ODTÜ Mimarlık Notları / Yücel Akyürek

 

ODTÜ MİMARLIK NOTLARI

 

                   “Yolboyu”, Yeni İnsan Yayınları, Temmuz 2019, İstanbul kitabımdan alıntıdır.

 

1. Barakalı Dönem, İlk Yerleşke. 1961-1963

      TBMM Binası Servis Avlusu

 

….derslerin başladığı ilk bir iki haftalık dönem Mimarlık eğitiminin büyüsüne kapılmak için bana yetmişti.

                    İlginç Bir Ders: Temel Tasarım

Türkiye’ye yeni gelen Amerikalı Mr. Switzer, “temel tasarım” adı altında o günlerde hiçbir mimarlık okulunun programında olmayan ilginç bir ders başlatmıştı. Herhangi bir şeyle onun kendi bileşenleri ve onu çevreleyen diğer şeyler arasındaki etkileşimi denge, ölçek, orantı ve bağdaşıklık gibi ölçütler temelinde anlayabilme ve bunları her boyutta yorumlayabilme becerisi kazandırmayı hedefliyordu. Bu bazen leke, renk veya doku örneğinde tek düzlemde; bazen de küçük heykelcikler örneğinde üç boyutlu olabiliyordu. Bizden geri bildirim almak için verdiği kısa süreli tasarım ödevleri de ilginçti.

        Yarın bana, sizin yaptığınız, özgün ve açıklayabileceğiniz bir şeyle gelin

Dediğinde hepimiz şaşırmıştık. Önceki dönemlerde, öğrendiklerimizi tekrar ederek not almaya ayarlı akıllarımızla bağdaştıramadığımız bu ödevi kendi aramızda tartıştıysak da bir faydası olmamıştı. Switzer ertesi gün bütün sınıf kalabalığıyla birlikte herkesin masasını birer birer dolaşıyor ve:

         “bunu neden yaptın, ne anlatmak istiyorsun”  diye soruyordu.

Söylediği her şeyi dikkatle dinleyip satır aralarını bile anlamaya çalıştığım halde bu küçük sınav, herkes gibi benim için de çok başarısız geçmişti. Switzer, zaten nelerle karşılaşacağını başından bilen bir öğretmenin rahatlığıyla, bugüne kadarki gündelik izlemlerimizden yola çıkarak ortaya koyduğumuz üstünkörü nesnelerin hiç biriyle fazla ilgilenmeden ilerliyor ve ne kadar basit olursa olsun araştıran ve sorgulayan özgün bir yaklaşım arıyordu. Meslek yaşamının ileri bir aşamasında Sinan Ödülünü kazanarak hepimizi gururlandıracak olan Ziya, masası üzerindeki, bizlere biraz da kolaycılık gibi göründüğü için gülümsemelerle karşılanan, karmakarışık bir tel yumağına tiyatro sahnelerindeki gibi düşünceli bir ifadeyle bakarken herkesin karşılaştığı benzer soruya:

        “ bu benim kafa karışıklığımın bir dışavurumudur efendim”

diye yanıt vermişti. İlerleyen günlerde hepimizin aklı daha da karışacaktı.

İkinci ve sonraki sınavlarda ne istediği biraz daha açıklığa kavuşmuş ve yaptıklarımız en azından masalarda bir süre oturup olumlu ve olumsuzluklarıyla ilgili tartışılmaya değer hale gelmişti. Hedefi daha belirgindi. Önceki şartlanmalarımızın biriktirdiği bütün tortuları kafalarımızdan silmek, önyargıları yıkarak ayaklarımızı yerden kesmek ve sonradan da sağlam bir temel üzerine araştıran, sorgulayan ve yeniden yorumlayan bir bakış açısı kazandırmak istiyordu.

Yavaş yavaş artık ne pencere bildiğimiz pencere; ne de kapı bildiğimiz kapı olmaktan çıkmaya başlamıştı. İyi, kötü, güzel ve çirkin gibi genellemeler de yerini daha ayrıntılı ve kapsamlı çözümlemelere bırakacaktı.

 Switzer’ın Temel Tasarım dersleri ne yazık ki yalnızca üç ay sürdü. Bir sebepten Amerika’ya dönmesi gerekmişti. Ama ondan duyduklarımız önümüzde yepyeni ufuklar açmaya yetmişti.

     “Demek bir mimar dünyaya böyle bakardı.”

Onun başlattığı bu düşünce disiplini, ODTÜ ’nün geleceğine; birkaç yıl içinde de Türkiye’deki bütün diğer mimarlık okullarının programlarına Temel Kur adıyla yerleşecekti. Birinci yılımızın geri kalan stüdyo dersleri seçilmiş belirli temel tasarım kavramlarını çizimler ve maketlerle nesnel anlatımlara dönüştürecek alıştırmalarla geçiyordu.

