Bir Masaldı Diyarbakır’dan
ULU CAMİİ’NİN
ULU MİNARESİNİN
ULU GÖLGESİ
Bir Masaldı hatırladığım,
Yıl 1960, mevsim yaz,
Ulu caminin önünde on bir yaşında
esmer bir çocuk, dalıverdi
büyük kemerin o serin gölgesine.
.
O gölgeye sığınmış bir şerbetçi,
şıngır şıngır şıngırdatıyor taslarını,
Sırtında şerbet dolu bir güğüm.
Takmış takıştırmış pırıltılar içinde,
ab-ı hayat budur, işte oğlum
İçince bir tas meyan şerbetini,
izin çıktı, o masalsı geziye.
Avlu bir Pazar yeriydi hayalimde,
İnenler çıkanlar elde zembil, file.
canlı mı canlı, bir masal pazarı,
uçan, uçmayan halılar, kilimler,
lambalar, fenerler tütsüler, sergilerde
Yanık sesli hafızlar yerlerde,
Naat okunuyordu Hz. peygambere
beraberinde ilahiler Yunus’tan Veysel’e.
Parlak kocaman avlu birkaç adım ötemde,
göz kırpıyor adeta, çağırıyordu beni.
“Gelsene dışarı!” diye.
Ama o yapışkan sıcak yok mu,
dalga dalga kovalıyordu peşimi.
Güneş bırakmıyordu gözümü açmaya,
kuşların bile izni yoktu uçmaya.
Sonunda bir cesaretle attım adımımı,
çıktım o kocaman efsunlu avluya.
Çölde bir bedevi misali tepemde güneş,
zeminde ise kara taştan bir döşeme.
Bir meydan ki öyle kocaman, öyle kocaman,
Bir başında kırk haramilerin develeri,
öte başında kaptan Sinbat’ın gemileri.
Uzakta şakır, şakır bir şadırvan,
görüyorum. Susadım
herşey serap, biliyorum,
elimi uzatsam
hayal bu uçacak diyorum,
bu hava, bu deniz! Deniz mi?
Sanki dalgaların sesi duyuluyor gibiydi,
yoksa sarhoş muydum ne?
sıcak yükselirken yerden,
dalgalanıyordu zemin.
o dalgalardı avluyu uçtan uca yıkayan
ben öyle sanıyordum, ya da
bir serap olmalıydı bizimle oynayan.
Su birikintilerine basa, basa
çıplak ayak yürümek vardı ya,
varken güneşte bu inatçı hararet,
Nerede bende o cesaret?
Haşlanır sandım ayaklarım.
Gözlerimi kıstım, avluda yürüyorum,
ayaklarımın altında,
pinlerinden uzakta,
dalgalanan iki kanat gördüm.
Bakışarak göz göze, ağırdan,
gerdan kırarak,
öpüşerek, koklaştılar,
teleklerini açıp kapayarak,
eğile kalka,
kadim bir dansa başladılar,
bir ortadoğu ritmiyle.
Dans biter bitmez o kuşlar
Aldırmadan bana, uçtular kanat kanata…
Eskinin duvarları, kemerleri, başlıkları
kutladılar o. Güzel kuşları.
Avluda var bir medrese, adı Mesudiye,
Orda taştan bir saat vardır, bilir’siz?
Beyaz Mermer üzerinde ince derin çizgileriyle,
Gölgeyle ölçer, günle yarışan zamanı.
saat be saat, an be an,
Sonrasında gelmiş zamanı anlaşılan,
bir ezan daveti başladı o minareden.
dalga dalga yayıldı ufka bu ses,
birer ikişer, avludan kaybolan gölgeler.
içeriye saf saf dizildiler.
İçerisi hoş serin,
Sessizlik bu,
derin mi derin…
Dua mırıltıları, yakarışlar, alçak tonda
Aminler yüksekten, duyururcasına
Biliniz ki bir muradınız varsa nasibinizse eğer,
O nasibin yolu emekten ve çalışmaktan geçer,
Avlu yine boş, yine ıssızdı.
bir bendim masal pazarında gezinen,
buradan çıkıp bir ara,
Melik Ahmet’i de görmek isterdim,
tıpkı altmış dört yıl öncesi gibi,
ya karakulak keçime yonca için,
ya da Dicle sazanı peşindeysem giderdim
Onun karşısı Balıkçılar başıydı.
Oradan aşağı sarkarsam
dört ayaklı minare beklerdi beni.
Bilir’siz?
O sırada, Ulu caminin ulu minaresinin,
o dillere destan gölgesi,
avluda yavaşça sürünüp gelip önüme çıkıverdi.
Bunun bir rakibi vardı ki dillere destan,
öbür mahallede, ayakları üstünde duran
umarsız, kayıtsız alayla bakarak,
dünyaya, meydan okumuş asırlarca,
Dört ayaklı minare…
Onun ayaklarının karşısındaki dükkân da
bu şehirdeki, en iyi kırık leblebiyi, peynir şekerini
leblebi tozunu ve kenger sakızını
kuruş karşılığında satardı bize.
Sessiz bir nara attı dört ayaklı minare,
“Off of” diye diye, Ulu caminin ulu minaresine,
O gölge yerinde sallandı bir an,
mermer saatin üstüne düştü düşecek,
aman, zaman, dur demeye kalmadan.
Şangır şungur! Paldır küldür çöktü ya, nereye?
Gölge boylu boyunca uzandı mı yere?
Altında kaldı mermer saat, her yanı yara bere.
Kırıldı zembereği, yelkovanı, akrebi.
İşte o günden beri,
o mermer güneş saatinin,
kayıp zembereğini ararım, çarşı pazar,.
O da neye mi yarar?
O bir Güneş saati ya,
çalışmak için, güneşi bekler daima,
oysa gece nasıl çalışır, zembereği kurmadan?
Şimdi artık kolu, bacağı yaralı,
bir parçası da kayıp,
bir demir kuşak oldu kazancı,
çatlayan bedeni dağılmasın diye.
Aldılar bir kafese zarar görmeden,
Çalışamayacak geceleri, o istese bile,
dalacak uykuya erkenden.
korkarım işte o an,
gün ağarana dek duracak zaman.
Ve doğacak bir başka boyutta.
Ne zaman? Masal bittiğinde
Güneş hayat verir sana, bana,
ama illa da zamana.
Belli etmez hiç kimseye
ne geçmiş vardır bu avluda,
ne de beklenen bir gelecek,
Şimdiki zamandır hepsi.
Sırası gelince yaşanacak,
tıpkı bir çocuk masalı gibi.
Sadık Mercangöz /Ankara Bağlıca 9 Haz 2024- 18 Mart 2025