Kuzineli Oda / Okan Üstünkök

 KUZİNELİ  ODA

(ŞU ÖLÜMLÜ DÜNYA ÖYKÜLERİ 3)

 

ilk yazılışı ’17 -  son şekli  mayıs ’21  bristol

 

                                                                                      

Evin bahçesini sınırlayan yüksek taş duvarın öte yanı açık hava  Şan Sineması’ydı. Basamaklı teraslarında sıralanmış dengesiz ahşap iskemleleri kışın nerede depolanırdı, anımsamıyorum,  ama baharda açılırdı sinema. Akşamlar dışında pazar öğleden sonraları da askerlere tiyatro işlevi görürdü. Sahnedeki kadınların  Osman Aga, Asmalarda Üzüm, Çok Sallanma Kasatura da Fırlar Belinden  türküleri bahçeden duyulurdu. Her pazar aynı şeydi. Kadınlar söylemekten  yorulmazdı,  ne yapsınlar?  Anlaşılan askerler de dinlemekten bıkmazdı.  Duvara tırmanabilsem  çıkıp hırsızlama seyretmek için can atardım ama tırsardım. Çıkılır gibi değildi duvar. Sekiz on metre vardı yüksekliği. Henüz buluğa ermemiş aklıma dekolteler gelmezdi de, kadınların boyalı yüzlerini  düşlemekle yetinirdim .  Cümbüşü tıngırdatan adamla gırnatacı ve kemancının sahnenin neresinde durduklarını, oturarak mı yoksa ayakta mı çaldıklarını daha çok merak ederdim. Görmediğim,  belleğimde  yalnız  ses olarak  kalan bu gösterinin aslında kanto, operet, ve komedi karışımı,  yirmibeş kuruşluk, ucuz,  taşraya yakışır bir vodvil benzeri olduğunu bilemezdim o zamanlar elbet. Dokuz yaşımdaydım, dokuz.

 

Şan Sineması’nın Pazar programı ucuzdu, evet,  ama boyalı kızları, cümbüşcüsü, gırnatacısı, kemancısı, kınalı sakallı sözüm ona sihirbazı ve dökülen komedyeniyle  gene de  değerli olmalıydı haftada bir gün çarşı iznine çıkan  genç, neredeyse çocuk yaştaki askerler için. Kimbilir kaç tanesi sahnedeki kızlardan birine vurulup onu sahnede olsun görmek için pazar günlerini iple çekmişti. Sinemada görevlendirilen inzibatlar olmasa aralarından ne olursa olsun diyerek sahneye fırlayıp beğendiği birine sarılıvermek için askerliğini yakmayı bile göze alan çıkar mıydı acaba? Bunları da pek düşünemiyordum daha, düşünemezdim.

 

O yıl diz kapağımın üstünde iki büyük sihil çıktı. Ne cehennem taşı kâr etti, ne de komşu Resa teyzenin önerdiği zakkum dalının öz suyunu sürmek.  Bir türlü  yok edilemediler körolası şeyler. Sonunda aygır deposunun arkasındaki toprak sahada top koştururken düştüğümde  dizdeki deri olduğu gibi yüzülünce sihiller de koptu gitti. Ne zaman düşsem ya da başıma bir kaza gelse ‘’niye dikkat etmedin’’ diye  dayak yerdim. O yüzden  dizimin kanaması geçinceye kadar eve gitmedim. Arkadaşlar yerden sigara izmaritleri  toplayıp yaranın üstüne tütün bastılar, iyi ki mikrop kapmadı. Yoksa bir dayak da onun için atılırdı. Nasıl becerdiysem kabuğu düşünceye kadar yarayı  evdekilere de göstermedim.

