İnsan ilk
delikanlılık arkadaşını kaybedebilir mi hiç?
Sevgili İlhan
için mektup
Tuhaf bir deniz
yolculuğu gibi… Gidiyorsunuz ama bir yere varmıyorsunuz. Nereye varılacağı da
belli değil zaten. Ama bazen berrak ve açık bir gün ışığında yüzüyor olsa da tekneniz,
çoğu kez oldukça sisli, saydamlığı giderek kaybolmuş bir havada yol alıyor
gibisiniz.
Açık denizde tek
başına bir teknenin gidişi gibi, ama o kadar da yalnız değil hiçbir zaman. Sisin
içinden doğru gelen ve giden bir çok hayali misafirler var. Uğrayanların
sığacağı bir yer her zaman vardır. Tekne, su üzerinde bazen oldukça büyük bir
kalabalıkla sürüklenir durur. Bazen tekneyi bir yere doğru götürdüğünüz gibi
bir duygu oluşabilir, ama gerçekte pek de yönetemezsiniz tekneyi…
İnsan, üniversiteye
ilk girdiği yıldaki arkadaşını kaybedebilir mi? Böyle bir şeyin söz konusu bile
olamayacağını düşünüyorum. Arkadaşlarınızı asla kaybetmezsiniz. Ancak
görüşmeyeli çok zaman olabilir, hatta arkadaşınız ölebilir de… Ama hiçbir zaman
kaybetmezsiniz arkadaşınızı.
Belki 40 yıldır
görmemiş olsanız bile, İlhan’ın arkadaşlığı hemen oracıkta, zihin teknenize
gelmiş bir misafir gibi, bütün canlılığıyla bir şeyler söylemeye/ yapmaya devam
ediyordur. Gülüşünü (gerçi seyrektir ama) görürüsünüz.
Kırk yıldır görmediğiniz
bir arkadaşınız ölebilir mi? Hayır. Böyle bir şey olmaz. Neden olmaz? Çünkü
arkadaşlarımız, ister görelim/ ister görmeyelim, ister sağ olsunlar veya
olmasınlar, orada zihninizdeki tekenin zaman yolculuğuna her zaman uğrarlar.
Azıcık konuşursunuz bazen. Çoğu kez sessiz durusunuz karşılıklı olarak. Kimi
zaman, çok eskiden olmuş ama zihninizde olanca canlılığıyla solumakta olan bir
olay, ya da o olayın öğrettiği küçücük kazanımlardır, misafirinizi fısıldadıkları…
Bilmiyorum, ama
bence arkadaşlarımız ölmez. Ancak bir ölürüz. Bir ölünce de belki başka arkadaşlarımızın
anısına zaman zaman misafir oluruz, öylece sönümlenen zincirleme misafirlikler
dalgaları da geçer ve dünya yeniden başka anılar ve onların gölgelerini taşıyan
teknelerle şenlenmeye devam eder.
İlhan’ın ölmüş
olduğunu nasıl kabul edebilirim? Zaten 40 yıldır görmüyordum ve bir daha
görebileceğimi de sanmıyordum. Görsem bile tanıdığım İlhan’ı bulamayabileceğimi
de hesaplamam gerekiyordu. Oysa işte oracıkta, birinci sınıf stüdyosunda kendi taburesinin
üzerine çıkmış ve kendi paftasındaki tasarıma bakıyor, capcanlı. Suratı her
zamanki gibi biraz asık ve gece yarısının iyice soğumuş baraka ortamında, düşünüyor.
Belli ki, aradıklarıyla çizilmiş olalar arasındaki boşlukları arıyor. Ben kendi
taburemde oturmuş, İlhan’ın ne yaptığını anlamaya çalışıyorum.
İlhan benim için
bir usta. Aslında önemsediğim bütün arkadaşlarım benim için birer öğretici.
Onlardan bir şeyler öğrendiğimi bilmesem de, öğreniyorum. Ben de çevremdekilere
yararlı olabilecek bir şeyler yapmak ister gibi duruyorum. Çoğu kez bunun boş
ve yetersiz bir çaba olduğunu hissetsem de, zaten öyle iddialı değilim,
öğrenmeye devam ediyorum. Öğrendiklerimi sonradan zihnimin bir köşesinde
bulduğumda, onları daha duyarlı düzeydeki öğrenilmişler kümesine yerleştiriyorum.
