ODTÜ
MİMARLIK NOTLARI
“Yolboyu”, Yeni İnsan
Yayınları, Temmuz 2019, İstanbul kitabımdan alıntıdır.
1. Barakalı
Dönem, İlk Yerleşke. 1961-1963
TBMM Binası Servis Avlusu
….derslerin başladığı ilk bir iki haftalık dönem Mimarlık
eğitiminin büyüsüne kapılmak için bana yetmişti.
Türkiye’ye yeni gelen Amerikalı Mr. Switzer, “temel tasarım” adı altında o günlerde hiçbir mimarlık okulunun programında olmayan ilginç bir ders başlatmıştı. Herhangi bir şeyle onun kendi bileşenleri ve onu çevreleyen diğer şeyler arasındaki etkileşimi denge, ölçek, orantı ve bağdaşıklık gibi ölçütler temelinde anlayabilme ve bunları her boyutta yorumlayabilme becerisi kazandırmayı hedefliyordu. Bu bazen leke, renk veya doku örneğinde tek düzlemde; bazen de küçük heykelcikler örneğinde üç boyutlu olabiliyordu. Bizden geri bildirim almak için verdiği kısa süreli tasarım ödevleri de ilginçti.
“Yarın bana, sizin yaptığınız, özgün ve açıklayabileceğiniz bir şeyle
gelin”
Dediğinde hepimiz şaşırmıştık. Önceki dönemlerde, öğrendiklerimizi tekrar ederek not almaya ayarlı akıllarımızla bağdaştıramadığımız
bu ödevi kendi aramızda tartıştıysak da bir faydası olmamıştı. Switzer ertesi
gün bütün sınıf kalabalığıyla birlikte herkesin masasını birer birer dolaşıyor
ve:
“bunu neden yaptın, ne anlatmak istiyorsun” diye soruyordu.
Söylediği her şeyi dikkatle dinleyip satır aralarını bile anlamaya çalıştığım halde bu küçük sınav, herkes gibi benim için de çok başarısız geçmişti. Switzer, zaten nelerle karşılaşacağını başından bilen bir öğretmenin rahatlığıyla, bugüne kadarki gündelik izlemlerimizden yola çıkarak ortaya koyduğumuz üstünkörü nesnelerin hiç biriyle fazla ilgilenmeden ilerliyor ve ne kadar basit olursa olsun araştıran ve sorgulayan özgün bir yaklaşım arıyordu. Meslek yaşamının ileri bir aşamasında Sinan Ödülünü kazanarak hepimizi gururlandıracak olan Ziya, masası üzerindeki, bizlere biraz da kolaycılık gibi göründüğü için gülümsemelerle karşılanan, karmakarışık bir tel yumağına tiyatro sahnelerindeki gibi düşünceli bir ifadeyle bakarken herkesin karşılaştığı benzer soruya:
“ bu benim kafa
karışıklığımın bir dışavurumudur efendim”
diye yanıt vermişti. İlerleyen
günlerde hepimizin aklı daha da karışacaktı.
İkinci ve sonraki sınavlarda ne istediği biraz daha açıklığa kavuşmuş ve yaptıklarımız en azından masalarda bir süre oturup olumlu ve olumsuzluklarıyla ilgili tartışılmaya değer hale gelmişti. Hedefi daha belirgindi. Önceki şartlanmalarımızın biriktirdiği bütün tortuları kafalarımızdan silmek, önyargıları yıkarak ayaklarımızı yerden kesmek ve sonradan da sağlam bir temel üzerine araştıran, sorgulayan ve yeniden yorumlayan bir bakış açısı kazandırmak istiyordu.
Yavaş yavaş artık ne pencere bildiğimiz pencere; ne de kapı bildiğimiz
kapı olmaktan çıkmaya başlamıştı. İyi,
kötü, güzel ve çirkin gibi genellemeler de yerini daha ayrıntılı ve kapsamlı çözümlemelere
bırakacaktı.
“Demek bir mimar dünyaya böyle
bakardı.”