 Daha sonraki kısa süreli başka bir tasarım ödevinde  “mekan ve zaman” kavramının bir arada yorumlanması isteniyordu. Konu başlığı Gideon’un “Mekan, Zaman ve Mimarlık” kitabının adını çağrıştırıyor olsa da asıl esin kaynağı, zamanı dördüncü boyut olarak ele alan Einstein kuramıydı.  İnsanı ve yaşamı çevreleyen durağan bir fiziksel ortama, akışkan bir süreç olan zaman, bir mimari öge olarak nasıl katılabilirdi? İç içe geçen ve boşluklarla birbirine bağlanan kutularla bir şeyler yapmaya çalıştıysam da bu zor sorunun en güzel cevabını, yıllar sonra, Fransız Devriminin iki yüzüncü yıldönümünde, Paris, la Defense’daki “Büyük Kemerin avlusundan ufuktaki tarihi Zafer Takına bakarken buldum.

 

Le Grande Arche /Le Cube 

(Büyük Kemer) Binası,  Otto Von Sprekelson







Büyük Kemer Avlusundan Paris Ufkuna bakış. 
Tam ortadaki
 çizgi izlenirse ufukta Arc de Triomphe (Zafer Takı) görülebilir.


Ortasındaki boşluktan, Arc de Triomphe, Champs-Elisees, Concorde Meydanı, Louvre Sarayı ve La Cour Carree’nin ekseni doğrultusunda rüzgarın ve tarihin öylece akıp gitmesine izin veren küp şeklindeki bu devasa yapı, Fransa ve Paris’in en önemli simgelerinden biri olan Zafer Takına da çok anlamlı bir gönderme yapıyordu.

Bu proje, bizim ODTÜ dönemimizin Mimarlık öğretim üyelerinden Danimarkalı Johann Otto von Spreckelsen’a aitti. Ömrü ne yazık ki, 1982’de yarışmayla kazandığı bu projenin tamamlandığını görmeye yetmemişti. Projeyi sonradan devralan mimar, ana fikri çok iyi özümsemiş olmalı ki, avluya eklediği bulutları simgeleyen beyaz teflon gölgeliklerle bu akışı daha da vurgulamıştı. 1. Sınıftaki bu ödevimizin konusunu belki de Spreckelsen önermişti.

Bir yıl sonra Temel Tasarım dersinin ucunu Switzer’dan sonra yakalayan Alman Fritz Jeneba, Modern Mimarinin Avrupa’daki öncüsü olan Bauhaus ekolünün kurucusu Walter Gropious’la birlikte çalışmıştı. Bizden sonraki sınıfa onun verdiği kısa ödev:

        sınırlar ve kısıtlar mimarın düşmanı değil dostudur!”

ana fikri üzerine kuruluydu. Bir mimari sorunu çözmeye çalışırken arsanın küçüklüğü, çevredeki diğer mimari unsurların olumsuzluğu, bütçe kısıtları ve hatta işverenin aptallığı gibi yaygın mazeretlere sığınanlara çok iyi bir ders niteliğindeydi.

Ödev kurgusunda her türlü kısıtlama kaldırılmıştı. Yerçekimi, yaşamın önkoşulu olan hava ve su bile yok sayılabilirdiÖğrenci önce ne olduğu ve ne ile yaşadığına karar vereceği bir yaratığı; sonradan da bu yaratık için uygun bir yaşam ortamını tasarımlayacaktı. Ancak Tanrısal boyutta kavranabilecek böyle bir özgürlük, insanlar için ansızın bütün sebep sonuç bağlantılarını ortadan kaldıran bir mantık hatasına dönüşmüştü.

Yapı söz konusu olduğunda en büyük kısıtlama olan yerçekiminin yokluğunda, ne göklere tırmanmaya çalışan Gotik katedrallerin; ne de kubbelerin düşey yüklerini yataya dönüştürerek serbest kümelenen kum yığınlarının açılarına uygun eğimlerle yavaş yavaş yere indiren Sinan camilerinin bir anlamı kalabilirdi.



Süleymaniye,
Büyük kubbenin düşey yükünü yataya dönüştürerek,
serbest kum yığınlarına benzer şekilde yavaş yavaş
 yere indiren bir Sinan yapıtı.