Böyle düşündüğümde
İlhan’ın bana öğrettiği o kadar çok şey var ki… Ben öyle başıbozuk bir
yeniyetme gibi sahnenin içinden veya arkasından geçerken, bir çok arkadaşım
sahnede, parlak bir ışık altında duruyorlar. Çoğu kez gözlerim kamaşıyor orada gördüklerimden;
oradaki sözler belleğimde ve hiç bir yere gitmiyorlar; biraz sersemlemiş
gibiyim ve baktığımda İlhan, hiç de öyle acemi gibi değil. O sanki bir çok şeyi
biliyor. Her şeyi biliyor. Bir çok bakımdan benden deneyimli. Ben, gözleri tamamen
açık bir öğrenci sükunetiyle, İlhan’ın yaptıklarına, söylediklerine dikkat
ediyorum. Öyle dikkat etmişim ki, nerdeyse hepsini, şimdi de anımsıyorum.
Ama orada,
bilmeyenler ve bilenler, güvenli bir biçimde adımlarını atanlar/ atamayanlar,
ya da taburenin üzerine çıkanlar veya taburede oturanlar arasında, ergimiş ve
tadı/ kokusu hiçbir zaman unutulmayacak dostane bir ortam var. Ben galiba,
aslında bu son derece insansı ve arkadaşça ortamın öğrencisiyim. Mimarlık
birinci sınıfın stüdyosundayım ve orada İlhan var, Tunç var, Alev var, Akın var
(daha doğrusu Akınlar -sınıfta 4 Akın vardı) Emre de orada; İraj, Ülker ve
Alpay geceye pek kalmazlar ve galiba Necva da uzakta bir yerde duruyor. Sonra aşağıdaki
sınıftan gece yarısını geçmiş bir saatte, bizim barakaya doğru, T cetvellerini
bir haç gibi çevirmiş, ilahiler okuyarak yürüyen ikinci sınıftan Yücel var,
Nuri var, Önder var, kim bilir Oğuz da olabilir… Yokuş yukarı, bir yoksullar
korosu görünümünde yürüyorlar. Belki de o günlerde sinemalarda gösterilmekte
olan bir filmin bir sahnesini, biz mimarlık birinci sınıf öğrencileri için uyarlayarak,
yumuşacık bir uyandırma borusu gibi üfleyerek, üzerimize çökmüş olan yorgunluğu
dağıtmak için geliyorlar…
Herkesi görüyorum.
Bu sahnelerde olan herkes, bugün yaşıyor olmasa da zihnimde canlılar; neden
olmasınlar? Onların yaşamıyla benim yaşamımın birbirine değdiği anlardaki
enerji dolu renklilik ve parlaklık, o kadar berrak ve canlı ki… Ölmek gibi bir olayla
asla kesişmeyen bir başka yerde, hadi anılar aleminde diyelim, herkes uğultulu
ama oldukça neşeli bir devinim içine, bir şeyler yapıp-duruyor…
Dünyayı öğrenebilmek
için, bütün saflığımızla, orada duruyoruz. O sahneden, filmler, evlerdeki
şaraplı ve sigara dumanlı sohbetler, o günlerin tiyatrolarındaki oyunlar, proje
jürileri ve stüdyodaki eziyetli ama zevkli çalışma-düşünme anları, yaratıcılık kıvranışı
içindeki mimarlık öğrencileri geçiyor… 1960’ların başındaki yaşamımızın küçük
karnavalı yürüyüşte...
İlhan, tam olarak
“versatil” bir mimarlık öğrencisiydi. Elleri becerikli ve güçlüydü. Ellerini çok
iyi anımsıyorum. Leyla Erbil öykülerinin birinde bir tekerleme vardı:
“kolu-budu kısacak, amcamın oğlu Musacık”. Onu okuduğum anda, nedense İlhan
gelmişti gözümün önüne. İlhan, öyle çetin bir ceviz gibi kompakt ve güçlü ve çok
becerikli, gündelik yaşamdaki her şey için uygulanabilir/ pratik çözümleri
olan, ya da anında yaratan birisi…
Neden böyle
düşündüğümü tam olarak bilmiyorum, ama duruşunda içtenlikli bir uzaklık vardı
sanki. Bunu duyumsar ve öylece kabul ederdiniz. İlgilenirdi, ama özel olarak
ilgilenmiş gibi yapmaksızın ve üzerine hiç düşmeksizin. Evet biraz uzaktan gibi
duran, ama gerçekte yakın olduğu anlaşılabilen bir ilgili… Bana yüzmeyi öğreten
de, balıklama atlamayı öğreten de, İlhan’dı. Öğretmen gibi öğretmedi ama.
Gelip-geçerken ne yapılacağını söyleyen, ara-sıra daha yakından uygulamalı
olarak gösteren, ama sanki ilgisizce ilgileniyormuş, başından savmak istiyormuş
da savmıyormuş gibi yapan bir öğretme biçimiydi bu.