Onun başlattığı bu düşünce disiplini, ODTÜ ’nün geleceğine; birkaç yıl
içinde de Türkiye’deki bütün diğer mimarlık okullarının programlarına Temel Kur adıyla yerleşecekti. Birinci
yılımızın geri kalan stüdyo dersleri seçilmiş
belirli temel tasarım kavramlarını çizimler ve maketlerle nesnel anlatımlara dönüştürecek
alıştırmalarla geçiyordu.
Daha sonraki kısa süreli başka bir tasarım ödevinde “mekan ve zaman” kavramının bir arada yorumlanması isteniyordu. Konu başlığı Gideon’un “Mekan, Zaman ve Mimarlık” kitabının adını çağrıştırıyor olsa da asıl esin kaynağı, zamanı dördüncü boyut olarak ele alan Einstein kuramıydı. İnsanı ve yaşamı çevreleyen durağan bir fiziksel ortama, akışkan bir süreç olan zaman, bir mimari öge olarak nasıl katılabilirdi? İç içe geçen ve boşluklarla birbirine bağlanan kutularla bir şeyler yapmaya çalıştıysam da bu zor sorunun en güzel cevabını, yıllar sonra, Fransız Devriminin iki yüzüncü yıldönümünde, Paris, la Defense’daki “Büyük Kemer”in avlusundan ufuktaki tarihi Zafer Takına bakarken buldum.
![]() |
Büyük Kemer Avlusundan Paris Ufkuna bakış. Tam ortadaki çizgi izlenirse ufukta Arc de Triomphe (Zafer Takı) görülebilir. |
Bu proje, bizim ODTÜ dönemimizin Mimarlık öğretim üyelerinden Danimarkalı Johann Otto von Spreckelsen’a aitti. Ömrü ne yazık ki, 1982’de yarışmayla kazandığı bu projenin tamamlandığını görmeye yetmemişti. Projeyi sonradan devralan mimar, ana fikri çok iyi özümsemiş olmalı ki, avluya eklediği bulutları simgeleyen beyaz teflon gölgeliklerle bu akışı daha da vurgulamıştı. 1. Sınıftaki bu ödevimizin konusunu belki de Spreckelsen önermişti.
Bir yıl sonra Temel Tasarım dersinin ucunu Switzer’dan sonra yakalayan Alman Fritz Jeneba, Modern Mimarinin Avrupa’daki öncüsü olan Bauhaus ekolünün kurucusu Walter Gropious’la birlikte çalışmıştı. Bizden sonraki sınıfa onun verdiği kısa ödev:
“sınırlar ve kısıtlar mimarın düşmanı değil dostudur!”
ana fikri üzerine kuruluydu. Bir mimari sorunu çözmeye çalışırken
arsanın küçüklüğü, çevredeki diğer mimari unsurların olumsuzluğu, bütçe
kısıtları ve hatta işverenin aptallığı gibi yaygın mazeretlere sığınanlara çok
iyi bir ders niteliğindeydi.
Ödev kurgusunda her türlü kısıtlama kaldırılmıştı. Yerçekimi, yaşamın önkoşulu olan hava ve su bile yok sayılabilirdi. Öğrenci önce ne olduğu ve ne ile yaşadığına karar vereceği bir yaratığı; sonradan da bu yaratık için uygun bir yaşam ortamını tasarımlayacaktı. Ancak Tanrısal boyutta kavranabilecek böyle bir özgürlük, insanlar için ansızın bütün sebep sonuç bağlantılarını ortadan kaldıran bir mantık hatasına dönüşmüştü.
Yapı söz konusu olduğunda en
büyük kısıtlama olan yerçekiminin yokluğunda, ne göklere tırmanmaya çalışan
Gotik katedrallerin; ne de kubbelerin düşey yüklerini yataya dönüştürerek
serbest kümelenen kum yığınlarının açılarına uygun eğimlerle yavaş yavaş yere
indiren Sinan camilerinin bir anlamı kalabilirdi.
