Korsan Dürbünüyle Bakınca / O. Üstünkök

 

 

UZAKTAN KORSAN DÜRBÜNÜYLE BAKINCA

Üç Adımda ‘Modern Mimarlık-Bacardi-Dunhill’, ‘Küba Camii Şerifi’, ve ‘Saffetî’den Safetti’ye

BİRİNCİ ADIM: Mezarımı Taştan Oyun, Tabutum Camdan Olsun. Uluslararası Çağdaş Mimarlık Spor Kulübü UÇMİSK’in Belgesiz (Diplomasız) Gençlik Futbol Takımı BİGFUT, 20. Yüzyılın ilk yarısında şampiyonluktan şampiyonluğa koştu. Kadrosunda başka yıldızlar da vardı ama takım bu sürekli başarıyı özellikle ileri üçlüdeki oyuncuları Frank, Charles ve Ludwig’e borçluydu. Amerikalı Frank (Lloyd Wright 1867-1959) golcüydü. Hiç fırsat kaçırmazdı. Sağaçık Charles (Edouard Jeanneret-Gris 1887-1965) dedesinden kalan ‘’Kargamsı’’ anlamlı takma adla Le Corbusier olarak tanınırdı. İsviçre’den Fransa’ya geçti. Deplasmanda daha iyiydi. Rakipten top çalmakta üstüne yoktu. (Bkz: Üstünkök: Şubat 2022 Sepeti. ‘’Bir İntihal Daha Var’’) Solaçık Ludwig (Mies van der Rohe 1886-1969) Made in Germany idi. Amerika’yı seçti. Çok tutarlıydı. Maç nerede olursa olsun onun için farketmezdi. Her zaman, her yerde aynı oyunu oynardı. Gelin Ludwig’i daha yakından tanıyalım. Kendini bize o anlatsın. Dinleyelim –pardon, okuyalım bakalım: ‘’Efendim, iyi günler. Ben Ludwig. Tam adım Maria Ludwig Michael Mies. 1886 doğumluyum. Babam mermerciydi. Gençliğimde depodaki mermerlerin düz, pürüzsüz yüzeylerini elleyip okşadıkça içim tuhaf olurdu. (Okşadığım şeyler ‘’mermer’’lerdi. R harfli. Yanlış anlaşılmasın.) Bir gün,‘’yahu bunlarla bina yapılıyormuş, bari ben de mimar olayım’’ dedim, oldum. Mimarlık okumuş değildim, diplomam yoktu ama yoksa yok, ne olmuş? Sanki Leonardo Da Vinci’nin var mıydı? Parlak, pürüzsüz yüzeyler tutkusuyla sanki mimarmışım gibi yıllarca yapılar tasarladım, ünlendim, hem de nasıl. İşlevleri, kat sayısı, çevre özellikleri, iklim koşulları falan ne olursa olsun; cepheler hangi yöne bakarsa baksın; eller ne derse desin; ben yapılarımın hepsinde hep aynı gereçleri kullandım: Çelik, cam, mermer. O kadar. Kullandığım başka gereç yok mu? Örneğin tuğla? Var ama sayılmaz. Kaynaklarda yer alan şu birkaç yapı dışında pek önemsenmiş olanı yok: Polonya’da Wolf ailesi için konut; Berlin’de Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht adına bir anıt; bir de yine Berlin’de kendi küçük, garajı büyük orta halli Lemke konutu. Anıt, Hitler yönetimince yok edildi. Polonya’daki ev savaşta bombalandı. Stuttgart’da yöneticiliğini yaptığım Weissenhoff mahallesinde tasarladığım bir apartman da var. Onu adıma müze yapmışlar, biletle giriliyormuş. Ünlüyüm dedim ya. Diplomam yok ama benim yaptıklarımı bilmeyene okullarda mimarlık diploması vermezler, ne haber? İşte hayat böyle...

 

Futbol formamda sadece Ludwig yazılıydı. Adımdaki Maria’yı hiç kullanmadım. Niye bana kız adı vermişler, bilmiyorum. Soyadım olan Mies Almancada ‘’berbat, sefil’’ anlamınadır, onu da yazdırmadım. Annemin kızlık soyadı Rohe. Onu aldım. Hani şu öbür Ludwig var ya, Ludwig van Beethoven, ondan esinlenip, Rohe’nin önüne onunki gibi ‘’van ’’ soyluluk ekini koydum. Hem de Hollanda usulü ‘’van der’’ olarak. Sonra da tümünü getirdim Mies’in sonuna taktım. Böylece o berbat ‘’mies’’ yerine, mis gibi soylu bir ad oldu benimki: Ludwig Mies van der Rohe. Rohe sözcüğü de aslında Almanca ‘’çiğ’’ ,‘’ham’’, hatta sokak argosunda ‘’yontulmamış’’ demektir ama bu lütfen aramızda kalsın. Olur mu?