 

Ortaokula başladığım yıl ev değiştirdik. Kentin yeni gelişen bir kesiminde hepi topu dört dairesi olan bir apartmana taşındık.  Kapıdan girişteki ensiz  salon bir yanda iki, öteki yanda  bir olmak üzere üç odaya açılıyordu. Salondan çıkılan koridorla da mutfağa, banyoya ve  aradaki helâya  ulaşılıyordu. Koridorun sonundaki dördüncü oda en ışıklı ve rahat olanıydı. Yandaki demir kapıyla apartmanın arkasındaki bahçeye çıkılan ‘’bahçe odası’’,  iki yöne bakan pencereleri, kilim kaplı sediri, yemek masası, gömme dolabı ve koskoca kuzine sobasıyla kendi başına bir ev gibiydi. Kısa sürede en çok kullanılan yer oldu.

 

Ortaokulda düzen değişikti. Her derse ayrı öğretmen giriyordu. Kızlar önlüklüydü de  biz oğlanlar için ceket  ve  boyunbağı zorunluydu. Alışmak kolay olmadı. Kılık kıyafete bakılırsa küçük birer büyük adamdık orta birdeki erkek öğrenciler ama ilkokuldan geleli daha üç ay olmuştu, pek büyümemiştik ki.  Ders aralarında hâlâ bahçede itişip kakışıyor, tepişiyor, kovalamaca, birdirbir oynuyor, zil çalınca sınıfa kızarmış yanaklarla ve ter içinde giriyorduk.

 

Birgün yine bahçede top oynuyorduk.   Seyredenler arasındaki haytanın biri parmağına lastik takarak yaptığı  bir tür sapanla kıvrık tel parçalarını sağa sola fırlatırken attığı paslı bir tel geldi,  rastlantı işte, gözüme çarptı. Canım acımadı da şaşkınlıktan yığıldım kaldım. Arkadaşlar başıma üşüştüler. Büyük sınıflardakilerden biri akıl etti, yönetici odasına götürdüler. Babama haber verildi.  Hemen göz doktoruna gittik. Göze çarpan tel epey zarar vermişti. İçerdeki mercek parçalanmış, gözün renkli kısmı yırtılmış, en dıştaki saydam kısım ise  delinmemiş ama önemli ölçüde zedelenmişti.  Doktordan yüzümün yarısını kaplayan  sargıyla eve geldiğimde o gün ilk kez başıma gelenden ötürü dayak yemedim.

Sağ gözüm kullanılmaz oldu.

 

Tek göze kaldıktan sonra herşeyi değişik görmeye başladım. Rüyaları bile. Gerçekte yapamadığımı yapıp yirmibeş kuruş vererek Şan Sineması’ndaki Pazar tiyatrosuna girdim bir kez rüyada. Yanımda oturan asker sahnedekilerden pembe giysili  sarışına sürekli el sallıyordu. Sarışın da ona sahnenin arkasındaki  saksıdan sardunya koparıp attı. Gerçek gibiydi rüya. Askerin havada yakalayıp yakasına iliştirdiği  kırmızı çiçeğin kekremsi  kokusunu bile duydum sanki.

 

Bir gece de uykumun en derin yerindeyken irkilerek uyandım. Annemle babam  başucumdaydılar ama konuşmuyorlar, boş boş bana bakıyorlardı. Yatakta doğrulacaktım. Babam engelledi. Bir an gözgöze geldik. Aaa!!  Gecenin karanlığında babamın gözlerinde fosforlu tespihlerinkine benzer tuhaf bir ışık parlıyordu, yeşilimsi.  Başımı çevirip anneme baktım. Onun gözlerinde de aynı ışık vardı.  Bedenimden bir korku dalgası geçti, saçlarım diken diken oldu. Halsiz hareketsiz kalakaldım. Annemle babam eğildiler. Hiç ağırlıksız bir tüy parçasıymışım gibi  birer parmaklarıyla kol ve bacaklarıma  şöylesine dokunup beni yataktan kaldırdılar. Sanki yerçekimi yok olmuştu. Öbür yatakta anneannem yumuşak yumuşak horluyordu. Takma dişleri pencerenin denizliğinde duran bardaktaki suyun içindeydi.  Onlardan hep korkardım. Bakmadım bile.  Annem, babam, bir de ben, yavaş yavaş kapıya doğru uçtuk. Kapalı kapıyı açmadan içinden geçtik. Sobalı salona çıktık. Orası da karanlıktı ama anne ve babamın  gözlerinden yayılan gizemli ışık ortalığı enikonu aydınlatıyordu. Sobanın nikelajlı kapağı kendiliğinden açıldı. Annemle babam tam başımı sobaya tıkacakken son anda caydılar. Geri getirip yatağa bıraktılar. 

