EYCECİK
O yıl kurban bayramı yaza rastlıyordu ki, baharda ona bir kuzu alınmıştı. Daha doğrusu o, kuzunun kendisine alındığını sanıyordu. Çünkü ona öyle söylenmişti: “Al bakalım bu kuzu senin, ona iyi bak e mi!” Nasıl bakmazdı, dünyalar onun olmuştu. Kuzusu öylesine şirin, öylesine sevimliydi ki! Göz çevreleri ve burnundaki kara lekeler; ak pak kuzusuna, ne zaman ne yapacağı bilinmez bir küçük yaramaz havası katıyordu. Oturdukları dede konağındaki Mengenli aşçının kendisini “Eycecik kuzum” diyerek sevmesinden esinlenerek; kuzusuna “Eycecik” adını takmış, böylece onunla adaş olmuşlardı.
Sabahları kahvaltısını çabucak yapar, doğruca bahçedeki odunluğa koşardı. Eycecik onu orada, çamaşırhanenin bitişiğindeki orman kokulu yuvasında beklerdi. Odunluğun kapısına yaklaşırken kuzusu onu tanır, melemeye başlardı. Saman serili loşluktan fırlayıp kendisine koşarak gelen kuzusuna sarılır, başını, boynunu, sırtını okşardı. Ucunda nazar boncuğu asılı kırmızı kurdelesini düzeltir, boynuna geçirdiği ipi bileğine dolayarak kuzusuyla mahallede gezintiye çıkardı. Mahalleli artık onları tanıyordu, yola inip her ikisini de severlerdi. Mahallenin bitimindeki çayırlıkta kuzusunun karnını doyurur, bağ evinin kuyusundan çektiği suyla susuzluğunu giderirdi. Ona öyle iyi bakmıştı ki, başlarda beline gelen boyu, şimdilerde omuzuna yükselmişti. Boynuzları bile çıkmıştı. Boynuzlarını kavrayıp sırtına atlar, birlikte dolaşırlardı. Onunla arkadaşlığının hep böyle süreceğini sanırdı. Havalar iyice ısınıp, hiç hatırlamak istemediği o bayram günü yaklaştığında, evde kendisinden gizli bir dolap döndürüldüğünü sezdi. Halalar, yengeler aralarında fısıldaşıyorlar, o ortalıkta görününce hemen susuyorlardı. Anlayabildiği kadarıyla, ortada onu ilgilendiren bir konu vardı, yakında bir şeyler olacaktı. Ancak gururuna yedirip öğrenmeye çalışmıyor, ilgilenmez görünüyordu.
Arife günüydü. Evdeki bütün kadınlar, ailenin ilk erkek torunu olan onun için bayramlık giysiler hazırlama telaşı içindeydi. Kimi kısa pantolon için ölçü alıyor, kimi gömlek provası yapıyor, kimi de ördüğü hırkanın kol boyunu ölçüyordu. Kendisi için hazırlanan bayramlık giysilerin heyecanıyla iyice coştuğu bir anda, önceden seçtikleri elçileriyle onu bir anda yalnız bırakıverdiler. Amcasının “Bak oğlum, yarın kurban bayramı…” diyerek konuşmasına başlamasıyla, kendisinden saklanmakta olan konunun gündeme geldiğini hemen anladı. Konuşma, “Öbür dünyadaki kıldan ince, kılıçtan keskin Sırat Köprüsü’nden geçerken, kuzusunun ona nasıl yardımcı olacağına geldiğinde, artık onların niyetini iyice anlamıştı: Kuzusunu kesip yiyeceklerdi! Ne kadar ağlasa, yalvarsa boşunaydı, Eycecik kurban edilecekti! Fakat neden? Ağlayarak, içlenerek ya da bağırarak sorduğu bu soruya verilen yanıtları ne anlayabildi, ne de kendisi bir yanıt bulabildi.