 



                     “Mimarlığın Yarısı Hamallıktır”

Switzer’dan sonra bizim sınıfın yükünü her ikisi de Güzel Sanatlar Akademisi mezunu olan Dündar Elbruz ile Tekin Akalın omuzlamıştı. Daha genç olan Tekin Hoca’nın sakin tavırlarına karşın, yaşça büyük olan Dündar Hoca daha hareketli ve ele avuca sığmaz biriydi. Düşüncelerini çizerek anlatmada bileğine çok egemen; şakalarında da, o günlerde çocuğunun doğumunu kutlamak için bir kutu çikolatayla sınıfa gelen Tekin hocaya:

        “malzemesini versek bir tane de bize yapar mısınız?”   diye takılabilecek kadar rahattı. Hiç çocuğu olmayan Dündar Bey’in güldürü amacı ve iyi niyeti herkes tarafından bilindiği için şakaları alınganlık yaratmıyordu. Projeler üzerindeki eleştirileri de bazen damdan düşer gibi ama komikti. Bizim arkamızdan gelen sınıfın kız öğrencilerden birinin projesinde tuvaletlere ayrılan yerdeki ölçek yanlışını anlatmak için eline kalemi alıp pafta üzerinde çizmeye başladığında:

        bak yavrucuğum, şimdi bu senin kaiden!”  diye söze girmişti. O yıllarda aynı zamanda Ankara’nın tanınmış gece kulüplerinden birinde kontrbas da çalan Dündar hocayla Mimarlık Bölüm başkanı hocamız Orhan Özgüner arasında bu sebepten bir anlaşmazlık çıktığını duymuş ama ayrıntılarını öğrenememiştik.  

Dündar Hoca:

        “mimarlık yarı yarıya hamallıktır”

derken de hiç abartmıyordu. Öğrenciliğimizin o ilk yıllarında bizi çileli mimarlık araç ve gereçleriyle ilk tanıştıran da onlardı. T-cetveli, gönyeler, çeşitli sertlikte kurşun kalem uçları, mürekkepli çizim için ilk bir-iki yıl tek seçeneğimiz olan Graphos kalemler ve maket bıçakları bunların belli başlılarıydı. Dündar Bey’in jargonunda bunların adı, ayakkabı tamircilerinin kullandığı bıçaklara atfen “falçata”ydı.

En büyük sorun graphos’un kendisiydi. İçindeki çini mürekkebi sık sık kurur ve çizim akışına, düşünmek için en çok bir dakika bile ara verdiğimizde, çizmez olurdu. Yeniden akışkan hale getirmek için ucunu her seferinde dilimizle defalarca ıslatıp bir kağıt parçasının üstüne ağaçkakan gibi tıklamak; ya da söküp musluk altında yıkamak gerekirdi. Bu nedenle dillerimizin ucu siyaha boyanırdı.

Bizden 5-6 yıl öncekilerin kullanmak zorunda olduğu trilin’leri düşündüğümüzde şükretmek gerektiğini bildiğimiz halde, sabaha karşı var gücüyle proje yetiştirmek için zamanla yarışırken sabrını kaybeden birinin elindeki kalemi karşı duvara fırlatıp kırdığı da olurdu. Üçüncü sınıftan itibaren yardımımıza yetişen rapido kalemler çok daha kullanışlı olsa da kuruma sorununa onlar da kesin bir çözüm sağlayamıyordu.

Rulolar halinde satılan ve katılaşmış yumurta akına benzeyen aydınger kağıt, saydam olduğu için alttaki çizim üzerine doğrudan mürekkeple kopyalanabiliyor, ama schoeller kartonlar görüntü geçirmediği için,  üzerine kurşun kalemle yeni bir taslak çizmek gerekiyordu. Kurşun kalem izleri silgiyle silinebilirken Mürekkepli çizimler ancak jiletle kazınabilirdi. Ruhsat başvuruları ve inşaat ekiplerine dağıtmak için çok sayıda kopya çıkarma zorunluğu olmasa, eskilerin yaptığı gibi kurşun kalemle çizmek her halde en kestirme yol olacaktı.

“B” grubu yumuşak kurşun kalem uçları düşünmek; “H” grubu sert kalem uçları çizmek içindi.

Projelerin çalışılması ve sunumunda maket çok iyi bir araçtı. Başta çeşitli kartonlar ve uygun yapıştırıcılar olmak üzere hemen her şey maket malzemesi olabilirdi. En iyi ağaç çalı süpürgesinden yapılırdı.  Düzgün kenarlar elde etmek amacıyla bir kaç mm. kalınlığındaki kartonları bir kerede kesmek için maket bıçağını olağanüstü bir güçle bastırmak gerekiyordu. Kız öğrencilerin bu işi yardımsız becerebilmeleri olanaksızdı. Mimarlık bürolarının iş yükünü azaltmak için teknik ressamlık, maketçilik gibi yardımcı meslekler ve iş kolları da gelişmişti. Bugünün bilgisayar programları, bu külfetli işlerin ve yardımcı mesleklerin yerini büyük ölçüde almış olsa da mimar aklının bir uzantısı olan kara kalem, her halde hiçbir zaman devre dışı kalmayacaktır.