![]() |
Süleymaniye, Büyük kubbenin düşey yükünü yataya dönüştürerek, serbest kum yığınlarına benzer şekilde yavaş yavaş yere indiren bir Sinan yapıtı.
|
“Mimarlığın Yarısı Hamallıktır”
Switzer’dan sonra bizim sınıfın yükünü her ikisi de Güzel Sanatlar Akademisi mezunu olan Dündar Elbruz ile Tekin Akalın omuzlamıştı. Daha genç olan Tekin Hoca’nın sakin tavırlarına karşın, yaşça büyük olan Dündar Hoca daha hareketli ve ele avuca sığmaz biriydi. Düşüncelerini çizerek anlatmada bileğine çok egemen; şakalarında da, o günlerde çocuğunun doğumunu kutlamak için bir kutu çikolatayla sınıfa gelen Tekin hocaya:
“malzemesini versek bir tane de bize yapar mısınız?” diye takılabilecek kadar rahattı. Hiç çocuğu olmayan Dündar Bey’in güldürü amacı ve iyi niyeti herkes tarafından bilindiği için şakaları alınganlık yaratmıyordu. Projeler üzerindeki eleştirileri de bazen damdan düşer gibi ama komikti. Bizim arkamızdan gelen sınıfın kız öğrencilerden birinin projesinde tuvaletlere ayrılan yerdeki ölçek yanlışını anlatmak için eline kalemi alıp pafta üzerinde çizmeye başladığında:
“bak yavrucuğum, şimdi bu senin kaiden!” diye söze girmişti. O yıllarda aynı zamanda Ankara’nın tanınmış gece kulüplerinden birinde kontrbas da çalan Dündar hocayla Mimarlık Bölüm başkanı hocamız Orhan Özgüner arasında bu sebepten bir anlaşmazlık çıktığını duymuş ama ayrıntılarını öğrenememiştik.
Dündar Hoca:
“mimarlık yarı yarıya
hamallıktır”
derken de hiç abartmıyordu. Öğrenciliğimizin o ilk yıllarında bizi
çileli mimarlık araç ve gereçleriyle ilk tanıştıran da onlardı. T-cetveli,
gönyeler, çeşitli sertlikte kurşun kalem uçları, mürekkepli çizim için ilk
bir-iki yıl tek seçeneğimiz olan Graphos kalemler ve maket bıçakları
bunların belli başlılarıydı. Dündar Bey’in jargonunda bunların adı, ayakkabı
tamircilerinin kullandığı bıçaklara atfen “falçata”ydı.
En büyük sorun graphos’un kendisiydi. İçindeki çini mürekkebi sık sık
kurur ve çizim akışına, düşünmek için en çok bir dakika bile ara verdiğimizde,
çizmez olurdu. Yeniden akışkan hale getirmek için ucunu her seferinde dilimizle
defalarca ıslatıp bir kağıt parçasının üstüne ağaçkakan gibi tıklamak; ya da
söküp musluk altında yıkamak gerekirdi. Bu nedenle dillerimizin ucu siyaha
boyanırdı.
Bizden 5-6 yıl öncekilerin kullanmak zorunda olduğu trilin’leri
düşündüğümüzde şükretmek gerektiğini bildiğimiz halde, sabaha karşı var gücüyle
proje yetiştirmek için zamanla
yarışırken sabrını kaybeden birinin elindeki kalemi karşı duvara fırlatıp kırdığı
da olurdu. Üçüncü sınıftan itibaren yardımımıza yetişen rapido
kalemler çok daha kullanışlı olsa da kuruma sorununa onlar da kesin bir çözüm
sağlayamıyordu.
Rulolar halinde satılan ve katılaşmış yumurta akına benzeyen aydınger kağıt, saydam olduğu için alttaki çizim üzerine doğrudan mürekkeple kopyalanabiliyor, ama schoeller kartonlar görüntü geçirmediği için, üzerine kurşun kalemle yeni bir taslak çizmek gerekiyordu. Kurşun kalem izleri silgiyle silinebilirken Mürekkepli çizimler ancak jiletle kazınabilirdi. Ruhsat başvuruları ve inşaat ekiplerine dağıtmak için çok sayıda kopya çıkarma zorunluğu olmasa, eskilerin yaptığı gibi kurşun kalemle çizmek her halde en kestirme yol olacaktı.
“B” grubu yumuşak kurşun kalem
uçları düşünmek; “H” grubu sert kalem
uçları çizmek içindi.