Düz, pürüzsüz yüzey sevgimin en erken --hatta ilk-- ürünü 1929 Barselona Ticaret Fuarı’ndaki Alman pavyonuydu. Sergici (exhibitionist değil, sergi tasarımcısı anlamına ‘sergici’) Lilly Reich (1885-1947) ile birlikte, parlak yüzeyli panellerle oluşturmuştuk. Geçiciydi. Fuar bitiminde yok edildi. (1986’da 100 üncü yaş günüm diye yerine yapılan kopyayı Rem Koolhaas pek beğenmez.) 1929 Sevilla fuarında da Küba püroları ve Bacardi Şirketi’nin Rom ürünü sergileniyordu. Rom şişeleri parlak, pürüzsüz cam yüzeyleriyle pek çekiciydi, içlerindekinin içimi de öyle. Romlu martiniler bir başka tutkum oluverdi.



Püro ise hiç katkısız, saf tütün ürünüdür. En iyileri de Bacardi gibi Küba yapımıdır. Onları tüttürmeye ben taa 1920’lerde Berlin’de yanında çalıştığım Peter Behrens’e özenerek başlamıştım. Hiç bırakmadım.

Bacardi şirketinin müdürü, ailenin damadı Jose Bosch’la fuarda tanıştık. O da püro içiyordu. Ortak püro ve rom beğenimiz, aramızda yıllar süren bir arkadaşlığa kapı açtı. Sonradan, iyice ünlendiğimde, Küba’nın Santiago de Cuba kentindeki şirket merkezi için bir ofis yapısı tasarladım. Küba’ya hiç gitmemiş, yapının yapılacağı yeri görmemiştim. Gerek yoktu ki. Nerede olursa olsun, nasıl olsa camdan bir kutu yapacaktım. Daha önce de dediğim gibi, yön, yerel özellikler, işlev, iklim koşulları gibi verilere ben aldırmam. Projeyi bavula koydum, Küba’ya gittim. Yıl 1959. Yeni açılmış beş yıldızlı Havana Hilton’da önerimi Jose’ye sundum. Pürolar püf püf, romlar yudum yudum. Yapının tüm cepheleri saydam cam. Ağır ağır çıkacaksın yandaki görkemli merdivenlerden ama yapı çıkılan yerde değil. Sağda, ayrı ve yüksek bir platformun üstünde. Kapısı da cam, cephelerden birinin cam panelleri içinde. Ara da bul. İçeri girmek zor. Tarihte böyle bir ofis tasarımı görülmemiştir. Mimarlıkta devrim sayılsa yeridir.



Castro da kendi devrimini aynı yıl sonuçlandırdı. Hilton dahil adada ne varsa kamulaştırdı. Bacardiler ve damat tası tarağı toplayıp Küba’yı terkettiler. Proje de rafa kalktı. Aslında göçün aileye zararı olmadı. Tersine, Küba’dan çıkınca şirket daha bile büyüdü. İlişkimiz de sürdü. Bacardi’nin Meksika’daki ofis yapısı da benim tasarımım. O da her yanı cam bir kutudur. Pek ısınmaz ama hâlâ kullanılıyor..

Ben de Bacardiler gibi ülkesinden ayrılanlardanım. Kaynaklar,‘’Hitler’e karşı çıktığı için ABD’ne gitti’’ diye yazarsa da tam öyle değil. Aslında Hitler kendisi bana ve 1930 yılında yönetimini üstlendiğim Bauhaus okuluna karşıydı. Neymiş? Tasarladıklarımızı yalın, süssüz ve zevksiz buluyormuş adam. ‘’Ne o öyle bol camlı düz damlı şeyler canım?’’ diyormuş. Ona göre mimar dediğin Albert Speer gibi olur, rejimin gücünü gösterecek heybetli, sağlam, üstün nitelikli yapılar yaparmış. Benim ise öyle şeyler yapmaya niyetim de yoktu, yatkınlığım da. Üstelik ABD, Küba pürolarının en bol, en ucuz olduğu yerdi. Dolayısıyla karar vermem hiç zor olmadı. Bauhaus’u kapattım, kapağı ABD’ne attım. Bauhaus’un önemli isimlerinden Walter Gropius ve Marcel Breuer de aynı yıl (1937) ABD yolcusu oldular. Onların da başta mimarlık olmak üzere Amerika’nın ve başka ülkelerin her ölçekteki tasarım eğitimi ve uygulamasına dolaylı dolaysız çok katkıları vardır. Kitaplarda öyle yazar.

Amerika’ya göçmek bana çok yaradı doğrusu. Orada sadece kaliteli pürolar ve martini değil, cam, çelik, mermer de boldu. Para dersen, sınırsızdı. Tüm cepheleri birbirinin aynı ve yalınkat cam giydirme olan yapılarımın hiç yalıtımı yoktu, evet, ama onları kışın sıcak, yazın serin tutmak için gereken enerji sudan ucuzken ne önemi vardı ki? (Bkz: https://global.ctbuh.org/resources/papers/download/1306-five-energy-generations-of-tall-buildings-a-historical-analysis-of-energy-consumption-in-high-rise-buildings.pdf ) Benim çok katlı ya da alçak --pardon, az katlı-- cam kutularım ABD’nin başı çektiği tüketim savurganlığına dayalı uluslararası kapitalizmin simgesi oldu. Her yerde benzerleri yapıldı. Büyük sermaye ‘’Mies eşittir daha çok para’’ (Mies Means More Money) dedi. ‘’Başkalarına da öğret’’ diye beni Chicago’daki IIT (Illinois Institute of Technology) mimarlık okulunun başına da getirdiler. ‘’Amerika’da çok yapısı var ama anavatanında pek bir şeyi yok’’ derler. Doğrudur. Savaş ertesi orada para yoktu ki. Ancak otuz yıl sonra zenginleştiğinde Almanya için de bir cam kutu tasarladım: Berlin’deki Yeni Ulusal Galeri. Yapının açılışında ‘’Aaa! Yahu, bu yapının nesi yeni? Senin Küba için 10 yıl önce tasarladığın Bacardi ofis projesinin aynısı be! Hem de yandaki merdivenlere varıncaya kadar’’ diyen oldu. Halikarnas (şimdiki adı Bodrum) Mimarlık Kitaplığı’ndaki bir konuşmada küstah bir adam da herkesin önünde aynı şeyi söyledi, hem de resimler göstererek, münasebetsiz şey! İşte o resimler :