 

                    Yüksek Matematik ve Turgut Özal

Stüdyo en önemli dersimiz olsa da, eğitimimiz elbette bununla sınırlı değildi. Başka bölümlerle paylaştığımız birinci sınıf yüksek matematik dersimizin hocası Turgut Özaldı. O günlerin ODTÜ’sünde ders veren herkes sadece “öğretim üyesi” idi. Profesör, doçent, ordinaryüs falan gibi unvanlar yoktu. Önceden sahip olanlar varsa bile pek kullanılmazdı. Türkiye’de İngilizce ders verebilecek nitelikte kimselerin sayısı çok az olduğu için bir de başka üniversitelerde kazanılmış bu unvanları aramak seçenekleri iyice daraltmak anlamına geliyordu.  Amerika ve Avrupa’da eğitim görmüş ve/veya 27 Mayıs’la birlikte kurulan Devlet planlama Teşkilatında görev yapmış birçok kişi ODTÜ hocalığına en uygun adaydı. Bizim derslerimize gelmese de o dönemin hocaları arasında Süleyman Demirel, Erdal İnönü ve Korkut Özal gibi sonradan Türk siyasetinde önemli görevler üstlenecek kişiler de vardı.

Turgut Bey’in matematik sınavlarından birinin sabahında Ergun beni ısrarla:

        “gel yanımda otur!”

diye hayli zorladığı halde, birbirimize yararımız olamayacağını düşünerek kabul etmemiştim. Beni ikna edebilmek için daha fazlasını da söyleyemiyordu. Konu ancak sınavdan sonra açıklığa kavuştu. O akşam dersi Erdal’a birlikte çalışanların aklına bir fikir gelmişti. Turgut Bey sınav sorularını, yöneticisi olduğu Elektrik Etüt İşleri’nde mumlu kağıda yazmış ve mavi ispirtolu baskıyla çoğalttıktan sonra da masasındaki çöp sepetine atmış olmalıydı. Gece yarısı, Atilaların Chevrolet’i ile EİE’ye gidenlerden bir ikisi bekçiyi lafa tutarken diğerleri avludaki çöp yığınında mumlu kağıtları bulmuştu. Erdal için soruları çözmek kolaydı. Olanları kimseye anlatmamak kaydıyla diğerlerine de yardım edebilmek doğrultusunda karar aldıkları için, işin aslını bana anlatamamıştı.

Neyse ki bu sınavdan ben de kendi bilgimle geçer not almıştım.

Turgut Bey’in bu olayın farkında olup olmadığı konusunda söylenceler çeşitliydi. Kimine göre akıl yürütme ve mantıksal çözümleme yeteneğinden hiçbir kuşku duyulamayacak olan Turgut Bey’in bütün olup biteni anlamamış veya en azından sezinleyememiş olması olanaklı değildi. Başkalarına göre ise böyle bir olaydan hiç kuşkulanmamış ve olayı sonradan kendisine anlatanlara da inanmamıştı.  

Almanya’da 4 yıl makine mühendisliği okuduktan sonra bizimle sıfırdan başlayan Erdal, temeli matematik olan bütün ders hocalarının korkulu rüyasıydı. Nuri bu durumu:

        “sınıfta Erdal, hocam diyerek el kaldırınca özal’ın başına kan toplandığını, ensesinin kızardığından anlardık”  diye anlatıyordu.

Önce İstanbul Teknik Üniversitesinde elektrik mühendisliği, sonradan da Amerika’da ekonomi okuyan Özal bize türev ve entegral öğrettiği yıllarda, fazlasıyla sıradan ve alçak gönüllü göründüğü için birileri:

       “Türkiye’nin gelecekteki 8. Cumhurbaşkanı işte karşınızda”

deseydi buna inanacak tek kişi bile bulamazdı. Çantada keklik saydığımız Cumhuriyet kazanımlarının gölgesinde, gençliğin getirdiği kendini ve toplumu bilmezlik ortamında, büyük bir değişimin çekirdeğini taşıyan bir yerde yaşadığımızın da farkında değildik.

Henüz sınıfsal çelişkiler tam belirginleşmeden kırsal, yarı feodal ve tutucu toplum kesimlerinden kaynaklanan davranışlar bizim için gericilik; kentsel, laik ve yenilikçi davranışlar ilericilikti.

1961 anayasasının getirdiği özgürlüklerle konulara biraz daha sermaye ve emek açısından bakılmaya başlandığında, bu kavramlar giderek sağ ve sola dönüştü. Geriye baktığımda, öteden beri komünizmle korkutulmuş toplumda, cami ve tarikat ehline yakın duran ama çağdaş eğitimden de gerektiği gibi yararlanan Özal’ın, Demirel’e benzer biçimde hızla yükselişi bugün bana elbette hiç şaşırtıcı gelmiyor.

