘Yenilikçi/Jön Türk’ kökenli, hem de ‘Mason’ olmaları tesadüflerle açıklanabilir mi? Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu birinci ve ikinci cumhurbaşkanlarının masonik geçmişleri inkar edilebilir mi?)  

İlerleyen yıllarda, Mehmed Talat’ı İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin en önde gelen üç isminden biri olarak görüyoruz. Enver, Cemal ve Talat Paşa üçlüsü ülkeyi yönetiyorlar. 



Soldan sağa, Cemal, Enver ve Talat… (2/3 asker, 2/3 mason.)















Bu insanlar, yüzü batıya dönük, yenilikçi ve reformist karakterleriyle, ülke tarihinde iyi ve kötü, çok önemli işlere imza atmış olan İttihad ve Terakki kadrosunun en tepesindeki isimler. Bu arada Talat, zaman içinde Dahiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) ve Sadrazam (Başbakan) yetkilerini üstleniyor. İttihad ve Terakki Fırkası (Partisi), Türkler, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Kürtler ve çeşitli kökenlere sahip diğer Osmanlı yenilikçileri ile tam bir uyum içinde çalışıyorlar. Zaten Mehmed Talat’ın kendisi de Pomak kökenli… Yenilikçilerin ortak amacı, Osmanlı İmparatorluğu’nu parlamenter demokrasiye sahip, çağdaş bir dünya devleti haline getirebilmek. Yani böylece çökmenin eşiğine gelmiş olan ‘vatanı kurtarmak’..!

Talat ve arkadaşları bir taraftan vatanı kurtarmaya çabalarken, Avrupa ülkeleri elbette boş durmuyorlar. İtalyanların Osmanlı toprağı olan Libya’yı işgali, Almanya ve Fransa’nın karşılıklı silahlanma girişimleri, ‘İngiltere’ olarak anılan Büyük Britanya’nın Orta-Doğu petrol bölgeleri üzerindeki hakimiyet planları, Almanya’nın ‘Doğuya Açılım / Ostpolitik’ projesi doğrultusunda gelişen ‘Bağdat Demiryolu’ projesi ve Çarlık Rusyası’nın sıcak denizlere inme hayalleri var. Alman-Osmanlı işbirliği ile ortaya çıkan Bağdat Demiryolu projesi ise, Birinci Dünya Savaşı’nın en ön planda gelen nedenlerinden biri olarak değerlendiriliyor. (Amerika Birleşik Devletleri henüz perde arkasında… )

Çok kısaca özetlemek gerekirse, Birinci Dünya Savaşı olarak anılan çatışma artık kaçınılmaz hale gelmiş durumda. Bu savaşa, ‘Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ ismini uygun gören kaynaklar elbette haksız değil. Bu tanımlamayı doğrulayabilmek için, savaş sonrası dünya haritalarına bakmak yeterli… Savaş sonrasında Almanya ve müttefikleri yenilecek ve teslim olacak… Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü kesinleşecek. Rumeli ve Orta-Doğu zaten gitmiş, Anadolu, bölgeler halinde işgal altına alınacak. (Bu arada, 1917’de patlayacak olan ‘Sovyet İhtilali’nin altyapısı, 1905’ten beri Rusya’da adım adım olgunlaşmakta...)  

Birinci Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı devletinin önünde az sayıda seçenek var:

Birinci seçenek; “bırakalım, Avrupa devletleri kendi aralarında nasıl savaşırlarsa savaşsınlar, biz tarafsız kalalım,” gibi bir seçenek. Ben tarihçi değilim ama bu seçenek bana gerçekçi ve uygulanabilir gibi görünmüyor. Üç kıtaya yayılmış Osmanlı toprakları zaten parçalar halinde kaybedilmiş ve sınırlar gerilemiş.

Öte yandan, bazı Avrupa devletleri, 19.yüzyılda ‘düvel-i muazzama’ olarak anılacak kuvvete erişmiş ve uzun zamandan beri Osmanlı topraklarına göz dikmiş durumda. Savaşın sonucu ne olursa olsun, Osmanlı toprakları silah zoruyla işgal edilecek gibi görünüyor…

İkinci seçenek; yaklaştığı görülen savaşa, kazanma ihtimali olan bir tarafı destekleyerek girmek. Böylece, hiç olmazsa savaşarak SON BİR ŞANS denemek… Talat, Enver ve Cemal paşaların, zorunlu şartlar altında savaşa girme kararı aldıklarını tarih yazıyor. Tarih aynen böyle yazmasa bile, en azından ben böyle düşünüyorum.

Devam edelim… 1908 Meşrutiyet ilanını takip eden günlerde siyasi açıdan İttihad ve Terakki Fırkası’nın tam karşısında, Padişah yanlısı sarıklı ulemanın kurduğu ve emperyal güçler tarafından açıkça desteklenen Hürriyet ve İtilaf Fırkası var.