 Peki ben ne yaptım? Elimdeki püroyu bile bırakmadan şöyle dedim:

  




Ne yazık ki o yıllarda pek çok mimar da benim ünlü ‘’az, çoktur’’ (less is more) kelime oyunumu --pardon, tasarım felsefemi-- beğenmemeye, ‘’az da sıkıcı olur’’ (less is a bore) demeye, ve hepsi birbirine benziyor diye yapılarımı kötülemeye başlamışlardı. Galeri de eleştiriden payını aldı mı, aldı. Bkz: https://www.theguardian.com/artanddesign/2021/aug/30/curse-mies-van-der-rohe-puddle-strewn-gallery-david-chipperfield-berlin-national . Ben de yapı açıldıktan sonraki yıl öldüm. Yok canım, elbette eleştirilerden değil. Ecel gelmiş cihane, başağrısı bahane, ondan. Yapacak bir şey yok.

Bakın ben öldükten sonra ne oldu: Küba için 1959’da tasarladığım ama rafta duran ofis projesi var ya, hani Galeri’ye benzetilen? İşte o yapı, devrimde kendi de adadan ayrılmış olan mimar Ricardo Eguilior (1920-2009) eliyle Küba’da değil, Bermuda’nın Hamilton kentinde, Bacardi’nin bölge merkezi olarak yapıldı. Birbirine benzer irili ufaklı bir sürü cam kutum zaten vardı, böylece iki tane de aynı yumurta ikizim oldu mu? Oldu. Hem de biri karlı buzlu Berlin'de, biri yarı tropik Bermuda'da. İklim mi? Boşver yahu, sen biçime bak. Önemli olan biçim. Bu ikizler klasik Yunan tapınakları gibi valla. İşlev mi? Aman canım, siz de tutturdunuz yani! Ayol ondan kolay ne var? Beyaz olan ofis, siyah ise sergi salonu. İşte bu kadar. Aaaa! İşleviniz yerin dibine batsın be!

 







Birisi dedi ki Louis Sullivan (1856-1954) bir tarihte ‘’biçim işlevi izler” (form follows function) demiş. Bu dediği tüm mimarlık okullarında ezberletilirmiş. Bana ne yahu? Ne dediniz? Ben işlevi önemsemem diye Sullivan mezarında fır fır dönerken mi görülmüş? Hadi canım siz de, birileri uydurmuştur. Adam toprak altında. Kim, nasıl görecek ki? Üstelik benim yapılarım esnek işlevli. Nasıl istersen öyle kullan. Bırakın bu zırvaları da biz pürolara geri dönelim.


Aşağıdaki kaynakta benim bu resimlerde olduğu gibi elim, ağzım, cebim pürolu tastamam 75 adet (yazıyla yetmişbeş) fotoğrafım var. Kayda geçsin mi geçsin. http://cigarmonkeys.com/2020/03/07/mies-van-der-rohe-god-is-in-the-details-75-mies-cigar-smoking-photos/ ‘’Neden kayda geçsin? ‘’ diye mi sordunuz? Söyleyeyim ama şaşmayın: Benim hayatta önem verdiğim şeyler aslında ne mimarlıktır ne de tasarım. Benim için ‘’ olmazsa olmaz’’lar (essentials) sadece şu üç şeydi: 1) Dunhill marka pürolar, 2) martiniler, 3) pahalı giysiler. Gerisi teferruattır. Bu da kayıtlara geçmiştir. Bkz: https://www.archdaily.com/784297/20-things-you-didnt-know-about-mies-van-der-rohe


Alfred’in (Alfred Dunhill) Küba’da yaptırdığı pürolar benim ‘’olmazsa olmazlar’’ listemin başında geliyorsa nedenini biliyorsunuz.Yine de bilmeyenler varsa söyleyeyim: “En kaliteli pürolar Kübalı genç kızların çıplak bacaklarının üstünde yuvarlayarak sardıklarıdır’’ diye bilinir de ondan. Fantezidir, tamam, ama ya değilse? O yüzden Dunhill pürolarımdan hiç ayrılmadım. 