 

                    Bütün Okul Bin Kişiyiz

Okulun toplu yaşam merkezi, Rektörlük olarak kullanılan 4 katlı yapı, yemekhane işlevi gören Meclis garajı, Dikmen Caddesine açılan giriş kulübesi ve mühendislik birimlerini barındıran alt barakalar arasındaki asfalt düzlüktü. Ben girdiğimde sadece 800-900 kişi olan toplam ODTÜ nüfusu benim ikinci yılımda olsa olsa 1000’i biraz aşmış olmalıydı. Herkesi bir araya toplayabilecek büyüklükteki bu alanda öğlen yemekleri sonrası güneşli günlerde elimiz cebimizde dolaşabilir ve ortasında sık sık oynanan basketbol maçlarında Ankara Kolej takımından Baba Rüştü ve sahanın her yerinde her an olabilen Talas’tan arkadaşım Korel’i izleyebilirdik.

Yüksek matematik ve fizik gibi destek dersler için aşağıdaki barakalara gidilirken bizim en çok vakit geçirdiğimiz yer, daha yukarlardaki bir toprak set üzerinde tek başına duran başka bir barakaydı. Burası bizim 1. Sınıf stüdyomuzdu. 24 kişilik bütün sınıf için yaklaşık 80x 180 boyutlarında masifli sunta üzeri kavak kaplamalı çizim masalarımız, her birimiz için birer akrobat masa lambası ve ahşap taburelerimiz vardı. Kışın kartopu oynarken, Süreyya’nın sert atışlarıyla arada bir kırılan camlar, ancak ayağa kalktığımızda dışarıyı görebileceğimiz yükseklikteydi…..

    

İlk Yerleşke, Yemekhane.
TBBM Servis avlusundaki garajdan dönüştürülmüş
yapının önünde 1961 girişli Mimarlık öğrencileri

                             


                      Bir Başka Çalışma Disiplini

 

Stüdyo çalışmaları, matematik, fizik ve hatta mimarlık tarihi ve kültürü gibi yardımcı derslerde olduğu gibi salt öğrenme ile yürütülebilecek bir uğraş değildi. Okul aşamasının en başından başlayarak hem arkadaşlarımız hem de kendimizle yarışarak üretmek gerekiyordu. Tasarım özlü başka disiplinlerde ve sanat kollarında da olduğu gibi özgün bir şey ortaya koymak için, aklımızın bilinç üstü ve bilinçaltındaki yaratıcı damarını bulmak ve oradan yürümek gerekiyordu. Bu, sadece ders ve okul saatleriyle sınırlı tutulabilecek bir süreç te değildi. Yemekte, yolda, sinemada, müzik dinlerken ve hatta rüya görürken bile aklımız oradaydı.

Sık sık saplandığımız çıkmazlardan kurtulmak için sergilediğimiz haylazlık görüntüleri bile bu alışılmış yaşantımızın doğal bir uzantısıydı. Hiç unutmam, bir mimari sorunun çözümüne yoğunlaşmışken biraz ara verip barakamızın bir köşesinde oturduğum tavla oyunundan başımı kaldırınca, babamın gökyüzündeki koyu bulutlarla çevrelenmiş yüzünü dışarıdan bana bakarken gördüm! Hiç alışkanlığı olmadığı halde, kırk yılın başında Ankara’ya yolu düştüğü için beni okulda çalışırken görmek istemişti!

 İkinci sınıfta taşındığımız yapının bodrum katındaki stüdyomuzda jüriler ve sabahlamalar başlamıştı. Yine başka okullarda olmayan ve bugün bütün mimarlık okullarında uygulanan jüri sistemi de ODTÜ’nün getirdiği bir yenilikti. Bu açık ve adil değerlendirme toplantılarına her sınıftan bütün öğretmen ve öğrenciler davetliydi. Çizimlerinin ve maketinin önünde ayakta duran uykusuz öğrenci, katılan yerli yabancı bütün öğretim üyelerinin ve diğer öğrencilerin sorularını cevaplayarak projesini savunurdu. Ana fikir, ilkelerdeki tutarlılık ve bunların çözüme yansıtılabilme başarısı ile ilgili değerlendirmeler herkes için çok faydalı bir öğrenme ve gelişme fırsatıydı.