Projelerin çalışılması ve sunumunda maket çok iyi bir araçtı. Başta çeşitli kartonlar ve uygun yapıştırıcılar olmak üzere hemen her şey maket malzemesi olabilirdi. En iyi ağaç çalı süpürgesinden yapılırdı. Düzgün kenarlar elde etmek amacıyla bir kaç mm. kalınlığındaki kartonları bir kerede kesmek için maket bıçağını olağanüstü bir güçle bastırmak gerekiyordu. Kız öğrencilerin bu işi yardımsız becerebilmeleri olanaksızdı. Mimarlık bürolarının iş yükünü azaltmak için teknik ressamlık, maketçilik gibi yardımcı meslekler ve iş kolları da gelişmişti. Bugünün bilgisayar programları, bu külfetli işlerin ve yardımcı mesleklerin yerini büyük ölçüde almış olsa da mimar aklının bir uzantısı olan kara kalem, her halde hiçbir zaman devre dışı kalmayacaktır.
Yüksek Matematik ve Turgut Özal
Stüdyo en önemli dersimiz olsa da, eğitimimiz elbette bununla sınırlı değildi. Başka bölümlerle paylaştığımız birinci sınıf yüksek matematik dersimizin hocası Turgut Özal’dı. O günlerin ODTÜ’sünde ders veren herkes sadece “öğretim üyesi” idi. Profesör, doçent, ordinaryüs falan gibi unvanlar yoktu. Önceden sahip olanlar varsa bile pek kullanılmazdı. Türkiye’de İngilizce ders verebilecek nitelikte kimselerin sayısı çok az olduğu için bir de başka üniversitelerde kazanılmış bu unvanları aramak seçenekleri iyice daraltmak anlamına geliyordu. Amerika ve Avrupa’da eğitim görmüş ve/veya 27 Mayıs’la birlikte kurulan Devlet planlama Teşkilatında görev yapmış birçok kişi ODTÜ hocalığına en uygun adaydı. Bizim derslerimize gelmese de o dönemin hocaları arasında Süleyman Demirel, Erdal İnönü ve Korkut Özal gibi sonradan Türk siyasetinde önemli görevler üstlenecek kişiler de vardı.
Turgut Bey’in matematik sınavlarından birinin sabahında Ergun beni ısrarla:
“gel yanımda otur!”
diye hayli zorladığı halde, birbirimize yararımız olamayacağını
düşünerek kabul etmemiştim. Beni ikna edebilmek için daha fazlasını da söyleyemiyordu.
Konu ancak sınavdan sonra açıklığa kavuştu. O akşam dersi Erdal’a birlikte
çalışanların aklına bir fikir gelmişti. Turgut
Bey sınav sorularını, yöneticisi olduğu Elektrik Etüt İşleri’nde mumlu kağıda yazmış
ve mavi ispirtolu baskıyla çoğalttıktan sonra da masasındaki çöp sepetine atmış
olmalıydı. Gece yarısı, Atilaların Chevrolet’i ile EİE’ye gidenlerden bir
ikisi bekçiyi lafa tutarken diğerleri avludaki çöp yığınında mumlu kağıtları
bulmuştu. Erdal için soruları çözmek kolaydı. Olanları kimseye anlatmamak kaydıyla
diğerlerine de yardım edebilmek doğrultusunda karar aldıkları için, işin aslını
bana anlatamamıştı.
Neyse ki bu sınavdan ben de kendi bilgimle geçer not almıştım.
Turgut Bey’in bu olayın farkında olup olmadığı konusunda söylenceler çeşitliydi. Kimine göre akıl yürütme ve mantıksal çözümleme yeteneğinden hiçbir kuşku duyulamayacak olan Turgut Bey’in bütün olup biteni anlamamış veya en azından sezinleyememiş olması olanaklı değildi. Başkalarına göre ise böyle bir olaydan hiç kuşkulanmamış ve olayı sonradan kendisine anlatanlara da inanmamıştı.
Almanya’da 4 yıl makine mühendisliği okuduktan sonra bizimle sıfırdan
başlayan Erdal, temeli matematik olan bütün ders hocalarının korkulu rüyasıydı.