(Laf aramızda, aradan 100 yıl geçmiş ama 21.yüzyılın Türkiye Cumhuriyeti’nde, bugün bile benzer bir siyasi çekişme yaşanıyor… Gaza gelip yazı kapsamı dışına taşmamak endişesiyle, yenilikçiler ve tutucular arasında süregeldiğini zannettiğim bu mücadelenin günümüzdeki ayrıntılarına girmiyorum. Bu konuyu belki ayrıca tartışma fırsatımız olur.)

… ve beklenen oluyor, Temmuz 1914 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’na Almanya’nın müttefiki olarak giriyor ve savaş kaybediliyor. Savaş sonrası durumu anlatmak için aşağıdaki harita yeterli…





Mehmed Talat’ın devlet yönetiminde olduğu dönemde, 1915 yılına rastlayan önemli bir olay daha var. Bu olay, günümüz dünyasında kısaca “Ermeni soykırımı” olarak adlandırılıyor ve aradan yaklaşık bir yüzyıl geçmiş olmasına rağmen dünya gündemdeki yerini koruyor. “Tehcir” yani “göçe zorlama” olarak bilinen bu acı günlerin faturası İttihad ve Terakki yönetiminin başındaki Mehmed Talat’a kesiliyor. Serinkanlı bir değerlendirme yapmaya çalışırsak aşağıdaki gibi özet bir paragraf yazabiliriz:

Kim bu Ermeniler? Yüzyıllar boyunca Osmanlı İmparatorluğunda “millet’i sadıka / devlete sadık millet” olarak anılmış, devlet yönetimine sayısız valiler, bakanlar, büyükelçiler, asker ve sivil paşalar vermiş çalışkan ve üretken bir ulus. Anadolu’daki 1000 yıllık tarihi boyunca, (bugünkü Ermenistan hariç) devlet kuramamış ama Osmanlı devletinde her zaman yönetim kademelerinde bulunmuş etkin bir Ortodoks cemaat. Bir kısım Ermeni kardeşlerimiz, 19.yüzyılın ikinci yarısında kendilerine verilmiş olan “bağımsız devlet” vaatleri uyarınca,  Osmanlı’nın çökmesini bekliyorlar. Daha da önemlisi, başta Fransa ve Rusya olmak üzere Avrupalı emperyal devletlerin gönderdiği para, silah ve donanımı kullanarak çeteler halinde örgütleniyorlar. Silahlı Ermeni çeteleri, Kürt, Türk, Gürcü, Çeçen, Laz kökenli insanların yaşadığı köyleri, kasabaları basmaya ve “yaşadığınız bu toprakların esas patronu Osmanlı değil, Ermenilerdir,” mesajını verecek şekilde katliamlar yapmaya girişiyorlar.

Osmanlı devleti üç cephede savaş halinde. Uluslararası hukukun tanıdığı bir hak olarak “vatan sınırlarını korumak” amacıyla çarpışıyor. Ne olacak şimdi? Bir taraftan cephe savaşı, diğer taraftan devlet sınırları içinde ‘gayrı-nizami’ çete faaliyeti… Alınan karar uyarınca malum bölgelerde yaşayan Ermeniler doğu yönünde göçe zorlanıyor. Bu zorunlu göç sırasında intikam almak isteyen Kürt, Türk, Gürcü milisler, göç yolundaki Ermeni kafilelerine, silahlı saldırılar yapıyor. Bu da yetmezmiş gibi, bir kısım Ermeni aileler de salgın hastalık ve bakımsızlık nedenleriyle ölüyor. Anadolu tarihinde çok acı, çok kanlı günler yaşanıyor.

Sonuç olarak Ermeniler bağımsız devlet filan kuramıyor ama devlet yönetimindeki Mehmed Talat’ın 1918 yılında ‘Brest Litovsk’ antlaşmasına attığı imza ile, Kars, Ardahan, Artvin, Batum gibi iller geri alınıyor. (neden?) Çünkü Rusya’da 1917 Sovyet Devrimi olmuş, rejim değişmiş. Yeni kurulan SSCB devleti, anti-emperyalist kurtuluş savaşlarında, ezilen devletlerin yanında yer almak üzere ilk adımlarını atıyor… (Kurtuluş Savaşı sırasında da, Mustafa Kemal önderliğindeki Ankara Hükumeti’ne yapmış olduğu somut yardımlar var.)