Ne var ki, dünyadan ayrılmam onlar yüzünden hızlandı. Kızlar yüzünden değil de, herhalde pürolar nedeniyle 17 Ağustos 1969 günü birden nefessiz kaldım ve tık: Aufwiedersehen. Mezarım Chicago’da. Dün yanımdaki mezara gömdükleri adam bir fotoğraf gösterdi. ‘’Senin taşında bak ne yazıyor’’ dedi. İnanılacak gibi bir şey değil! Kalkıp kendim göreyim diyorum ama nedense üstümde bir ağırlık var. Biraz uyursam geçer. İzninizle’’ 

İKİNCİ ADIM : Kristof ‘un Küba Camii Şerifinde Kıldığı Cuma Namazı

İşte tekrar beraberiz. Ludwig’e teşekkürler. Huzur içinde uyusun. Evet, kendisi bizden ayrılalı epey oldu ama biz onun pürolarını çok sevdiği Küba’dan henüz ayrılmayalım. Küba deyince püroyla birlikte akla Amerika’nın keşfi de gelmeli, değil mi? Öyle ya, İtalyan kaptan Kristof Kolomb Küba’ya ayak basıp Amerika’yı keşfetmese tütünü kim nereden bilecekti? Evet, Yeni Dünya’yı o keşfetti, tütünü de Avrupa’ya o tanıttı diyoruz ama Avrupa’dan Amerika’ya daha önce gidenler olmuş, Vikingler falan. Bu bağlamda sizi Mauricio Obregon’la tanıştıralım: Bay Obregon Güney Amerika ülkelerinden Kolombiya Cumhuriyeti’nin üst düzey bir dışişleri görevlisi idi. 1921 yılında İspanya’da doğmuş, sonradan Kolombiya vatandaşlığına geçmiş, birçok başkentte elçi olarak Kolombiya’yı temsil ettikten sonra 1998 yılında sizlere ömür olmuş. Bilirsiniz, Kolombiya, adını Kristof Kolomb’dan alır. Obregon’un da Kolomb’la ilgili bir kitabı var: The Columbus Papers, The Barcelona Letter of 1493, New York: McMillan Co.,1991. Elçiden ve kitabından niçin söz ettiğimizin açıklaması azzz sonra...




Tanımamız gereken biri de 1934 Lübnan doğumlu Dr. Youssef Mroueh. Kanada’da yaşıyor. Doktor ama tıp doktoru değil, fizikçi. Neden tanımamız gerekir derseniz şöyle: Dr. Mroueh iddia ediyor ki ‘’Amerika’yı Müslüman Araplar keşfetti’’. İddiasının dayanağı Bay Obregon’un adı geçen kitabı. Ondan alıntıyla ‘Kolomb’un 1492 yılında tekneyle Küba açıklarındayken uzaktaki tepelerde cami gördüğünü, bunun da Küba’ya o tarihte Müslümanların çoktaaaan yerleşmiş olduğunu kanıtladığını’ yazıyor. Bkz:

http://www.beautifulislam.net/history/muslims_americas.htm  İddiası için başka dayanağı var mı?

İngiltere doğumlu Yeni Zelandalı biyolog Dr. Howard (Barry) Fell’in (1917-1994) arkeolojik veantropolojik bazı ‘’bulgular’’ından da söz ediyor ama arkeologlar ve antropologlar Harvard’da görevli de olsa Dr. Fell’i hiç ciddiye almıyorlar. Bilimsel açıdan hakkında yazılmış olanlar kötü mü kötü, hatta acımasız yergiler. Bu kadar diyelim, yetsin. Ayrıntı için Bkz: https//historynewsnetwork.org/article/23662


 Her ne kadar içkiye, tütüne vs karşı ise de Küba denince akla gelebilecek önemli bir isim daha var: Recep Tayyip Erdoğan. 1954 yılında İstanbul’un ünlü semti Kasımpaşa’da dünyaya geldi. 2014 yılında, şahsının altmışıncı yaş gününde ülkenin Cumhurbaşkanı sıfatıyla dünyanın ileri gelen Müslüman liderlerini İstanbul’da topladı. Toplantıda “Kristof Kolomb'dan 300 yıl önce, 1178'de, Amerika’yı Müslümanlar keşfetti. Kolomb bile hatıralarında Küba'daki camiden bahseder” dedi. Lübnanlı Müslüman Dr. Mroueh’in İspanyol Hristiyan Obregon’dan aktardığı ‘’Kolomb, kıyıdaki tepelerde cami görmüş’’ beyanını yumruk vurur gibi, güm diye masaya koydu. Katılanlar ayakta alkışladılar. Yerel haber kaynakları da Erdoğan’ın konuşmasını manşetlerle hemen dünyaya duyurdular. Bkz: https://www.ensonhaber.com/gundem/erdoganin-musluman-dini-liderler-zirvesi-konusmasi-2014-11-15


Ezber bozan konuşmada ortaya konan 1178 tarihinin ne olduğu, nereden çıktığı belli değildi, bilinmiyor. Kimse de cesaret edip sormadı. Sonrasında şu oldu: Konuşma üzerine çeşitli ülkelerin tarihçileri, başka bilim insanları ve BBC’den Washington Post’a dek yığınla yabancı yayın organı, bozulan abdesti --pardon, ezberi-- hep bir ağızdan tazelediler: ‘’Hoop, van münüt, van münüt! Kolomb’un seyir defterini biz de okuduk. Adam ‘tepede cami var’ demiyor ki. Sadece Küba açıklarından geçerken uzaktan korsan dürbünüyle bakınca gördüğü tepelerin kubbe gibi yuvarlak oldukları benzetmesini yapıyor. Buna teşbih denir. Lise edebiyat derslerinde teşbih anlatılırken uyuyor muydunuz mu siz arkadaş ?! ‘’ dediler.Bkz:

https://www.bbc.com/news/world-europe-30067490

https://www.washingtonpost.com/news/worldviews/wp/2014/11/15/muslims-discovered-america-before-columbus-claims-turkeys-erdogan/   

Bu konuya gelin biz Kolomb gibi uzaktan değil yakından ve başka bir dürbünle bakalım.