Sabahlamalar ayrı bir fasıldı. Herkes nerede yaşıyor olursa olsun, projelerin teslim günü yaklaştıkça sınıfın tamamına yakını geceyi veya en azından büyük bir kısmını stüdyolarda geçirirdi. Sonuçta her birimizin projesi ayrı ayrı gelişecek olsa da en azından çilede ortaklık bize güç veriyordu. Uzun uykusuzluklar tuhaf odaklanmalara ve sinir boşalmalarına neden oluyordu. Bir keresinde, peş peşe erik çekirdeği atılan çöp kutusunun tekrarlanan pedal gıcırtısı üzerinde Günhan’la Mehmet’in başlattığı atışma bütün sınıfta bulaşıcı bir gülme krizi yaratmıştı…..

 …. Bir çelişki gibi görünse de sabahlamalar, aynı anda en yaratıcı şakaların yapıldığı en eğlenceli zamanlardı da. Kupkuru tahta masalarımızın üzerinde çalışma zamanından çalınmış bir iki saatlik bir uykunun yerini hiçbir şey tutamazdı. Bir keresinde yandaki stüdyoda bizim gibi sabahlayan 3. Sınıf öğrencileri ile birlikte masa üzerinde uyuyanlardan birinin başına, üstümüzde kapşonlu paltolarımız, ellerimizde haç şekline getirilmiş T-cetvelleri ve kağıt meşalelerle Cizvit papazları gibi toplanmıştık. Bütün ışıkları söndürülmüş sadece oynak alevlerle aydınlanan salonda, Cengiz’in tenor sesiyle söylediği Schubert’in Ave Maria’sına dehşet içinde uyanan arkadaşımızın etrafında, hala bu Dünya’da olduğuna dair hiçbir işaret kalmamıştı.

Okula ilk girdiğimiz andan başlayarak inceden inceye işlenen devrimci Modern Mimari ilkeleri bizim için çoktan, sadece iyice anlaşılması değil, aynı zamanda kutsal sayılması da gereken ülküler haline gelmişti. 20. yüzyılda Dünyayı bütünüyle saran bu mimarlık akımı, geçmişe öykünen 19. yüzyılın “derlemeci” ve “yeni klasikçi”  anlayışına bir tepki olarak doğmuştu. Yapıları, sadece tarihteki belli dönemlerin “tarz” ve “stil” kaygılarına göndermeler yapan bir cephe süsleme sanatı olarak gören ve binanın geri kalan bölümlerini ikinci plana iten bu eski mimari anlayışın örneklerini bugün bile, belli bir dönemin kültürel mirası olarak yol boyunca İstiklal Caddesinde görmek mümkündür.

İnsan, toplum ve üretim ilişkilerini bütünüyle yeniden tanımlayan büyük sanayi devrimine bir yanıt olarak ortaya çıkan Modern Mimari:

                  Biçim (form) ve işlevsellikten yola çıkan;

                  Taşıyıcı sistem ve kullanılan malzemeleri dürüst bir biçimde yapı kimliğine yansıtan;

                  İçte olanı dışa da taşıyan

                  Modern İnsan ve toplum yaşamını ve sağlığını ön planda tutan;

                  Endüstriyel çağ ve onun malzemeleriyle barışık;

bir tasarım anlayışıydı. Günümüzde de geçerliğini büyük çapta koruyan bu ilkelerin yerli yerine oturtulması, korunması ve bunlara uygun ilerici ve özgürlükçü bir eğitim kurgusunun arkasındaki bir numaralı isim o yıllardaki dekanımız Aptullah Kuran’dı.

                                                     

                    Yaz Stajları ve Eymir

Aptullah Bey, Talat Aydemir olayının hemen arkasından ikinci yılımızın son haftasında bizi toplayarak yönetici kimliğiyle:

        “bu yaz Yassı Höyük’te staj yapacaksınız”

dediğinde bu, herkesi sevindirmemişti. ODTÜ’deki toplu yaz stajları ve yıl içindeki kültür gezileri zaten birlikte sabahlamalardan doğan yatılılığa benzer yaşantımızı daha da pekiştiriyor ve çeşitlendiriyordu. Bir önceki yaz da yeni ODTÜ arazisinin sınırları içinde kalan Eymir Gölü’nde bir aylık bir topoğrafya stajı yapmıştık. Atila Bilgütay’ın öğretmenliğinde, haritacıların ellerinde dolaştırdıkları Teodolit, nivo ve miralarla oraların haritasını çıkarırken kendimizi, kıraç toprakların ortasındaki uzun bir ırmağa benzeyen, kıyıları sazlık bu ıssız gölün sahipleri olarak görüyorduk.