Nuri bu durumu:
“sınıfta Erdal, hocam diyerek el kaldırınca özal’ın başına kan toplandığını, ensesinin kızardığından anlardık” diye anlatıyordu.
Önce İstanbul Teknik Üniversitesinde elektrik mühendisliği, sonradan da Amerika’da ekonomi okuyan Özal bize türev ve entegral öğrettiği yıllarda, fazlasıyla sıradan ve alçak gönüllü göründüğü için birileri:
“Türkiye’nin gelecekteki
8. Cumhurbaşkanı işte karşınızda”
deseydi buna inanacak tek kişi bile bulamazdı. Çantada keklik saydığımız Cumhuriyet
kazanımlarının gölgesinde, gençliğin
getirdiği kendini ve toplumu bilmezlik ortamında, büyük bir değişimin çekirdeğini taşıyan bir yerde yaşadığımızın da farkında
değildik.
Henüz sınıfsal çelişkiler tam belirginleşmeden kırsal, yarı feodal ve tutucu toplum kesimlerinden kaynaklanan davranışlar bizim için gericilik; kentsel, laik ve yenilikçi davranışlar ilericilikti.
1961 anayasasının getirdiği özgürlüklerle konulara biraz daha sermaye
ve emek açısından bakılmaya başlandığında, bu kavramlar giderek sağ ve sola dönüştü. Geriye baktığımda, öteden beri komünizmle korkutulmuş toplumda, cami ve tarikat ehline
yakın duran ama çağdaş eğitimden de gerektiği gibi yararlanan Özal’ın, Demirel’e
benzer biçimde hızla yükselişi bugün bana elbette hiç şaşırtıcı gelmiyor.
Bütün Okul Bin Kişiyiz
Okulun toplu yaşam merkezi, Rektörlük olarak kullanılan 4 katlı yapı, yemekhane işlevi gören Meclis garajı, Dikmen Caddesine açılan giriş kulübesi ve mühendislik birimlerini barındıran alt barakalar arasındaki asfalt düzlüktü. Ben girdiğimde sadece 800-900 kişi olan toplam ODTÜ nüfusu benim ikinci yılımda olsa olsa 1000’i biraz aşmış olmalıydı. Herkesi bir araya toplayabilecek büyüklükteki bu alanda öğlen yemekleri sonrası güneşli günlerde elimiz cebimizde dolaşabilir ve ortasında sık sık oynanan basketbol maçlarında Ankara Kolej takımından Baba Rüştü ve sahanın her yerinde her an olabilen Talas’tan arkadaşım Korel’i izleyebilirdik.
Yüksek matematik ve fizik gibi destek dersler için aşağıdaki barakalara gidilirken bizim en çok vakit geçirdiğimiz yer, daha yukarlardaki bir toprak set üzerinde tek başına duran başka bir barakaydı. Burası bizim 1. Sınıf stüdyomuzdu. 24 kişilik bütün sınıf için yaklaşık 80x 180 boyutlarında masifli sunta üzeri kavak kaplamalı çizim masalarımız, her birimiz için birer akrobat masa lambası ve ahşap taburelerimiz vardı. Kışın kartopu oynarken, Süreyya’nın sert atışlarıyla arada bir kırılan camlar, ancak ayağa kalktığımızda dışarıyı görebileceğimiz yükseklikteydi…..
İlk Yerleşke, Yemekhane. TBBM Servis avlusundaki garajdan dönüştürülmüş yapının önünde 1961 girişli Mimarlık öğrencileri |
Bir Başka Çalışma Disiplini
Stüdyo çalışmaları, matematik, fizik ve hatta mimarlık tarihi ve kültürü gibi yardımcı derslerde olduğu gibi salt öğrenme ile yürütülebilecek bir uğraş değildi. Okul aşamasının en başından başlayarak hem arkadaşlarımız hem de kendimizle yarışarak üretmek gerekiyordu. Tasarım özlü başka disiplinlerde ve sanat kollarında da olduğu gibi özgün bir şey ortaya koymak için, aklımızın bilinç üstü ve bilinçaltındaki yaratıcı damarını bulmak ve oradan yürümek gerekiyordu. Bu, sadece ders ve okul saatleriyle sınırlı tutulabilecek bir süreç te değildi. Yemekte, yolda, sinemada, müzik dinlerken ve hatta rüya görürken bile aklımız oradaydı.