Ertesi sabah uyandığında, bir gün önce provaları yapılmış bayramlık giysileri ve bir çift yeni pabucu başucunda buldu. Kuzusunu elinden alacak olanlarca hazırlanmış olan bu hediyeleri görmezden geldi. Bir gün önce giydiği giysileri bulup sırtına geçirdi ve bahçeye fırladı. Gördükleri onu çileden çıkarttı. Kayısı ağacının dalına bir çengel asılmış, yere bir çukur açılmıştı. Aşçı bıçaklarını bilemeye başlamıştı ki, kendisini odunluğa, Eycecik’in yanına attı. Ağlaya ağlaya öptü, kokladı onu. Nazar boncuklu kurdelesini çözüp odun sıralarının arasına sakladı. Kuzusunu ondan almaya geldiklerinde, yalvarmaları, tehditleri hiçbir işe yaramadı. Sürüye sürüye alıp götürdüler Eycecik’i. Fakat onu odunluktan çıkartamadılar. Çakma tahta kapının aralığından bütün olup bitenleri izledi. Eycecik’i yere devirip iki ön ve bir arka ayağını birlikte urganla bağlamalarını, boynunu yerdeki çukura denk getirmelerini, gözlerini siyah bir bezle bağlamalarını, etrafına çömelip dua etmelerini, Eycecik’in meleyerek kendisini yardıma çağırmasını, boğazı kesilip kanı çukuru doldururken melemesinin hırıltıya dönüşmesini, başının kesilip tepsiye konmasını, arka ayaklarının birinden daldaki çengele asılmasını, öbür ayağının derisinde delik açılmasını, bu delikten üflenerek derisinin şişirilmesini, karnından boynuna dek derisinin kesilip iki yana açılmasını, sonra iç organlarının çıkartılıp tepsiye konmasını, ve sonra bacaklarının satırla parçalanmasını, hepsini, hepsini izledi. Artık Eycecik yoktu. Çukurda biriken kanına, tepsiden yükselen buharına, daldaki çengele takılı ayağına son kez baktı. Kendini odunların arasına attı. Odunluğa sinmiş kokusunu çekti içine, nazar boncuklu kurdelesini sakladığı yerden çıkarıp cebine koydu. Tuz kabında kalan tuzu su kabına boşalttı. Eycecik’in elinden kurtulup, boynuna bağlı ipi sürükleyerek kaçtığı o günü hatırladı. Avaz avaz bağırıp bütün mahalleyi ayağa kaldırmıştı. O gün kuzusu bulunana dek kendisinin ne denli üzüldüğünü gördükleri halde, bugün nasıl bu denli duyarsız davranıp onu yok etmişlerdi?
Onu saatlerce çıkartamadıkları odunlukta durmadan ağlayıp bağırdı: “Hem kuzumu kurban ediyorsunuz, hem de bayram yapıyorsunuz. Katilleeer!” Sonunda, kaptaki tuzlu suyu kapıyı açmaya ilk gelen kişinin suratına savurdu. Odunluktan çıktıktan sonra kuzusunun kanını alnına sürmeye kalkışmaları da neyin nesiydi? Onları hiç affetmeyeceğini söylediği zaman, özürleri kabahatlerinden büyük olmuştu: “Ama o artık kuzu değildi ki, büyüyüp koyun olmuştu”. Onu iyi besleyip baktığı için kendisine lânetler yağdıracağını nasıl da düşünmemişlerdi! Eycecik’in boğazı kesilirken boşta kalan arka ayağının bir kasılıp bir boşalarak toprakta iz bırakması yıllarca gözlerinin önünden gitmedi. Ve o günden sonra bir daha hiç et yemedi. Dahası, onu çok seven aşçının pişirdiği hiçbir yemeği yemedi, ve kendisine “Eycecik kuzum” demesini yasakladı. Hukukçu olan dedesi, akşam yemeklerinde yaptığı huysuzluklara bir anlam veremez, kaşlarını çatıp, “Yoksa bu da büyüyünce filancanın oğlu gibi asi mi olacak?” derdi. Dedesini haklı çıkartmak için elinden geleni yapardı. Odunluğa bitişik olan kümesteki tavukları, civcivleri, horozu bahçeye salar, folluk yumurtalarını duvarda patlatıp, bahçenin günlerce berbat kokmasına yol açardı.
Oğlunun elinden tutmuş, kurbanlık koyunların sergilendiği çayırlıktan geçerken o günler gelmişti aklına. Hâlâ et yemiyordu. Çayırlığın bitişiğindeki semt pazarına girip sebze ve meyve aldılar. Pazarın çıkışındaki balıkçı tezgâhı oğlunun çok ilgisini çekti. İrili ufaklı balıkları seyrediyor, hepsinin adlarını soruyordu. Leğendeki suyun içinde çırpınan sazanların yanından bir türlü ayıramıyordu oğlunu. Leğenin yanına çömelmiş, balıkları yakalamaya çabalıyordu. Sonunda çaresiz, bir çift sazan satın aldı. Balıkçının, canlı kalmaları için su dolu poşete koyduğu balıkların oynaşmalarını seyrederek evlerine gittiler. Sazanları, tıpası yarım kapalı küvete doldurdukları suya bıraktılar. Küvet musluğundan sürekli su akıtınca, sazanlar gitgide canlandı. Bir süre sonra, iki sazan peş peşe küvetin içinde fır dönmeye başladı. Oğlu, bu durumdan büyük zevk alıyor, sazanların dansını çığlıklar atarak izliyordu. İki eliyle yakaladığı balıkları sudan çıkartıp, avuçlarından kaydırarak tekrar suya bırakıyordu. Sonunda mayosunu giyip o da küvete girdi, kâh iki yanından şıpırtılarla yüzerek geçen sazanlarla oynuyor, kâh iki yana açtığı bacaklarının arasından geçmelerini seyrediyordu.