Göl kıyısındaki ilk binalar küçük bir iskele ve bir bekçi kulübesiydi. Biz de oradayken bunlara iki küçük soyunma kabini ekledik. O yaz yurtdışından gelen yarış kayıklarının ilk partisini koruyacak küçük bir kayıkhane binası için bile gelecek sezonu beklemek gerekmişti. Başında kimsenin bulunmadığı bir tek çifte, bir iki çifte ve bir de dört tekli kikleri hemen bağrımıza basarak hiç vakit kaybetmeden suya indirmiştik. Neyse ki, stajın son günlerine doğru ilk kürek takımı hocası kayıkların imdadına yetişene kadar, ufak tefek hasar dışında başka bir vukuat olmamıştı. Normal sandallar gibi kullanılabileceğini zannedip üstüne bindiğimiz bu daracık tekneler daha ilk kürek hamlesiyle alabora oluyor ve kendimizi suyun içinde buluyorduk. İlk baştaki izlenimlerimizin aksine tek çifte en zor, dört tek ise en kolay olandı. Uygun bilek hareketleriyle devrilmeden su üstünde kalma tekniklerini kendi kendimize keşfetmiş olsak da, öğrenecek daha nice şeyler olduğunu bir sonraki yılın başında çok kısa bir süre ile içinde yer aldığım okul kürek takımındaki çalışmalar sırasında öğrenmiştim.

 Yazın öğlen sıcağında hafif yeşile çalan göl suyu hayat kurtarıcıydı. Suyun içinde yüzen şeyler biraz caydırıcı görünse de fazla aldırmıyorduk. O günlerde çok kişinin bilmediği tüplü dalışlarda Ege denizindeki yaşama yabancı olmayan Fehmi, bir keresinde, önünü kesen başları havada iki su yılanını eliyle yana iterek yüzmeye devam etmişti. Aramızda göl ile en yakın dostluğu kuran ise Ergun’du. Bir çadırda geceleri de orada kalarak, gölde balık tutarak ve arada bir yıkanarak staj süresini orada geçirmişti. Ortalıkta sakalının ve göğsünün yosun bağladığı söylencesi dolaşıyordu.

 Bir yıl önce Küba’da yönetimi ele geçiren Fidel Castro’yu devirmek için Amerika’nın sahneye koyduğu Domuzlar Körfezi çıkartması başarısızlığa uğramış ve Castro kendini güvenceye almak için Rusya’dan yardım istemişti. Bu çağrı üzerine Rusya’nın Küba’ya yerleştirdiği uzun menzilli füzeler, Amerika ve Rusya arasında soğuk savaşın en büyük krizine yol açmak üzereydi. Toplum olarak bunun hiç farkında olmasak da Kennedy ile Kruchev’in oturduğu kumar masasında biz de vardık.

Rusya Küba’daki füzelere karşılık Türkiye’deki nükleer savaş başlıklarının sökülmesini istiyordu. Zaten 27 Mayıs’ın radyodaki ilk:

        “NATO’ya ve CENTO’ya bağlıyız”

Bildirisiyle güven de tazelemiş olduğumuz için bu konu, Kennedy ve eşi Jacklyn etrafında yaratılan masal havası, bir küçük kasaba kızından ateşli bir sarışın bombaya dönüştürülen Marilyn Monroe’nun göğüsleri ve Ava Gardner’ın Klimanjaro’nun Karları filmindeki gizemli çekiciliğinin arkasında kaynayıp gitmişti.       

Yavaş yavaş tırmanan Vietnam savaşı da Amerika’da huzursuzluklara yol açmaya başlıyordu. Birkaç yıl önce yayınlanan “Çirkin Amerikalı” kitabı, devlet politikalarını eleştiriyor; sonradan çiçek çocukları veya hippie’liğe dönüşecek olan beatnik’lerin söylemleri insanları  “kurgulanmış yaşam biçimlerinin ötesine” çağırıyordu. Eymir’deki stajımız eğlenceli geçtiği halde, Türkiye ve Dünyada yükselen eleştirel özgürlük rüzgarlarının etkisiyle olsa gerek,  biz de Aptullah Bey’in Yassı Höyük kararına:

        “Neden buna zorlanıyoruz?”

gibisinden küçük çaplı bir direniş sergilemiştik.  Aslında despotik tavırlardan çok uzakta uygar bir adam olan Aptullah Bey dayanamayıp sonunda:

        ya gelirsiniz ya da…”

deyince kendimizi kırmızı renkli, yuvarlak lomboz pencereli, burunsuz okul otobüsünün içinde bulmuştuk.

Talat Aydemir İsyanı sırasında barakalı okulumuzun avlusunda uçak mermilerinden hasar gören otobüslerin yerine Amerika’dan hibe yolu ile gelen birkaç taneden ilki olan ve soğuk hava depolu kamyonlara benzeyen bu otobüse hemen “et kamyonu” adını takmıştık.