 


Yukardaki resim Küba’dan. Şimdi insan bu manzarayı görür de ‘’ gerçekten de uzaktan bakınca Küba’nın tepeleri yuvarlacık şekilleriyle başka şeylere benziyor’’ demez mi? Evet, der. Kolomb da tepeleri yapı kubbelerine benzetmiş. Başka şeylere de benzetebilirdi. Bildiğimiz gibi ‘’teşbihte hata olmaz’’. Fakat ‘’teşbih’’, ‘’tespit’’ olarak kabul edilirse, işte o hata olur. Bu işleri bilenler ‘’iyi de, yahu Kolomb Hristiyan, kubbe deyince onun aklına camiden önce ya Pantheon gelir ya da Ayasofya. Ayrıca, tut ki ‘buradaki tepeler cami kubbeleri gibi’ dedi, ‘ekmek musaf çarpsın ki tepede Küba Cami-i Şerifi var, gördüm, kıyıya çıkıp namaz bile kıldım‘ demedi ya’’ dediler, noktayı koydular. Bkz:https://www.jasoncolavito.com/blog/did-columbus-find-an-ancient-mosque-in-cuba

Noktayı koydular, evet, ama yetmez. Bu sohbet böyle bitmez. Devam ediyoruz:

Teşbih, tespit, ispat falan derken ‘’tesbih’’ (ya da tespih) sözcüğü de sıraya girer. Girsin. Biliyorsunuz, tesbih , kehribar ya da benzeri kıymetli taşlar kullanılarak yapılan ipe sıralı boncuklardan oluşur. İşte sıradan birkaç örnek:



Müslüman toplumlarda namaz vakti gelince camilerde, günün geri kalanında kahvehanelerde, ‘’ya sabır’’ demekereken sıkıntılı zamanlarda da her yerde ‘’tesbih çekilir’’. Hristiyan din adamları ve Budistler de dua amacıyla tesbih kullanır. Tesbih alışkanlığı Yunan yarımadası ve Ege adalarının sosyal ortamında özellikle yaygındır, elden düşmez.Yani tesbih deyip geçilmez.


İyi ki devam edelim demişiz, bakın ne güzel işte Midilli’ye kadar geldik. Bu arada tesbihin birden fazla kültürde yeri ve bir bakıma dinlerarası önemi var demiş gibi olduk. Şimdi başka noktalara da değinelim, bakalım lâf lâfı açar ve kavaktan öte --pardon Midilli’den öte-- yol gider mi? Değindiğimiz dinlerarası ortaklıklar ve olası alışverişler yıllardır çok sayıda ciddi ve değerli araştırmayla didik didik incelenmiş bulunuyor. Midillili balıkçı arkadaş bile artık biliyor ki özellikle İslam ile Hristiyanlık arasındaki paslaşmalar Abbasiler halifeliği ele geçirip yönetimi Şam’dan Bağdat’a taşıdıklarında örgütlü bir düzene kavuştu. M.S. 750 yılında Bağdat’ta kurulan bir çeviri merkezinde, yöre halkından Arapça’ya ilâveten Yunanca ve Latince de bilenler eski Yunan ve Roma dönemindeki bilimsel birikimin Arapçaya çevrilmesi, aktarılması işiyle görevlendirilmişti.


Hatırlardadır: Bu gelişmeden birkaç yüzyıl önce körolası Vandallar koca Roma İmparatorluğunu devirmiş, yıktıkları uygarlığın yerine bir şey koyamamıştı. O yüzden dağılıp minik krallıklara bölünen Avrupa birden kendini zifirî karanlıkta bulmuştu. Tüm Ortaçağ boyunca adamlarda el fenerine koyacak pil bile yokken Doğu’nun apaydınlık olması, önceki dönemlerden kalan bilgi zenginliğinin çeviri yoluylabbasilere geçmesine bağlanır. Aynı birikim Emevilerle Kuzey Afrika üzerinden İberik yarımadasına da taşınmıştı. Emevilerin Endülüs egemenliği az değil, beş yüzyıl sürdü. Sona erince de rüzgâr yine yöndeğiştirdi. Söz konusu bilimsel belge ve bilgiler M.S. 1250 sonrasında Toledo’da bu kez de Arapça’dan Avrupa dillerine geri aktarıldı. Sonuçta, dünya uygarlığının belli başlı dönemeçleri olan keşifler, icatlar ve her türlü gelişme binlerce yıllık tarihiyle, belgeleriyle, tüm ayrıntılarıyla artık yıllardır biliniyor. Ancak, yerleşmiş genel bilgi ve kabullerden farklı görüş belirtenlere yine de bazan rastlanıyor. Dr. Mroueh de onlardan. Geçerli somut destek, kanıt, belge olmaksızın sadece Bay Obregon ve Dr Fell’den alıntılarla Yeni Dünya’nın keşfini ve yerleşim tarihçesini çok değişik bir konuma tbilgi sahipliği tahtarevallisinin Doğu tarafına ‘’sanal’’ bir ek ağırlık konmuş oluyor. RTE da buna kendinden birkaç kilogram daha ekleyince (1178 yılı gibi) ‘’Amerika’yı Müslümanlar keşfetti’’ demek hem koyu bir tarafgirlik, hem de ilginç bir ‘’alternatif tarih’’ denemesi gibi gözükmüyor mu? Gözüküyor. Olmaz demiyoruz, elbette yapılabilir ama o zaman biz de Dr. Mroueh ve Bay Obregon’un izinden gider de dönemin takviminden alternatif bir yaprak çevirirsek, aynı olayı özgür bir yorumla bir de biz anlatırsak ayıp olur mu? Onlarınki olmadıysa bizimki de olmaz, değil mi? O halde haydi buyrun:

ÜÇÜNCÜ ADIM : Arnavut Saffetî’nin Yeri’nden Rahibe Safiye’nin Bisiklet Fanilâsına

 


Şimdi yıl M.S. 1490, yer de Arnavut Saffetî’in kahvehanesi olsun. Pazar sabahları kahvaltı da veriyor Saffetî. Avrupa’nın birbirine komşu kralları o gün yine Arnavut’a ‘’brunch’’ yapmaya gelmişler. Kapı aralığından gördüğümüz kadarıyla sofra zengin, kılık kıyafet de fena değil. Anlaşılan Batı toplumları Ortaçağın fakirliğini aşmışlar aşmasına ama yine de sanki rahatsızlar. Suratlar asık. Kulak kabartıyoruz. Konuşmalardan sıkıntılarının nedeni ortaya çıkıyor: Bildiğimiz gibi, Doğu’nun, yani Hindistan’ınve Çin’in ürünleri ‘’Uzak Asya'dan dörtnala gelip Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan’’ Anadolu’nun (Bkz: Nazım’ın Davet şiiri. https://www.siir.gen.tr/siir/n/nazim_hikmet/davet.html) kervan yollarıyla Avrupa’ya ulaştırılıyordu o zamanlar. 1071’de yolları ele geçirenler transit geçen mallardan aldıkları vergiyi yıllardır habire arttırmaktalar. Sabit gelirli Avrupa halkı o yüzden taa ne zamandır ithal mallarına para yetiştiremez olmuş. Malazgirt’den yalnızca yirmi beş yıl sonra (1095) paldır küldür birincisi düzenlenen Haçlı Seferleri de amacına ulaşmamış, kervan geçişleri bir türlü bedava olmamış. 1453’de İstanbul düşüp Avrupa’nın dindaşı Bizans kabzımalları da işlerini yitirince adamlar ‘’eee, yetti gari be!’’ demesinler de ne yapsınlar, söyler misiniz? ‘’Batı’nın kömür kokan gotik kentlerinde’’ (Bkz: Necati Cumalı’nın Göç şiiri.  http://www.siirparki.com/ncumali43.html) on beşinci yüzyılın (quatrocento) sonuna doğru krallarımız işte bu yüzden zor durumdalar. Uzun zamandır mübarek pazar günleri kiliseden sonra Saffetî’nin yerinde toplanıp günümüzün emeklileri gibi ‘’halimiz ne olacak bu zamlarla birader’’ diye kara kara düşünüyor, dertleşip duruyor zavallılar. Anlamış bulunuyoruz. Kahvehanenin kapısından baktığımız pazar günü köşede Toscanelli adında Floransalı yıldız gözlemcisi bir turist kendi kendine bilardo oynamakta. Kralların geldiğini görünce ıstakayı bırakıyor, ‘’vaay Ferdi, nassın canımın içi?’’ diye koşup birisini kucaklıyor. Meğerse İspanyol Kralı Ferdinand, 1468’de Sicilya Kralı iken Toscanelli’ye yıldız falı baktırırmış. Yakınlıkları oradan. Ferdi dertli. ‘’Noossun be Toscacım, sürünüyoz’’ diyor. İyi olacak doktor hastanın ayağına gelir derler. Toscanelli dünyanın yuvarlak olduğunu bilenlerden. Ferdinand durumu anlatınca gidip bilardo topunu getiriyor. Kahveci Saffetî’den de tükenmez kalemini ödünç alıyor. Topun üzerine Avrupa, Hindistan, Çin ve Japonya’nın yerlerini kabataslak işaretliyor. Krallara diyor ki; ‘’Ne üzülüyonuz yahu? Karadeniz’de gemileriniz batmadı ya. Bakın burası Portekiz. Dünya bir küre, doğuya varırsınız sürekli batıya giderseniz. Açın yelkeni, çevirin dümeni, kırkbeş günde beşiktaş. İşte Japonya, Çin, Hindistan. İpek mipek her şey orada. Alın ne isterseniz ucuza ucuza, doldurun ambarlarınıza, vira tornistan. Bundan iyisi anjelik eriğinin irisi...’’ Sonra da cebinden büyücek bir kağıt parçası çıkarıp masaya seriyor. ‘’Alın size dünya haritası’’ diyor. ‘’Hadi gene şanslısınız, yanımdaydı. Bildiklerime Marco Polo’nun görüp anlattıklarını da kattım, kendi elcağızımla yaptım. Ucuza bırakırım, maksat işiniz görülsün’’. İşte Toscanelli’nin haritası:



  

Haritada sağ yanda Avrupa ve Afrika gösterilmiş. Arkalarında da Hindistan. Karşı kıyıda Çin, Japonya, falan var. Krallar şaşkın. ‘’Aaa! Hindistan iki tane. Bu ne bu?’’ Toscanelli ‘’o aynı Hindistan. Haritayı silindir gibi bükerseniz ikisi birleşir’’ diyor. Devam ediyor: ‘’Karadan olmazsa denizden gidin, aynı şey.’’ Kara yolunu siyah, deniz yolunu da mavi tükenmezle işaretleyiveriyor.

 

  İyi de, bugün biliyoruz ki o mavi yol öyle bomboş, dümdüz, dört şeritli değil. Ortada koca bir kıta var ama o zaman onu bilen yok. Bu bilgisizlik taa Aristo’ya dayanıyor. Evet, bildiğimiz mantıkçı Aristo’ya. Aristo zamanın dünya görüşüyle demiş ki : ‘’Bakın, hem Hindistan’da hem de Afrika’da filler varmış, bizim İskender söyledi. Belli ki bu yaratıklar birinden ötekine yüzerek geçmiş. Öyleyse mantığıma göre Hindistan’ın iki yanında da deniz olması gerekir’’. Toscanelli de Aristo’ya güvenmiş, ona göre konuşuyor. Evet, Hindistan’dan yüzerek gelinirse oraya yüzerek de gidilir yani, değil mi?

(Bkz: http://www.myoldmaps.com/late-medieval-maps-1300/252-paolo-toscanellis-chart/252-toscanelli.pdfLaf aramızda, o zaman varlığı bilinmeyen kıta, bugün olsa Tosca’nın haritasına aşağıdaki gibi otururdu. (Açık gri-bej renkli) Çn falan da onun gösterdiği yerde olmazdı elbette. O da başka...



Kahvehanede ortaya konan bu çok kesin bilgi ve belge üzerine krallar ‘’dünya yuvarlaksa tamam, işte derdimize care!’’ diye sevindirik olup o anda cüzdanda ne kadar paraları varsa çıkarıyorlar. Ferdi’nin Kraliçesi Ciaobella --ay pardon, Isabella olacak, aklım birden müziğe gitti-- altın bileziğini bile veriyor. Saffetî’nin yanında biri daha var. Adı Kristof Kolomb. İtalyan. Kendisi kaptan ama ticaret durgun, işsiz kalmış. Saffetî’yle anlaşmış, bir kaç yıldır kahvedeki çay ocağını işletiyor. Krallar sesleniyorlar: ‘’Gel bakalım Kaptan, al sana para, bak işte bu da harita. Bul bir iki tekne. Git bize Hindistan’dan ucuz ipek kumaş, karabiber, biraz da bal al gel hele, ama önce şu çaylarımızı tazele’’ diyorlar mı, diyorlar.

 

Kaptan Kolomb işte o hafta sonu ‘’ tanrı krallarımızın kellesini ve kesesini korusun ’’ diyerek çayocağını bıraktı. Arnavut Saffetî’yle helâlleşti. Oradan buradan üç beş kuruşa aldığı teknelerle 1492 yılının Ağustos ayında yelken açtı. Aynen Toscanelli’nin dediği gibi kırkbeş gün sonra bir kıyıya ulaştı. ‘’Vay be, işte geldik Hindistan’a, adamın haritası doğruymuş’’ dedi. Elindeki tek mercekli, camları kirli, kıytırık korsan dürbünüyle uzaktan gördüğü yuvarlak yuvarlak tepeleri kubbeye benzetti. Seyir defterine de öyle yazdı. Avrupa’ya döndüğünde ‘’bak, kubbe diyor, demek ki orası gerçekten Hindistanmış’’ diye millet öyle bir inandı ki o kadar olur. Endonezya, Filipinler falan zaten Doğu Hint Adaları (East Indies) olarak biliniyordu. Bu yeni yere Hindistan’ın öbür yanı diye Batı Hint Adaları (West Indies) adını verdiler. Yeni Dünya’nın yerli halkına da Hintli (Indian) deyip sonra da kovboy filmlerinde onları takır takır vurdular. Oysa Kolomb’un geldiği yer elbette Hindistan Mindistan değildi. Aristo dahil kimsenin varlığını rüyada bile görmediği Amerika kıtasının böğründeki adalardı. Halkı cami, kilise falan bilmezdi. O yıllarda kubbe deyince akla hemen Hindistan da gelmezdi ama ne Kolomb bunun farkındaydı ne polisler farkında.