Sık sık saplandığımız çıkmazlardan kurtulmak için sergilediğimiz haylazlık görüntüleri bile bu alışılmış yaşantımızın doğal bir uzantısıydı. Hiç unutmam, bir mimari sorunun çözümüne yoğunlaşmışken biraz ara verip barakamızın bir köşesinde oturduğum tavla oyunundan başımı kaldırınca, babamın gökyüzündeki koyu bulutlarla çevrelenmiş yüzünü dışarıdan bana bakarken gördüm! Hiç alışkanlığı olmadığı halde, kırk yılın başında Ankara’ya yolu düştüğü için beni okulda çalışırken görmek istemişti!
Sabahlamalar ayrı bir fasıldı. Herkes nerede yaşıyor olursa olsun, projelerin teslim günü yaklaştıkça sınıfın tamamına yakını geceyi veya en azından büyük bir kısmını stüdyolarda geçirirdi. Sonuçta her birimizin projesi ayrı ayrı gelişecek olsa da en azından çilede ortaklık bize güç veriyordu. Uzun uykusuzluklar tuhaf odaklanmalara ve sinir boşalmalarına neden oluyordu. Bir keresinde, peş peşe erik çekirdeği atılan çöp kutusunun tekrarlanan pedal gıcırtısı üzerinde Günhan’la Mehmet’in başlattığı atışma bütün sınıfta bulaşıcı bir gülme krizi yaratmıştı…..
Okula ilk girdiğimiz andan başlayarak inceden inceye işlenen devrimci Modern Mimari ilkeleri bizim için çoktan, sadece iyice anlaşılması değil, aynı zamanda kutsal sayılması da gereken ülküler haline gelmişti. 20. yüzyılda Dünyayı bütünüyle saran bu mimarlık akımı, geçmişe öykünen 19. yüzyılın “derlemeci” ve “yeni klasikçi” anlayışına bir tepki olarak doğmuştu. Yapıları, sadece tarihteki belli dönemlerin “tarz” ve “stil” kaygılarına göndermeler yapan bir cephe süsleme sanatı olarak gören ve binanın geri kalan bölümlerini ikinci plana iten bu eski mimari anlayışın örneklerini bugün bile, belli bir dönemin kültürel mirası olarak yol boyunca İstiklal Caddesinde görmek mümkündür.
İnsan, toplum ve üretim ilişkilerini bütünüyle yeniden tanımlayan büyük sanayi devrimine bir yanıt olarak ortaya çıkan Modern Mimari:
Biçim
(form) ve işlevsellikten yola çıkan;
Taşıyıcı sistem ve kullanılan
malzemeleri dürüst bir biçimde yapı kimliğine yansıtan;
İçte olanı dışa da taşıyan
Modern İnsan ve toplum yaşamını ve sağlığını
ön planda tutan;
Endüstriyel çağ ve onun malzemeleriyle
barışık;
bir tasarım anlayışıydı. Günümüzde
de geçerliğini büyük çapta koruyan bu ilkelerin yerli yerine oturtulması,
korunması ve bunlara uygun ilerici ve özgürlükçü bir eğitim kurgusunun arkasındaki
bir numaralı isim o yıllardaki dekanımız
Aptullah Kuran’dı.
Yaz Stajları ve Eymir
Aptullah Bey, Talat Aydemir olayının hemen arkasından ikinci yılımızın son haftasında bizi toplayarak yönetici kimliğiyle:
“bu yaz Yassı Höyük’te
staj yapacaksınız”
dediğinde bu, herkesi sevindirmemişti. ODTÜ’deki toplu yaz stajları ve
yıl içindeki kültür gezileri zaten birlikte sabahlamalardan doğan yatılılığa
benzer yaşantımızı daha da pekiştiriyor ve çeşitlendiriyordu. Bir önceki yaz da
yeni ODTÜ arazisinin sınırları içinde kalan Eymir Gölü’nde bir aylık bir
topoğrafya stajı yapmıştık. Atila Bilgütay’ın öğretmenliğinde,
haritacıların ellerinde dolaştırdıkları Teodolit,
nivo ve miralarla oraların
haritasını çıkarırken kendimizi, kıraç toprakların ortasındaki uzun bir ırmağa
benzeyen, kıyıları sazlık bu ıssız gölün sahipleri olarak görüyorduk.