Saatlerce oynadıktan sonra;
- Baba ben çok acıktım, ne zaman yemek yiyeceğiz?
- Annenle balık yiyecektiniz ama sen oynuyorsun onlarla.
- Ben yeteri kadar oynadım baba, haydi kesip yiyelim onları.
Bu kadar zamanını onlarla oynayarak paylaştığı halde, şimdi onları yemeyi düşünen oğluna hayretle baktı. “Ne kadar farklıyız” diye düşündü, “yoksa fark kuzu ile balık arasında mıydı”. “Yoksa bu bir nesil farkı mıydı?”. “Belki de oğlu kendisinden daha gerçekçiydi”. Yok, ne olursa olsun, balıkların kesilip yenmesine içi elvermeyecekti.
O akşam kahvaltı yaptılar. O gece sabaha kadar, küvette yüzen sazanların tatlı şıpırtıları eşliğinde uyudular. Ertesi gün pazardı. Su dolu bir kovaya yerleştirdikleri sazanları alıp, kent dışındaki göle yollandılar. Sazanlar, hemcinslerine kavuşmanın heyecanıyla süzülüp giderken, oğlu arkalarından bakıp;
- Yeseydik keşke onları baba, diyordu.
O da, işte o günden sonra balık yemeye başladı. Tabii, sazan dışındakileri!
Bana göre ‘’gıpta’’, kıskançlıktan çok farklı bir duygu. Beğeni, övgü, özenme, öykünme içeriyor. ‘’Helâl olsun yahu, ne güzel, ne harika yazmış be!’’ demenin içten bir takdir, bir hak teslim etme boyutu var. Kıskanmak çirkin, kıskançlık olumsuz ama gıpta etmenin hiç öyle kötü bir tarafı yok. ‘’Ne hoş öykü, keşke ben de böyle yazabilsem’’ demenin neresi olumsuz, değil mi? Ben de öyle diyorum: ‘’Ne hoş öykü bu be Selçuk, helâl olsun, ne güzel yazmışsın. Keşke ben de böyle yazabilsem’’.
YanıtlaSilPeyami öyküsünde bunu mutlaka sen yaşamışsındır demiştim de ben değil ama bir arkadaş diye yanıtlamıştın. Bu kez eğer Mengenli ustanın Eycecik dediği sen değilsen, kuzu da senin kuzun değilse yazdığın öykü tek sözcükle olağanüstü diyeceğim. Kuzunun kesilmezden öncesini, kesilişini, ve kesildikten sonrasını inanılmaz bir duyarlılık ve gerçekçilikle her ayrıntıyı kaydederek, her saniyeyi yaşatarak, okurun yüreğini sızlatarak dillendiriyorsun. Kuşak farkı örneklemesi ise müthiş çarpıcı bir sürpriz. Eycecik’in akıbetinin iç sızlatıcılığını babanın tam tersi bir oğul davranışıyla okuru şaşırtarak telâfi ediyorsun gibi. Harika.
Eycecik tam da zamanında Bloga yüklendi, o kahrolası kıldan ince kılıçtan keskin uyduruk köprüden geçme palavrası ile kimbilir kaç binlerce Eycecik gibisi hunharca yok edilmekteyken. Sen de, yükleyenler de bin yaşayın.
Sevgiyle,
OÜ
ÖYKÜNÜN ÖRGÜSÜ VE DUYGU ALIŞ VERİŞİ DENGELİ, DOKUNAKLI...
YanıtlaSilBANA GÖRE ÇOK USTACA. TEBRİKLERVE ELLERİNE SAĞLIK SELÇUK HOCAM...
Eycecik ne kadar ustaca yazılmış ise seninkiler de öyle Sadık. Ha Selçuk, ha sen. Sur tepesinde oğlak besleyen kaç kişi var ki benim tanıdığım? Bir süredir yazmadığın için hayıf hayıf hayıflanıyorum. Haydi, davran. Sensiz Bloga Blog mu denir ?
YanıtlaSilSevgiler
OÜ