Bkz. Nazım’ın Ceviz Ağacı şiiri. https://www.siir.gen.tr/siir/n/nazim_hikmet/ceviz_agaci.htm     Cem Karaca besteledi.  dinlemek için https://www.youtube.com/watch?v=AWtfx0xIC2Q )

Şimdi camiyi bırakalım da son bir soru soralım: Obregon ve Mroueh dostlarımız ‘ Küba açıklarından geçerken Kolomb tepelerde ne gördüğünü yazmış’ diyorlar demesine ama adam daha önce varlığını bile bilmediği bir yerde. İlk kez gelmiş. Oranın adını nasıl bilsin? Üstelik bu Küba lâfı nereden çıktı?

Açıklayalım: Kolomb 1490 yılında epeydir Arnavut Saffetî’nin kahvesinde çayocağı işletiyordu ya, Kaptana Türkçe öğretmişti Saffetî. Kolomb 1492 yılında tuttuğu notları başkası anlasın istemedi. Karşıya vardığı gün uzaktan korsan dürbünüyle gördüklerini o nedenle seyir defterine Türkçe olarak girdi. Tahmin edileceği gibi, Saffetî’nin Türkçesi epey ağır aksanlıydı. Kolomb da dili ondan öğrendiği için cümlede kullandığı kubbe sözcüğünü U değil, Ü harfiyle ‘’kübbecik’’ olarak, cümlenin tümünü de Arnavut şivesiyle ‘’tebe burası kübbecik gibi tepelerle dolu beyaa’’ diye yazdı. Dönüş yolunda fırtınaya tutuldular. Tekne ceviz kabuğu gibi sallandı. Masanın üstünde ne varsa darmadağın oldu. Şişesi devrilen limon kolonyası seyir defterinin üstüne döküldü, sayfalar yer yer okunmaz duruma geldi. Kaptanın kendi eliyle yazdığı ‘’tebe burası kübbecik gibi tepelerle dolu be yaa’’ satırının çoğu silindi, sadece‘’...burası küb...a’’ kısmı kaldı. Döndüğünde Türkçeyi Kolomb’dan da az bilen casuslar yazılanı ‘’burası küba’’ diye okuyunca adanın adı Küba olarak başka dillere işte böyle yerleşti. Tümü Arnavut Saffetî’nin sayesinde olmuştur. Amerika’yı Arnavutlar keşfetti desek yeridir. Obregon ve Mroueh bu önemli hususu ya atlamış ya da gizlemişlerdir. Bu ayıp da onlara yeter. Bilimsel gerçek, bilimsel gerçektir. Doğrular saklanamaz. Güneş balçıkla sıvanmaz. Ak akçe kara gün içindir.

Evet, görüyorsunuz :Uzaktan korsan dürbünüyle bakınca görünen şu kubbemsi tepelerden

Bu müthiş gerçekten sonra artık diyecek söz kalmadı. Son bir dörtlükle bitirelim:

          Olsun bunlar alternatif tarihin hissesiz bir kıssası

          Pürosu var, romu var, dans olarak da rumbasıyla salsası

          Kubbe gibi yuvarlak tepelerinden bize kalan adıyla   

         Şen yaşasın, dert görmesin Castro’nun Küba adası.

Anahtarım suya düştü. Suyu inek içti. İnek dağa kaçtı. Dağ yandı bitti kül oldu. Vay benim köse sakalım.

Bu masal da bu kadar sevgili çocuklar. Erenler erdi murada, biz kalakaldık burada. Lütfen aşağıdaki Ek Not’a bakınız:.

Ek Not:

Arnavut Saffetî’nin yeri açıksa bu pazar ‘’brunch’’ yapalım. Belki başka tanıdıklar da gelir.Başka tanıdıklar deyince Kahveci Saffetî’in yirmiyedinci kuşak torunu olan birinden söz ediyoruz. Safiye Espiritu Santo. Adını Kolomb’dan alan Kolombiya’da yaşıyor. Din değiştirdi, rahibe oldu. Kiliseye bisikletle gelir giderdi. Sonra kiliseden ayrıldı. Şimdi bisiklet sporu için giysi işi yapan bir şirket sahibi. Yirmiyedi kuşak önceki dede adını şirket ismi yaptı. Sadece F ve T harflerinin yerini şaşırdı, Saffetî değil Safetti olarak yazdı. Safiye’nin kendisini şirketin reklamlarında görebilirsiniz. (Aşağıda, ortadaki resim.) Şirket logosu onun rahibelik geçmişini yansıtıyor. İnanmayıp ‘’bu kadar da olmaz!’’ dediğinizi duyar gibiyim. Evet, haklısınız. O kadar olmadı ama Safetti şirketi gerçekten var. (https://www.safetti.us/pages/about-us) Logosu bisiklete binen bir rahibe. Ee, bu uyduruk masala da ancak böyle bir martaval yakışır, değil mi? Esen kalın...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumunuz okunduktan sonra yayınlanır. Yorumunuzun altına ad ve soyadınızı yazınız, Kimliği belirsiz yorumlar yayınlanmaz.

ÖNE ÇIKAN YAYIN

And They Died / Gün Gencer

  AND THEY DIED (THE ROAD TO GALLIPOLI) (ÇANAKKALE SAVAŞINA GİDEN YOL) A TRAGEDY IN THREE ACTS  (A Docu-drama with music written in memory o...