Göl kıyısındaki ilk binalar küçük bir iskele ve bir bekçi kulübesiydi.
Biz de oradayken bunlara iki küçük soyunma kabini ekledik. O yaz yurtdışından
gelen yarış kayıklarının ilk partisini koruyacak küçük bir kayıkhane binası
için bile gelecek sezonu beklemek gerekmişti. Başında kimsenin bulunmadığı bir tek çifte, bir iki çifte ve bir de dört
tekli kikleri hemen bağrımıza basarak
hiç vakit kaybetmeden suya indirmiştik. Neyse ki, stajın son günlerine
doğru ilk kürek takımı hocası kayıkların imdadına yetişene kadar, ufak tefek hasar
dışında başka bir vukuat olmamıştı. Normal sandallar gibi kullanılabileceğini
zannedip üstüne bindiğimiz bu daracık tekneler daha ilk kürek hamlesiyle
alabora oluyor ve kendimizi suyun içinde buluyorduk. İlk baştaki izlenimlerimizin
aksine tek çifte en zor, dört tek ise en kolay olandı. Uygun bilek
hareketleriyle devrilmeden su üstünde kalma tekniklerini kendi kendimize
keşfetmiş olsak da, öğrenecek daha nice şeyler olduğunu bir sonraki yılın
başında çok kısa bir süre ile içinde yer aldığım okul kürek takımındaki
çalışmalar sırasında öğrenmiştim.
Rusya Küba’daki füzelere karşılık Türkiye’deki nükleer savaş başlıklarının
sökülmesini istiyordu. Zaten 27 Mayıs’ın radyodaki ilk:
“NATO’ya ve CENTO’ya
bağlıyız”
Bildirisiyle güven de tazelemiş olduğumuz için bu konu, Kennedy ve eşi Jacklyn etrafında yaratılan masal havası,
bir küçük kasaba kızından ateşli bir sarışın
bombaya dönüştürülen Marilyn Monroe’nun
göğüsleri ve Ava Gardner’ın Klimanjaro’nun
Karları filmindeki gizemli çekiciliğinin arkasında kaynayıp gitmişti.
Yavaş yavaş tırmanan Vietnam savaşı da Amerika’da huzursuzluklara yol açmaya başlıyordu. Birkaç yıl önce yayınlanan “Çirkin Amerikalı” kitabı, devlet politikalarını eleştiriyor; sonradan çiçek çocukları veya hippie’liğe dönüşecek olan beatnik’lerin söylemleri insanları “kurgulanmış yaşam biçimlerinin ötesine” çağırıyordu. Eymir’deki stajımız eğlenceli geçtiği halde, Türkiye ve Dünyada yükselen eleştirel özgürlük rüzgarlarının etkisiyle olsa gerek, biz de Aptullah Bey’in Yassı Höyük kararına:
“Neden buna zorlanıyoruz?”
gibisinden küçük çaplı bir direniş sergilemiştik. Aslında despotik tavırlardan çok uzakta uygar
bir adam olan Aptullah Bey dayanamayıp sonunda:
“ya gelirsiniz ya da…”
deyince kendimizi kırmızı renkli, yuvarlak lomboz pencereli, burunsuz
okul otobüsünün içinde bulmuştuk.
Talat Aydemir İsyanı sırasında barakalı okulumuzun avlusunda uçak
mermilerinden hasar gören otobüslerin yerine Amerika’dan hibe yolu ile gelen
birkaç taneden ilki olan ve soğuk hava depolu kamyonlara benzeyen bu otobüse hemen
“et
kamyonu” adını takmıştık.