Dünyamı genişleten
arkadaşlarımdan birisi oldu her zaman. İlhan bu… İnsan ancak hafif bir saygıyla
karışık olarak sevebilir böyle bir arkadaşı. Düşündüğümde, “İlhan nelerden
hoşlanırdı, neleri okurdu ve dinlerdi, nasıl bir politik bakışı vardı, ya da
dünyasını kuran ögeler içinde değerli/ en değerli olanlar neydi acaba?”
dediğimde, bunların hiç birini bilmediğimi görüyorum. Ama bunları bilmesem de,
onun has bir arkadaşım olduğu düşüncesindeki güç, hiçbir kayba uğramıyor.
İlhan’ı çok yakın bir arkadaşım, çok sevdiğim bir arkadaşım olarak kodladığım
yerde buluyorum her zaman. Benim zihnimdeki izi, çok değerli/ kutlu bir yerde
çizilmiş. Kendiliğinden olmuş bu… Öyle özel bir çaba gösterilerek filan değil…
Zihnimdeki tekne
sisli bir havada yüzmeyi sürdürüyor ve İlhan’ın misafir olarak teknedeki hali
çok hoşuma gidiyor. Onunla aramdaki ilişkinin türünün aslında bir “usta-çırak”
ilişkisi olması gerektiğini, ama hiç bir zaman arkadaşlığımıza böyle bakmamış
olduğumu, düşünmemiş -kodlamamış olduğumu da biliyorum.
İyi ki bu gün
tekneye misafirliğe geldi de, yeniden bakıyorum, belki 60 yıl öncesinin
günlerinin tazeliğine… Pek konuşma yok aramızda. Sadece, yaptıklarımıza bakarak
birbirimizi, düşündüklerimizi anlayabileceğimiz bir iç konuşma türü bu… Onun da
bana bakarak düşündüğü şeyler olmalı elbet, ama bunları hiç bilmiyorum, bilmem
gerekmiyor da zaten … Sadece durduğumuz yerden, aramızdaki dostaneliğin ördüğü
bin bir ipeksi incelikteki ağdan doğru gelen titreşimli bir iletişimi
duyumsuyorum. Rüyada gibi bakıyorum bu ağa ve oradaki bin bir renkli
elektriklenmeye... Bu beni çok mutlu ediyor. İlhan’ı ne kadar sevdiği anlamanın
sıcaklığı ısıtıyor içimi ve kendimi aldatmış olabileceğimi bilsem bile “İlhan
da beni sevmişti her halde, biraz saf bir sınıf arkadaşı olarak” diye
geçiriyorum içimden.
Yazdıklarıma
yeniden göz attığımda, Kurosawa’nın Dersi Uzala’sındaki sahnelerden birini
yazıp-durmuş olduğumu fark ediyorum: Dersu, (ki onun İlhan’a ne kadar
benzediğini düşünüyorum şimdi) harita yüzbaşısıyla bir gece ormanda yürürken,
uzakta yaşlı bir Çinli görürler. Küçük bir ateşin başında yapayalnız
oturmaktadır. Dersu, ayaklarının ucuna basarak yürümeye devam eder ve “şimdi
hayallerinin dünyasına dalmıştır; rahatsız etmeyelim onu” der ve gecenin içinde
sessizce uzaklaşırlar.
Ve gidiyoruz
İlhan’la birlikte, fırtınalı bir günde Leyla Erbil öyküsünün içinden süzülüp,
Marmaris körfezindeki Ömer’in teknesine. Oğuz ve Alev de geliyorlar tekneye.
Tunç zaten sessizce orada, teknenin tabanına basmış ve ayakta, bakıyor bize… Rüzgar
oldukça sert. Beşimiz, bir de Ömer, gidiyoruz…
Bir eski dostu uğurlamanın böylesine duygulu, böylesine duyarlı, böylesine yürekten duyularak yazılmasına pek sık rastlanmaz. Ancak Akın gibi kılcal damarlarının ucunda bile yoğun, içten, ve katıksız arkadaşlık dolaşan birinin harcıdır bu. En renkli, en gezgin, en sevecen sohbetleri hiç unutulmayan Akın bu kez de yazdığıyla kökü taa derinlere inen sevgilerin değerini anımsatıyor bize. Can dost Cemal Kayalar’ın dediği gibi, ‘’buruk bir keyifle okunuyor’’ İlhan’a mektubu . Çok yaşa Akın. İyi ki yollarımız kesişmiş. Sevgili İlhan da huzur içinde uyusun.
YanıtlaSilOÜ