O zaman gerçekten uyandım. Olmadık rüyalar görmeye biraz biraz alışmıştım ama bu kez epey ürkmüştüm.  Üşümüştüm de. Hem soğuktan hem de gördüğüm düşün heyecanından içim ürperiyordu.  Yorgana iyice büründüm. Az sonra annemle babamın gözlerindeki tuhaf ışık, takma dişler, soba  aklımdan çıktı. Yine daldım.

 

Uykumu alınca doğruldum. Baktım, anneannem kalkmıştı. Ev işine girişmiş olmalıydı. Ortalık her sabahkinden sessizdi. ‘’Tabii’’ dedim, içimden. ‘’Bugün pazar’.  Pazar günleri geç kalkılır, kahvaltıda sucuklu yumurta,  kışın tarhana çorbası, bazan da kuzinede ısıtılmış arnavut böreği yenirdi.  Kalktım,  anneannemin ‘’nerede hani terlikler?’’ diye soracağını bile bile, hatta belki de sorsun diye,  terlik giymeden koşar adım bahçe odasına doğruldum. İşte, annemle babam da kalkmışlar, masaya oturmuşlardı bile. Anneannem kuzinenin başındaydı. Ortalıkta o ılık, o börek kokulu, o insana  ‘ohhh’’  dedirten hava vardı. Akşamki ürkütücü rüyayı unutmuştum. Neşeyle ‘’herkese günaydııın’’  dedim.  Anneannemden tatlı-sert terlik azarı işitmeyi bekledim ama ses çıkmadı.  Kuzinenin üstüne eğilmiş, öyle duruyordu. Annemle babam da hiç kıpırdamadan oturmaktaydılar. Ne olduğunu pek anlamadım. Derken annemle babam yavaş yavaş başlarını çevirdiler.  Gözlerinde gene o tuhaf yeşil ışık vardı. Tüylerim ürperdi. Annemin gözlerindeki ışık daha güçlüydü şimdi. Anneannem her zamanki gibi gülümsüyordu ama onun sadece gözleri değil, ağzındaki takma dişler de aynı fosforlu ışıkla pırıldıyordu. Babam ıslık gibi bir sesle  ‘’akşşşam sssoba sssönmek üzzzereydi, şşşimdi kuzzzineyi deneyeceğizzz’’  dedi.  İkisi kalktılar. Rüyadaki gibi usul usul, havada uçarcasına yaklaştılar. Uzanıp kollarıma bacaklarıma şöylece dokunup kaldırdılar. Gene halsiz kaldım. Başım arkaya düştü.  Son bir gayretle gören gözümü aralayıp baktığımda anneannem kuzinenin kapağını açmış, bekliyordu.  Alevler saçlarımı sardığında  can havliyle tam ‘’hassi..’’ diyecektim, sesim çıkmadı, yapamadım.

 

                                                       




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuz okunduktan sonra yayınlanır. Yorumunuzun altına ad ve soyadınızı yazınız, Kimliği belirsiz yorumlar yayınlanmaz.

ÖNE ÇIKAN YAYIN

And They Died / Gün Gencer

  AND THEY DIED (THE ROAD TO GALLIPOLI) (ÇANAKKALE SAVAŞINA GİDEN YOL) A TRAGEDY IN THREE ACTS  (A Docu-drama with music written in memory o...