Polatlı yakınlarında küçük bir köy olan Yassı Höyük, tarihteki Frigya başkenti Gordion’un hemen yanındaydı. Adını da Midas’ın mezarını barındıran koca tümülüsten almıştı. Bir kalıpçı bir de duvarcı ustasından yardım alarak ve bütün işçiliği kendimiz üstlenerek orada bir köy odası yapacaktık. 50 kiloluk bir yükün ne anlama geldiğini de bir daha hiç unutmamacasına orada sırtımda taşıdığım çimento torbalarından öğrenmiştim. Rektörümüz Kemal Kurdaş’ın bizi ziyarete geldiği gün, özel izinle açılan mezar girişinden içeri girdiğimizde kazı devam ediyordu. Önceden çıkarılıp kenara konmuş şaşırtıcı güzellikteki oymalı ahşap kürsünün biraz ötesinde toz toprak içinde duran bakır kapları hatırladıkça hala tüylerim ürperir.

  

ODTÜ Eymir Gölünde Staj.

                                                    


 Polatlı, Yassıhöyükte Staj.   
Kral Midas’ın Mezarı Girişinde


           Köyün yaklaşık bir kilometre uzağından Sakarya geçiyordu. Bütün staj süresince bizimle kalan otobüsün sürücüsü Satılmışla dosttuk. Dinlenme saatlerimizde bizi Sakarya kıyısının bir yerinde bırakır, arkasından da içinde sürüklendiğimiz akıntının birkaç kilometre aşağısından toplardı. Sonradan bütün ülkelerde bir casusluk girişimi olarak nitelenerek tepki alan Kennedy Barış Gönüllüleri projesinin ilk görevlilerinden olan Nan ve Jim de bizimle birlikteydi. Bizim Talas ve Tarsus’taki Amerikalı öğretmenlerimizi andıran temiz yüzleriyle, köylülerden çok bizimle ilişkileri olan bu insanların herkesle arkadaşlık ve dostluk yapmaktan öte hiçbir niyetleri yok gibiydi.

Yeni Dünya düzeninde de hiç kuşkusuz bir yandan askeri sırlar, sabotajlar ve cinayetlerle dolu “operasyonel” casusluk eylemleri devam ederken, bir yandan da sosyoloji ve psikoloji bilimlerinden yararlanarak hiçbir gizliliği olmayan ulusal ve uluslararası basın ve yayın ortamlarından beslenen açık istihbarat önem kazanmıştı. Onların da görevi belki Türkiye’nin toplum yapısını ve dinamiklerini gözlemleyerek raporlamaktı. Bunların hangi amaçla kullanılacağı birçokları gibi onların sorunu değildi.


Gelecek öğretim yılında okula, Eskişehir Yolu üzerindeki yeni yerleşkede başlayacaktık.

 

 

       

 

 


1 yorum:


  1. Yücel, yazdıkların ’61 girişli sınıfın ilk iki yılının vurgulanacak nesi vardı ise güzel toparlıyor, eline sağlık.

    Sınıfın bugüne dek yitirdikleri can acıtacak denli çok.
    Switzer zaten fazla iz bırakmamıştı. Bizi terkettikten sonraki izini de bulamadım.
    Onu böylece geçersek, başta Abdullah Kuran olmak üzere ilk yılımızın unutulmazlarından Dündar Elbruz, Tekin Akalın, Yuluğ Tekin Kurat, Turgut Özal hepsi göçtüler.
    Sınıfdaşlarımızdan ise ilk uğurladığımız Süreyya Aytaç oldu. Sonrakiler alfabe sırasında şöyle:
    Nuri Arıkoğlu
    Fahrettin Ayanlar
    Günhan Danışman
    Murat Erdim
    Sedat Akın Haykır
    Ömer Ergun Mutluay
    Görol Öngör
    Oğuz Öztuzcu
    Ziya Tanalı
    Önder Tuncel
    Fehmi Yurdoğlu
    Huzur içinde uyusunlar.
    İlk yılın sonunda (ya da yarısında) farklı nedenlerle ODTÜ’den ayrılanlarımız da oldu:
    Nejat İnel
    Sağkal Özek
    Özcan Balköse
    Mustafa Özcan
    Ne olduklarını, ne yaptıklarını bilenler, temasta olanlar vardır umarım.

    Hepsini anmamıza vesile oldun Yücel. Teşekkürler.

    Talas anıların da harika. Onu ayrıca yazarım.



    YanıtlaSil

Yorumunuz okunduktan sonra yayınlanır. Yorumunuzun altına ad ve soyadınızı yazınız, Kimliği belirsiz yorumlar yayınlanmaz.

ÖNE ÇIKAN YAYIN

And They Died / Gün Gencer

  AND THEY DIED (THE ROAD TO GALLIPOLI) (ÇANAKKALE SAVAŞINA GİDEN YOL) A TRAGEDY IN THREE ACTS  (A Docu-drama with music written in memory o...