Polatlı yakınlarında küçük bir köy olan Yassı Höyük, tarihteki Frigya
başkenti Gordion’un hemen yanındaydı. Adını da Midas’ın mezarını barındıran koca tümülüsten almıştı. Bir kalıpçı
bir de duvarcı ustasından yardım alarak ve bütün
işçiliği kendimiz üstlenerek orada bir köy odası yapacaktık. 50 kiloluk bir
yükün ne anlama geldiğini de bir daha hiç unutmamacasına orada sırtımda taşıdığım
çimento torbalarından öğrenmiştim. Rektörümüz Kemal Kurdaş’ın bizi ziyarete geldiği gün, özel izinle açılan mezar girişinden içeri girdiğimizde kazı
devam ediyordu. Önceden çıkarılıp kenara konmuş şaşırtıcı güzellikteki
oymalı ahşap kürsünün biraz ötesinde toz toprak içinde duran bakır kapları
hatırladıkça hala tüylerim ürperir.
ODTÜ Eymir Gölünde Staj. |
![]() |
Polatlı, Yassıhöyükte Staj. Kral Midas’ın Mezarı Girişinde |
Köyün yaklaşık bir kilometre uzağından Sakarya geçiyordu. Bütün staj süresince bizimle kalan otobüsün sürücüsü Satılmışla dosttuk. Dinlenme saatlerimizde bizi Sakarya kıyısının bir yerinde bırakır, arkasından da içinde sürüklendiğimiz akıntının birkaç kilometre aşağısından toplardı. Sonradan bütün ülkelerde bir casusluk girişimi olarak nitelenerek tepki alan Kennedy Barış Gönüllüleri projesinin ilk görevlilerinden olan Nan ve Jim de bizimle birlikteydi. Bizim Talas ve Tarsus’taki Amerikalı öğretmenlerimizi andıran temiz yüzleriyle, köylülerden çok bizimle ilişkileri olan bu insanların herkesle arkadaşlık ve dostluk yapmaktan öte hiçbir niyetleri yok gibiydi.
Yeni Dünya düzeninde de hiç kuşkusuz bir yandan askeri sırlar,
sabotajlar ve cinayetlerle dolu “operasyonel” casusluk eylemleri devam ederken,
bir yandan da sosyoloji ve psikoloji bilimlerinden yararlanarak hiçbir
gizliliği olmayan ulusal ve uluslararası basın ve yayın ortamlarından beslenen açık istihbarat önem kazanmıştı. Onların
da görevi belki Türkiye’nin toplum yapısını ve dinamiklerini gözlemleyerek
raporlamaktı. Bunların hangi amaçla kullanılacağı birçokları gibi onların
sorunu değildi.
Gelecek öğretim yılında okula, Eskişehir Yolu üzerindeki yeni
yerleşkede başlayacaktık.
YanıtlaSilYücel, yazdıkların ’61 girişli sınıfın ilk iki yılının vurgulanacak nesi vardı ise güzel toparlıyor, eline sağlık.
Sınıfın bugüne dek yitirdikleri can acıtacak denli çok.
Switzer zaten fazla iz bırakmamıştı. Bizi terkettikten sonraki izini de bulamadım.
Onu böylece geçersek, başta Abdullah Kuran olmak üzere ilk yılımızın unutulmazlarından Dündar Elbruz, Tekin Akalın, Yuluğ Tekin Kurat, Turgut Özal hepsi göçtüler.
Sınıfdaşlarımızdan ise ilk uğurladığımız Süreyya Aytaç oldu. Sonrakiler alfabe sırasında şöyle:
Nuri Arıkoğlu
Fahrettin Ayanlar
Günhan Danışman
Murat Erdim
Sedat Akın Haykır
Ömer Ergun Mutluay
Görol Öngör
Oğuz Öztuzcu
Ziya Tanalı
Önder Tuncel
Fehmi Yurdoğlu
Huzur içinde uyusunlar.
İlk yılın sonunda (ya da yarısında) farklı nedenlerle ODTÜ’den ayrılanlarımız da oldu:
Nejat İnel
Sağkal Özek
Özcan Balköse
Mustafa Özcan
Ne olduklarını, ne yaptıklarını bilenler, temasta olanlar vardır umarım.
Hepsini anmamıza vesile oldun Yücel. Teşekkürler.
Talas anıların da harika. Onu ayrıca yazarım.
OÜ