Aynı 1918 yılında, Mehmed Talat dahil, İttihad ve Terakki üst düzey yönetimi, Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmiş bir imparatorluğun sorumluluğunu taşıyan kadrolar olarak “VATAN” topraklarını terk ediyor. (Hangi “VATAN”?) Siyasi hayatları boyunca yenilikçi girişimlerle çağdaşlaştırmaya uğraştıkları, padişahlığı indirerek meşrutiyet yönetimine kavuşturdukları, devlet sınırlarını korumak ve savunmak için uğrunda savaşlara girdikleri “VATAN”. (Aynı Vatan, sadece dört yıl sonra yaşanan ‘Kurtuluş Savaşı’ ile bağımsızlığını kazanacak. Kurtuluş Savaşı önderlerinin, Mehmed Talat’ın izinden gittiği anlaşılıyor.)

Bu yazıya konu olan ilk ‘Üstadı Muhterem’, ‘Jön Türk kökenli’, ‘Yenilikçi’, ‘Posta Müdürü’, ‘İttihatçı’, ‘Posta Nazırı’, ‘Dahiliye Nazırı’ ve ‘Sadrazam’ Mehmed Talat, 1921 yılında, savaş sonrası Almanya’nın başkenti Berlin’de bir Ermeni komitacısının kurşunlarıyla öldürülüyor. Suikastçı olarak suçüstü yakalanan Sogomon Tehliryan, Almanya ağır ceza mahkemesinde yapılan yargılama sonucunda, bir buçuk gün sonra beraat ediyor.

Elbette bütün bunlar, 20.yüzyılda ‘Ermeni terörü’ olarak bilinen ve Türkiye Cumhuriyeti diplomatlarının öldürülmesi gibi ağır sonuçlar veren günleri hatırlatıyor… Bazı ‘medeni’ Avrupa ülkelerinin 21. Yüzyılda bile bazı terörist grupları taşeron olarak işe aldığı ve Türkiye Cumhuriyeti'ne yönelik silahlı, bombalı saldırıları dolaylı olarak desteklediği gerçeği ile de örtüşüyor... Ama bütün bunlar ayrı bir tartışmanın konusu… Bu yazıya sığmaz..!

Mehmet Talat’ın naaşı, 1943’te Almanya’dan Türkiye’ye taşındı. Abide-i Hürriyet Şehitliği’nde, her sabah doğudan yükselen ışığın altında ebedi istirahatına devam ediyor…

Ahmet Sönmez / Şubat 2012 









2 yorum:

  1. Tarih Özeti ... Yorumlara tamamen katılırım. Güzel toparlanmış..

    Mehmet Talat Paşa ise çok az yer almış. Başlık ile yazının bütünü arasında çok az ilişki var. Ama bu çalışmanın içinde, şimdiye kadar okuduklarımın laf olarak sözünü ettiği ettiği ve önem vermediği, bugünle bağ kurmadığı, telgrafı sosyal medya olarak etkin kullanan bir kullanan bir önder kişiyi anlatması..

    Sonuç olarak, Mehmet Talat Paşa'yı ve olaylardaki kilit rolünü kuvvetli anlatsa çok iyi olur...

    YanıtlaSil
  2. Aslında tarihi bir konuda yorum yazmak beni aşar. Çünkü tarih bilgim derin değildir. Ancak bu yazıyı bir tarih öğretisi veya Mehmet Talat’ın hayatını özetleyen salt bir tarih yazısı gibi kabul etmek istemediğim için düşüncemi açıklama cesaretini buluyorum. Mehmet Talat’ın düşünce gelişimi ve hayat yolu keyifli bir dille anlatılırlen, çevresindeki tarihi olaylardan bence kıvamında bahsedilmiş. İyi şeyler yapmak için kendini iyi yetiştirmiş bir insanın da bazen kendi düşüncelerinin bazen de kaderinin nasıl kurbanı olduğunun hikayesini okudum demek istiyorum. Ayrıca Ermeni tehciri,
    kendi başına yüzlerce kitap yazılmasını gerektirdiği halde ülkemizde az işlenmiş bir konu olarak buradaki öykünün düğüm noktası olması konuya uzak okurlar için faydalı bir yaklaşım. Kahramanımızın sonunu getiren bu olaya bağlantı çok detaylı olmasa da yeterli yapılmış. Gönlüm tehcir konusunda daha çok yazılmasından ve batı dünyasına karşı kendimizi daha iyi anlatmaktan yana hep.



    YanıtlaSil

Yorumunuz okunduktan sonra yayınlanır. Yorumunuzun altına ad ve soyadınızı yazınız, Kimliği belirsiz yorumlar yayınlanmaz.

ÖNE ÇIKAN YAYIN

And They Died / Gün Gencer

  AND THEY DIED (THE ROAD TO GALLIPOLI) (ÇANAKKALE SAVAŞINA GİDEN YOL) A TRAGEDY IN THREE ACTS  (A Docu-drama with music written in memory o...